BEYAZ LEKE

Bởi asliaarslan

32.4M 1.9M 7.2M

Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk a... Xem Thêm

BEYAZ LEKE
1. MAHKUMİYET
2. SUÇ KRALI
3. SİYAH ELDİVENLER
4. İLK TEMAS
5. SEVGİLİ MÜVEKKİLİM
6. GÖKYÜZÜ, GÜNEŞ ve HAYALLER
7. İKİ DAKİKA ON YEDİ SANİYE
8. RÜYALAR ALEMİ ve GERÇEK DÜNYA
9. DÜŞEN MASKELER
10. MAHKEME
11. SAVAŞ ÇANLARI
12. HER GÖZYAŞI BİR YANGIN
13. SAVAŞA RAĞMEN
14. ZAAFLAR ve TERCİHLER
15. SON İKİ DİLEK
16. ZEHİRLİ URGAN
17. DÖNÜM NOKTASI
18. KAR KRALİÇESİ ve ATEŞ KRALI
19. YİRMİ DOKUZUNCU KİŞİ
20. ON OCAK MİLADI
21. FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK
22. FIRTINA
23. FEDA
24. KURUCU ve LİDER
25. KAYIPLAR
26. SAÇ TELİNDEN URGAN
27. SUÇ KRALI ve KRALİÇESİ
28. TUTKUNUN NOTALARI
29. DENİZ KIZI
30. AYNANIN İKİ YÜZÜ
31. ON ALTI SAAT YİRMİ DOKUZ DAKİKA
32. YÜZÜK
33. HAYAL SAVAŞÇILARI
35. DAVET
36. ZAMANA KARŞI
37. SÖZLER ve YEMİNLER
38. AYNADAKİ YANSIMALAR

34. ONURLU BİR ADAMIN KIZI

527K 35K 89.5K
Bởi asliaarslan

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın olur mu? Fesfeeenaaa bir bölüm sizi bekliyor, sindirerek okuyun efenim detaylar derin şünkü.

Bu kitapta geçen kişiler ve kurumlar tamamen hayal ürünü olup her ayrıntısıyla kurgudan ibarettir.

Keyifli Okumalar!

Şarkılar: sia, unstoppable
Hotline, Billie Eilish
Karliene, Walk With The Devil
tutuşmuş beraber, melike şahin

Yenilmek ve kazanmak arasında çok ince bir çizgi vardı ve biz öylesine çok o ince çizginin üzerinde yürümüştük ki şimdi düşebileceğimizi hissediyordum.

Yine de ölürsem babam benimle gurur duyardı, onurlu bir ölüm olduğu için. Boyun eğmeden, bir çocuğun gözünden dünyaya bakıp onu anlayarak, çaresizlikle ama yine de kanımın son damlasına kadar savaşarak.

Başımın arkasında birleştirdiğim ellerimi yavaşça hareket ettirdim ve parmaklarım yüzüğüme doğru kaydı. Gözlerimi kapattığımda birkaç saniye nefesimi verdim; geri aldığımda ise bana mutluluğu bahşeden bu yüzüğün içinde zehir olmalıydı diye düşünmek gözlerimi doldurdu. Korku değildi, güzelliğin içinde bile zehri bulaştırmak istemek beni kötü hissettirmişti.

Gözlerimi geri açtığımda gözlerim sakin bir şekilde Tugay'ın sağ eline kaydı, yüzüğü yoktu elbette. Ama bir yanım öyle iyi biliyordu ki o zehirli yüzüğü yanından bir an bile ayırmadığını. Çünkü o Tugay Demir Çeviker'di; gururu tanıdıktı, babama benziyordu.

Çok kısık, belki de asla duyamayacağı bir şekilde sanki aklından geçenleri biliyormuşçasına "Zehri benimle paylaşacaksın," dedim, nefes bile almadan, dişlerimin arasından.

Tugay'ın beni duyduğunu yutkunmasından anladım, o da gözlerini kapattı ve geri açtığında bakışlarındaki sert ifade yerini yenilgiye değil, belki de kurtuluşa bıraktı.

İkimiz burada savaşmazsak eğer onurumuzla ölecektik; o zehri birlikte içecektik ve ben babamın kaderini yaşayacaktım.

X'in bakışları, Nida'nın üzerinde gezinirken merhamet kırıntısı aradım ama merhamet yoktu; çantasından dökülen oyuncak için de yoktu ve Nida'nın o masum sorusu için de öyle. Gülümsediğinde bu belki de Nida için bir umut demekti ama biz çok iyi biliyorduk, bir çocuğu bile aşağılıyordu.

İlk başta neden savaş bile vermediğimizi anlamamış olmalıydı ama şu an, Nida'nın o cümlelerinden sonra hepimizin amacını çözmüştü.

Yarım adım attığında Nida'ya doğru yaklaştı ve Tugay, koruma içgüdüsüyle hareket ettiğinde X'in arkasında duran adam silahı direkt Tugay'ın alnına doğru hizaladı. Bir nefes bile alması şu an onun yok olması demekti.

"Nida," dedi X, sevecen görünmeyen çalışan bir ses tonuyla lakin kötü bir oyun kurucusundan başka hiçbir şey değildi. "Beni özlemediğini söyleyemezsin, öyle değil mi?" Her şeye bir cevabı olan Nida, sessizce X'in yüzüne bakarken Tugay'ın çenesi kaskatı kesilmişti. "Benden korkuyor musun?" Nida'nın gözleri ona ardından arkasındaki adamlara ve silahlara kaydı; o kadar da saf bir kız çocuğu değildi hatta belki de bizi anlıyordu ama o silahlara bakarken gördüğü, bakışlarındaki ifade Tugay'ın anlatmaya çalıştığını bana gösterdi.

Bir çocuk için iyi bir insan ya da kötü bir insan olmanın anlamı yoktu; katildik.

"Seninle gelmek istemiyorum," dedi Nida ağzının içinde kısık bir sesle. "Çünkü sen iyi bir insan değilsin."

X, kahkaha attığında gecenin içine yıldırım gibi düştü. "Kimmiş iyi insan?" dedi aşağılayan bir ses tonuyla. "Yoksa abin mi?" Gözleri bana döndüğünde çenemi havaya kaldırdım. "Yoksa sevgili eşi mi?" Bir kez daha kahkaha attı. "Sahiden, beni düğününüze çağırmayacak mısınız? Bu havalı hareket karşısında size daha fazla hayranlık duydum."

Marco'nun sesi, aramıza balyoz gibi girdi. "Gözüne ne oldu?" diye sordu, alaylı ama bir o kadar da öfkeli bir sesle. "İnsanlar neden tek gözlü bir korsan olduğunu merak ediyor, şimdi söz etmek ister misin?"

X, ona bakmayı reddetti ama sağlam olan gözüne öfkenin dolduğunu gördüm. Tek gözü vardı, daima korsanlar gibi tek gözünü kapatıyordu ve bunu ona Marco'nun nasıl yaptığını çok merak ediyordum.

"İhanet bana tek gözümü kaybettirdi," dedi X, bakışlarını benden ayırmazken.

"Haklısın," diye atıldı Marco. "İhanetinin bedeli gözünü kaybetmekti ve ne yazık ki, Adnan Atalar, gözünü bir kavanozda saklamama izin vermeyecek kadar seni önemsemiyordu." Marco mutluluktan uzak bir şekilde güldüğünde X, daha fazla öfkelendi. "Adnan Atalar'dan söz ediyorum, yaşarken karşısına bile çıkmaya cesaret edemediğin adamdan. O olmak istediğin ama tırnağının parçası bile olamayacağın adam."

