BEYAZ LEKE

By asliaarslan

32.4M 1.9M 7.2M

Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk a... More

BEYAZ LEKE
1. MAHKUMİYET
2. SUÇ KRALI
3. SİYAH ELDİVENLER
4. İLK TEMAS
5. SEVGİLİ MÜVEKKİLİM
6. GÖKYÜZÜ, GÜNEŞ ve HAYALLER
7. İKİ DAKİKA ON YEDİ SANİYE
8. RÜYALAR ALEMİ ve GERÇEK DÜNYA
9. DÜŞEN MASKELER
10. MAHKEME
11. SAVAŞ ÇANLARI
12. HER GÖZYAŞI BİR YANGIN
13. SAVAŞA RAĞMEN
14. ZAAFLAR ve TERCİHLER
15. SON İKİ DİLEK
16. ZEHİRLİ URGAN
17. DÖNÜM NOKTASI
18. KAR KRALİÇESİ ve ATEŞ KRALI
19. YİRMİ DOKUZUNCU KİŞİ
20. ON OCAK MİLADI
21. FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK
22. FIRTINA
23. FEDA
24. KURUCU ve LİDER
25. KAYIPLAR
26. SAÇ TELİNDEN URGAN
27. SUÇ KRALI ve KRALİÇESİ
28. TUTKUNUN NOTALARI
29. DENİZ KIZI
30. AYNANIN İKİ YÜZÜ
31. ON ALTI SAAT YİRMİ DOKUZ DAKİKA
32. YÜZÜK
33. HAYAL SAVAŞÇILARI
34. ONURLU BİR ADAMIN KIZI
36. ZAMANA KARŞI
37. SÖZLER ve YEMİNLER
38. AYNADAKİ YANSIMALAR

35. DAVET

480K 30.7K 75.5K
By asliaarslan


Selaaammm, bildiğiniz üzere geçen hafta bilgisayarım çöktüğü için bütün emeklerimin gitme ihtimali vardı, neyse ki kurtarabildik, belgelerime hiçbir şey olmadı. Defalarca teşekkür ettim, biliyorum ama son bir kez daha dua eden, iyi enerjilerini gönderen herkese minnet duyduğumu söyleyeyim. Benden daha çok sizin sevginizin payı vardır bir mucize olduysa. Benim için gerçekten çok önemliydi.

En uzun bölümlerden birisi, detayları atlamadan okursanız sevinirim, labirentte gibi hissedebilirsiniz ehehe oy ve yorumlarınızı esirgemeyin olur mu, ltfn, öpücükler.

Bu kitapta geçen kişiler ve kurumlar tamamen hayal ürünü olup her ayrıntısıyla kurgudan ibarettir.

Keyifli Okumalar!

Şarkılar: Hotline, Billie Eilish
Waste, Kxllwxtch
Muse, Supermassive Black Hole

Birinin sözlerine mi güvenirdiniz, gözlerine mi, hissettirdiklerine mi?

Herkes ilk önce sözlere inanır, onlara güvenir çünkü gözlerden ve hislerden önce dilin söyledikleri etkilidir. Sizi hiçbir zaman bırakmayacağını söyleyen birisine inanmak her zaman en saf duyguyla gerçekleşir. Veya sizi sevdiğine inanmak. Çünkü insan, henüz yalanla tam anlamıyla tanışmadığında kanmayı seçer; cümleler ise en etkili silahtır kanmak için.

Bu yüzden kime sorarsak soralım, ilk güven kırıklığının birinin cümlelerine inanmaktan geldiğini söyler.

İkinci evre birinin gözlerinin içinde gördüklerine güvenmektir. Sizin güçlü olduğunuzu söyleyen birisi acıyan gözlerle bakarsa ona asla inanmazdınız fakat gözlerindeki güç, size de yansıtılırsa bakışların yalan söylemeyeceğini düşünürdünüz. Cümlelere inanıp hayal kırıklığına uğrayan birisi ikinci olarak o bakışlardaki doğruluğa güvenir.

Ve günü geldiğinde o gözlerin de yalan söylediğini öğrenirseniz bu çok büyük bir yıkım olur, inkar başlar, aksine kendini inandırma aşaması olarak devam eder fakat en sonunda kabulleniş gerçekleşir.

Çünkü insanlar bazen bakışlarında bile kendine olan duygularını gösterecek kadar kendinlerine güvenirler.

Üçüncü evre, en büyük yıkım ve felaket hislerinize dayanarak güvenmektir çünkü bu karşınızdakinden ziyade artık sizinle de alakalıdır. Sadece sözler değil, sadece bakışlar da değil. Bir dokunuş, bir alkış, bir gülümseme, bir destek, bir düşüşte elden tutma. Hepsi sizin o kişiye ya da kişilere güvenmenizi sağlar.

Ama ben yanlış hissetmiş olamam diyerek kendine öfkelenmeye başlarsın, karşınızdaki kişi ise çok rahat bir şekilde bunun sizinle alakalı olduğunu söyleyebilir.

En büyük yıkım olmasının nedeni ise hayatınız boyunca bir daha asla güvenmeyeceğiniz ve belki de doğru hissetseniz bile kendinize inanmayacağınız içindir.

Bir insanın kendini bile kandırdığını fark etmesi biraz da kendine güvenmemesi demekti; dünyanın hem en sarsıcı hem de en gerçek yüzleşmesi.

İki evreyi yaşamıştım. İlk önce çocukken cümlelere inanmıştım. Herkesin çocukluğunun ilk güven kırıklığı vardır, asla unutulmazlar.

Benim ilk güven kırıklığım annemin bana beni sevdiğini söylemesiydi. Beş yaşındaydım, akşam yemeği yiyorduk ve annem gözlerini babamın üzerinden alamıyordu çünkü evlilik yıldönümleriydi. Çok basitti, çok sıradandı, masadan kalkarken babam yanağımdan öpüp seni seviyorum demişti ve annem ilk kez, babam gibi beni kendine çekmiş, öpmek yerine sarılmış ardından beni sevdiğini dile getirmişti. Seni seviyorum değil, seni sevdiğimi biliyorsun değil mi, demişti. Bu cümlenin kibrini bu yaşımda fark edebiliyordum ama o yaşımda fark edebilmem imkansızdı.

Çünkü bir insana seni seviyorum demekle, seni sevdiğimi biliyorsun değil mi diye sormak arasında dağlar kadar fark vardı; eğer bilmiyorsanız bile ilk önce kendinizde suçu bulurdunuz.

Tam bir hafta sonra. Sadece bir hafta sonra, annem bir gece vakti ağlayıp etrafı dağıtıyordu; babam ise evde yoktu. Sinir krizi gibiydi ya da bir patlama bilmiyordum ama öyle hiddetli ağlıyordu ki valizine tıkıştırdığı kıyafetler içinden geri çıkıyordu. Kapının eşiğinden onu izlerken anne, demiştim sadece. Bana bakmıştı ve sonrasında defalarca tekrar edeceği o cümleleri söylemişti.

Nefret ediyorum, demişti bağıra çağıra. Bu evden de nefret ediyorum, babandan da nefret ediyorum, bu hayattan da nefret ediyorum. Derin bir nefes vermişti ve parmağını bana sallayıp senden, demişti. Senden nefret ediyorum en çok çünkü sen doğduktan sonra bütün felaketler bizim başımıza geliyor. Kapının eşiğinde durup hiçbir şey söylemeden onu izlerken sadece bir kez değil, onlarca kez nefretini dile getirmişti.

Çocuktum, nefretinden önce sevgisine inandım, o nefreti işitmek istemedim ama zamanla en sakin haliyle de, en mutlu haliyle de hatta öylesine bir günün içinde bile bana hiçbir şeyi sevmediğini söylemeye devam etti. Bir kez daha sevdiğini söylese inanırdım.

Asla söylemedi.

Ölmeden önce söylediği her cümle ise benim için bu yüzden bir yalandan ibaretti.

İkinci güven kırıklığım artık sözlere değil, gözlere güvendiğimde başladı. Lise birinci sınıfa gidiyordum. Aslında kaçıncı sınıfta olduğumu tam hatırlamıyorum ama o tebeşirin, yeni boyanmış sıraların kokusu hala burnumdaydı.

Hayatımın en kilolu dönemlerinden birisindeydim. Sınıftakiler tarafından, evde annem tarafından, annemin akrabaları tarafından hatta bazen yoldaki bir yabancının bakışlarındaki ifade tarafından aşağılandığım zamanlardı. Olur olmadık yerlerde sanki orada yokmuşum gibi kilo tavsiyeleri, aslında güzel olduğumu söyleyip kilo vermemi dile getirenler...

Elbette bunlar değildi, cümlelere güvenmemeyi öğrenmiştim.

Daima uzaktan izlediğim, merak ettiğim ama yanlarına gitmeyi aklımdan bile geçirmediğim okulun en güzel, en popüler kızlarından birisinin yanıma gelip dünyanın en hayran bakışlarıyla, bizimle oturmak istemez misin, demesiyle başladı. Hayır, dedim, direndim çünkü aptal değildim, arkamdan söylenilen her şeyi biliyordum üstelik onları merak ediyor olsam da onlardan birisi olmak gibi bir çabam hiçbir zaman olmamıştı. Fakat gözlerindeki hayranlık, hayranlığın yanındaki o dostça ifade öyle bir inandırıcıydı ki ve ben öylesine yalnızdım ki, suçu kendimde bulup onlara bir şans vermek istedim. 

Yanlarına gittiğimde yirmiye yakın öğrenci daire şeklinde sınıfta sıralara oturmuş sanki beni bekliyorlardı. İçeriye o kadar çekingen girmiştim ki, ellerimi korkuyla sıkmaktan tırnaklarım avuç içlerime batmıştı ama annemin hep söylendiği yalnızlığımdan sonunda kurtulabileceğimi hissetmiştim.

Yalnızlık problem değildi, kendi kendime mutlu olabiliyordum fakat insanlar bazen yalnızlığa öyle kötü gözlerle bakıyorlardı ki bunun bir hata olabileceğini de içten içe düşünüyordum. Sorun bende olabilir, diyordum.

O güzel kız beni yanına oturttu ve bir kağıt çıkardı. Hepimizin taklitler yapacağını söyledi, eğlenceli olacağından söz etti, sırtımı sıvazladı hatta bana laf atmak isteyen birkaç kişiyi de engelledi. Bu öylesine inandırıcıydı ki bakışlarındaki ifade yalan olamaz demiştim.

O güzel kız, Lady Diana taklidi yaptı yürüyüşle. Kağıt çektiğinde o çıktı çünkü. Başka bir kız çektiğinde o Harry Potter taklidini gerçekleşirdi, diğer kız şirine oldu. Kendimi tutamayıp gülüyor, ilk defa kendimi en kalabalık yerdeki o yabancı gibi hissetmiyordum. Bir çocuk ünlü bir şarkıcının taklidini yaptı, başka bir erkek bir mafya liderini taklit etti.

Sıra bana geldiğinde herkesin gözü bana döndü, heyecanla bir an bile düşünmeden kağıdı çekip açtım ve içinden bir hayvanın adı çıktı.

Ayı.

Gözlerim kağıttan ayrılıp topluluğa döndüğünde yanımdaki kız bana ne çıktığını söyledi, diğerleri ise alkışlarla beni ortaya davet etti. Dudaklarım aralandığında başımı olumsuz anlamda iki yana salladım fakat hepsi, hep bir ağızdan mızıkçılık yaptığımı, hepsinin görevini yerine getirdiğini, uyumsuz birisi olduğumu söyledi. Hepsinin kağıdında çıkanla benim kağıdımda çıkanın alakası yoktu, bu nasıl bir denk gelişti?

Oturduğum yerden kalktığımda hepsi heyecanla doğruldu. Dairenin tam ortasına geçtim, yüzlerine baktım ve o an tek diyebildiğim, ayı taklidi nasıl yapılır, bilmiyorum, demekti. Çünkü aptal değildim, o an anlamıştım kandırıldığımı, benimle dalga geçtiklerini, eğlenmek için benimle uğraştıklarını.

Taklide ihtiyacın mı var, dedi sağdan birisi. Tamam bence rolü bitti dedi başka birisi. Kahkahaların ortasında kaldım, hareket bile edemedim. Gözlerim o an sadece beni yanına çağıran kıza odaklandı, öyle bir gülüyordu ve gözlerinde öyle bir ifade vardı ki, bakışların da yalan söyleyebileceğini o an anladım. Artık benden tiksiniyordu.

Dakikalarca benimle eğlendiler, hiçbir cevap alamadıklarında ise en sonunda sıkılıp beni o sınıfın ortasında bırakıp gittiler. Onların ardından bakarken bir süre daha öylece kaldım ve sonrasında o camdan fanusu alıp içindeki diğer kağıtlara da baktığımda hepsinde aynı kelime yazıyordu.

Ayı.

Benimle dalga geçebilmek için böyle bir oyun kurgulamışlar, kendileri de rollerini yerine getirmişler, beni kandırmışlar ve sonrasında ise çekip gitmişlerdi. O an öyle çok utandım ki boş sınıftan çıkamadım, utandığım ben değildim, güvendiğim için kendime kızmıştım. Herkes okuldan gittikten sonra koşarak sınıftan çıkmış, okulun en ücra köşesine saklanmıştım. Gece olmuştu ama ben oradan çıkmamıştım. Ağlamıyordum, bağırmıyordum sadece korkuyordum çünkü insanlar korkunçtu. Sorun kilom değildi, asıl sorun bir insanı aşağılamak için bile verdikleri bu büyük çabaydı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde babam polislerle beraber okula geldi ve beni buldular. O kadar zaman ağlamayıp babamı gördüğüm an öyle bir ağlamaya başlamıştım ki beni kollarının arasına aldığında tek diyebildiğim beni kandırdılardı. Eve gittik, ağlamaya devam ettim. Sabah oldu, ağlayışlarım susmadı. Beş gün okula gidemedim, üç gün hasta yattım, yemeklerden kaçtım. Bir haftanın sonunda babam okulumu değiştireceğini söylediğinde onu engelledim çünkü kandırılmış birisi olmayı, korkak birisi olmaya yeğliyordum.

Bir haftanın sonunda okula gittiğimde o insanların bakışlarına, fısıldaşmalarına, arkamdan gülüşlerine tahammül ettim. Çenemi indirmedim, ağlamadım, direndim fakat artık yediğim her şeyi kusuyor, sağlıksız besleniyor, babamdan gizli gizli internetten zayıflama hapları alıyordum.

Sene sonuna kadar seksen dokuz kilodan, kırk beş kiloya düştüğümde ve artık ayakta bile duramayacak duruma geldiğimde tedaviye alındım fakat öyle kolay kurtulamadım.

Bütün bu olanlar ise bir sosyal deneymiş gibi o insanların gözlerinin önünde oldu. Şimdi düşündüğümde bu da bir direnişti, korkuyu değil savaşmayı seçmiştim ama savaşırken de kendimi mahvetmiştim.

Kötü insanların tek bir türü yoktu, bazı insanlar gülümseyerek bile size hayatınızın en büyük kötülüğünü yaşatabilirdi.

Son evre, hislerine güvenmekti.

Bunun için anlatabileceğim bir hayal kırıklığım pek yoktu çünkü tam anlamıyla hislerime dayanarak kime güvendiysem hayal kırıklığı yaşamamıştım. Babam bana hayal kırıklığı yaşatmamıştı, Tugay bana hayal kırıklığı yaşatmamıştı. Ve ben artık babam sayesinde kendime güvenimi de tamamen hissediyordum.

Bir gün hissettiklerimde ise güven kırıklığı yaşarsam neye dönüşürdüm, bilmiyordum.

"Bahçeni bu kadar çok mu özledin?" Gözlerimi kapattım, Tugay'ın sesini arkamda duymak, düştüğüm düşüncelerden beni çekip çıkarmış, gülümsememe neden olmuştu. Hislerim oradaydı, hislerimle güvendiğim o adam tam ardımdaydı ve sesi, beni lisedeki o sınıfın içinde bile yalnız hissettirmeyecek kadar merhamet doluydu. "Bahçemizi mi demeliyim yoksa? Sayende epey yol kat ettim, yokluğunla bana çiçek bakmayı öğrettin."

Zorlu ve meşakkatli yolların ardından en sonunda eve gelebilmiştik fakat ben eve girememiş, kendimi bahçenin olduğu yere bıraktırmıştım. Eftalya Bahçesi. Anlamı çiçek olan. Eftalya Atalar, isminin anlamı artık daima çiçek olacak olan. Tugay Demir Çeviker, ölene kadar güveneceğim o adam.

Hem büyük bir yıkımla çıktığım o eve şu an girmeye cesaretim yoktu hem de düşünmeye ihtiyacım vardı. Yaşananları, yaşatılanları, babamı, yollarımı, kime dönüştüğümü, gücümü, varlığımı... Belki de çiçekleri görmek huzurlu hissettirir diye düşünmüştüm ama hava henüz yeni kararıyor, akşam oluyordu. Batan güneş, çiçeklerin sadece gölgesini bana gösteriyordu. Yine de gölgeleri bile ait olduğum yerdeyim hissini bana veriyordu.