X, kendinden emin bir sesle ve özellikle bana bakarak "Toydum, o olmak isterdim; büyüdüm, o olmanın aptallık olduğunu fark ettim," dedi. "Çünkü beni yok etmeliydi fakat başarısız oldu." Tiksintiyle nefesini verdi. "Ve ben burada olduğuma, o da bir toprağın altında çürüdüğüne göre kimin kazanmış olduğu çok açık bir şekilde ortada."

"Adnan Atalar'ın haddinden fazla merhametli olduğu konusunda sana katılıyorum," dedi Tugay, sakin bir sesle. "Ona biat etmeyen birini direkt yok etmesi gerekirdi." Gülümsediğinde ne kadar zor durumda olursak olalım, o bakışlarındaki üstünlük binlerce silaha bile bedeldi. "Ama savaş henüz bitmiş değil çünkü Adnan Atalar'ın kızı hâlâ nefes alıyor ve onu kendimden bile iyi tanıyorum; o sana merhamet göstermeyecek ve dizlerinin üzerine çöktürüp biat etmeni sağlayacaktır zamanı geldiğinde. O an geldiğinde orada olacağım ve keyifle sevgili avukatımın senin merhamet için yalvartmasını izleyeceğim."

Marco kahkaha attığında X dişlerini sıkıyordu, elleri ise titremeye başlamıştı. "Hadi ama," dedi kahkahasının arasından. "Ellerimiz bomboş, bizi yok edebilirsin ama sen hala korkuyla bize bakıyorsun."

X, daha fazla öfkelendi ardından hızlı bir şekilde belinden bir silah çıkarıp benim alnıma dayadı. Bu an, sadece bir saniye sürmüştü; bir saniye içerisinde de beni yok edebilirdi ama silahı tutan eli öyle çok titriyordu ki, isabet bile ettiremeyeceğini düşünmüştüm. "Bu kadar çaresiz bir avuç insan olarak nasıl da cesursunuz ama," dedi gülümsemeye çalışarak ama sesi titriyordu. "Tam da söylediğiniz nedenlerden dolayı ilk başta avukatın beynini dağıtacağım."

Marco, dilini üç kez damağına vurdu. "Hadi ama," dedi keyifli bir sesle, rol mu yapıyordu? "Bunu yapamayacağını ikimiz de biliyoruz."

X, kaşlarını kaldırdı, gözleri benim üzerimdeydi. "Ölmeden önce son kez cesur insanlar olarak mı görünmek istiyorsunuz? İnanın umurumda değil, sizin gövde gösterinizle ilgilenmeyeceğim."

Tugay, rahat bir nefes verip "Adnan Atalar aptal değil sadece merhametli bir adamdı ama bu zamana kadar gördüğüm en zeki insanlardan birisiydi," dedi hayranlıkla. "Ve öldükten sonra bile sanki yaşıyormuşçasına kızını nasıl koruyacağını biliyordu."

Kafam karışmış bir şekilde yavaşça Tugay'a doğru döndüğümde X, namluyu alnıma daha fazla yasladı ve düşündüğümden daha uzun süre sessiz kaldı.

"Güzel," dedi Tugay. "Sanırım ne demek istediğini anladım."

"Anlamış da anlamamış gibi görünüyor, TDÇ," dedi Marco gülüşünün arasından. "Biraz daha açıklayıcı mı olsan?"

Tugay, gülümsediğinde "Haklısın," dedi Marco'ya. "X'in bazen kendini akıllı sanan bir aptal olduğunu unutuyorum." Kısık bir sesle devam etti; onu sadece ben ve X, duyduk. "Beynini siktiğimin salağı demek isterdim ama küçük kız kardeşimin önünde asla küfür etmem." Bakışları bana döndü. "Tüh," dedi alayla. "Küfür ettim, özür dilerim, güzelim. Umarım beni affedebilirsin."

Ağzımı bıçak açmıyordu, tek yapabildiğim gülümsemeye çalışmak oldu ama neler olduğunu çözemiyordum. Babam, umduğumdan daha fazlasıydı, buna alışmıştım ama şimdi çok daha fazlasıyla yüzleşiyordum.

"Sen," dedi Tugay, gözlerini kısarak. "Avukatımı esir aldığında neden onu öldürmediğini çok düşündüm." Başını ağır ağır salladı. "Sen," dedi çenesiyle işaret ederek. "Hadi ama, gözünü kırptığı an onlarca adamı yok eden adam," alayla güldü, "bir avukatı neden öldürmedin ki?" X, yutkundu. "Ve neden sonrasında onu öldürmek yerine bir anlaşma yaptın ki? Sen ki dünyanın en merhametsiz, en kötü adamı," dedi Tugay, korkuyormuş gibi bir ses tonuyla, "bir kadından mı korktun yoksa?" Dilini damağına vurdu. "Hayır, sen artık bu dünya üzerinde bile olmayan bir adamdan korktun, o adamın adı, Adnan Atalar'dı. Şöyle bir bakıldığında da adam nefes almıyorken bile seni yönetebiliyor."

"Biraz yavaş konuşmalısın," dedi Marco, kendinde emin bir sesle. O an anlamıştım, Marco ve Tugay, ben yokken daha fazla ortak olmuş ve bir o kadar da akıl birliği yapmışlardı. "Neden avukat İngiltere'ye gitmek istedi ki?" Nefesini verdi. "Çünkü bunu sen istedin."

"Çünkü aradığın İngiltere'deydi."

Kendimi kocaman bir aptal gibi hissediyordum çünkü söylenen hiçbir şeyi anlamıyordum; Tugay İngiltere'ye sadece benim için gelmemişti; onun bambaşka bir planı daha vardı ve şimdi o kozunu X'e karşı oynuyordu.

"Adnan Atalar," dedi Tugay, sesindeki hayranlığını bir kez daha gizleyemeyerek. "Seni serbest bırakırken aslında tasmanı elinde tutuyordu. Onu öldüremedin, o ölene kadar gizlendin ve sonrasında da kızının peşine düştün." Kelimelerine tane tane devam etti. "Adnan Atalar senden senin için çok önemli bir şeyi aldı ve onun yerini sadece kızı biliyor. Ve sen istediğine ulaşamadan kızını öldüremezsin çünkü sen de ölürsün, bunu biliyorsun."

"Ve İngiltere'de avukatın her adımında onun peşindeydin."

"O ise asla eski evine gitmedi."

Marco, keyifle "Elbette basının karşısındaki o evlenme teklifine kadar," dedi.

"Değil mi?" dedi Tugay, X'e. "Gördün mü nerede olduğumuzu?" Bir adım attı, X hareket bile etmeden Tugay'a baktı. "Şimdi senin hayatının garantisi, avukatın gerçekten de ellerinde." Öyle bir gülümsedi ki, duyduklarımın şaşkınlığı bir yana Tugay'ın gülümsemesindeki o kendinden eminlik X'in elinde tuttuğu silah sanki bir oyuncakmış gibi hissettirmişti. "Korkak olma da sözünün arkasında dur, bas o tetiğe şimdi," dedi Tugay, rahat bir şekilde. "Ya da," kısık bir sesle devam etti. "O siktiğimin silahını avukatımın alnından çek de ucuz oyunculuğun yüzünden güzel yüzüne bu şekilde gölge düşmesin."