"Biliyor musun, bana ayı diyorlardı," dedim bir anda. Bir başkasına öyle gelişigüzel konuşamazdım ama Tugay, beni yargılamazdı. İşte bu güven ne sözlerinden, ne gözlerindendi. Ben onu hissediyordum. "Lisede yani. Trajik bir anım var." Güldüm, artık canımı acıtmadığını fark ediyordum. "Fakat bana ayı demelerine rağmen onlardan kaçmak yerine gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Sanırım babam haklı, ben ona benziyorum. Ortada pek de savaşacak bir şey yokken bile savaşacak bir şeyler buluyorum." Omzumu indirip kaldırdığımda onun hemen yanıma geldiğini gördüm, bakışlarımı çevirdim. "Sana da ayı deselerdi savaşırdın, öyle değil mi?"

"Ben kendim için savaşmayı yeni yeni öğreniyorum," dedi ellerini gri eşofmanının ceplerine yerleştirirken. Üzerinde siyah bir tişört vardı, saçları nemliydi, duştan çıkmıştı; ben ise hâlâ eve girememiş, duş alamamıştım. "O zamanlar savaşmazdım kısacası. Ayrıca bazı kötülükler savaşmaya değer bile olmaz, güzelim. O insanlar pek de savaşmaya değer değillermiş."

"Peki bir başkası için söyleselerdi bu kelimeyi?"

"İşte o zaman savaşırdım."

Kaşlarım çatıldı. "Kendine değer vermiyor muydun yoksa?"

Tugay, dudaklarını büzdü ve sonrasında biraz daha yaklaşıp sol kolunu koluma değdirdi, dokunma ihtiyacı hissediyormuş gibi. "Aklım biraz tuhaf çalışıyor bence benim," dedi kendinden emin olmayarak. "Kendimi savaşmaya değer mi görmüyorum, bilmiyorum ama daima başkalarını korumak için savaştım. Belki de çocukluktan geliyordur." Bir kez daha omzunu indirip kaldırdı ve nefesini verip gözlerini gözlerime çevirdi. Batan güneş, ela gözlerini parlatıyordu. "Lisede senin için savaşırdım kesinlikle."

"Belki de o zorbalardan birisi olurdun?" Kıkırdadığımda kaşları havalandı. "Tamam şaka yapıyorum, bence biz çok iyi arkadaş olurduk."

Tugay yüzünü buruşturdu ve sonrasında "Başta arkadaş olurduk tabii," dedi. "Taktiğim budur bilirsin, hapishanedeyken seni ilk olarak arkadaşım olmaya ikna etmiştim."

"Bir şey soracağım," dedim merakla ona dönüp. "Bak bu soru sana yaşımız gereği çok çocukça gelebilir ama umurumda değil." Merakla bana baktı. "Eğer benimle tanıştığında nişanlıma aşık birisi olsaydım," burnundan keskin bir nefes verdi, "yani yalan olmasaydı, ne yapardın?"

Tugay'ın kaşları çatıldı ardından dudaklarını birbirine bastırıp "Nasıl bir cevap istiyorsun sen?" dedi.

"Söylesene," dedim direterek.

Tugay da bana doğru döndüğünde "İlk önce nişanlını bulurdum ardından ona işkence çektirirdim ve sonrasında bir ay bir yere kapatır aç susuz bırakırdım. Ölecek gibi olduğunda bir arabanın arkasına bağlayıp süründürürdüm, öldükten sonra da cesedini parçalar tek tek yakardım," diye yanıtladı. "Sen ise kaybolduğunu düşünürdün, asla benim yaptığımı söylemezdim." Dudaklarım şaşkınlıkla kocaman açıldığında büyük bir ciddiyetle bana bakmaya devam etti. "Hatta," dedi sanki yetmezmiş gibi. "Onu diri diri yakabilirdim arabanın arkasına bağlamak yerine." Gözlerim de açıldı. "Belki de boğmalıyım," gözlerini kıstı, "ya da..."

"Sanırım kusacağım."

Tugay, gülmeye başladığında çenemden tutup kaldırdı. "İstediğin böyle bir yanıt değil miydi?" diye sordu.

"Hayır, istediğim kesinlikle bir kasaba dönüşmen değildi."

Gülüşü devam ederken "Seni öpemediğim, sana sarılamadığım, sana dokunamadığım, biz olamadığımız bir evrenden bahsediyorsun," diye mırıldandı. "Sen Tugay Demir Çeviker'in sevgili avukatı olmama ihtimalini düşünmemelisin."

Keskin gözlerle ona baktım, eli hâlâ çenemdeydi. "Yani," dedim nefesimi verirken. "Kasap olmazdın değil mi?" Öyle gür bir kahkaha attı ki gülüşü içimi ısıttı. "Peki ben nişanlı olmasaydım ama birinden hoşlanıyor olsaydım ve gelip sana anlatsaydım, sen bana akıllar verir miydin?"

"Avukat," dedi Tugay ellerini kaldırarak. Gözlerinde saf bir ateş vardı, hiç yaşanmamış olanların ihtimali bile hoşuna gitmemişti. "Bu soruları çok mu düşündün?"

"Peki," dedim nefesimi vererek. "Ben avukat olmasaydım, herhangi birisi olsaydım, sen bana nasıl ulaşırdın? Ulaşamazdın ki, biz olamazdık ki." Tugay, başını iki yana sallayarak gülmeye devam etti. "Yani yine biz olur muyduk, olmaz mıydık, söylesene ya?" Bana baktığında kaşlarımı çattım. "Düşündün," dedim. "Direkt cevap vermedin." Geriye doğru bir adım attım. "Sahiden de düşündün."

"Trip."

"Ne?"

"Trip diyorlar buna," dedi şaşkınlıkla. "Sen trip atıyorsun."

Çatık kaşlarla ona bakmaya devam ederken "Öyle mi yapıyorum?" diye sordum. "Hem yapıyor da olabilirim, aklıma geleni söylüyorum işte."

"Yemin ederim ki benden daha deli oldun sen," dedi gülümseyerek. "Bir gün önce ülkenin her yerinde ayaklanma başlatmamışsın gibi geçip bana sorduğun sorulara bak. Sen söyle, yanıma geldiğin ilk günler böyle bir kadına dönüşebileceğini düşünür müydün?"

"Hayır," dedim dürüstçe. "O zaman sen bana anormal geliyordun, şimdi bütün dünya bana anormal geliyor, biz ikimiz normaliz." Gözlerini kıstığında eli çenemden omzuma doğru kaydı ardından enseme doğru gittiğinde saçlarımda parmakları gezindi. "Peki son ve çok önemli bir soru sorabilir miyim?"

"Sor," dedi bıkmadan, tepki vermeden, gözlerindeki o ihtiyaçla.

"Hmm," dedim. "Ama iyi düşün tamam mı? Bu gerçekten çok önemli."

"Tamam," dedi başını sallayarak ardından kollarını önünde bağladı. "Çok merak ettim."

Çenemi aşağıya doğru indirdim, alttan alttan ona baktım ve sonrasında "Solucan olsam," dedim. "Beni yine de sever miydin?" Tugay'ın gözleri kocaman açıldığında bu kez kahkaha atma sırası bendeydi. "Tamam, bu soruyu Gamze sana çok sormamı istemişti yüzünü görmem için. Keşke bir fotoğrafını çekebilseydim."

Belki de içimde daha önce hiç yaşamadığım hisleri, normal insanlar gibi yaşama dürtüsü vardı. Bir sinemaya gitmek, yemeğe gitmek, bana attığı mesajlara heyecanlanmak, gereksiz tepkilerle başını şişirmek... Hepsini, tam da şu an, an bu an olduğunda yaşamak isteyecek kadar aceleciydim.

Tugay, kolunu belime sardı ardından şakağımdan öptüğünde derin bir nefes verdi. "Bir liste hazırlamaya karar verdim tam şu an," dedim nefesi saçlarımı okşarken. Merakla gözlerini bana çevirdi. "Hayır, bu bir ölüm listesi değil ama ölüm listesinin yanına koyduğumda komik görünebilir."

"Ne listesi?" diye sorduğunda sesindeki merak dikkatimi çekmişti.

Kolu daha sıkı dolandı ve çenesini saçlarımın tepesine yerleştirirken diğer kolunu da bana dolayıp çok kısa bir an o saniyelerin içinde kaybolmamıza izin verdi. "Her şey bittiğinde yapacaklarımız listesi," dedim kısık bir sesle. "Özgür olmasak da silahlardan, ölümlerden ve savaştan uzak iki insan olarak yapacaklarımızın listesi olmalı. Upuzun bir liste olsun, hiçbir zaman bitmesin, yaptıklarımızın üzerine çizik atalım." Ben de kollarımı ona doladığımda çenemi göğüs kafesine yasladım, bakışları gözlerimde dolaşırken tebessümü bana her şeyi unutturuyordu. "Saçma bir fikir mi sence? Öyle zor şeyler değil elbette. Birlikte dondurma yemek mesela?" Gülmeye başladı. "Lunaparka gidebiliriz? Sinemaya da gitmek isterim. Çok sıradan ama gerçekleşmesi basit. Bir kedi sahiplenebiliriz örneğin." İsteklerim, normal insanların gözünde oldukça sıradandı ama bizim için şu an çok zordu, bunu biliyorduk. "Çok var, hepsini aklımızda tutamayız zaten. Şimdiden başını bile unuttum, bu yüzden not etmeliyim."

Kendimi tanıyordum, not etmeyi bile unutacaktım.

Gözleri kısıldığında iki kaşının ortasında ince bir çizgi oluştu, göz bebekleri ise büyüdü. "Beni Adnan Atalar değiştirdi," dedi bir anda. Babamın adını duymak hem kalbime huzuru doldurdu hem de yaranın üzerinde bir sızı hissettim. "Ve görüyorum ki, seni de ben değiştirdim, sevgili avukat. Seni ilk tanıdığım zaman olduğun gibi çok gerçekçi bir adamdım fakat zaman ve baban bana hayatın her an tükenebilecek kadar kısa olduğunu öğretti. Düşünsene, bir hücrenin içindeyken hayal kurmak senin için nasıl da tuhaftı, şimdi ise yapılacaklar listesinden söz ediyorsun. Savaş mı, diyorsun, siktir et şu birkaç dakika savaşı. Hoşuma gidiyor," diye mırıldandığında sesi derinleşti. "Biz olmaktan ziyade sanki tek bir insanmış gibi olabilmemiz. Anladın değil mi beni?"

Gülümsediğimde "Anladım," dedim büyük bir nefes vererek. "Peki sence çok mu abarttım?" Dudaklarını gülmemek için birbirine bastırdı. "Yani İzmir'de olanları?"

Aslında yine onun gibi konuşuyordum, bakışlarından da belliydi. "Yok daha neler," dedi alaylı bir sesle. "Mahzenleri patlattın, sessiz halkı uyandırdın, Krallık'ın en iyi adamlarını öldürttün yetmedi duvarlara yasaklı bir kitabın cümlelerini yazdın, o da yetmedi başkaldırını gerçekleştirdin. Eh bu kadar sınırlı kalmadın, herkesi kendine hayran bıraktın. Şöyle bir bakıldığında çok da abartmış gibi görünmüyorsun, altı üstü bir savaş öyle değil mi?"

Kaşlarım çatıldığında "Gerçekten birazcık abartmışım," diye mırıldandım.

"Birazcık," diyerek beni tekrar ettiğinde gülmeye başladık. O sırada çenesinin altındaki dün gerçekleşen bıçak kesiğine baktım ayrıca kaşının üstü de yarılmış, kan toplamıştı. Nemli saçları dağılmış, sakalları çok az uzamıştı. Hapishaneden çıktıktan sonra sağlığına kavuşmuş, omuzları tamamen dikleşmiş, duruşu oldukça özgüvenli bir hal almıştı. Onu izlerken dakikalara bile meydan okuyacağımı fark etmek boğazımı temizlememe ve eve doğru bakmama neden oldu.

"Gidelim mi?" dedim çekingen bir şekilde. O eve girdiğimde ne hissedeceğimi, o yatak odasında neler düşünebileceğimden asla emin değildim. "Bizi bekliyorlardır."

Tugay, başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı ve kollarını benden uzaklaştırıp beraber eve yürümemiz için eliyle önden işareti yaptı. Ayak uydurup yürümeye başladığımda bahçenin solunda, yeni dökülen toprağı, etrafına çekilen küçük çitleri ve içindeki yeni yeşermeye başlayan filizleri gördüm. "Çiçeklere sen mi baktın?" diye sordum, boğuk bir sesle. "Ben yokken."

"Evet." Tek yanıtı, o günlerin silinmesi gerektiğini bana hissettiriyor gibiydi.

"Peki şurası," diyerek işaret ettim küçük çitli alana. "Orayı da mı sen yaptın?"

"Evet," dedi bir kez daha tek bir nefesle.

"Ne ektin?"

"Orkide."

"Neden?"

Çok kısa bir an düşündü ve sonrasında "Seni bana getiren bir orkideydi, tek dalı solmuş," dedi. "Seni bana çiçekler getirir yine diye orkide tohumları ektim, her olmadığın güne bir tane. Tam doksan bir adet." Yutkunmakta zorlandığımda bakışlarımı yere indirdim. "Hiç filizlenmemişlerdi biliyor musun?" diye mırıldandı şaşkınlıkla. "Ama şimdi filiz vermişler çünkü sen geldin. Sanırım bu dünya bizi seviyor olmalı, beni değil. Oysaki ben çiçek bakmayı beceremediğimi düşünmüştüm, filizlenmedikleri için."

"Tugay," dedim bakışlarım hâlâ yerdeyken. "Her gün için bana vereceğin çiçekleri yakmıştın sen."

"Yakarım elbet," dedi. "Gelmediğin her gün için çünkü yoktun." Adımları yavaşladı ve kısık bir sesle devam etti. "Ve şimdi geldin, o günler için sana veremediğim her çiçek filizlendi. Ben Tugay Demir Çeviker'im, her ne olursa olsun, o çiçekleri sana vermekten hiç vazgeçmem, sen olmasan bile."

Bakışlarımı yavaşça yerden kaldırıp ona baktığımda göz göze geldik. Gözlerindeki kırgınlığı sezebiliyordum fakat bir yandan da o çiçekleri yaktığı için bile beni düşündüğünü hissetmek utanmama neden olmuştu. Sessizliğe gömüldüm çünkü bu konu hakkında ne söylesem geçmişi değiştiremeyecektim. Uyanmıştı ve yoktum, mutfağa gitmişti ve hep söz verdiğim yaprak sarmasını yapmıştım, bir mektupla ondan gitmiştim. "Bazı yaralar geçer, bazı yaraların da izi kalır," dediğimde cümlem ona yönelikti. "Ben kalıcı bir iz bıraktım sende öyle değil mi?"

Bir cevap vermek yerine sessizce eve baktı, önüne gelmiştik. Çevresine yeni elektrikli çitler dikilmişti, kameralar da yerli yerindeydi. Tugay'ın söylediğine göre termal kameralar yaklaşan her canlının sinyalini veriyor, çitin bir adım gerisinden içeriye girilmeye çalışılırsa Tugay isterse mayınlar patlıyordu. Krallık, X ya da herhangi başka birisi istemediğimiz anda bir baskın gerçekleştirirse ölürlerdi; büyük ihtimal bunun farkında olmalılar ki hiçbir hamleleri yoktu. Fakat benim için hazırlanan ev için bir koruma var mıydı, onu bilmiyordum, bahçenin hemen arka tarafında yarısı tamamlanmış, güzel inşaat evim hala duruyordu.

Dış kapının önünde durduğunda sorumu cevapsız bıraktığının farkındaydım ama zaten alacağım her cevap, iyi ya da kötü daha kötü hissetmeme neden olacaktı, bunu biliyordum.

Tugay, aralık duran kapıyı iteklediğinde içeriye doğru bir adım attı ve benim de geçmem için içeriden bana baktı. Uzun koridoru gördüm, merdivenleri, köşede kalan mutfağı, diğer taraftan ses gelen ve ışıklı salonu. Yutkunduğumda ne düşündüğümü biliyordu bu yüzden uzun bir süre gözlerimin içine baktı ve sonrasında protez sol elini bana doğru uzattı. "Boş versene sevgili avukatım," dediğinde sesi oldukça derindi. "Eğer yaralar ize dönüşürse biz de izleri severiz, zor değil ya. Baksana zaten kusurdan ibaretim, bir kusur da senden gelir."

Gülümsemeye çalıştığımda boğazıma saplanan keskin bıçak, geçip giden zamanın getirisiydi, bunu biliyordum.

Elini tuttuğumda ve beni içeriye almasına izin verdiğimde arkamdan kapıyı kapattı ve sonrasında birlikte salona doğru ilerledik.

Salondan inanılmaz yüksek bir ses geliyordu. Bir yandan televizyonun sesi vardı, bir yandan örgütteki ve timdekilerin sesi, spikerin sesini bastırıyordu. Bardak sesleri, gülüşler ve küfürler, Nida'nın salonda olmadığını gösteriyordu.

"Nida nerede?" diye sordum.

"Uyuyor," dedi. "Odada. Çok yoruldu. Benim yatağımdan başka hiçbir yerde uyuyamıyor."