Babam, öldükten sonra bile beni korumanın bir yolunu bulmuştu. Bu cümleyi içimden defalarca tekrar ederken yüzümdeki gülümseme ve kalbimin atışı artıyordu. Bütün bunları benim de düşünmem gerekiyordu çünkü tutsak almak yerine öldürebilirdi fakat günlerce aç bırakıp tercihlerle beni alaşağı ederken düşünme yetimi de kaybetmeme neden olmuştu. Sonrası ise çok büyük bir cehennem olduğu için düştüğüm çukurda çırpınmaktan başka hiçbir şey yapamamıştım.

Sanki babam yaşıyordu, sanki nefes alıyordu ve bir yerden çıkıp gelecekti, oysaki o ölmüştü ama bu yaptığı sanki yaşıyormuş gibi hissettirmişti.

Senelerce önce bana kurduğu bir cümle zihnimde döndü.

"Düşmanı yok etmek yerine onun sırlarını ya da zaaflarını bir silaha dönüştürmelisin, Eftal'im. Çünkü ölüm bir kez gerçekleşir, bir kez kurtarır seni ama sırlar ve zaaflar seni defalarca kurtarabilir."

Ölen kuşumuzu gömüyorduk, kafes ise hemen dibimizdeydi. O an bu konuşmanın anlamsızlığından ve gözyaşlarımdan ne demek istediğini anlamayarak öfkeyle "Canım acıyor," demiştim. "Sen ise saçmalıyorsun."

Babam derin bir nefesle "Zamanı geldiğinde saçmalamadığımı anlayacaksın," demişti.

Şimdi üzerinde düşündüğümde söyledikleri artık daha anlamlıydı ama Tugay'ın da Marco'nun da bilmediği, bilse bile başka bir oyunculuk sergiledikleri bir şey vardı: Ben elimde ne olduğunu bile bilmiyordum.

X, bakışlarını bana çevirdiğinde çaresiz mi, kafası karışık mı yoksa korku dolu mu göründüğümü bilmiyordum ama ben bile farkında olmadan babamın yüzümde bir gülümseme oluşturduğunu fark etmem, X'in ifadesinin korkuya dönüşmesiyle ortaya çıktı.

X, silahı sertçe aşağıya indirdiğinde Marco ve Tugay ona yem atmıştı; X ise onlara inanmıştı.

Tam gözlerimin içine bakarak "Kasanın yerini biliyorsun," dedi.

O an, Tugay ve Marco sadece bir saniye dönüp göz göze geldiler. Fark ettiğim başka bir şey daha vardı, onlar da Adnan Atalar'ın elinde ne tuttuğunu bilmiyorlardı. Bir kumardı ve X, kasa diyerek ağzından kaçırmıştı.

Ya da o da yem atıyordu.

Dudaklarımı ıslattıktan sonra oldukça profesyonel bir yalancılıkla ve üstün bir sesle "Seninle yeniden ve yeniden tanışıyor gibiyiz," dedim. "Fakat bu kez tanıştığın kişi, Ölüm Timi'nin kurucusu Adnan Atalar'ın kızı, Eftalya Atalar'dı." Arkada birleştirdiğim ellerimi açtım, hiçbir şey söyleyemedi; sağ elimi öne doğru uzattığımda kaşlarımı kaldırdım. "Hayır, elbette bu bir tanışma tokalaşması için kaldırılan el değil sadece silahı bana vermen için bir emir olarak düşün, zaten öyle bir titriyorsun ki neredeyse yere düşecek."

X, kaybetmenin değil de baş kaldıramamanın verdiği dürtüyle dişlerinin arasından öfkeli bir nefes verdiğinde o silahı bana vermesini elbette ki beklemiyordum ama kaldırıp da Tugay'ın alnına dayayacağından bihaberdim. Namlu bu kez de Tugay'ın alnını bulduğunda gözlerindeki öfke silinmiyorken "Haklısın," dedi, kabullenişle. Bütün atılan yemlere düşmüştü. "Seni öldüremem ama bu suç ortağın için geçerli değil, öyle değil mi?" Çenesi seğirdiğinde hâlâ titriyordu, Marco'nun ise artık gülüşleri yoktu. "Bunun için yapabileceğin bir şey var mı, Adnan Atalar'ın kızı, Eftalya Atalar? Yoksa baban onu koruyamadı mı?"

Ben bir cevap veremeden Tugay, "Adnan Atalar'ın beni korumasına gerek yok," dedi rahat bir sesle ama gerçekten de rahat mıydı, anlayamıyordum. Halbuki onun alnına silah dayalıyken vücuduma uğrayan o rahatlama duygusu tamamen yok olmuştu. "Çünkü ben Tugay Demir Çeviker'im. Bunun ezberlemiş olman gerekirdi."

X'in gözleri kısıldığında bakışları benden ayrılıp Tugay'a döndü. "Silahları kullanamazsın," dedi rahat bir sesle. "Savaşamazsın hatta beni öldüremezsin de. Söylesene ne yapabilirsin?" Tiksintiyle burnunu kırıştırdığında geriye doğru bir adım atıp "Nida!" diye bağırdı, yüksek bir sesle. "Sevgili abiciğinle gerçekten tanışmak ister misin? Peki ya onun koluna ne olduğunu duymak ister misin?" Nida hâlâ yere çökmüş vaziyette dururken X'e değil, Tugay'a bakıyordu. "Onun benden daha kötü bir adam olduğunu söylesem..."

Tugay'ın zaafını bulmuştu ve bu zaaf, nefes aldığımız müddetçe bizimle olacaktı. Nida hepimizi şaşırtarak "Benden daha çocuksun," dedi, gözlerim kocaman açılarak ona baktım. "Sürekli mızıkçılık yapıyorsun." X de dönüp Nida'ya baktığında ufacık bir çocuğun onunla dalga geçermiş gibi konuşması öfkesinin katlanarak artmasına neden olmuştu.

Gözü dönmüş bir şekilde silahı gökyüzüne çevirdi ve bir kurşun sıktığında gökyüzündeki kuşlar uçuşmaya başladı. Nida'nın dudakları arasından çığlık koptuğunda bu hareketinin ardından Tugay'ın neler yapabileceğini az çok biliyorduk fakat gözlerini birkaç saniye kapattığında ensesindeki eli yumruk halini aldı.

Namlu yeniden Tugay'a döndüğünde "Planlarım arasında ne vardı, biliyor musun?" diye sordu, X. "Seni alıp şehire götürmek ve orada, meydanda asılmanı sağlamak. İbret için. Yarım kalan bir işi bitirmek. Öylece bir kurşunla ölemeyecek kadar orospu çocuğusun çünkü. Senin hak ettiğin çok daha fazlası ama şu an planı değiştiriyorum." Titreyen çenesine rağmen dik tutmaya çalıştı. "Bir kurşunla seni öldürüp cesedini asacağım meydanın ortasına ve çürüyüp üzerine sinekler konana kadar orada durmanı sağlayacağım. Seni destekleyen herkes o ibret haline bakıp bunun acısıyla yaşayacak." Korkutucu gülümsemenin arasında burnundan nefesini verdi. "Ve seni sen bile kurtaramayacaksın, arkasına saklandığın kadının da kurtaramayacak."

Sadece birkaç saniye Tugay'ın gözlerinden korkunun geçtiğini gördüm. Ölüm korkusundan ziyade, kaybetme korkusuydu ama bunu sadece ben gördüm. Gülmeye başladığında kahkahası gecenin ortasına balyoz gibi indi. "Son cümleyi tekrar etsene," dedi, bütün o iğrenç ölüm tehditlerini duymazdan gelerek. "Çok hoşuma gitti. Ne dedin sen?" Bakışları bana döndü. "Duydun mu ne dedi? Arkasına saklandığım kadın da beni kurtaramayacakmış." Göz kırptı bana keyifle. "Neyse ki insanlar benim bile sana biat ettiğimi düşünmeye başlamış, bu seni daha kuvvetli kılar güzelim, muhteşem görünüyorsun."

X, Tugay'ın ego yapacağını, kibirle karşılık vereceğini düşünmüştü fakat Tugay zaten her fırsatta benim önümde ceketini iliklediğini söylerken bu cümleler onun için ödül olurdu, biliyordum.

"Bir kadının arkasına korkak gibi saklanmak seni utandırmıyor, öyle değil mi?" diye sordu.

Tugay bana bakmaya devam ederken "Yüzyıllardır değişmeyen bir gerçek var," dedi başını sallayarak. "İki kadının savaşında kazanan belirsizdir, iki erkeğin savaşında da kazanan belirsizdir fakat bir erkekle bir kadının savaşında eğer olay fiziksel güç gösterisine dönüşmezse daima kadınlar kazanır çünkü kibir her zaman kaybettirir." Bakışları X'e döndü. "Bir kadın diye aşağıladığın kişi az önce çeneni titretecek kadar seni korkuttu. Benden sana bir tavsiye, hiç kimseyi cinsiyetinden ötürü küçümseme yoksa daima kaybedersin." Başını omzuna doğru yatırdı. "Ve avukatımın hiçbir zaman arkasına saklanmasam da onun insanların gözünde büyüttüğü Tugay Demir Çeviker'i koruyabilecek kadar güçlü görünmesi gururumu okşar. Beni öldürdükten sonra manşetlere başlık olarak at bu cümleni."

"Amına koyduğumun pisliği," dedi, X, dişlerinin arasından. "Senin beynini dağıtıp..."

"Kardeşimin yanında küfür etme," dedi Giray, diğer taraftan. "Bu beni de öfkelendiriyor." Giray'ın sesi öylesine rahat geliyordu ki, bir anlık diğerlerinin varlığını unuttuğumu fark ettim ama dönüp onlara bakamayacak kadar yorgun hissediyordum tam şu an. Ne olacağını kestiremiyordum, ne yapılabileceğini de öyle. Belki de tehditlerime devam etmeliydim ama ağzımdan çıkan her cümle, attığım her yem belki de yalanımı ortaya çıkaracaktı.

X, aşağılayarak Giray'a baktı ve sonrasında Tugay'a, "Küçük köpeğin konuşmayı öğrenmiş," dedi umursamaz bir tavırla. "Halbuki aşk acısından onu ağlarken bulurum sanıyordum."

"Nasıl da bildin," dedi Giray, çekinmeyerek. "Oturdum, bana kazık atan, ihanet eden, sırtımdan bıçaklayan bir kadın için ağladım. Nasıl da güçsüzüm farkında mısın? Hadi benimle dalga geç." İkizler, X'in ayarlarıyla oynuyordu, bu çok açıktı fakat X, Giray'ı öyle bir önemsemiyordu ki, göz temasında bulunma zahmetine bile girmiyordu. "Bir gün istersen sana daha detaylı bir şekilde anlatabilirim, öyle bir ihanete uğradım ki, bir filmde izlesen ya da bir kitapta okusan bu kadarı da çok fazla derdin."

Emindim, X buraya gelirken bu kadar da rahat olacağımızı asla düşünmemişti; belki de birimizde bile korku olabileceğine inanmıştı fakat ilk kez hepsinin dönüp yüzüne baktım, hiçbirinin gözlerinde korku yoktu.

"İhanete sadece aptallar uğrar," dedi, X. "Ve sen, buradaki en aptal insansın." Kaşlarını çattı düşünüyormuş gibi. "Fakat seni en sona saklayabilirim, eğer dertleşecek bir omuz ararsan benimle konuşabilirsin."

Giray, alınmak yerine güldüğünde "İhanete aptallar da uğrar elbet," dedi, Giray. "Fakat sizin unuttuğunuz bir şey var."

"Neymiş o?"

"İhanetin farkında olduğu halde o düşmanı koynunda tutmaya devam eden kişi aptal mıdır yoksa akıllı mı?" Giray beni bozguna uğratarak arkasında birleştirdiği ellerini indirdiğinde rahat bir nefes verdi ve cebinden sigarasını çıkarıp yaktığında öne doğru bir adım attı. Namlu ona doğru döndüğünde Giray rahat bir şekilde konuşmaya devam etti. "Ben her şeyin farkında olarak elini tuttum o kadının ve siz bunu bile anlamadınız."

"Bu neyi değiştirir?" diye sordu X.

"Birçok şeyi."

"Ne gibi?"

Giray, gülümsedi ve sonrasında Tugay'a baktığında bir planı olduğunu o an anladım. Tugay'ın ise bu plana dahil olup olmadığını çözememiştim.

Giray, büyük bir nefes verdi ve sonrasında "Sana burada olacağımızı Defne söyledi," dedi rahat bir sesle. "Çünkü ona da ben söyledim, İngiltere'ye gelmeden hemen evvel."

Hepimiz birbirimize baktığımızda X'in kaşları hafifçe yukarı kalktı. Dudakları aralandı bir şey söyleyecekmiş gibi ama sanki o an Tugay her şeyi anlamış gibi yeniden kahkaha attığında ellerini birleştirdiği ensesinden ayırdı ve sonrasında yürüyüp Giray'ın elinde tuttuğu sigara paketinden o da bir tane çıkarıp yaktı. İkisi yan yana dururken ilk defa bu kadar aynı kişiydi, bakışlarına kadar.

İnsanların ise unuttuğu başka bir şey daha vardı; Giray Pusat Çeviker, Tugay Demir Çeviker'in ikiziydi. Onları yenmek oldukça zordu.

"İhanetin ardından kimseye güvenmiyorum artık ama bir kumar oynayıp her şeyi çözmem gerekiyordu," dedi Giray. "Ve ben kumarımı oynadım." Sigarasından bir duman daha çekti, X'in hemen karşısına geçti. "Görüyorum ki o kumardan kazançlı çıkacağım, bakışlarından belli."

X sadece "Söyle," diyebildi. Hareket bile etmiyordu.

"Defne," dedi, ismi dudaklarından bir küfür gibi çıkarken. "Defne'nin aşık olduğu adam sensin."

Sessizlik. Hatta öyle bir sessizlik ki, esen rüzgar bile sanki durdu. X'in ne düşündüğünü anlamak için tam gözlerinin içine baktım ama ne düşündüğünü anlayabilmek neredeyse imkansızdı. Olumlu ya da olumsuz hiçbir cevabı yoktu, gözünü kırpmadan Giray'a bakıyordu sanki ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamasın diye.

"Siz Defne ile çocukluktan beri arkadaşsınız," dedi Giray devam ettirerek. "Babalarınız çok yakın arkadaştı, sen onun kardeşini tanıyordun. İkiniz de Krallık'a bir baş kaldırı gerçekleştirmezdiniz, Defne'nin kardeşi öldürülmesiydi eğer. Sen Ölüm Timi'ne geçtin, o ise gizlenerek kendine bir sığınak aradı." Giray, kendisini gösterdi. "O sığınak bendim."