Salondan içeriye girdiğimizde büyük masanın çevresine oturan ekibi gördüm. Marco, Javier, Gamze ve Sinan sandalyelere kurulmuştu. Marco elinde bir mandalina döndürüyor, Gamze, önüne aldığı aynadan saçlarını örerken izliyor, Sinan'ın bakışları Gamze'den ayrılmıyor, Javier ise elindeki telefonda aptalca bir zombi oyunu oynuyordu. O an, buraya ilk geldiğimde hepsinin nasıl nizami olduğunu ama şimdi tıpkı Ölüm Timi gibi rahatlığa kavuştuklarını gördüm. Bunun nedeni hem Ölüm Timi'ydi, hem bendim bunu biliyordum. Belki de Tugay da bu kadar kurallara baş kaldırırken kendi örgütünü kurallara boğmanın mantıksız olduğuna karar vermişti.

"Eftalya Hanım!" Ufuk'un sesiyle bakışlarım koltukların olduğu yere döndü. Oturduğu koltuktan öyle bir kalktı ve öyle bir mutlulukla bana baktı ki saygısı gözle görülür biçimde okunuyordu. "Eftalya Hanım!" dedi bir kez daha ve sonrasında karşıma geçip gözlerini kocaman açtı. Daha fazla irileşmişti sanki boyu iki metreyi bile geçmişti ve üçe vurdurduğu saçları uzamıştı. Örgütün kuralsızlığı, onun hoşuna gitmiş olmalıydı. "Sizi koruyamadığım her gün adına özür dilerim fakat başka adamları öldürmekle meşguldüm, yetişemedim."

"Senden koruma istediğini düşünmüyorum," dedi Red ve yeni adıyla Pink. Çünkü saçlarını pembeye boyatmıştı. O da ayağa kalktı ve çekinmeden bana sarıldı. Hepsinin Tugay'a karşı hâlâ büyük bir çekingenliği vardı fakat bana karşı öyle değillerdi. Belki de Tugay'ın salona girer girmez yaydığı o gerilimden dolayı hâlâ ona karşı çekimserlerdi çünkü benim yanımdaki adamla alakası yoktu.

"Uzun zaman oldu," dedim ağzımın içinde geveleyerek. Gidişimin üzerinden konuşulmasını istemiyordum.

"Nasıldı İngiltere tatili?" Tugay, Pink'e dönüp öyle bir baktı ki sanki Pink'in ömründen beş sene gitti. "Şaka yapmak istemiştim sadece."

"Senin şakalar yüzünden bir gün dinamitlerle gökyüzüne uçacaksın," diye atıldı Javier diğer taraftan.

Tam o esnada masanın en ücra, en yalnız köşesinde oturan sarışın kadını gördüm, Lena'yı. Banyo yapmıştı, yüzündeki kirlerden kurtulmuştu ama çizikler içindeydi. Yamuk kesilen ve neredeyse Tugay'la aynı boy olan sarı saçları parlıyordu, yeşil gözleri ise uykusuzluktan olsa gerek kıpkırmızıydı. Üzerine giydiği kıyafetler, zayıf bedenine bol gelmişti, büyük ihtimal Gamze'nin olmalıydı. Dolgun dudakları kurumuş, hafif kavisli burnunun ucu utançtan kızarmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen güzel bir kadın olduğu aşikardı.

Bizi gördüğü an çekimser bir şekilde dik bir oturuşa geçti, bakışlarını kaçırırken hemen sol tarafında Giray duruyordu, önündeki bilgisayarla ilgileniyordu.

Yutkunduğunda masaya doğru ilerledim ve masanın üzerindeki temiz kahve fincanına yeni hazırlanan kahveden döktüm. Tugay, benim ardımdan masanın baş köşesine oturduğunda nereye baktığımın farkındaydı ama kendisi belki de Lena'yı korkutmamak adına onunla hiç ilgilenmiyormuş gibi davranıyordu.

Tugay'ın solunda kalan sandalyeye oturduğumda "Nasılsın?" diye sordum Lena'ya. "Duş almışsın, ağrın var mı?"

"İyi," dedi kekeleyerek. "İyiyim, teşekkür ederim." Ona hak veriyordum çünkü mahzende türlü işkencelere maruz kalırken şimdi bir anda örgütün ana merkezine düşmüş, insanların televizyondan izlediği birçok katille odayı paylaşıyordu. "Ağrım," çekingen bir şekilde bir kez daha doğruldu, "pek yok."

"Yemek yemiyor," dedi Gamze, dudağına rujunu sürerken.

"Belki de senin yemeğini yemiyordur," diye atıldı Javier.

"Kapa çeneni salyangoz."

Onlara bakıp başımı iki yana salladıktan sonra Lena'ya "Neden yemiyorsun?" diye sordum.

Benden önce Tugay konuştu. "Çünkü onu zehirleyebileceğimizden korkuyor."

"Ne tesadüf, ben de onun bizi zehirleyebileceğinden korkuyorum," dedi Marco, mandalinasını soyarken. "Dalından koparılmış, taze, harika, bol vitaminli mandalinalarımdan bile almadı, yorucu."

Lena, Tugay'ın cümlesinden sonra "Hayır," dedi fakat Tugay ona baktıktan hemen sonra "Yani evet," diye düzeltti elleriyle oynarken. "Size güvenmediğim için değil sadece alışkanlığa dönüştü, Mahzen'de çoğu zaman bozuk ya da tarihi geçmiş yemekler yediriyorlardı." Tugay, bunu defalarca kez yaşamanın verdiği düşünceyle kafasını ağır ağır aşağı yukarı salladı.

"Anladım," dedim kahvemden bir yudum alırken. "Haklısın, o halde sana konserve yiyecekler vermemize ne dersin? Hem son kullanma tarihlerini de görmüş olursun."

"Avukat çok çeşitli biri değil mi ya?" diye sordu Marco, keyfi çok yerindeydi. "Avukatlığı var, adam öldürüyor, yeri geliyor laf sokuyor, bazen anneliği tutuyor, bazen içindeki şeytan ortaya çıkıyor, hepimizi kurşuna dizesi geliyor." Tugay'a baktı ve sırıttı. "Eh, bir de Tugay Demir Çeviker gibi birini el pençe itaatkar hale getiriyor. Boş zamanlarında da Krallık'ı delirtiyor."

Marco'ya bakıp masanın üzerindeki mandalinayı ona doğru yuvarladım. "Bu kadar keyifli olmanın nedenini öğrenebilir miyim Marco T?"

Marco dünyanın en basit cevabını verdi. "Çünkü mandalinamı yiyorum ve mutluyum."

"İnanılmaz," dedi Javier diğer taraftan. "İnanılmaz bir adam."

"Teşekkür ederim," dedi Lena. "Fakat gerek yok, zamanla alışırım." Elleriyle oynamaya devam etti. "Zaten şimdilik buradayım, sonrasında bir yer bulmaya çalışacağım ve..."

"Ya bizim yanımızda yaşarsın ya da buradan çıktığında ölürsün çünkü kendini koruyamıyorsun," dedi Giray, sessizliğini bozarak. "Ölmen için kurtarmadım, birisi bizimle beraber ise onu öyle yüzüstü bırakmayız. Gitmekten söz etmemelisin artık."

"Bir gün önce Krallık adamı bıçağı burnumun dibine kadar getirdiğinde güzel adrenalin diyerek keyifle izliyordun ama, bir saniye geçseydi beynimi sökecekti," diye mırıldandı Marco yapay bir kırgınlıkla. Kendimi tutamayıp güldüğümde diğerleri de bana katıldı. "Hiç de böyle koruyucu değildin."

"Sen zaten bir katilsin," dedi Giray sertçe.

"Bu çok ağırdı, kalbimi kırdın."

"Ayrıca kendini savunabilirsin."

"Felaket iyi savunurum, hayran kalırsın."

"Krallık ne olursa olsun senden korkuyor."

"Bir daha söyle, şiir gibi konuştun."

Giray gözlerini devirdi ardından gergince boynunu çıtlattı. "Fakat o," Lena'yı kastediyordu, "savunmasız, silah kullanmayı bile bilmiyor ve Krallık için sadece harcanması gereken bir kadın. Aranızdaki farkı anladın değil mi?"

"Evet," dedi Marco sırıtarak. "Ben harika biriymişim." Bu kez masanın üzerindeki mandalinayı Giray direkt ona fırlattı. Lena ise şaşkınlıkla onlara baktı.

"Haklısın," dedi Lena, Giray'a sonra bana döndü. "Haklısınız ama buradaki herkes," Ufuk, kendini göstermek istermiş gibi gülümseyip öne geçti, kaslarını göstererek. "Herkes çok iyi bir asker gibi. Ben yetersiz kalacağım."

O kadar büyük olaylar yaşamıştık ki cümlelerinin normalliğini fark etmekte geciktim. O herhangi bir insandı. Silahlarla işi olmayan, savaştan önce öğretmenliğine devam eden, bir ölü gördüğünde bile bayılabilecek kadar normal biriydi. Tugay'ın anormal olduğunu düşündüğüm zamanlar gözlerimin önündeydi, şimdi Lena için de biz çok anormaldik.

"Her neyse," dedi Giray bilgisayara bakarak. "Soyağacına bakıldığında annen ve babanın ölüm tarihleri söylediğin gibi görünüyor ama deden ve anneannen yaşıyor olmalı. İsimlerini arattığımda onların Krallık'a üyelikleri olduklarını görebiliyorum, bu insanlar..."

"Defalarca kez anlattım ya sana," dedi Lena sakinlikle. "Neden beni bu kadar araştırıyor, yalan söylediğimi düşünüyorsun? Anneannem ve dedemi senelerdir görmedim, yaşıyorlarsa da bir fikrim yok. En son onları gördüğümde bir çocuktum ve..."

"Ali diye bir kuzenin var, Krallık'ın baş korumalarından birisiymiş, onunla görüşüyor musun?" Giray lafını kesmişti, Lena sanki sorgu odasındaydı.

"Hayır."

"Teyzen Aysun," dedi bu kez Giray. "Sanırım Krallık tarafından bağış almış ve..."

"Teyzem öldü."

Giray kaşlarını çattı ve ekrana baktı. "Evet, ölmüş. Pardon."

Lena, nefesini verdi. "Orada yalan söyledim çünkü diğer türlü beni koruyabileceğini düşünmedim, tek bir yalandı sadece. Mahzen'deyken kendimi acındırmayı öğrendim, bazen bir damla su için dakikalarca yalvarabiliyorduk. Gurursuz bir hareket olduğunun farkındayım ama sizi gördüğümde yalanın ve acındırmanın beni oradan çıkarabileceğine inandım, böyle öğrettiler. Sizin ise gerçekten iyi insanlar olup olmadığınızı bilemezdim." Lena'nın tek nefeste kurduğu cümleyle Tugay'la birbirimize baktık. Onu araştırmak yanlış değildi elbet ama Giray'ın nedenini görmemek imkansızdı.

O Defne'den sonra uçan kuştan bile şüpheleniyordu ve Lena'nın her cümlesi onun için büyük bir şüpheydi.

Giray, Lena cümlelerini bitirdikten sonra yüzünü izledi ve sonrasında "Sana cip takmış olabilirler mi peki?" diye sordu.

Lena korkuyla nefesini verdi. "Sanmıyorum, bunu hissederdim."

"Belki de bayıltmışlardır."

"Onlar tarafından hiç bayıltılmadım ve genelde gözümü kapatmamak hatta uyumamak için daima çaba sarf ettim çünkü kendimi korumam gerekiyordu."

"Belki de bir tanesi sen farkında olmadan bunu gerçekleştirmiştir, dinleme cihazı olma ihtimali var öyle değil mi?" Giray'ın bakışları Tugay'a döndü. "Bunu nasıl öğrenebiliriz?"

Tugay'ın dudakları aralandı ve sonrasında sakince "Krallık'ın herhangi bir vatandaşa dinleme cihazı takması için neden yok," dedi. "Lena herhangi birisi onlar için."

Giray bir cevap vermek yerine Tugay'ın gözlerine baktığında aklından geçenleri sanki duyabiliyordum.

Onun bir ajan olduğundan şüpheleniyordu; belki de o ajanı tam yanında tutmak istiyordu. Giray'a Lena'nın masumiyeti fazla gelmişti, altında bir şeyler çıkmalıydı onun için.

"Belki Krallık'tan iyi anlaştığı birileri vardı," dedi Giray, kitabın ortasından konuşarak. "Onlara güvenmiştir ve..."

Lena, gözlerini kaldırıp Giray'a öyle bir baktı ki, Giray'ın cümlesi yarıda kesildi. "Annemi ve babamı benden alan, ailemi yok eden, hayatımı hiç eden insanlara nasıl güvenebilirim?" diye sordu. "Onlar tarafından," sesinin ayarı düştü, "defalarca kez kullanıldım, bazıları tarafından zorlandım, kimisi için eğlence malzemesi oldum ama onlardan daima nefret ettim. Bütün bunlar olurken ölmeye çalıştığım bir dönem de oldu ama Krallık beni kurtardı ve kurtarırlarken tek amaçları, kullanabilecekleri kotayı henüz doldurmamış olmamdı." Bize döndü baktı tek tek ve sonrasında Giray'a bakışları yeniden döndü. "Anlıyorum, güvenmemen ya da güvenmemeniz çok normal, içiniz rahatlamak istiyorsa günlerce beni araştırabilirsiniz fakat ulaştığınız sonuçlar sadece sıradan ve ölmek üzere olan bir kadın olacak. Zaten bu yüzden burada kalmamam gerektiğinin de farkındayım, gitmeyi bu yüzden istiyorum. Kimsenin içine ateş düşürmek gibi bir kaygım yok." Cümlesini bitirdiğinde onda göremediğim bir şeyi fark ettim: Güç. Lena'nın elinin silah tutmasına, adam öldürmesine ya da hükmetmesine gerek yoktu. O gerçekten güçlü bir kadındı, Mahzen'de yaşadıklarına rağmen omuzları daima dimdikti.

Tugay'ın gözleri sürekli dalıyordu. İlk önce alkol dolabına, ardından kitaplığın olduğu yere sonrasında televizyona... Öyle derin düşünceler içindeydi ki, aklından geçenleri anlayamıyordum fakat içimden bir ses, büyük bir öfke içinde olduğunu söylüyordu. Nedenini bilmiyordum, belki de aptalca bir histi ama onu azıcık tanıdıysam bakışlarındaki ifade birazdan bir cehennemin yaklaşacağını haykırır cinstendi.

Sessizlik oluştuğunda Giray, Lena'yı neredeyse bir dakika inceledi ve sonrasında bilgisayarın kapağını kapattı. Şüpheleri geçmemişti ama içten içe Lena'ya inandıysa bile kendine sinirlendiğine neredeyse emindim.

"Tamam," dedi Tugay, sessizliği bölerek ve düşüncelerden sıyrılarak. Öfkesi konusunda bir karara varmış gibiydi. "Gitmek istersen gidebilirsin ama ondan önce kendini korumayı, ne olursa olsun silah kullanmayı," gözleri açıldı, "birini öldürmen gerektiğini söylemedim ama silah iyi bir koruma kalkanıdır. Bir ay gibi bir süre bizimle kal, silah kullanmayı, az da olsa dövüşmeyi ve kendini savunmayı öğren. Bir ayın sonunda hâlâ gitmek istersen bunu onaylayabilirim ama şu an ikizimin de söylediği gibi seni ölmen için kurtarmadık, burada kalman gerekiyor." Gözlerini kısıp herkesin yüzüne tek tek baktı. "Zaten şüphe konusundan bahsedeceksek sana gelene kadar bizim şüphelenmemiz gereken başka birileri var. Sen en zararsız olanısın."

Sessizliğin ortasına çığ gibi düşen cümlelerine karşılık başımı ağır ağır salladığımda "Sana birinin ders vermesi gerekiyor elbet," dedim. "İyi anlaşacağın birisi..."

"Merhaba Lena Hanım," dedi Ufuk öne doğru bir adım atarak. "Keskin nişancılık, tek yumrukla bayıltma, bombaları etkisiz hale getirme, bıçakla kalp sökmek gibi hobilerim vardır ve size harika ders verebileceğimi söyleyebilirim."

Uyuklayan Omar yattığı yerden doğruldu. "Bıçakla kalp sökmek mi?" diye çıkıştı. "Benim yumruğumla kalp çıkarmışlığım var."

Ağır yaptığı makyajını tamamlayan Gamze "Erkeklerin önceki hayatlarında yaratık olduklarını söylemiş miydim?" diye sordu. Birkaç kişi evet diye bağırdı. "Güzel, arttırıyorum, siz hem yaratık hem de bazen boşa oksijen israfısınız."

"Genelleme yapma," diye karşılık verdi Marco.

Gamze, dudaklarını büzüp Marco'ya baktı. "Evet, bunlara sen dahil değilsin, senin için daha ağır hakaretlerim olmalı, bir ara not defterime bakayım." Önündeki mandalinayı çekip aldığında ağzına bir tane attı.

Marco gülüyormuş gibi rol yaptı ve sonra gözlerini devirdiğinde "Üzgünüm ben öğretemem," dedi Lena'ya. "Çünkü yetiştirdiğim öğrencilerin yüzde sekseni öldü, biraz kara büyü gibi düşün."

Lena ürperdiğinde Tugay, "Giray öğretir," dedi tek nefeste ve bakışları bana döndüğünde düşüncelerini okumak için can attığımı fark ettim. "Sonuçta Lena'yı ilk bulan kişi de oydu. Öyle değil mi Giray?" Gözleri ikizine döndü. "Öğretirsin, değil mi?"

Giray, Tugay'ın gözlerinin içine baktıktan birkaç saniye sonra "Öğretirim," dedi ve Lena'ya döndü. "O da isterse tabii." Gülümsediğinde içten bir gülümsemeydi. "Yumrukla kalp sökmek ya da bıçakla insan doğramak gibi elzem özelliklerim yok ama kurtarmak konusunda iyiyimdir ve seni de şu korunmasız halinden kurtarmamız gerekiyor gibi görünüyor."

Lena da tebessüm ettiğinde başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı. "Teşekkür ederim." Duraksadı ve devam etti. "Kurtardığın için."

"Ne demek, Magdalalı kadın." Güldüğümüzde Lena da ilk defa kıkırdadı ve yanaklarında gamzeleri oluştu. Alıcı gözüyle bakıldığında güzelliğini görebiliyordum, her şey bir yana masum tarafı bakışlarından okunabiliyordu. Zamanla bu masum bakışların ise yok olacağına emindim çünkü ölümler, savaşlar ve silahlar daima masumiyeti alıp götürürdü.

Çok kısa süren sessizliğin ardından Tugay, masanın üzerindeki kumandayı alıp televizyona biraz daha ses verdi ve ekranda benim, Tugay'ın, İzmir'in son halinin görüntüleri dönmeye başladı. Sadece biz değil artık babamdan da söz ediliyordu, öyle ki alt başlık gözlerimin parlamasına neden olmuştu.

"ÖLÜM TİMİ KURUCUSU, ADNAN ATALAR"

"Artık herkes biliyor, vay canına," dedi Marco ağzının içinde yavaşça mandalinasını çiğnerken. "Bana bir keresinde bunun gerçekleşeceğini söylemişti ama bu kadar etkileyici bir şekilde olacağını tahmin etmemiştim." Bana bakıp göz kırptı. "Baban seni tanıyordu, avukat, eminim bunu bile düşünmüştür."

Marco'nun Ölüm Timi için olan emeği göz ardı bile edilemezdi, öyle ki babam kurucuysa o gerçek bir liderdi. Hiçbir zaman onun yerine geçmek gibi bir çabam olmazdı fakat Marco sanki bunu istesem bile saygıyla karşılık verecekmiş gibi davranıyordu. "Marco," dedim kendimi tutamayarak. "Sana bir şey sorabilir miyim?"

Marco, ilk kez çekingen bir şekilde doğruldu. "Sorulardan pek hoşlanmıyorum, avukat ama sor."

Derin bir nefes verdim. "Seni hep Ölüm Timi'ne bağlı sanıyordum ama sen, babama bağlıydın, öyle değil mi?" Marco soru karşısında kaşlarını çattı ve bakışları Tugay'a döndü fakat ben Tugay'ın nasıl bir tepki verdiğini o an göremiyordum. "Yani ikisi aynı şey gibi görünebilir ama değil. Bu odadaki birçok kişi belli nedenlerden BL örgütüne bağlı ama Tugay Demir Çeviker'e bağlılıkları olmayabilir. Sen babama bağlıydın, öyle değil mi?"

Marco tek bir yanıt verdi. "Adnan Atalar güçsüz bir çocuğu, savaşan bir adama dönüştürdü eğer bunu yapmasaydı, o güçsüz çocuk çoktan ölürdü."

Cevap netti, o babama bağlıydı.

"Anladım," dedim rahat bir oturuşa geçip. "Babam sana Ölüm Timi'ni emanet etmiş, o da sana çok bağlı olmalıydı ki bunu yaptı."

"Fakat artık asıl lider sensin," dedi Marco kibirsiz bir sesle. "Babana olan bağlılığım gibi bir bağlılığı sana karşı bekleme fakat onun kızı olman bile her kararına saygı duyacağım anlamına gelir."

"Hayır," dedim hiç düşünmeden. "Her şey aynı kalacak, sen hâlâ bağımsızsın, istersen şimdi Timi alıp buradan gidebilirsin, vazgeçebilirsin ya da istediğin kararları verebilirsin." Dudaklarımdan o kelimeler döküldü. "Çünkü babam sana güvendiyse ben de sana güveniyorum."

Marco, bu cümlelerin ardından gözlerini açtığında geniş omuzları gerildi ve burnunu çektikten sonra bütün gözlerin onun üzerinde olduğunu fark etti. "Anladım," dedi Marco ve sonrasında boğazını temizledi. "O halde bize müsaade, kardeşim Javier hâlâ adrenalini kaldıramayıp kusuyor, biz hassas adamlarız." Ayağa kalktı ve Javier'e kafa hareketi yaptı. "Kalk gidiyoruz, bir köye yerleşip mandalina bahçesi yetiştireceğim."

Sadece birkaç saniye herkes büyük bir şaşkınlıkla ona baktı fakat Marco kendini tutamayıp güldüğünde onun kestirilemez birisi olduğunu yeniden fark ettim. "Bir an ben bile inanıyordum," dedi Javier zombili oyununu yarıda bırakarak. "Çünkü gerçekten köye yerleşmek istiyor."

Marco onu susturmak istermiş gibi baktıktan sonra "Girdik bir kere bu yola hem de en başından," dedi tek nefeste. "Şimdi bu savaşın sonunu görmeden vazgeçmek yok. Ne demiş, Adnan Atalar, her ne uğruna savaşıyorsan savaş, yolun sonunu görmeden vazgeçersen o zaman kaybetmiş olursun."

Gülümsediğimde salondaki herkesin bakışlarında babama karşı olan o gururu anlayabiliyordum. Öyle ki, birkaç gün önce bir kitap yüzünden idam edilen, Eftalya Atalar'ın ölü babasıyken şimdi herkesin gözünde bu savaşın başlangıcı olan, Ölüm Timi'nin kurucusuydu. Ve artık ben Adnan Atalar'ın kızıydım. Beni yaşat demişti, onu yaşatmak tam da bu demekti.

"Sosyal medya, sokak, televizyonlar, her yer Adnan Atalar'ın adıyla çalkalanıyor," dedi Sinan, gururlu bir sesle. Elindeki telefona bakışlarını çevirdi. "Krallık yanlısı olanlar bile babana karşı alttan alttan saygılarını dile getiriyorlar. Seni, Tugay'ı BL'yi, Ölüm Timi'ni destekleyen insanlar vardı elbet ama Adnan Atalar'ın ölümü, yaşamından daha fazla kişiyi birleştirdi."

"Belki de tam da bu yüzden idama boyun eğdi," dedi Gamze kendini tutamayarak. Üzücü bir cümleydi ama haklılığı vardı, bunu görebiliyordum. "Herkes bize baktığında bir katil görüyor, cani, asker, savaşçı fakat Adnan Atalar, onuru için ölen bir adam üstelik suçsuz yere. Düşünsenize, istese Ölüm Timi'yle kendini o ipten bir şekilde alabilirdi ama o bunu tercih etmedi ya ismi bu şekilde anılsın istedi..."

"Ya da o idam ipinden kurtulsa bile eskisi kadar savaşacak gücünün olamadığını fark etti," dedi Tugay. Bakışlarım ona döndü. Sırtı sandalyeye yaslı, elleri masanın üzerindeydi. Dik duruşuyla beraber bakışlarındaki güven ve gurur, babamla son zamanlarında ne konuştuklarını bana merak ettirdi. "O savaşı," sert bakışları bana döndü, baktığı an yüzünde o gülümseme oluştu, "kızı bitirsin istedi."

Yutkunduğumda "Bitireceğim," dedim kendimden emin bir sesle.

"Bence," Lena'nın sesiyle hepimiz ona döndük, "zaten gerçekleşecek olan savaşa hazırlık yaptı ve görevini gerçekleştirip aramızdan ayrıldı. Şöyle düşün, sen ben olabilirdin ama o, zaten gelecekte bir cehennemin geldiğini bilerek o koruma kalkanını ailesi için oluşturdu. Derdinin kızı savaşçı olsun, olduğunu düşünmüyorum. Onun derdi, bir savaş çıkacaksa da kızına o gücü vermek istedi. O Mahzen'de öğrendiğim tek bir şey var: eğer kimsesizsen sen hiçbir şeysin."

Giray dudaklarını büküp kafasını aşağı yukarı salladığında "Eh," dedi yarı alaylı yarı ciddi. "Bir öğretmen ve normal insan bakış açısına da ihtiyacımız varmış. O kadar da işe yaramaz olduğunu düşünme."

Lena gülümsediğinde Marco "Ben de böyle bir cümle kurabilirdim," dedi sitemle Giray'a. "Beni de böyle takdir edecek miydin?"  Başını iki yana salladı. "GPÇ kalbimi kırıyorsun."

"Aslında Giray haklı," dedi Tugay ciddiyetle. "Biz sadece haberlerden ve sosyal medyadan öğrebiliyoruz halkın bakış açısını ama Lena burada. Bildiğiniz halktan birisi." Hafifçe ona doğru döndü. "Halk gerçekten BL örgütü için ne düşünüyor?"

Lena Tugay'ın sorusu karşısında afalladı. "Gerçeği mi bilmek istiyorsunuz?"

"Evet," dedi Tugay hiç düşünmeden.

"Siz, bizim için sadece bir kurtuluştunuz ama kimse size de güvenmiyor." Kaşlarım havalandı. "Çünkü Krallık'ın koyduğu kuralları yıkarken bir ülkeyi de ateşe verdiniz. Ölümler, yaralanmalar, kaçışlar... Elbette Krallık'ı devirmek için bunlara ihtiyaç vardı ama o savaşın içinde masum halk da ölüyor. Bir gün Krallık'ın devrileceğine inançları var ama sizin de onlardan farklı olduğunuzu düşünmüyorlar. O Mahzen'deyken BL örgütünün gelip bizi kurtaracağına asla imkan vermezdik çünkü sizin savaşınız hep o baştakilerleydi ve bizi gözü ardı ettiniz. Baştakileri yok etmeye çalışırken kaç insan öldü, bunu hiç göremediniz. Başka türlüsü imkansızdı biliyorum ama bir ülkeden kurallarını alırsanız o ülke suçtan ibaret olur. Krallık'ı yok etmek bir yana, halka Krallık bir gün devrilirse sonrasında ne olacağını da söylemeniz gerekir. Herkes sana çok hayran," dedi Lena, Tugay'a. "Ama delicesine de korkuyorlar, tıpkı Krallık'tan korktukları gibi." Bana baktı. "Herkes senin gücünü takdir ediyor ama hukuk için savaşan bir kadının hukuku ezip geçmesi halkın da hukuku silmesine neden oluyor." Derin bir nefes verdi. "Belki de her şey bir yana, Adnan Atalar, adaletsiz de olsa bir adaletin varlığının bilinmesini istemiştir, kim bilir?"

Masada çıt çıkmazken hepimiz onun haklılığı karşısında şaşırmıştık. Hükümetler dünyaya halkın gözünden bakmazsa bataklığı değil sadece bataklığın üzerindeki çamuru görürdü, biz de artık sadece çamuru görmeye başlamıştık.

"Mahzenlerden insanları kurtarmak konusunda geç kaldık," dedim Tugay'a dönerek. "Hastaneler kadınların doğurganlığını almak için savaş veriyor, bunun için de geç kaldık. Çocukların beyni yıkanıyor, bunun için de geç kaldık. Krallık'ı yenmeden onları kurtaramayız sandık ama şu an o aşamayı geçtik. Krallıkla hemen hemen aynı güçteyiz ve belki de onları geçtik bile çünkü onları destekleyen halk bile geri adım atmaya başladı. Belki de onların bizim tarafımızda olmamasının nedeni, güvenmemeleridir. Bence artık Krallık'la savaşmak bir yana, halkın yanında olmalıyız." Sesimdeki baskınlık beni de şaşırtmıştı, herkes pürdikkat beni dinliyordu. "Ben katil oldum, cani oldum ama avukatım da aynı zamanda. Savaşacaksak bunu artık gizli yapacağız, o cübbeyi bir daha giyemeyecek olsam bile gölgesini taşımaya devam etmeliyim." Tugay dikkatli beni dinliyordu.

"Bir avukat olarak söyle o zaman," dedi Giray. "Şu an ne yapmamız gerekir?"

"Bizim yargılanmamız gerekir," dedim hiç düşünmeden. "Krallık'ın getirdiği kurallar olmadan, gerçek Anayasamızla."

"Sen hepimizin hapishaneye düşmesinden mi söz ediyorsun?" dedi Marco tiksinir gibi. "Sanırım gerçekten köye yerleşeceğim." Diğerleri de Marco'ya katılır gibi kafasını salladı.

"Kastettiğim tam olarak bu değildi," dedim keskin bir sesle. "Ama bu bir iç savaş. Söylesene Krallık tamamen devrildikten sonra ne olacak?"

"Başkanlık bana çok yakışır," diye cevap verdi, Marco gülerek.

Gözlerimi devirip "Ve sonra her yer mandalina bahçesi," deyip ona katıldım. Bakışlarım Tugay'a döndüğünde sessizce bizi dinliyordu. "Sen ne düşünüyorsun?"

Bakışlarından birçok ifade geçiyordu, düşüncelerine yetişemediği çok açıktı fakat en sonunda "Lena'nın haklı olduğu noktalar var," dedi en sonunda. "Ama haksız olduğu yerler de var. Benden korkmalarını ben istemedim, onlar benden korkmayı seçtiler çünkü uzun zamandır alıştıkları buydu."

"Senin gerçekten insan eti yediğini düşünüyorlar," dedi Lena kendini tutamayarak.

Sinan ve Gamze kendini tutamayıp güldüğünde Marco, "Sol üst bacağımın tadına bayıldığını söylemişti TDÇ," diye atıldı.

"Gerçekten," dedi Lena gözlerini açarak. "Bizim için BL örgütünün başındaki insanlar sadece bir suç makinesiydi. Hatta örgütünün 29 maddelik bir sözleşmesi olduğunu söyleyenler bile var, ufacık bir hata yapan bile canıyla ödüyormuş." Dudaklarımı birbirine bastırdığımda Giray gülmemek için kendini durduruyordu. Tugay ise adeta duvara toslamıştı. "Şimdi baktığımda bunun gerçek olmadığını görebiliyorum."

"Sen yine de çok dikkatli bakma," dedi Giray ağzının içinde.

"Efendim?"

"Hiç."

Tugay, ellerini başının arasına aldı ve gözlerini kapatıp birkaç saniye düşündü fakat ben ona hak veriyordum. Bir başkaldırı gerçekleştirirken sert kurallar, ölümler ve korkular olmazsa itibar sağlanamazdı; Tugay'ın itibarı için başka yolu yoktu. Fakat bir yandan babamın gözüyle baktığımda onun X'i bile yok etmeyip kendi yoluna bırakması ama adaletini sağlamak için elinde koz tutması, daha adaletli görünüyordu. Tugay'la aralarındaki fark buydu: Babam bir siyaset adamıydı, Tugay ise bir örgüt lideriydi.

Ben ise ikisinin ortasında bir denge gibiydim. Sanki kader benim için ince ince işlenmişti. Fikirlerimizin çatıştığı nokta olursa sonuçlar neyi doğururdu, kestiremiyordum.

"Şu an," dedi Sinan kendini tutamayarak. "Bu masadaki herkesin gerçekten Adnan Atalar'a ihtiyacı var çünkü çıkmaza girdik."

"Hayır girmedik," dedi Tugay ve gözlerini açıp Sinan'a baktı ardından bana doğru döndü. "Çünkü onun kızı tam solumda oturuyor, benimle beraber." Göğüs kafesini dolduracak kadar büyük bir nefes verdi ve sonrasında bakışları bana döndü. "Ne öneriyorsun, sevgili avukat? Şu an sadece sana ihtiyacım var."

Bir BL örgütü tarafına baktım, bir Ölüm Timi tarafına. Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığımda herkesin büyük bir saygıyla beni izlediğini gördüm. Hem Adnan Atalar'ın kızını, hem Tugay Demir Çeviker'in ihtiyacı olan kadını saygıyla izliyorlardı. Sanırım Tugay'ın aylar önce bahsettiği buydu; şimdi herkes karşımda benim ağzımdan çıkacak kelimeleri bekliyordu.

"Krallık'ı yok etmeye devam etmeliyiz," dedim kendimden emin bir sesle. "Fakat artık bunu içten yapmalıyız." Başımı salladım ardından çenemi kaldırdım. "Gelecek için ise yeni bir düzene adım atmalıyız."

"İşte gerçekten Başkan oluyorum," dedi Marco, mandalinasından bir parça koparırken.