Yutkunduğumda Tugay'ın kaşları çatıldı ve gözleri Giray'a döndüğünde bu kadarını bilmediğini anlayabiliyordum.

Giray, cebinden bir fotoğraf karesi çıkarıp havaya kaldırdı. Çocukluk fotoğrafıydı, ortada bir kız çocuğu duruyordu, o kişi Defne olmalıydı. İki yanında ise erkek çocukları vardı. Sandalyelerde oturmuşlardı, Defne ikisinin omzuna elini atmış sırıtıyordu. Bakıldığında oldukça masum bir fotoğraftı ama derine inildiğinde korkutucu görünüyordu.

Giray, fotoğrafın solundaki kişiyi gösterdi. "Bu kişi kardeşiydi, söylemekten hiç çekinmedi," dedi ardından sağındaki kişiyi işaret etti. "Fakat ne zaman bu kişiyi sorsam bir cevabı yoktu. Öylesine bir arkadaş, kardeşimin arkadaşı, tanımıyorum, adını bilmiyorum... Kaçamak cevaplar daima bir kaçışın sembolüdür." Hiç çekinmeden X'in çenesini tuttu ama sert bir tutuş değildi. Çevirip başını kaldırdığında X de hareket etmeden izin verdi, sanki ne yaptığını biliyormuş gibi. Giray'ın sol eli, X'in boynuna dokunduğunda kulağının alt tarafında kalan kesik izini gördüm. Geriye çekildi, fotoğrafın sağındaki kişiyi gösterdi. "Aynı izden bu çocukta da var, öyle çok inceledim ki bu fotoğrafı, yüzünün her zerresini ezberledim. Bu çocuk sensin."

X, yine hiçbir şey söylemeden Giray'a bakıyordu ama hareketsizliğinden, elindeki silahın yeniden havaya kalkmamasından belliydi doğruluğu. Giray gülümsediğinde hayal kırıklığı ve zafer, aynı anda tebessümündeydi. "Ona ne yaptın?" diye sordu X sadece. Sesi öylesine düzdü ki, kumarın kaybedeni olma ihtimalimiz vardı.

Giray, dudaklarını büktükten sonra "Hiçbir şey," dedi. "Aptal bir aşık gibi usulca onun gitmesine izin verdim elbette. Ama bu bir şey yapmayacağım anlamına gelmez."

"Ona," dedi X. "Ne yaptın?" Sonrasında direkt arkasına baktı. "Defne'yi arayın." Defne'yi arayın. Bir kanıt niteliğinde o cümle.

Giray dilini damağına vurup küçük bir çocuğu azarlar gibi işaret parmağını salladı. "Şimdi emirleri ben veriyorum, sen ise bana uyacaksın," dedi. "Eğer o piçlerinden birisi Defne'yi ararsa bir daha arama şansın bile kalmaz." Yüzünü buruşturup Nida'ya baktı. "Çok özür dilerim, bebeğim. Beni azıcık seviyorsan kulaklarını kapatır mısın? Senin duymaman gereken şeyleri söylemem gerek çünkü diğer türlü nasıl anlatılır bilmiyorum."

Nida, kocaman gözlerle Giray'ı izlerken hızlı bir şekilde onayladı ve elleri kulaklarını kapattı. "Tamam," dedi Tugay da. "Şimdi sana öğrettiğim şarkıyı mırıldanmaya ne dersin, Nida? Geceyi senin sesin güzelleştirir."

Nida, gülümsedi ve sonrasında şarkının ritmini mırıldanmaya başladığında, Tugay'ın bana piyanoda çaldığı şarkıydı.

"Şerefini siktiğimin pisliği," dedi Giray yüzündeki gülümsemeyle. "Şimdi gözlerimin içine bak, nasıl da aptalım öyle değil mi?"

"O güvenli bir yerde," dedi X, kafası karışmış bir şekilde.

"E zaten," dedi Giray.

"Ve çevresindeki herkes de güvenilir."

"E zaten," dedi Giray bir kez daha.

"Onu kurtarmaları bir saniyelerini bile almaz."

"E zaten," dedi Giray, Tugay ise kahkaha attı.

X, dişlerinin arasından ikisine bakıp "Siz hasta mısınız lan?" dedi.

"E zaten," dedi Giray ve Tugay aynı anda. Bu kez biz de güldüğümüzde Nida hâlâ şarkısını mırıldanıyordu.

"Bana," dedi X. "Yem atıyorsun, öyle değil mi?"

"Ben yalanı sevmem," diyen Giray kendinden oldukça emindi. "Ama elbette ki ihanetin farkında olan birisi olarak uslu durmadım, sonraki adımı düşünmem gerekirdi."

"Nasıl?"

Giray'ın dudaklarında oluşan tebessüm Tugay'dan tanıdığım o tebessümle aynıydı. "Adnan Atalar'ı hiç tam anlamıyla tanıyamadım fakat bir noktada aynı yerde buluşmuşuz." Bakışları bana döndü. "Baban sırların ve zaafların bir silah olacağını düşünüyordu, öyle değil mi avukat?" Başını aşağı yukarı salladı. "Aynısı ben de düşündüğüm için koynumdaki düşmanın zaafını, kendi silahıma dönüştürdüm."

"Nasıl?" dedi bu kez X dişlerini sıkarak.

Giray, büyük bir nefes verdi. "Defne'nin bileğinden hiç çıkarmadığı bir saat var, kardeşine ait. Günlerce o saate bakıp ağladığını bilirim, ne yazık ben de üzülürdüm." Sesinde nefret vardı. "O saatin pilini çıkarmıştı, zamanı kardeşinin öldüğü saatte bırakmıştı ama keşke çıkarmasaydı çünkü isterdim ki, zaman Defne'nin öldüğü saatte donup kalsın." Üzerindeki siyah uzun kollu ince kazağından sağ elini havaya kaldırdı ardından onun da kolunda bir saat olduğunu fark ettim, dijital. İşaret parmağı, yanındaki düğmeye gitti. "Buraya gelmeden önce ve planımızı ona anlatmadan hemen önce kardeşine ait olan o saatinin içine tetikleyici koydum. Şimdi şu parmağımla düğmeye basarsam Defne'nin vücuduna o bile farkında değilken adrenalin pompalanacak, kalp atışları hızlanacak ardından nefesi kesilecek. Çevresindeki kimse ne olduğunu anlamayacak, belki de kalp krizi geçiriyor sanacaklar. Sonrasında burnundan kan gelmeye başlayacak ardından ağzından. Adeta iç kanama geçirecek, kendi kanında boğulacak ve o bile hiç çıkarmadığı saatinden bunun geldiğini anlamayacak. Hatta belki de tam ölmeden önce o saate tutanacak, kardeşine ulaşmak istermiş gibi." Gözlerim kocaman açılırken Marco, ağzının içinde küfür yuvarladı. "Ve kumarım burada başlıyor. Eğer ona aşık değilsen yani eğer o adam sen değilsen Defne'nin ölümü umurunda bile olmaz. Sonrasında bizi de öldürebilirsin ama eğer o adam sen isen şimdi biz buradan çıkıp gideriz, sen de hiçbir sikim yapamazsın çünkü onu kaybetmek istemezsin."

Defne'nin kolunda duran saatteki gibi zaman durdu gerçekten durdu. Her şey X'in dudaklarından çıkacak kelimelerde gizliydi. Bir yanım sonsuz bir şekilde emindi fakat diğer yanım ihtimallerin arkasındaydı ve o ihtimallerin bizi öldürebileceğini biliyordum.