Giray, ıslık çalıp sus işareti yaptı. "Babam gibi muhalefetten olan birçok kişiyi yok ettiler ama edemedikleri, hâlâ eski anayasaya inanan milletvekillerinden yaşayanlar da var. Çoğu ülkeyi terk etti, bazıları Krallık tarafından alıkonuluyor, bazıları ise halkın içine karıştı. Biz değil, onlar bu halka yeniden güven vermeli, o zaman geleceği daha net görebilirler. Bizim tek yapmamız gereken onların can güvenliğini sağlamak." Tugay'ın gözleri kısıldı. "Krallık'ı destekleyen halk bile eskiden olduğu gibi karşıt düşüncedeki siyaset adamlarını görürlerse fikirlerini değiştirirler. Öyle ki, o siyaset insanları bizi bile eleştirecekler. Çıkıp da Krallık'ı devirmekten söz etmeyecekler, bizi de yargılamaktan söz edecekler, iç savaşı bitirmeyi temenni edecekler. Krallık böyle bir duruş karşısında eğer tepki verirse o zaman gerçekten kaybederler, bunu biliyorlar çünkü söylediğiniz gibi Adnan Atalar hepsinde iz bıraktı. Marketlerin çoğu artık sadece yağmalanıyor, Krallık destekçileri bile düzenli hayatı isteyecektir çünkü çoğu aç." Gülümsediğimde Tugay'ın gözleri parladı. "Muhalefetin arkasındaki gölge biz olacağız, halk ise bizi göremeyecek. Bu kimin aklına gelir?" Tugay bana bakarken yüzünde öyle bir gülümseme oluştu ki, o hayran bakışlarını bir an bile kimseden gizlemedi fakat düşündüğümden daha uzun süre sessiz kaldığında "Ne?" diye fısıldadım. "Bu kötü bir düşünce miydi?"

"Hayır," dedi Tugay hiç düşünmeden. "Sadece senin gibi bir kadınla birlikte olmanın nasıl bir mucize olduğunu düşünüyordum. Şu birkaç saniyeyi bu hayranlığın tadını çıkarmadan es geçseydim bize haksızlık ederdim."

Herkesin önünde kurduğu cümleler ne olursa olsun yanaklarıma ateşin oturmasına neden olduğunda ben de gülümsedim ve bakışlarımı kaçırdım. Tam o esnada Marco'nun cümlesi, aramıza balyoz gibi girdi. "Ve sonuç olarak ben hapishanede çürümektense sizi köyümde bir mandalina ağacının altına gömebilirim," dedi hiç düşünmeden. "Bu da çok hayranlık uyandırıcı olur."

Güldüğümde "Söz veriyorum Marco," dedim. "Sen hapishaneye girmeyeceksin."

Elini kalbine götürüp "İçimi çok rahatlattın," dedi alayla. "O halde hapishaneye görüşe gelir, size temiz çamaşırlar getiren kişi ben olacağım desene."

"Bu söylediklerin savaşın sonu," dedi Tugay. "Ve o zamana kadar ne olur, hiçbirimiz bilmiyoruz. Tek bildiğim," ayağa kalktı, o ayağa kalktığı anda BL örgütündeki birkaç kişinin, Ufuk ve Pink de dahil doğrulduğunu hissettim, "avukatımın haklı olduğu." Gözleri benden ayrıldı, ellerini masanın üzerine yasladı ve öne doğru eğildi. "Fakat ben de Tugay Demir Çeviker'im, bu savaşta öldürmeye yemin ettiğim kimseden vazgeçmem, Krallık'ı son damla kanına kadar kurutmadan yolumdan dönmem." Yutkundu, gözlerinde ateşler çaktı. "İntikamın tadını almadan yola devam edemem ve her ne olursa olsun," eli bir anda beline gitti ve silahı çıkardı sonrasında ise tam karşısına, televizyonun yanındaki alkol dolabına bir el ateş etti, "bana ihanet edilmesini asla affetmem." Oturduğum yerden hızlıca kalktığımda ve alkol dolabına baktığımda kırılan şişelerin arasından yere bir cihaz düştü. Krallık'a ait bir cihaz. Bu cihaz ses kaydediciydi.

Gözlerim kocaman açıldığında Lena'nın dudaklarından çıkan tiz çığlık kulaklarımda hâlâ çınlıyordu. Giray koşar adımlarla alkol dolabına doğru ilerledi, odanın içini ise buz kesti; öyle bir buzdu ki, korku asıl şimdi buradaydı.

Giray, yere düşen cihazı eline aldıktan sonra "Siktir," dedi dişlerini sıkarak. "Bu bir ses kaydedici ve yeni koyulmuş." Bakışları odanın içindeki herkesin üzerinde gezindikten sonra boynunu birkaç kez çıtlattı. "Bu Defne'nin işi değil."

Birkaç kişinin bakışları direkt Lena'ya kaydığında o ayağa kalkmış, eliyle ağzını kapatarak korkuyla alkol dolabına bakıyordu. Herkesin ilk şüphelendiği elbet o olacaktı ama Tugay, o tarafa bile dönmüyordu.

"Şu an burada birisi," dedi Tugay, dişlerinin arasından keskin bir sesle. "Bana ihanet ediyor ama unuttuğu bir şey var, ben daima bir adım önde olurum çünkü içinde bulunduğunuz yer sadece bana ait." Silah hâlâ havada dururken o silah birinin beynini dağıtacak mıydı bilmiyordum ama kalbim sıkışmaya başlamıştı. Herkesin gözlerinde büyük bir korku vardı.

"Sikeyim," dedi Marco ağzının içinde korkuyla. Gerçek bir korkuydu, bunu asla beklemediği açıktı. "Bunu buraya koyan kişi, Meryem'i öldüren kişiyle aynı kişi olmalı."

Yutkunduğumda, Tugay, "Bu eve giren ve yakınımda olan bütün BL örgütü üyeleri," dedi sert bir sesle. O silah hâlâ inmemişti, Lena'nın bahsettiği o adam buradaydı. "Şu andan itibaren kendi hür iradenizle değil, benim zorumla askerimsiniz. Dışarıyla iletişiminiz," sesi gür bir şekilde çıktı, "yasak!" Titrediğimi hissettim. "Benden izinsiz hareket etmeniz," bir kez daha bağırdı, "yasak!" Lena'nın titrediğini gördüm. "Her adımınız," kelimelerin vurgusu gürdü, "ben tarafından takip cihazlarıyla kontrol edilecek. Hepiniz emirlerimden çıkmayacak, bir görev verilmediği sürece Ölüm Timi'nin ininde bekleyeceksiniz." Ellerim buz kestiğinde Tugay'ın çenesi kasıldı. "Şu an kararıma karşı çıkacak birisi varsa ortaya çıksın, çıksın ki, en başından bildiğiniz o 29 maddeden bir tanesini kim çiğnemiş bileyim ve bedelini ödeteyim." Sessizlik. Kupkuru bir sessizlik. Bakışları Marco'ya döndü. "Aynı emirler, bu eve giren Timi'ndeki askerlerin için de geçerli." Tugay başını aşağı yukarı salladı ve ortaya konuştu, sağ elinde tuttuğu silah ise birazcık bile hareket etmedi. "BL örgütünün ihaneti asla affetmeyeceğini ve kurucunun kim olduğunu unuttuysanız artık hatırladınız, yeniden tanışmamıza gerek yok çünkü ben hiç değişmedim."

Herkesin gözlerinin içine tek tek baktım, tek bir duygu vardı: korku. Şu an burada olan birisi ihanet ediyordu ve artık Tugay Demir Çeviker'in kuralları tam anlamıyla geçerliydi; değişen hiçbir şey olmamıştı. İhanet eden kişiyse şu an hiç ummadığı bir tokadı yemişti.

Tugay silahı yavaşça indirdiğinde "Sinan," dedi gözlerini karşısındaki duvardan ayırmadan. Korkuyla ona baktım ama düşündüğüm gibi olmadığını sonraki cümlesinden çözdüm. "Herkesi salonun dışına çıkar ve başlarında bekle." Ona güveniyordu ve güven bir tercihti; Sinan'a güvenmeyi tercih etmişti. Silahı Sinan'a uzattı. "Emrinden çıkanı ikaz bile etmeden öldür çünkü bu kişi, senin üzerin çizilsin diye çok çabaladı."

Sinan'ın dudakları aralandığında hızlıca başını salladı ve silahı alıp salondakilere baktı.

"Marco ve Giray," dedi Tugay. "Siz kalın." Dudaklarını ıslattı, nefesini verdi ve bakışları bana döndü. Gözlerindeki o sertlik ve bastırılmış sakin öfkesi bana döndüğü anda silinip gitti, sanki nefeslenme durağı benim gözlerimdi. "Sevgili avukat, sen zaten daima solumdasın, söylememe gerek bile yok."

Kaskatı kesilmiş bir şekilde diğerlerine baktığımda Gamze'nin mutsuz bir şekilde bana baktığını gördüm. Javier ise Marco'ya bakıyordu. Gamze karşı çıkmak için bir şey söyleyecek gibi olduğunda kaşlarımı kaldırıp onu susturdum. Ben ona güveniyordum fakat Tugay'ın da aynı şekilde güvenmesini bekleyemezdim. Marco Javier'e güveniyordu fakat Tugay'ın da aynı şekilde güvenmesini bekleyemezdi.

Onaylarcasına başımı Gamze'ye salladığımda Marco da Javier'e aynısını yaptı. Birkaç saniye sonra Sinan başıyla işaret ettiğinde herkes yavaş yavaş salondan çıkmaya başladı ve dördümüz kalana dek, hiçbirimizin ağzını bıçak açmadı.

Salonun kapısı kapatıldıktan sonra Tugay, ellerini masaya yaslayıp başını önüne eğdi ve derin bir nefes alarak gözlerini kapattı. Çaprazımda duran Marco'yla gözlerimiz kesiştiğinde Giray'ın öfkeli nefesleri aramıza giriyordu. Birinin konuşması gerekiyordu fakat hiçbirimizin ağzını bir süre bıçak açmadı.

En sonunda Giray "Nasıl fark ettin o cihazı?" diye sordu.

Tugay, gözlerini açtı fakat masaya bakmaya devam etti. "Uzun süre dört duvar arasında tıkılı kalmış bir adamım, izleyeceğin ise ne bir gökyüzü oluyor, ne de bir deniz kenarı. Bulunduğum o hücreyi öyle çok izlemeye alıştım ki duvarda bir çizik bile olsa onu fark etmeye başladım. Yerine koyduğum eşyalarım artık bir izana uygun bir şekilde olmaya başladı çünkü sırtımı döndüğümde kimin ne yapacağını hiçbir zaman bilemeyerek seneler geçirdim hapishanede." Sağ eli yumruk halini aldı. "Sizin için paranoyaklıktı ama benim için hayatta kalmak demekti ama özgürlüğümde de bu devam etti." Başını kaldırdı ve çenesiyle alkol dolabını işaret etti. "Şişeler alfabetik sıraya göre dizili ve cinslerine göre. Şu kitaplık," solunda kalan küçük kitaplığı gösterdi, "kitapların ikisi sola bir tanesi sağa dizili şekilde yerleşmiş." Alkol şişelerinin yan tarafındaki bardakları gösterdi. "O bardaklar bulundukları masada diktörgen duruyor. Mesela bir tanesi eksilmiş." Salonun ortasındaki sehpayı işaret etti. "Orada." Kendisini sandalyeye bıraktığında biz hâlâ ayaktaydık. "Tekila, Viski şişesinin önünde olması gerekirdi ama yanındaydı ve kimsenin ikisinden de içmediği şişelerin açılmamış olmasından belli."

"Sürekli bunlara mı dikkat ediyordun sen?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Alışkanlık, sevgili avukat," dedi, sanki bu bir hastalıkmış gibi. "Hapishane bana böyle alışkanlıklar kazandırdı, korkutucu öyle değil mi?" Başını iki yana salladı ve nefretle soludu. "Korkutucu göründüğünün farkındayım ama bu adamım işte. İstesem de değiştiremiyorum, korkusuz değildim, korkular beni bu hale getirdi."

"Hayır," dedim karşı gelmeye çalışarak ama başka ne diyeceğimi kestiremedim.

"Peki şimdi gerçekten ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordu Giray.

"Öncelikle bu evi, her yeri, her köşeyi detektörlerle arayacağız çünkü gözümüzden kaçan yerler olabilir." Çenesini kaldırdı. "Sonrasında ise bir kumar masasına oturacağız ve o kumar masasından kaybetmiş gibi kalkacağım ama kazanmış olacağım. Bunu ve bundan sonraki bütün planları ise Sinan da dahil sadece beşimiz bileceğiz, çünkü," devam etmeden hepimizin yüzüne baktı, "bir tek size güveniyorum."

"Gamze," dedim, benimle aynı anda "Javier," dedi Marco da.

Tugay, başını omzuna doğru yatırdı. "Güveniyor musunuz?" dedi tek nefeste. "Size kendimden bile daha çok güveniyorum, eğer siz de onlara kendinizden bile çok güveniyorsanız buraya çağırabilirsiniz. Karar sizin."

O an ikimizin de yapması gereken onları çağırmaktı fakat ne Marco hareket edebildi ne de ben. Çünkü onlara güvensek bile şu an buna cesaret edemedik. Ben bir yana, Marco'nun kendi kardeşini bile dahil etmemesi girdiğimiz çukurun ne kadar derin olduğunu simgeleyen cinstendi.

Yutkunduğumda sadece bir dakikalık bekleyiş bile aslında o odada dört kişi olarak devam edeceğimizi gösteriyordu.

"Planın ne?" dedi, Giray.

Tugay, hiçbir şey söylemeden Giray'ın az önce kapattığı bilgisayarı açtı ve hızlı bir şekilde benim mailimin açık olduğu kısıma girdi ve sonrasında X'e mail atmak için klavyenin üzerinde sağ elini yavaşça hareket ettirdi. Üçümüz de onun arkasına geçtiğimizde aklından ne geçtiğini asla kestiremiyordum ama cümlelerini yazarken dudaklarım şaşkınlıkla aralanıyordu.

"Bu savaşa son vermek adına seninle bir anlaşma masasına oturmak ve istediğin bir kumara davet ediyorum. Senin istediğin yerde, adamlarınla ve tamamen senin emrinde. Tamamen silahsız ve korumasız olacağız.

Dört kişi geleceğiz. Ben, sevgili avukatım, ikizim ve Marco T.

Senin ise sınırın yok, yüzlerce askeri karşıma toplayabilir, alnımıza bir silah dayayabilir hatta ellerimizi bile bağlayabilirsin.

Cesaret, düşmanla bile bir masaya oturup onunla kumar oynayabilmektir.

Bana cesur olduğunu göster, bütün avantajlar senin elindeyken üstelik.

BL Örgüt Kurucusu,
Tugay Demir Çeviker"

"Silahsız?" dedi Marco sorgulayan bir sesle öfkeyle. "Korunmasız? O silahları içeriye nasıl sokacağız? Planın ne?"

"Silahlar olmayacak," dedi Tugay, sırtını sandalyeye yaslayıp başını sallayarak. "Bu kez gerçekten olmayacak."

"X'e karşı okuduğumuz meydan okumaya güveniyorsan, onun blöf olduğunu çoktan anlamış bile olabilir," dedi Giray haklılıkla. "Bir kumar masasına otururken bizi de kumara dahil ediyorsun ve daima kazanamazsın."

"Ben kazanamayacağım kumara girmem," dedi Tugay rahat bir sesle.

"X'in zekasını hafife alıyorsun," diye çıkıştı Marco. "Bunun altında bir şeyler olduğunu anlayacaktır."

"Anlasın," dedi Tugay, omzunu indirip kaldırarak. "Avantajlar tamamen ondayken bu teklifi redderse gözümde korkaktan başka hiçbir şey olmayacak ve onun kibri, gözünü kör etmiş durumda."

"Ya kabul etmezse," diye sorduğumda sesim tedirgindi.

"Edecek," dedi Tugay, bakışlarını bana çevirerek. "Çünkü oyun oynamayı o da seviyor." Bilgisayar ekranına baktı yeniden.

Marco, elini dağınık saçlarına geçirdiğinde Giray ve bana baktı, ne düşünmemiz gerektiğini çözmeye çalışıyormuş gibi nefesini verdi. "Bizi aşağılayacak," dedi Marco.

"Alışığım," dedi Tugay. "Aşağılanmalar beni bu hale getirdi."

"Onun kafasını gövdesinden ayırıp, hayvanlara yem yapmamak için beni durduran tek şey..."

Salonun kapalı kapısı yavaşça açıldı ardından içeriye küçük bir vücut girdi. Nida, dağınık saçları, ovuşturduğu gözü ve baygın bakışlarıyla "Baba," dedi Tugay'a doğru. "Az önce korkunç bi ses duydum."

Gözlerim alkol dolabına kaydığında Tugay bütün o gerginliğini yok ederek sandalyesiyle geriye çekildi ve kollarını açıp Nida'yı çağırdı. "Sadece bir şişe kırıldı, güzelim," dedi, rahat bir sesle. "Gel yanıma." Nida ağır adımlarla Tugay'a ilerleyip kollarının arasına girdiğinde, Tugay onu kucağına alıp sol eliyle saçlarını geriye doğru itti.

"Sanki silah sesi gibiydi," dedi Nida uyuşuk bir sesle.

"Ne münasebet," dedi Marco. "Bizim öyle şeylerle işimiz mi olur, Nida?" Sesinde derin bir ima vardı.

"Peki dışarıdaki insanlar neden bekliyor?" diye sordu bu kez.

"Sadece," dedi Tugay, birkaç saniye düşünerek. "Oyun oynuyorduk, aralarından bir tanesi ebe olacak, ona karar veriyorlar." Hepsinin korkudan hareket bile etmediğine emindim.

Nida, başını aşağı yukarı salladığında bir kez daha onun gördüğüyle bizim yaşadığımızın farklılığıyla yüzleştim.

Tam o esnada ise bilgisayardan küçük bir ses yükseldi, yeni bir mail ekrana düşmüştü. Bulunduğum yerden ayrılıp direkt bilgisayara bakmak için ilerlediğimde Tugay, hiç aldırış etmeden Nida'ya gülümseyerek bir şey mırıldandı.

X ise düşündüğümüzden daha hızlı cevap vermişti.

"Yeri birkaç saat içinde bildireceğim ve kazansam da kaybetsem de seni yok edeceğim çünkü artık aklını okuyabiliyorum.

Eşine sevgiler çünkü kumara o da dahil olacak.

Sevgili X'in :)"

🔥

Saat 00.37'yi gösteriyordu ve ben Tugay'ın annesinin odasındaki aynadan kendime bakıyordum. Üzerimde beyaz, göğüs dekolteli uzun saten bir elbise vardı. Ellerimde beyaz eldivenlerim, parmağımda güneş yüzüğüm, boynumda Tugay'ın bana aldığı kolye. Hepsini Tugay benim için almıştı. Saçlarımı açık bırakmış, beyaz lekelerimi kapatmamıştım. Aynaya bakarken o beyaz lekelerden kaçmıyordum, dudaklarıma kırmızı bir ruj sürmüştüm ve son defa kirpiklerime rimeli sürüyordum.

Tugay'ın odasına ise girmeye şu an cesaretim olmadığı için bu odada hazırlanmak istemiştim.

Kapım sadece bir kez çalındı ardından "Gir," dediğimde yavaşça açıldı ve içeriye Tugay'ın girdiğini gördüm. Onu gördüğüm an kalbimin atışının teklediğini hissettim çünkü nefes kesici derecede yakışıklı görünüyordu. Üzerinde beyaz gömleği vardı, kollarını yukarıya doğru sıyırmıştı, altında ise siyah keten pantolonu. Ayaklarında siyah ayakkabıları. Saçları taranmıştı, sakal tıraşı olmuştu. Sağ elinde eldivenlerini sımsıkı tutuyordu, sol kolunda ise takım elbisesinin ceketi duruyordu. Beni gördüğü an, her zaman gönderdiği gülümsemesi bu kez çok daha genişti ama yanında hayranlık da vardı.

Baştan aşağı beni süzdükten sonra yutkunduğunu gördüm. Ayaklarıma giydiğim ince topuklu ayakkabılar sayesinde aramızdaki boy farkı yarıya inmişti. Birkaç kez daha süzdü beni ve sonrasında başını omzuna yatırıp "Siyahlığın içindeki tek beyaz," dedi, aylar önce kurulan cümleyi tekrar ederek. "O sensin, hep sendin, o kadar güzeldin."

Ona doğru yürüyüp gülümsedim. "Şık olmamızın kendince bir nedeni var mı?" diye sordum, merakla.

"Sadece," dedi ve sonra sol elini öne doğru uzattı, büyük bir ihtiyaçla ve davetle. "Telefonumun ekranındaki fotoğraf eskidi, yeni bir fotoğraf çekilmek istedim seninle. Yanına yakışmak için çabaladım, umarım başarılı olmuşumdur."

Ona doğru yürüdüm ve sol elini tuttuğumda gözlerimi gözlerinden ayırmadım. "Kendine aynadan baktın mı hiç?"

Tugay, başını olumsuz anlamda iki yana salladı ve sonrasında "Seninle bakmak için bekledim," dedi ve sonrasında başıyla kapıyı gösterdi. "Benim odamda." Yüzümdeki gülümseme donup kaldığında yüksek bir sesle yutkundum ve sol elini tutan elim gevşedi. Tedirginliğimi anladığında "Avukat," dedi kendinden emin bir sesle. "O odaya girmek istemediğini biliyorum ama ben o odanın içindeyim hâlâ ve bunu başarıyorken senin olmaman haksızlık."

"Tugay," dedim kısık bir sesle. "Sadece," ne diyeceğimi bilmiyordum, "kendimi," gözlerimi kapattım ardından geri açtığımda bakışlarımı kaçırdım, "o oda bana durmadan kendimi affetmemem gerektiğini hatırlatacakmış gibi geliyor. Şu an bu yüzleşmeye hazır değilim."

Çok kısa bir an hareketsiz durdu, yüzündeki gülümseme silindi fakat hiçbir cevap vermeden geriye doğru bir adım attığında ve kapıyı sağ eliyle açtığında sırtı dönük bir şekilde dışarıya doğru bir adım attı. "Biz şimdi bununla birlikte yüzleşeceğiz," dedi, hem kırgınlıkla hem de büyük bir ateşle. "Çünkü ben, o odadaki kötü anılarımı bir tek seninle silebilirim, bunu bizim için yapmalısın."

Bir cevap bile vermemi beklemeden geriye doğru biraz daha adım attı ve sonrasında kapalı olan odanın önüne gittiğimizde kalbimin sıkıştığını hissettim. Çıkıp gitmiştim, kapıyı bile kapatmamıştım üstelik fakat şimdi o odaya geri girmek beni yeniden o zamana döndürecekti. Yine de Tugay haklıydı, o odada yalnız bırakılan kişiydi, ben ise gidendim. Elbette bunu bizim için yapmalıydım.

Benden izin alıyormuş gibi baktığında sadece bir kez silik bir şekilde başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım. Tugay ise bir an bile düşünmeden kapıyı açtığında ve elimi tutarak beni içeriye davet ettiğinde başımı önüme eğip girdim. İçimden üçe kadar saydım ve üçüncü saniyede başımı kaldırdığımda beklediğim büyük bir acıyken yerine büyük bir şaşkınlık gelmişti. Dudaklarım kocaman açıldığında Tugay'ın elini daha sıkı tuttum.

Odanın her yerinde aynalar vardı. Tavan boydan boya aynalarla kaplıydı, solda ve sağda aynalar duruyordu. Yatağı karşısındaki duvara da ayna yerleştirilmişti. Boşlukların olduğu yerlerdeyse yatak, giysi dolabı ve o piyano duruyordu. Nereye başımı çevirsem beni görüyordum, bizi görüyordum, hemen arkamda duran Tugay'ı görüyordum.

Odanın içine bakarken arkamdan bir adım yaklaştı ardından sağ kolu belime dolandığında tam karşımızdaki aynadan bizimle yüzleştim. Odada sarı, loş bir ışık yanıyordu. Sol elimi tutan protez eli parmaklarımın arasında gezindi, elimi havaya kaldırıp onu da karnıma doğru doladı ve sonrasında dudakları yavaşça omzuma dokundu sonrasında yavaşça boynuma tırmandı ardından yanağımı buldu ve en sonunda şakağımdan öptüğünde hem acıyı hissediyordum, hem de aşkı. Hem tutkuyu hissediyordum, hem de tokat gibi yüzüme çarpıyordu gerçekler. Ama değişmez bir gerçek aynada tam karşımdaydı. Biz ikimiz yan yana çok güzel görünüyorduk.

"Bu oda ikimizin en gerçek hali, güzelim," dedi kısık bir sesle kulağıma doğru. "Bize terk edişleri hatırlatacak çünkü daima kendimizle yüzleşeceğiz, bize vazgeçişleri gösterecek çünkü bak oradayız, bize acıları gösterecek çünkü ne tarafa baksak bizi göreceğiz. Yaşanılan hiçbir şeyden kaçmayacak bununla yaşayacağız." Gülümsediğini hissettim ve aynadaki aksi bana öyle bir baktı ki, sanki kendimi affetmemi sağladı. "Aynı şekilde bu oda senin güzelliğini daima bize hatırlatacak, seni öptüğümde sadece bir kez öpmüş olmayacağım, kollarımdayken ne tarafa baksam seni göreceğim." Başını kaldırdı, aynadaki bize baktı. "Bu oda bize senin eşsiz güzelliğini ezberletecek, her halinle üstelik."

Aylar önce söz ettiğinde gerçekleşeceğine imkan vermezken şimdi aklına koyduğunu yaptığını görebiliyordum. "Tugay," diye fısıldadım.

"Sana bakmak istediğimde başımı bile çevirmeme zahmet olmayacak çünkü sen her yerde olacaksın. Şimdi istediğin her aynaya bak, bir tanesi çirkin olduğunu söylese, diğer ayna aksini iddia edecek." Beni yavaşça tutup çevirdi ve sonrasında kendine yasladı. "Aynalardan kaçmana izin vermeyeceğimi söylemiştim, sevgili avukat, şaşırmayı bırak, sen Tugay Demir Çeviker'in eşi olacaksın, alışmalısın her şeye."

"Bu hem ceza gibi," dedim fısıldayarak. "Hem de ödül."

Gülümsediğinde sol eli yavaşça yanağımı okşadı, sağ eli ise belimde dolaştı. Ela gözleri sarı loş ışıkta daha parlak görünüyordu. "En büyük cezayı da çeksem sana verdiğim hiçbir sözü tutmadan ölmeyeceğim," dedi bir yemin gibi. "Çünkü bizim hayatımız, benim öylesine hayatımdan çok daha kıymetli."

Yutkunduğumda ellerimi kaldırıp yüzünü avuçlarımın arasına aldım. "Ve ben de söz veriyorum," dedim tek nefeste. "Bu odada yaşanan bütün kötü anıları tek tek unutturacağım." Başımı salladım. "En güzel anılarla üstelik."

Tugay, haylaz bir şekilde gülümsediğinde "O halde," dedi tek nefeste. "Davetten sonra bu odada benimle bir gün geçirmeye ne dersin?" Başını omzuna doğru yatırdığında sesindeki ateş, beni yakacak kadar kuvvetliydi. "Tek bir kural olacak, gözlerini kapatmak yasak."

Ellerim omuzlarına doğru kaydığında "Tugay," dedim kısık bir mırıldanışla.

"Güzelim," dedi aynı tonda ve içtenlikle.

"Sizi bekliyoruz!" diye aşağıdan bir ses yükseldi, bu Giray'a aitti.

Tugay, büyük bir nefes verdiğinde hiç bırakmak istemese de geriye doğru çekildi ve sonrasında elini cebine attı. "Çiçeğin eksik," dedi bir görevmiş gibi ve imayla gözlerimin içine bakarak. Cebinden büyük bir kutu çıkarıp bana uzattı. Hızlı bir şekilde alıp açtığımda beyaz papatya şeklinde büyük küpeleri gördüm. Gülümsediğimde küpeleri kutusundan çıkardım ve kulağıma taktığımda hayranlıkla beni izledi.

Tamamen hazırlandığımda başıyla çıkmamız için hareket yaptı fakat onu engelleyerek "Benim de sana bir hediyem var," dedim çekingen bir sesle. "İzmir'den aldık, Gamze'yle."

Tugay, büyük bir merakla bana baktı. "Hediye mi?"

"Evet," dedim ve sonrasında elim havaya kalktı ardından gülümseyerek kaşlarımı kaldırdım. "Bu kez hediyeni senin almanı istiyorum, nerede olduğunu biliyorsun."

Tugay, sadece birkaç saniye beni inceledi ardından gülümsediğinde bakışları göğüslerime doğru kaydı. Yutkunduğunda eli gerdanımı okşayıp geçti ve parmakları sürtünerek iki göğsümün arasına indiğinde ürperdiğimi hissettim. Gözlerini gözlerimden ayırmazken çenesinin kasıldığını gördüm. Sonrasında parmakları hediyeme dokunduğunda dudakları aralandı. Birkaç saniye sonra eli iki göğsümün arasından çıktığında ona aldığım hediyeye baktı.

Gümüş rengi bir alyanstı, içinde ise iki kelime yazıyordu: Sevgili Müvekkilim.

"Senin de aramızdaki bağı parmağında taşımanı istedim," diye mırıldandım. "Sağ eline değil, sol eline tak. Durmadan kaçtığın o güzel protez elini umarım sana sevdirebilir bu yüzük."

Tugay, gözlerindeki şaşkınlık ve tutkuyla yüzüğe bakarken "Sevgili avukat," dedi baskın bir sesle. "Şimdi her şeyi siktir edip seni delirmiş gibi öpmemem için bir sebep sun sadece üç saniyen var." Gözleri yüzükten ayrıldı ve bana öyle bir baktı ki, gerçekten o her şeyi siktir eden adamı gördüm.

Tam dudaklarım aralandığında Marco'nun sesi duyuldu. "TDÇ, sana sadece üç saniye veriyorum!" Kendimizi tutamayıp güldüğümüzde denk geliş oldukça komikti.

Gülerek odadan çıktığımızda merdivenlere doğru yürüdük; Tugay ise ben önde ilerlerken o arkamda hevesle sol elindeki eldivenini çıkardı ve bir çocuk heyecanıyla sol yüzük parmağına, protezine alyansını taktı. Ayarlanabilir yüzük tam olmuştu.

Merdivenin son basamağına geldiğimde Marco ve Giray'la göz göze geldim. İkisi de simsiyah takımlarını giymişlerdi, tek fark Marco'nun gömleği de siyahtı. Yüzündeki kesik izi sakallarını kestiği için daha fazla ortaya çıkmış, hep dağınık olan saçları derli topluydu. Giray ise şu an neredeyse Tugay'la aynıydı fakat onların da aralarındaki fark, Giray'ın takım elbisenin içinde rahatsız hareketler sergilemesiydi.

Marco, bakışlarıyla beni inceledikten sonra "Havalı olmuşsun avukat," dedi kaşlarını kaldırarak. "Ölü geline benzemişsin." Gözlerimi devirdiğimde güldü.

"İltifat etmeyi hiç beceremiyorsun değil mi?" diye sordum yanlarına giderken. Tugay arkamdan elini belime sardı. "Neden bir sevgilin olmadığını çok daha iyi anlıyorum."

"Olmadığını kim söylemiş?" Marco dilini damağına vurdu üç kez. "Sizin gibi bütün dünyaya duyuracak kadar delirmedim ben."

"Sevgilin olmadığı bana sevgilinmiş gibi attığın triplerden belli değil mi sence de, Marcito?" diye sordu Giray alayla.

Tam o sırada salondan Sinan, Nida ve Lena çıktı.

Tugay Lena'nın evde kalmasını söylemiş, diğerleriyle göndermemişti. Sinan'a dikkat etmesi için ricada bulunmuş muydu bilmiyordum ama Lena hakkında da planı olduğu aşikardı. Gamze ve Javier'in yokluğu ise belli oluyordu. Onlar gitmeden bir kez daha görememiştim bütün bunlar bittikten sonra ona güvendiğimi Tugay'a söyleyecektim çünkü o hücrede geçirdiğimiz günlerden sonra haksızlık yaptığımı çok daha net hissediyordum. Javier için ise Marco'nun planı neydi, bilmiyordum. İçimden bir ses güvenden dolayı değil zaten onu korumak için bütün bunlardan uzak tutmak istediğini söylüyordu.

Tugay, Nida'ya göz kırpıp ardından Sinan'a da gülümsedi. Nida'yı ona emanet edecek kadar güveniyordu ve bunun nedeni benden öte, babamdan dolayıymış gibi geliyordu. Belki de bir türlü vicdan azabıydı.

Lena hayranlıkla bana bakarken gülümsedi, akşam yaşananlar hakkında ne düşünüyordu bilmiyordum ama diğerlerine kaçamak bakışlar attığında en az çekindiği insanın Giray olduğunu görebiliyordum.

"Biz hemen geleceğiz," dedi Giray, Nida'ya.

"Önemli değil," dedi Nida, bir ayağını kaldırıp başını Sinan'ın koluna yaslarken. "Biz film izleyeceğiz." Bakışları utangaç bir şekilde Sinan'a döndü. "Değil mi?"

"Evet, prenses," dedi Sinan gülümseyerek. "İstediğin bütün filmleri hazırladık."

"Sinan," dedi Tugay sadece. Sinan ise Tugay'a bir kez başını salladı.

"Gerçekten kalbimin kırıldığını hissediyorum," dedi Marco, Nida'ya bakarak. "O yokken ben vardım."

Nida kıkırdadı. "Ama sen bana durmadan mandalina yedirmeye çalışıyorsun."

"Merak etme," dedim Nida'ya. "Hepimize yedirmeye çalışıyor." Nida, bakışlarını bana çevirdi, henüz tam anlamıyla buzlarımızı eritmiş değildik ama bakışlarındaki hayranlığı okuyabiliyordum.

Nida, Sinan'ın yanından ayrılıp, Tugay'a doğru ilerledi ardından gömleğinden çekiştirip eğilmesini işaret etti. Tugay eğildikten sonra kulağına bir şey fısıldadı ve sonrasında Tugay'ın da gülümsemesine neden oldu. "Evet," dedi Tugay. "Sana sonsuz derecede katılıyorum, güzelim."

"Hadi," dedi Marco sabırsızlıkla. "Yeterince oyalandık."

Son bir kez daha onlara baktığımda bir veda etmeli miydim, bilmiyordum. Kumar, sonunda kaybedilebilecek bir oyundu ve ben Sinan'a sarılmadan, Nida'dan bir kez daha özür dilemeden ölmek istemezdim.

Aynı şeyi Tugay da düşünmüş olacak ki ikileme düştü fakat sonrasında başını iki yana sallayarak arkasını dönüp kapıya doğru yürüdü. Tam kapıdan çıkmadan önce ise Giray, "Bu arada," deyip Lena'ya baktı. "Buzdolabında konserve yiyecekler var, kendini aç bırakma."

Marco ağzının içinde bir şeyler gevelediğinde Lena'nın gözleri açıldı ardından "Teşekkür ederim," diye mırıldandı.