"Gönlüm," dedi Giray. "Bizi serbest bırakmandan yana ama nedeni ölmekten korktuğum için değil, günü geldiğinde Defne'nin ölümünün gözlerimin önünde gerçekleşmesini istediğimden ötürü. Fakat diğer türlüsü de en azından ölmeden önce içimi rahatlatır."

X'in gözleri Giray'dan ayrılmıyordu, nefes bile almıyor gibiydi. Yutkunduğunda Giray ve Tugay aynı anda sigarasından bir duman çekti ve geri üflerken birbirlerine bakıp gülümsediler. Sanki bir ayna vardı ve ikisi de gerçekten şu an aynı kişiydi.

X, silah olan elini havaya kaldırdı; o silahın Giray'a yöneleceğini düşündüm fakat eli yan döndüğünde ve arkasındaki adamlara silahları indirin emri verdiğinde onun da arkasındaki adamlar şaşkınlıkla birbirine baktı.

Giray kumarını kazanmıştı; X, Defne'yi kaybetmek istemiyordu.

Giray'ın zafer kazanmış bir ifadeye bürünmesini bekledim lakin o, zaferden ziyade geride kalan bir acı kırıntısıyla X'e baktı; düşündüğünü anlamak zor değildi. Defne'nin tercih ettiği kişi X'ti, Giray ise hiçbir zaman olmamıştı.

Bizim tarafımızdakiler de ellerini indirdiklerinde kısa vadede kazanan bizdik fakat X'in bakışlarından göründüğü üzere uzun vadede onun bu savaşta olan öfkesi artmıştı.

"Sadece merakımdan soruyorum, cevap vermek zorunda değilsin," dedi Giray, stabil bir ses tonuyla. "Sevgilin her gece beni öpüyor, bana sarılıyor, benimle sevişiyordu. Bunu bilerek yaşamaya devam etmek nasıl bir histi? Çünkü ben ona bir başkasının dokunma düşüncesiyle yaşayamazdım."

X hiçbir cevap vermedi.

"Yine cevap vermek zorunda bile değilsin elbette ama İngiltere'ye gelmeden hemen önce benim kollarımda uyurken öyle bir öptü ki, sen bile görsen aşık olmadığına inanmazdın bana." Bir adım attı ve sonrasında sigara izmaritini parmaklarının arasında döndürüp X'in yüzüne fırlattı. "Beni sevmedi, bana aşık olmadı, doğrudur elbet yoksa böylesine büyük bir ihanet etmezdi ama sen, hayatın boyunca seni öptüğü her an, beni öperken ne hissettiğini düşünerek geçireceksin. Herhangi bir tartışmada acaba mı diyeceksin, gece uyurken bir anda uyanacaksın ve aklına geleceğim, kollarının arasında olan o kadının uyurken bile rüyasında beni görüp görmediğini merak edeceksin, yüzünde gülümseme oluşsa benden dolayı sanacaksın." Aşağılayarak onu süzdü. "Çünkü eminim, onun bütün rüyalarında ben olacağım. Savaşı kazanmak için koynuma gönderdiğin düşman seni içten içe çürütecek ve ben bunu yapmak için kılımı bile kıpırdatmayacağım."

X gözlerini bile kırpmıyordu; tehditler yoktu, küfürler yoktu, tek yaptığı sessizlikti. Kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını söyleyen X, şu an sanki kaybetme korkusuyla Giray'a biat ediyordu.

Tugay, geriye doğru çekilip sol elini kaldırdı ve sonrasında beni omzumdan çekip sarıldığında dudakları şakağıma dokundu. Öyle uzun öptü ki, kolum beline sarılırken gözlerimi sıkıca yumdum ve geri açtığımda bakışlarımı ona çevirdim. Bu kez alnımdan öptüğünde dudakları namlunun dokunduğu yerdeydi.

Marco öne çıktıktan sonra X'in karşısına geçti ve sonrasında elini hiç çekinmeden pantolonunun cebine attı; bir aracın anahtarını çıkarıp düğmesine bastı. İlerideki araçlardan bir tanesinin kilidi açıldığında Marco sırıtarak X'in yanağından makas aldı. "Ödünç alıyoruz," dedi. "Zamanı geldiğinde götüne sokarım, nasıl fikir?"

Diğerleri güldüğünde X öyle bir aşağılanıyordu ki, adamlardan birkaç tanesinin daha güldüğünü gördüm. Herkesin gözü önünde dönüştüğü adam, gücünü kaybetmesine neden olmuştu. Şimdi herkes Defne'nin asıl hikayesini biliyordu; itibarı zedelenmişti.

Giray, eğilip Nida'nın kulaklarından ellerini ayırdı ve sonrasında çantasındaki oyuncaklarını geri o çantaya doldurdu. "Ne oldu?" dedi Nida, heyecanla. "Bitti mi?"

"Bitti prenses," dedi Giray. "Bir daha senin oyuncaklarına göz dikmeyecek, emin olabilirsin."

Çantanın fermuarını kapatıp sırtına taktı ve sonrasında bir daha X'e bakmadan araca doğru yürüdü ardından bir anda durup "Ha bu arada," dedi sırtı dönük bir şekilde. "Arayıp saati söylerken selamımı da ilet, bana çok da güven olmaz, belki de sadece bir saat değildir onun canı. Sonuçta senelerdir benimleydi, damarından akan kana kadar bilirim onu."

O an emin olmuştum, Giray; X ve Defne'yi resmen paranoyak bir hale getirecekti.

Herkes Giray'ın peşinden yürürken geriye kalan sadece ben ve Tugay'dık; ikimiz de X'in yüzüne bakarken Tugay gülümsüyordu. "Üzülüyorum sana," dedi alayla. "Arkanda bir ordu var ama bir avuç insana durmadan kaybediyorsun çünkü unuttuğun bir şey var." İşaret parmağını kaldırıp X'in şakağına üç kez vurdu. "Silahların yenemediğini zeka yener, itaat etmek için hâlâ neyi bekliyorsun?"

X gözlerini kapattığında vücudu titriyordu; dudakları aralandı ama hiçbir şey söylemeden geri kapattı. Birkaç saniye sonunda ise "Beni hafife alıyorsun, Tugay Demir Çeviker," diye mırıldandı. "Sen de bu yüzden kaybedeceksin."

"Belki kaybederim," dedi Tugay, dürüstçe. "Fakat ben kaybetsem de benim yerime elbet bir başkası kazanacak fakat sen kaybederken bile yapayalnız olacaksın çünkü senin tek savaşın toprakları kuraklaştırmak; o topraklarda daima kaybedilebileceğini babam gibi gördüğüm gibi birisi söylemişti bana. Senin baban gibi şerefsiz değildi üstelik."

Tugay'ın eli omzumdan ayrıldı ve sol elim, protez eline tutunduğunda bir cevap bile vermesini beklemeden yanından uzaklaştık.

Adamların arasından geçerken hepsinin bakışları bizim üzerimizdeydi; Tugay ise öyle çenesi bir dik şekilde ilerliyordu ki gözlerimi ondan alamıyordum. Araçların bulunduğu yere ilerlerken Marco'nun plakayı kırdığını gördüm, takip edilmemek için. "Babam hakkında düşündüğümden daha çok şey biliyorsun," dedim kendimi tutamayarak. "Ve artık zamanı geldi, Tugay."

"Yanlış," dedi Tugay. "Baban hakkında birçok şey bilmiyorum." Gözleri bana döndü, en derinlere bakarken nefesini verdi. "Ben babanla birçok şey öğrendim."

Yutkunduğumda "Ve artık zamanı geldi," dedim. "Bana her şeyi anlatmanın." Tugay sustu. "Çünkü orada yem attın, İngiltere'deki evden babamın kasasını aldın ve..."

"Almadım," dedi. "Çünkü orada yoktu."

"Ne?" Duraksadım. "O halde nerede?"

"Bunun cevabını sen biliyorsun."

"Ne?" dedim bir kez daha.

"Sen biliyorsun," dedi yeniden. "Ve ne bildiğini bile bilmiyorsun ama söyledi baban sana." Gözlerini kıstığında kafası karışık bir şekilde ona baktım. "O kasanın yerini bir tek sen bilebilirsin, babanın sakladığı bütün sırları da öyle. Hatta bir kitap yüzünden içeri atılmasının nedenini de en iyi sen bilebilirsin. Bana senin en büyük sırdaşı olduğunu söylemişti."

"O sırların hiçbirinin sır olduğunu bile bilmeden anlattıysa nereden anlayacağım?" Hem korkuyu hissediyordum hem de dehşet içindeydim. "Babam öldü, asılarak üstelik. Onu ben öldürdüm. Üzerinden aylar geçti; o nefes almıyor ama beni koruyabiliyor. Bana söyler misin, nedir bu?"

Aracın yanına gittiğimizde Tugay, bakışlarını bana çevirdi ve binmeden önce sol eliyle saçlarımı geriye atıp "Vardır bir nedeni," dedi. "Vardır bir izi, vardır bir lekesi." Başını omzuna yatırdığında parmakları çenemi tuttu. "Ve vardır bir kaderi."

Hiç olmadığı kadar anlamlı gelen bu cümlelere karşılık "Keşke o nedeni babam bana söylese şimdi," diye fısıldadım. "Çünkü gücümü kaybettiğimi hissediyorum, olduğum kişiyi. Kayıplar beni tüketti ve babam, ben tükenmişken beni kurtarıyor. Adnan Atalar'ın kızı Eftalya Atalar artık savaşamayacak kadar güçsüz hissediyor."

Kısa bir süre sessiz kaldı ve sonrasında "Zamanı geldi," dedi. "Onu dinlemenin."

"Ne?" dediğimde aklımdan binbir düşünce geçiyordu. "Ne?" dedim bir kez daha. "O..."

"Hayır," dedi Tugay aklımdan geçeni okuyarak. "Hayır, güzelim, Adnan Atalar öldü; o gerçekten öldü." Gözlerimin dolduğunu yaş akana kadar fark etmemiştim. "Fakat yaşıyor gibi yanında olduğunu hissettireceğim sana."

"Nasıl?" dedim sesim titrerken. "Nasıl yapacaksın bunu Tugay? Kayboldum çünkü, yok oldum, bulamıyorum kendimi. Nasıl olacak bu?"

Aracın kapısı açıldı ve Gamze kafasını uzatıp "Artık binmelisiniz," dedi. "Yoksa bütün şov boşa gidecek."

Tam o esnada arkadan silah sesi yükseldi; bakışlarımı çevirdiğimde X'in adamlarından ona gülenleri tek tek vurduğunu gördüm.

Tugay, başını salladıktan sonra bakışlarını sürücü koltuğuna çevirip "Ben kullanacağım," dedi Marco'ya. "Çünkü ilk önce bir yere uğramam gerek."

"Ve sonra siktir olup gideceğiz öyle değil mi?" diyerek araçtan inen Marco bize doğru yürüdü. "Çünkü yeterince çekirge gibi zıpladığımızı hissediyorum."

"İlk önce," dedi Tugay sürücü koltuğuna doğru ilerken. Ben de arkasından yolcu koltuğuna doğru ilerledim. "Annemi ziyaret edeceğim."

Giray'ın boğuk bir sesle bir şeyler söylediğini işittim; pek anlayamasam da bir mezarının bile olmadığından söz ettiğini duyabiliyordum. Mezarı olmayan bir kadına nasıl ziyarete gidilirdi ki? Evine gidemezdik, bizi ilk bulmak isteyecekleri yer orası olurdu.

Tugay, sürücü koltuğuna oturduğunda ben de yanındaki koltuğa geçtim. Başımı çevirip diğerlerine baktığımda birbirine bakan koltuklara oturmuşlardı, Nida Giray'ın kolları altındaydı, gözleri keskin bakıyordu; yanında Marco vardı. Marco'nun yanında ise Javier.

Karşılarında ise Sinan ve Gamze.

Marco "Ve sonra eve..." derken Javier yüksek bir öğürmeyle beraber başını pencereden çıkarıp kusmaya başladı; hepimiz şaşkınlıkla ona bakarken Marco, eliyle yüzüne vurdu. Birkaç saniye sonra kafasını geri içeriye soktuğunda "Of," dedi ağzının içinde. "Adrenalinden öleceğim sandım, çok fenayım."

Marco, eliyle Javier'in ensesine vurdu, tam o esnada da Tugay, aracı çalıştırdı. "Nida bile senden daha korkusuz," dedi sert bir sesle. "Aş artık şunları."

Hepimiz ona ayıplayan bakışlar gönderiyorduk.

Nida bile.

"Özür dilerim ya," dedi ellerini kaldırıp. "Normal insani tepkilerim olduğu için. Adeta süper kahraman olduğumuzu unutmuşum."

"Marcito," dedi Nida, başını Giray'ın göğüs kafesine yaslayıp bacaklarını da onun kucağına uzatarak. "Korkusuz muyum gerçekten?" Kendimi tutamayıp güldüğümde Nida Sinan'a bakışlar gönderdi. "Korkusuzmuşum."

"Çok merak ediyorum, halk bizim bu yüzümüzü bilse ne tepki verirdi galiba?" Gamze kıkırdadı ve uzanıp Nida'nın yanağından makas aldı.

"Büyük ihtimal benim için sadece acırlardı," dedi Giray alaylı bir sesle fakat keyifli değildi.

"Hayır," diye atıldı Sinan, onun sessizliğini bozan Giray olmuştu. "Bugün aslında kim olduğunu gösterdin."

"Sahiden mumuna koyayım," dedi Marco, gözlerini kısarken. Nida'nın yanında küfür etmemeye dikkat ediyordu. "Bugün yaptığının tartışmasını elbette yapacağız ama şu an değil."

"Benim anlamadığım başka bir şey var," dedi aracı süren Tugay. Dikiz aynasından ikizine baktığında gözleri sorgulayıcı bir ifadedeydi. "Neden o adrenalini kendi saatine bağlamak yerine başka bir şeye bağlamadın?"

Merakla dönüp ona baktığımda aynı soru benim de kafamı kurcalıyordu.

"Çünkü onun ihanetinden tam olarak emin olmadan yaptım bu planı," dedi kısık bir sesle. "Eğer gün sonunda yanılsaydım, saatin diğer düğmesiyle kendimi yok edecektim ona haksızlık yaptığım için." Dudaklarım aralandığında herkesin yüzünde de aynı şaşkınlık olduğunun farkındaydım. "Evet, o kadar çok sevmiştim."

Kimse hiçbir şey söyleyemedi çünkü söylenecek hiçbir şey kalmamıştı. Yeniden önüme döndüğümde gözlerim önümdeki boş yola odaklandı, zihnimden geçen binbir düşüncenin arasında ise en makul olanı seçtim.