Evden çıktığımızda ve dış kapıyı kapattığımızda "Buzdolabında konserve yiyecekler var, kendini aç bırakma," diye taklit etti Marco Giray'ı. "Nesin sen, dünyaya iyilik için gelmiş bir elçi mi?"

Önümüzde yürüyen Giray, Marco'yu omzundan itekledi. "Sadece iyilik yapıyorum."

"Sence de başına gelen bütün kötülükler şu aptal iyiliğinden kaynaklanmıyor mu?" diye sordu Marco uyarıcı bir ses tonuyla. Giray'a karşı büyük bir koruma içgüdüsü olduğunu o an fark ettim. "Benim ne kadar açık sözlü olduğumu bilirsin ve açık konuşacağım. Biraz daha Lena'ya böyle davranırsan o kız senden hoşlanacak çünkü onu kurtardığın için zaten minnet dolu."

Giray, kaskatı kesildiğinde Marco'ya sertçe baktı. "Sence birinin minnetini hoşlantı sanacak kadar aptal biri miyim?" diye sordu. "Herkese nasılsam öyle davranıyorum, sikik senaryolarını kendine sakla. Benim hayatımda böyle duygulara artık yer yok."

"İkizinin kardeşi," dedi Marco alayla. "Bu lafı daha önce duyduğum kişi bütün dünyanın gözü önünde evlenme teklifi edip aşkını ilan etti."

Tam o esnada araca doğru yürüyen Tugay'a dönüp "Lena'ya güveniyor musun?" diye sordum.

Tugay kısa bir nefesin ardından "Güveniyorum ya da güvenmiyorum diyemem şu an," dedi. "Fakat onu kurtaracağımızı söyledikten sonra içinde sırtlanın olduğu bir grubun içinde tek başına bırakmak olmazdı." Bakışlarını bana çevirdi. "Ve o BL örgütüne gerçek bir yardım etti, o da dışarıdan bizi göstermekti."

"Bence Nida'ya öğretmenlik yapabilir," dedim ağzımın içinde. "Yani çocuklarla arası iyidir."

"İyi bir gözlemci," dedi Marco. JEEP'e bindiğimizde sürücü koltuğunda Tugay vardı, yanına ben oturdum. Arkaya ise diğerleri. Yolun belirli bir kısmından sonra X'in askerleri bize alacak, kumarın oynanacağı yere götürecekti.

"Fakat," dedim Tugay arabayı çalıştırırken. "Lena'nın bizimle kalmasını doğru bulsam da Gamze'nin ekarte edilmesini onaylamıyorum." Emniyet kemerimi taktığımda Tugay, arabayı hızlandırdı. "Ona kendimden daha çok güveniyorum gibi bir cümle kuramam çünkü bu cümleyi bir sen, bir de Sinan için kurabilirim, bu yükü alamam fama o benim arkadaşım hatta dostum oldu, güvenmeyi tercih ettim pişman olacağımı da hissetmiyorum." Tugay'ın bu cümleleri duymaya hazırlıksız olduğu aşikardı. "İyi bir asker, korkusuz ve desteği muazzam. Belki en başında planlara dahil etmeyebiliriz ama diğerleriyle o köye kısılıp kalmasını kesinlikle istemiyorum."

Marco'dan kardeşi için bir destek bekledim fakat o sessizliğini korudu. "Sinan da benimle Gamze için konuştu," diye mırıldandı, Tugay. "Hatta ona güvendiğini söyledi."

"Ya," dedim Sinan'a şaşırarak. Bu yükün altına girebileceğini tahmin etmezdim.

"Sen ne düşünüyorsun, Marco?" diye sordu Tugay, dikiz aynasından ona bakarak. "Gamze ve Javier hakkında yani."

Marco kısa bir sessizliğin ardından sadece "Karışmıyorum," dedi.

Tugay ise diretti. "Birisi kardeşin diğeri ise Ölüm Timi'nin bir askeriydi. Az çok fikrin olmalı."

"Yok." Kendimi tutamadım ve dönüp ona baktım, bakışları pencereden dışarıyı izliyordu. Giray'la göz göze geldiğimizde bilmiyorum, dermiş gibi kafasını iki yana salladı.

"Sanırım birisinin Marco gibi açık sözlü olması gerekiyor ve o kişi ben olacağım," dedim net bir sesle. "Sen onlara güvenmemekten ziyade onları korumak istiyormuşsun gibi geliyor."

Bir anda hiddetle "Gamze'yi neden koruyacağım?" diye sordu.

"Bunun nedenini o gemide duyduk, Marco." Kaşları çatıldı, öyle bir çatıldı ki, beni çekip vurabileceğini bile düşündüm ama tamamen silahsızdık. "Açık sözlülük ise kendine de açık sözlü olmalısın."

"Yenge mi diyorduk?" diye sordu Giray alayla. "Bu kadar korunduğumu hiç hissetmemiştim Avukat Yenge."

Tugay gülümsediğinde Giray da sırıttı. "Benim bu sorularına cevaplarım BL örgütünü ya da Ölüm Timi'ni etkileyecek mi?" diye sordu bana. "Hayır etkilemeyecek. Hem bırakalım da Gamze'yi korumayı da, istemeyi de, güvenmeyi de Sinan yapsın, bizden çoktan geçti."

"Geçti mi?" diye sordum bir kez daha.

"Geçti," dedi sonra hızlıca devam etti. "Geçmek zorundaydı."

Cevap vermek için ağzımı açtığımda Tugay'ın eli bacağıma gitti ve hafifçe sıkarak beni engelledi. Sanırım vereceğim cevaplar aramızda tartışmaya yol açacaktı çünkü Marco ve Gamze'nin arasındakileri tam olarak bilmiyordum.

"Unuttun," dedi Tugay sadece.

"Neyi?"

Tugay ise sadece işaret parmağını dudaklarına götürdü ve susmamı işaret etti. Nedenini anlamamıştım, beynimi zorladığımda ise ne olduğunu çözemiyordum. Neyi unutmuştum da Tugay beni susturmak isteyecek kadar önüme geçmişti çünkü o bunu asla yapmazdı.

🤠

Ürperti, korku ve heyecan.

Son bir kez Sinan'a sarılmamın hüznü ve Nida'dan özür dilememenin verdiği pişmanlık.

Tam iki saatlik bir yolun ardından ormanın içinde bir yalıya getirilmiştik. Bembeyaz yalının bahçesindeki otlar çürümüş, duvarları kavlanmıştı. Buraya çok uzun zamandır gelinmediği her halinden belliydi. Ve kapının önünde tam yirmi Krallık askeri duruyordu. Biz ise sadece dört kişiydik ve gerçekten de hiçbirimizin üzerinde silah yoktu, çelik yelek yoktu, ufacık bir kesici bile alet yoktu.

Dördümüz öyle sessizdik ki, orman öyle sessizdi ki ve Krallık adamları öyle sessizdi ki, bir an bir kabusun içinde olabileceğimi bile düşündüm.

Kapıdaki adamlar tek tek detektörlerle üzerimizi aradı ardından termal kameralarla incelediler. Sonrasında ise başka bir cihazın içine yerleştirip üzerimizdeki bütün metal eşyaları kontrol ettiler. Bu kadarını beklemedikleri açıktı çünkü defalarca bunu tekrar etmişler, elimizi kolumuzu sallayarak buraya gelebileceğimize imkan vermemişlerdi.

Neredeyse yarım saatlik bir aramanın ardından yalıdan içeriye girdiğimizde Tugay, sol elimi sıkıca tuttu ve çenesini kaldırıp adamların yönlendirdiği yere doğru ilerledi. İçeride, dışarıdaki adamlardan daha fazla kişi vardı. Yarısı önümüzde yarısı arkamızda bir kalkan gibi X'i bizden koruyorlardı.

"Varlığımızın yarattığı korku sence de hayranlık uyandırıcı değil mi?" diye sordu Marco, yanındaki Krallık askerine. Asker, dümdüz bir yüzle Marco'ya baktı. "Seni bir yerden tanıyor muyum?" Marco yüzünü buruşturdu. "Hayır böyle bir şerefsizi daha önce görseydim kesin vururdum." Asker hâlâ dümdüz yüzüne bakmaya devam ediyordu. "Şu Krallık'ın robotik hareketleri çok komik değil mi ya?" dedi Marco. "Umarım masama mandalina koymuşsunuzdur."

"Her zamanki gibi yine gereksiz konuşuyorsun, Marco." X'in sesi, büyük salona girdiğimiz an kulaklarımıza doldu. Salon öylesine büyüktü ki, gözlerim hafifçe irileşti. Eski mobilyalar tozlanmıştı, kristal avize fazlasıyla büyüktü. Duvarlar kavlanmış, yemek masasının üzerindeki şamdanların içindeki mumlar erimişti. Salonun içindeki tek ışık, ortadaki büyük bilardo masasına vuran beyaz ışıktı.

X, Tugay ile bilardo oynamak istemişti.

Arkasında on beş asker duruyordu, salonun camlarının önünde beş bir yanda, beş diğer yanda askerler elleri bağlı bekliyorlardı. X'in üzerinde çelik yelek olduğu üzerine giydiği siyah tişörtünden açıkça belli oluyordu. Belindeki silahlarını ise gizlemiyordu.

Salonun ortasında durduğumuzda "Sen de her zamanki gibi tam bir şerefsize benziyorsun," dedi rahatsız bir sesle.

Tugay ise boğazını temizleyip askerlere baktı ardından gülümsedi ve öne doğru bir adım atıp özellikle sol elini uzattı. "Bu kadar askere gerek var mıydı sence?" dedi, sanki bir dostuyla konuşuyormuş gibi. "Sadece oturup konuşacaktık." X, bir Tugay'a, bir sol eline baktı fakat korkudan elini bile sıkamadı. Tugay güldü. "Elimi bile sıkmayacak kadar benden nefret ediyor olamazsın."

X, hiç çekinmeden "Bir planın olduğunu bilecek kadar seni tanıdım," dedi dürüstçe. "Fakat yalının yaklaşık bir kilometresi mayınlarla döşeli, dışarıdan gelecek her asker direkt ölür. Hava yoluyla bir darbe yapmaya kalkarsan," havada dönüp duran helikopterin sesi lafını böldü, "onu indiririm." Askerlerine baktı. "Ağzının içini kontrol ettiniz mi? Dilinin altında bir neşter saklıyor olabilir."

Tugay, yeniden güldüğünde "Abartıyorsun," dedi. "Gören de beni kötü bir adam sanacak, seni öldürmek gibi bir çabam olsaydı buraya gelir miydim?" Dudaklarını mutsuzmuş gibi büktü. "Tek istediğim bir anlaşmaya varmak."

"Kumar oynayacaksın," dedi X. "Ve sonucunda kazanırsan senin istediğin olacak, öyle mi?"

"Kumarın kuralı bu değil midir?" diye sordu Tugay, saf bir çocuk gibi. "Mızıkçılık yapacak halin yok ya."

X, sırıttığında öne doğru bir adım attı ve sonrasında parmaklarını kaldırıp şaklattı. "Her neyin peşindeysen," dedi tane tane konuşarak. "Ayağına dolanacak çünkü zaman kazanmaya çalıştığının farkındayım."

Tam o esnada salonun girişinde bir hareketlenme oldu ve başımı çevirdiğimde içeriye giren kişinin o tanıdık yüzünü gördüm.

Defne de buradaydı.

Gözleri hiçbirimizle değil, ilk önce Giray'la kesiştiğinde kulaklarımda Giray'ın cümlesi çınladı. Onu bir kez daha gördüğünde öldüreceğini söylemişti ve Defne şu an buradaydı. Tugay'ın yüzündeki gülümseme solduğunda bakışları Giray'a döndü. Yapacağı her hamle, Tugay'ın planını yerle yeksan ederdi, bunu Giray da çok iyi biliyordu ama öfkesini alt edebilir miydi, emin değildim.

Giray, bakışlarını Defne'ye çevirdiğinde sadece iki saniye, iki saniye ona baktı ve sonrasında başını direkt çevirdi. Defne ise meydan okuyormuş gibi dümdüz bir yüzle X'in hemen arka tarafına geçtiğinde kollarını önünde bağladı. Gözleri Giray'ın üzerinde gezinirken kolunda artık saati yoktu. Simsiyah kıyafetlerin içinde ondan en azından Giray'a karşı pişman bakışlar bekledim fakat Giray'ın son hamlesinden sonra o da artık Giray'a nefretle bakıyordu.

Giray ise hepimizi şaşırttı ve gülümsedi; bu gülümseyiş ise öyle küçümseyiciydi ki nefret dolu bakışları tercih edilesiydi.

Fakat kalbinde yangınlar olduğunu arkada sımsıkı birleştirdiği ellerinden anlıyordum, tüm gücüyle yumruk yapmıştı.

"Bu neydi şimdi?" dedi Marco yüzünü buruşturarak. "Bir şov mu?"

Defne hâlâ Giray'a bakıyor, Giray ise onu tamamen görmezden geliyordu, o yokmuş gibi davranmaya devam ediyordu.

X, düşündüğü gibi bir tepki alamadığından olsa gerek bakışları bana döndü. "Senin için peynirli makarna hazırlattım, Eftalya Atalar," dedi gülerek. "Çok sevdiğini duymuştum, özellikle rahmetli babanın son yemeği peynirli makarnaymış, öyle mi?"

Dişlerimi sıktığımda sol elim sıkı bir yumruk halini aldı. Eğer bir silahımız varsa onu ortaya çıkarmak için aptalca bir plan içindeydi. "Evet, öyleydi," dedim sesimi sakin tutmaya çalışarak. "Fakat bu peynirli makarnadan nefret etmem için bir neden değil çünkü babam seviyorsa bir bildiği vardır, senin ihanetini de affetmesinin bir nedeni varmış sonuçta." Arkamdaki adamlara baktım. "Tokum fakat acıkırsam siparişi veririm, bol peynirli olursa harika olur."

Midem bulanıyordu.

"Dostça yaklaşan insanlara karşı fazla nefret dolusun," dedi Tugay düşünceli bir sesle. Yüzündeki o gülümseme peynirli makarnanın ardından yok olmuştu fakat sesine yansıtmamak için dikkat ediyordu. "Benim istediğim sadece bir anlaşma."

X, sanki onu duymuyormuş gibi davrandıktan sonra "Kazanırsam ne istediğimi biliyor musun?" diye sordu ve sonrasında sertçe devam etti. "Sevgilini benimle bırakacaksın, Eftalya Atalar burada kalacak." Bakışlarındaki o iğrençlikle beni süzdü. "Mutlu ya da mutsuz zamanlar geçirmesi ise tamamen ona bağlı. İsterse onu mutlu edebilirim fakat karşı çıkarsa mutsuzluk onunla olur." Bana doğru yaklaştığında Tugay, kendini tutamayarak bir adım kaydı ve önüme geçti. O an, bütün bunların olabileceğini düşünmüş müydü bilmiyordum fakat sırtının gerildiğini görebiliyordum. "Tugay Demir Çeviker," dedi X, kaşlarını kaldırarak. "Yoksa şimdiden vazgeçiyor musun?"

Tugay, uzun bir süre sessiz kaldı ve sonrasında "Önce oyun," dedi sadece.

"Ne yani?" dedi X gülerek. "Ben şu an sevgilini yanından çekip alsam, istediğim her şeyi yapsam engelleyemeyecek misin?" Tugay, nefesini tutmuştu. "Beni bundan ne vazgeçirebilir?" Biraz daha yaklaştığında Tugay, bu kez tamamen önüme geçti ve X'le arasındaki mesafe neredeyse sıfırlandı. Sadece bakışlarıyla X'in yüzündeki gülümseme solduğunda nasıl baktığını ben göremiyordum.

"Eğer korkak değilsen," dedi, Tugay dişlerinin arasından. "İlk önce oyun oynarsın ama kaybedeceğinden emin gibisin."

"Beni manipüle edemezsin," dedi X, bir anda ve elini uzatıp bana dokunduğu anda, Tugay, X'in kolunu tutup öyle bir çevirdi ki, acı içinde inlemesine ve öne doğru eğilmesine neden oldu. Bütün silahlar bir anda bize doğru kalktığında Tugay, sol kolunu X'in boğazına yasladı ve göğüs kafesine doğru çekti. X, nefes almakta zorlanırken adamlar şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlardı. Bizi öldürebilirdi ama Tugay da X'i öldürürdü, bunu biliyorlardı.

"Kerem Karaman senden daha akıllı biriydi," dedi Tugay gülümseyerek. "Çünkü kendisi beni metrelerce uzaktan bir camın arkasından izlemesi gerektiğini çok iyi bilirdi." X, elini kaldırıp boğuk nefesler verirken Tugay'ı uyarmak isteyerek sırtına dokundum. Giray ve Marco ise endişeyle birbirine baktı. "Bir kez daha avukatıma dokunmak için hamle yaparsan," Tugay, X'in belindeki silahı çekip aldı ve şakağına dayadı, "seni," sustu ve sonrasında gülümseyip onu itekledi. X öksürmeye başladığında Tugay elindeki silahı asla bırakmadı. O an X hepimizi öldürebilirdi ama biz ölürsek kendisi de ölecekti, bunu görebiliyordu. Silahsız girdiğimiz yerde X'in kibri yüzünden artık Tugay'ın elinde bir silah vardı. "Anlıyorsun değil mi?" diye sordu silahı kaldırıp X'e doğrultarak. "Anladığını düşünüyorum."

"Salak," dedi Marco ağzının içinde. Giray ise dayanamayıp güldü. Tam o esnada tek silah doğrultmayan Defne, belindeki silahı çıkarıp Marco ve Giray'a tuttu. Giray daha yüksek bir sesle güldüğünde Defne'nin öfkesi kat kat artıyordu.

"Neyin peşindesin?" dedi X öksürmeye devam ederken. "Planın ne?"

"Bir anlaşma sağlamak," dedi Tugay. "Ve bütün bunlara son vermek. Başka bir isteğim yok, olsaydı buraya silahlarımla, adamlarımla gelirdim. Ben ise korunmasız bir adamım. Şimdi korkaklığı bırakıp benimle şu bilardoyu oyna ve anlaşmayı konuşalım."

X, Tugay'a ve sonra hepimize baktıktan sonra en sonunda ise Tugay'ın elinde ona doğrultulan silaha odaklanıp başka bir çaresi olmadığını anlamıştı.

Tam o esnada hiç ummazken gerilip Tugay'ın yüzüne öyle sert bir yumruk indirdi ki, Tugay'ın yüzü sağa doğru döndü. Bu kez ben ileriye atıldığımda Tugay, kolunu kaldırıp beni durdurdu ve gülerek X'e baktı. "Daha sert yumruk yediğim olmuştu ama sana karşılık vermeyeceğim." Konu ben olduğunda çizgisini belli etmişti ama o an, kendi itibarını görmezden geliyordu. X bir kez daha yumruk attığında bu kez Tugay daha yüksek bir sesle güldü ve sonrasında ağzındaki kanı yere tükürdü. "Öfkene yenik düşüyorsun." Sakinliğiyle adeta X'i delirtiyordu. Bu kez yakalarını tutup onu kendine çektiğinde Tugay dilini damağına vurdu. "Bu kadar yaklaşmaman konusunda seni uyarmıştım," diye mırıldandı. "Hadi ama, abartmıyor musun sence de?"

Öfkeden titriyordum fakat hareket bile edemiyordum çünkü her hareketim birimizin canı demekti bunu biliyordum.

X, en sonunda Tugay'ı bilardo masasına doğru itekledi ve kendisi de oraya geçtiğinde ıstakalardan birisini eline aldı. Tugay ise hiç düşünmeden elindeki silahı bana uzattı, bir şey olursa kendimi koruyabilmem için. Bir ona bir silaha baktım fakat bakışlarındaki ifade o silahı elime almaktan başka bir çare bırakmıyordu.

"İlk ben başlıyorum," dedi X ve sonrasında ıstakasının ucunu tebeşirledi. "Hatta beş oyun art arda oynayacağım."

"Kural ne bilmez misiniz siz?" dedi Tugay.

"Sikerim kuralını," dedi X ve sonrasında ortadaki toplardan bir tanesine sertçe vurdu. Sonrasında bunu dört kez daha tekrar ettiğinde iki top deliklere girdi. "O aptal planınla belki burada ben öleceğim ama dördünüzün de nefes almaması için elimden gelen her şeyi yapacağım."

Tugay, sakince ıstakasını aldı ve gömleğinin kollarını biraz daha yukarıya kıvırdıktan sonra sağ eliyle ıstakanın yukarısından sol eliyle ise ucundan tuttu. "Kimsenin ölmemesi için elimden geleni yapacağım, senin bile," dedi Tugay ardından topa yavaşça vurdu ve mavi topu deliğe girdi. "Bu arada sol kolumu benden aldığınız için teşekkür ederim, görüyorsun ya ıstakanın ucu bile titremiyor, bu da beni senden bir sıfır önde kılıyor. Yanlış bir oyun seçtin, X. Sen zaten daima yanlışlar yapıyorsun."

X, öfkeyle nefesini verdikten sonra Tugay'ı omzundan itekledi ve üç kez art arda toplara vurdu fakat öfkeden sol eli öyle bir titriyordu hiçbir top deliğe girmedi. İki kez daha tekrar etti ama yine başarılı olamadı. Dişlerinin arasından nefesini verdiğinde Giray'ın "Sırtımızı döndük ama," dediğini duydum Marco'ya. "Her an bir hançer yiyebiliriz, yanlış mı yaptık?" İkisinin de gülüşü Defne'ye alır cinstendi.

"Şu oyunu bile kuralına göre oynayamıyorsun," dedi Tugay ve bir kez daha ıstakasını tuttu. Öne doğru eğildiğinde kolundaki kasları gerildi, beyaz gömleği sıkılaştı. Tek gözünü kıstığında derin bir nefes aldı ve sertçe vurduğunda en zor ve en yüksek puanlı olan topu deliğe soktu. "Ben ise tek bir hamleyle yine seni geçebiliyorum."

X, alayla gülmeye çalıştı ama gözlerinden öfke akıyordu. "Ölmeden önce son cümlelerini konuşuyorsun, piç kurusu," dedi. "Bence bana karşı değil, sevgiline karşı kullan bunu. Çünkü bir daha onunla konuşamayacaksın."

Tugay'ın bir tepki vermesini bekledim ama o "Haklısın," dedi ve sonrasında bana bakıp göz kırptı. "Nida evden çıkmadan önce bana ne söyledi biliyor musun?" Kaşlarım havalandı. "Gerçekten bir kar kraliçesine benzediğini. Ölmeden önce söyleyeyim dedim." X'in bakışları sert bir şekilde bana döndüğünde Tugay, bir kez daha ıstakasına eğildi ve yakınındaki bir topa vurdu, o da deliğe girdi. "Ne diyorsun, sevgilim?" dedi Tugay, yeniden doğrulup. "Eğer X bizim canımızı bağışlarsa evimize bir bilardo masası almalı mıyız? Bence eğlenceli olur. Biliyorsun, ben senin sözünden asla çıkmam, ne istersen o olsun."

"Planın bu değil mi?" dedi. "Benim gözümü döndürüp ölmeme neden olmak."

"Salak," dedi Marco bir kez daha.

Tugay ise bir kez daha bana döndü ve gözlerini açtı. "Bu arada söylemeyi unutmuştum, solucan olsan bile evet. Anladın sen."

"Bu bir şifre mi?" X etrafına baktı.

"Sen önceden daha akıllı bir adamdın," dedi Tugay, gülümseyerek ona dönüp. "Hangi noktadan sonra bu kadar aptallaştın? Sevgilinin aşamasında mı?" Defne'yi kastetti. "Adnan Atalar'ın sana hazırladığı plandan sonra mı?" Kendisini gösterdi. "Yoksa beni görünce heyecanlanıyor musun?"

X, oyunu tamamen bırakıp ıstakayı fırlattı ardından Tugay'ın yakasına yapıştı. "Ne istiyorsun?"

"Henüz kazanmadım ki."

"Ne istiyorsun?"

Tugay da elindeki ıstakayı yere bıraktığında salonun içinde büyük bir sessizlik vardı. "Bütün bu iç savaşın son bulmasını," dedi Tugay ciddiyetle ve sonrasında X'in bileklerini tutup itekledi. Gözlerinden gerçek bir mutsuzluk okunduğunda X, kaşlarını çattı. "Eğer kazanırsam bu iç savaşa son vermek için bir barış bayrağı kaldırıyorum senin için. Krallık'la savaşıma son vereceğim fakat tek bir şartım var." Başını salladı. "Eski sistemi geri getireceksin. Hukuk, muhalefet, hükümet, siyaset... Hepsi eskisinde olduğu gibi olacak."

X, kulaklarına inanamıyormuş gibi yüzünü buruşturdu. "Ben kazanırsam bundan ne kazancım olacak?"

"Kazanırsan bu odadaki dört kişiyi anayasaya uygun bir şekilde yargılamana izin vereceğim. Silahsızım karşı gelemem, bir savaş peşinde değilim. İdam değil, ölümler değil, işkenceler değil, bütün işlediğim suçlar adına yargılanmak istiyorum. Gerçek bir hukuk sistemiyle."

X, Tugay'ın yakalarını bıraktığında hepimizin yüzüne baktı ve sonrasında "Sizin sülalenizi sikerim," dedi yüksek bir sesle. "Burada neler oluyor?"

"Hiçbir şey," dedi Tugay ve ciddiyetle devam etti, oldukça dürüsttü. "Krallık ve örgüt arasındaki savaşın halkı mahvettiğiyle yüzleştim bugün. Sadece beni destekleyenler değil, Krallık'ı destekleyenler de aç, mutsuz ve ölümle burun buruna. Kimse mutlu değil. Bütün bunlar son bulduğunda ne olacak? Krallık kazansa ülke bir mezarlığa dönüşecek, örgüt kazansa nasıl devam edeceğini bilemeyecek. İki tarafın da elinde ister istemez masum insanların kanı var, BL örgütünü destekleyenleri düşünmemeni anlarım ama Krallık'a gönülden bağlı o kadar kişi var, onları da düşünmek zorundasın. Biz seninle aramızdaki savaşa devam ettirebiliriz ama ülkeyi yok edersek bir daha kurtuluşu olamayacak. Ben barış ve adalet istiyorum, sen ise halkını düşünmesi gereken bir Başkan'sın." Bilardo masasını gösterdi. "Bu aptal oyunun sonucunda boş ver, mantıksız konuştuğumu söyleyemezsin bana."

X alayla güldüğünde "Sen konunun hala ülke kısmında mısın piç herif?" diye sordu. "Bu ülke de halk da masumiyet de zerre sikimde değil. Krallık'ın onuru ve gururu da öyle. O babamın zamanında böyleydi, onun kadar aptal değilim, hiç olmadım."

Tam o anda, bir anda elimdeki silah birisi tarafından çekip alındığında bunu yapan kişinin Defne olduğunu gördüm. Göz göze geldiğimiz an, namlunun ucunu şakağıma yasladığında sadece ve sadece büyük bir nefretle bana bakıyordu.

X, gülmeye başladığında Tugay, bakışlarını bana çevirdi ardından şakağıma yaslanan silaha. Adamlarına baktı ve sonrasında Defne'ye. İki adam da Giray ve Marco'nun arkasına geçip silahı dayadığında X kahkaha atmaya devam etti. "Planın her ne ise," dedi gülerek. "Buradan sağ çıkmayacaksınız fakat merak etme, işkenceler içinde birkaç gün daha yaşamana izin verebilirim. Sevgilin ise benimle kalacak, onun blöfünü artık yemeyeceğim."

Tugay yeniden X'e döndüğünde burnundan nefesini verdi. "Gerçekten," dedi. "Tek niyetim barıştı."

X, onu umuramadan gülmeye devam etti ve sonrasında adamlarına tek bir emir verdi. "Götürün."

"Belki bizi şu an öldüreceksin ama sonrasında seni de öldürecekler," dedi Tugay ve yüzünde derin bir gülümseme oluştu.

"Sikik örgütün sensiz yola devam edemez."

"Örgüt değil," dedi Tugay ve sonrasında sol avcunu yukarıya kaldırdı. "Halkın seni öldürecek çünkü hepsi senden nefret edecek."

Sadece birkaç saniye, birkaç saniye X gülerek bakmaya devam etti fakat sonrasında kafasının içinde şimşekler çakmış olacak ki, o gülüşü buz gibi dondu. Sakince çenemi kaldırdığımda bakışlarımı Defne'ye çevirdim ve sonra özellikle silahı tuttuğu yerden, sol tarafımdaki küpeyi çıkarıp Tugay'ın eline bıraktım. "Defne," dedim ona bakarak. "Hoş geldin demek yok mu?"

Tugay, boğazını temizledi ve sonrasında X'in yanından geçip kalçasını bilardo masasına yasladıktan sonra sağ eliyle küpenin demir yapraklarını tek tek çıkardı. "Canım çok sıkkın," dedi Tugay, omzunu silkerek. "Çünkü çiçekleri böyle işlerime alet etmek pek hoşuma gitmedi fakat fırsata çevirip avukatımın da yüzünü güldürmek istedim, kendisi çiçekleri çok seviyor da."

X, sadece yutkundu.

Tugay, küpenin demir yapraklarını çıkardıktan sonra ortasındaki tohumun kenarındaki tırtıkları açtı. "Zaten gereğinden fazla büyüklerdi," dedim gözlerimi devirerek. "Ama çiçek işte, seviyorum ne yapayım?"

Tohum kısmını açtıktan sonra içindeki plastiğe sarılı küçük cihazı ortaya çıkardığında sol avcunun içinde tutup X'e gösterdi. "Bu ne biliyorsun değil mi?" diye sordu X'e. "Sen söylemeden söyleyeyim, evime giren şerefsizin salonuma yerleştirdiği dinleme cihazının başka bir türlüsü. Dürüst olmak gerekirse gönderdiğin kişi her kimse hâlâ kim olduğunu bilmiyorum ama hepinizden daha zeki olduğu aşikar." Yüzünü buruşturdu. "Fakat bunun da önüne geçtim, artık ona ulaşamayacaksın çünkü ellerimde."

Defne'nin elindeki silah aşağıya indiğinde korkuyla X'e baktı.

"Şimdi," dedi Tugay, cihazı havaya tutup geri tutarak. "Planımı anladın mı yoksa tane tane anlatayım mı?" Bir cevap vermesini bile beklemeden devam etti. "Eğer bizi öldürürsen ki elbette öldürebilirsin buna hakkın var, az önce konuştuğumuz her şey, Sinan Yaman tarafından halka servis edilecek. Biz öleceğiz belki ama senin cümlelerinle Krallık da zaten bitmiş olacak, sen ise köşe bucak kaçacaksın. Bizden değil artık, halkından çünkü onların inandığı Krallık'ın yok olduğunu duyacaklar."

"Seni orospu çocuğu..." dedi X, dişlerinin arasından.

"Fakat öldürmezsen..." Tugay kaşlarını çattı. "Dur bir saniye beni öldürmezsen yine bu ses kaydını halka servis edeceğim fakat merak etme, sen anlaşmayı kabul etmişsin gibi davranacağım. Bu sayede ikimiz de ölmemiş olacağız ama kazanan ben olacağım çünkü," çenesini kaldırdı, "yargılanmaya hazır, hukuka boyun eğen bir adam olarak bilecekler beni. Krallık yanlıları bile aslında insan eti yemeyecek kadar merhametli olduğumu anlayacak." Tugay güldü. "Eh tabii bir yandan da eski anayasamıza adımlar atacağız ve bu ülkeye yeniden demokrasiyi, adaleti, muhalefetin sesinin çıktığı o sistemi getireceğiz. Kısacası, X, her iki türlü de ben kazanmış olacağım ama birisinde sadece biz ölmeyeceğiz." Gözlerini kıstı. "Merak etme, Krallık'ı yok etmekten vazgeçmeyeceğim, merhametim sizin için geçerli değil ama halk, benim masumiyetime inanacak."

"Salak," dedi son kez Marco ve Giray'la birbirlerinin ellerine çaktılar.

O an, gözlerim irice açıldı çünkü Tugay'ın arabanın içinde beni neden susturduğunu anladım. En başından beri kayıt altındaydık ve Sinan, Marco'yla benim cümlelerimin hepsini duymuştu. Gözlerim Marco'ya döndüğünde onun bakışları X'in üzerindeydi.

"Üç amacım var, birinci amacım ülkeye gerçek bir özgürlük, ikinci amacım Adnan Atalar'ın istediğini yerine getirmek ve üçüncü amacım," gözlerini kıstı, "senin o siktiğimin kalbinde olmayan vicdan azabını kendimde az da olsa susturabilmek." Yaslandığı yerden doğruldu, üstten üstten X'e baktı. "Daha önce söyledim, yine tekrar edeyim. Tugay Demir Çeviker, kaybederken bile daima kazanır çünkü kumar sadece korkusuz insanların oyunudur."

...

Ne deyip ne demeyeceğimi napacağımı ne edeceğimi bilmiyorum Fatih Terim'e bağladım şu an asdfghasdfghjjyjşl düzenledikten sonra oturdum dümdüz duvarı izledim... vay be...

Tugay Demir Çeviker başkadır, Eftalya Atalar başkadır ama ikisi birlikte olduğunda tadından yenmez efenim...

Oylarınız, yorumlarınız, desteğiniz için sonsuz teşekkür ederim. Pek yakında harika haberlerim olacak size...

Soru:
-Bölümün en sevdiğiniz kısmı neresiydi?

Instagram: asliarslaan, beyazlekeofficial

Özgürlüğümüze :)

Continue Reading

You'll Also Like

19.5M 1M 53
"Karımı artık yanımda, odamda ve yatağımda görmek istiyorum!" diye bağırınca donup kaldım. Ne söylediğinin farkında mıydı? Bir başkasının kimliğiyle...
KARANLIK KOLEJ By S. LEO

Mystery / Thriller

443K 7.8K 11
GİZEM/GERİLİM içinde #1 Yıllardır sessiz sakin, başarılı öğrencilere ev sahipliği yapan, huzur dolu bir okul. Şimdiye kadar kimsenin tek bir saç tel...
1.3K 143 13
sadece huzur isteyen genç kız, kendini kahraman olmak isteyen insanların içinde, büyük bir macerada bulur. ** -"BEKLE BEKLE BEN YİNE Mİ HUZURA KAVUŞA...
3.6M 222K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...