Aşk, mantığın bittiği noktaydı fakat ihanet, aşkı bile acımasız hale getirebiliyordu.

"Gün doğumunu izleyeceğim," dedi Tugay, birkaç dakika sonra. "Ve öyle ayrılacağım İzmir'den." Bakışları bana döndü, sağ elini uzattığında sol elim protez eline tutundu. "Çünkü söz verdim, sevgili avukatıma."

🔥

Gün doğmak üzereydi ve biz Kordon'daydık. Bir mezarlığa gitmeyeceğimizi biliyordum elbet fakat geldiğimiz yerin bir deniz kenarı olmasına hazırlıksız yakalanmıştım. Acaba demiştim, Tugay annesini denize mi emanet etti fakat o denize yaklaşmak yerine kordon boyunun en başındaki yaşlı bir ağacın önünde durmuştu. Zaten aracı da yolun yarısında bırakmış, yürümek istemişti. Yollar bomboştu, geçip giden arabalar ya da yanımızdan geçen tek tük insanlar vardı; onlar da zaten ya alkoliklerdi ya da bizi tanıyamayacak kadar kendilerinde değillerdi. Çünkü iç savaş başladıktan sonra bu saatlerde sokakta dolaşmak cesaret isterdi; silahı olmayan kimse yola çıkmazdı.

İzmir, bizim yaşadığımız şehir kadar berbat bir halde değildi elbet ama bir yandan da Krallık'ın hükmü çok daha fazla geçiyordu. Öyle ki duvarlarda BL cümlelerinden daha çok, Krallık cümleleri vardı. BL destekçileri ise azınlık olarak görünüyorlardı halbuki Krallık'ın yüksek baskısı yüzünden kendileri sokağa bile çıkamıyorlardı. Zaten büyük bir kesimi de koydukları kurallarla yanlarına almışlardı.

Erkek çocukları eğitiliyodu, küçük kız çocuklarını kendi himayelerine almışlardı, kadınların ise saçlarını kısacık kestirmişler ya onları bir yere kilitliyorlardı ya da hizmetçi gibi kullanıyorlardı.

Bizim çok büyük eksiğimiz de burada başlıyordu, kendi şehrimizde üstünlük kurabilsek de diğer şehirlerde üstünlüğümüz yoktu. Belki de Tugay'ın bahsettiği artık savaşmak yerine karşıt bir güç olacağız dediği buydu.

Tugay hemen bir adım önümdeydi, Giray ise onunla beraberdi. Hemen yan tarafımda Nida duruyordu, arada sırada bana kaçamak bakışlar atsa da göz göze geldiğimizde direkt gözlerini kaçırıyordu. Affetmeye başlamış mıydı, tam anlayamıyordum ama benden nefret etmediğine adım kadar emindim. Öyle ki, araçtan indikten sonra benden gizli gizli Tugay'a üşüyüp üşümediğimi, eğer üşüyorsam üzerindeki hırkayı verebileceğini söylemişti. Hava mayıs ayına göre oldukça serindi.

Diğerleri ilerlemiş, denize yakın bir yerlerde oturuyorlardı.

"Bu meşe ağacını annem ekmişti, senelerce önce," dedi Tugay, açıklama yapmak isteyerek. "Bir mezarı hiçbir zaman olmadı, yani gerçek bir mezardan söz ediyorum."

"Neden yoktu ki?" diye sordu Nida merakla.

Tugay ve Giray birbirine baktı, Nida, Tugay'ın nefret ettiği babasından olan kardeşiydi. Annesini aldatmış, başka bir kadınla birlikte olmuştu. Dönüp de diyemezdi, baban, annemi öldürdü ve sonra bir baltayla parçaya ayırdı.

"Neden yoktu baba?" diye sordu bir kez daha Nida.

Tugay, bakışlarını Nida'ya çevirdi ve dizlerinin üzerine çöküp sol kolunu açtı yaklaşsın diye. Nida yavaş adımlarla ilerleyip yanına gittiğinde Tugay ona sarıldı ve elini saçlarında geçirdi. "Bazı insanlar," dedi, en kötü hikayeyi bile güzelleştirerek. "Kapalı alanları sevmez, annem de sevmezdi. Ben de onu bir toprağın altına gizlemek istemedim, aldım onu yaşayan bir canlıya dönüştürdüm; ruhu da daima yaşasın diye. Hatta bak," yutkunmakta zorlandığımda Tugay, büyük meşe ağacının hemen alt tarafındaki küçük kovuğuna iki parmağını yerleştirdi ve birkaç saniye sonra küçük bir zarf çıkardı. "Bu zarfın içinde annemin son çekilen ve gülümseyen bir fotoğrafı var." Giray, elini saçlarına geçirdi ardından ensesine doğru gittiğinde gözlerinin dolduğunu fark ettim.

"Nasıl yani?" dedi Nida büyük bir heyecanla.

Tugay, zarfı yavaşça açarken Nida'nın saçlarından öptü ve sonrasında küçük bir fotoğraf karesini ortaya çıkardı. Fotoğraf kesilmişti, o fotoğrafı biliyordum, Giray ve Tugay'ın da içinde bulunduğu bir fotoğraftı.

"Annem öldüğünde gidebileceğim bir yer yoktu onunla konuşmak için," dedi Tugay kısık bir sesle. Yüzünde tebessüm vardı, acısını göstermemeye çalışıyordu ama Giray'ın gözlerinden o acıyı çok net bir şekilde görebiliyordum. O da hiçbir zaman bilmiyordu bunları, belki de öğrenmemişti. Tugay yetişkin bir adam olarak değil, bir çocuk olarak kendi elleriyle annesine bir mezar hazırlamıştı. "Ben de burayı düşündüm. Bir mezarın yanına ağaç dikmedim, annemin diktiği bir ağaca onun son gülümseyen fotoğrafını sakladım. Meşe ağaçları çok uzun yaşar, güzelim. Bu ağaç yaşadıkça annemin gülüşü ve ruhu da daima yaşayacak. Sakladım onu, kimse de yerini bilemeyecek bizden başka."

Benim de gözlerim dolduğunda Giray da dizlerinin üzerine çöktü ve fotoğrafa baktı. "Bana neden söylemedin?"

Tugay omzunu indirip kaldırdı. "Utandım çünkü çocuktum. Utandım çünkü anlamsızdı. Utandım çünkü bir kandırmacaydı." Yeniden Nida'ya baktı ve bir kez daha saçlarından öptü. "Fakat şimdi öyle gelmiyor, değil mi?"

Nida, ağaca ve fotoğrafa bakarken "Bir gün bu ağaç ölürse ne olacak?" dedi korkuyla. "Ne yapacağız? Annen de ölecek, nasıl olacak o zaman?" Tedirgin bir şekilde Tugay'a baktı. "Ya keserlerse bu ağacı ya yok ederlerse."

Tugay, gülümsedi ve sonra Nida'nın burnunun ucuna fiske vurdu. "Evimizin oraya, Eftalya bahçesine diktiğimiz o ağacı hatırlıyorsun değil mi?" diye sordu, Tugay. "Bu ağaç öldüğünde götürüp o ağaca gizleyeceğiz ardından başka başka ağaçlar da dikeceğiz. Bir gün belki buradaki birimiz," olabilecek en makul cümleyi kurmaya çalıştı, "gidersek, diğerimiz devam ettirir bunu. Mesela bir gün yaşlanacağım ben, doksan yaşıma geleceğim ve ölümsüz değilim, doksan yaşımda öleceğim." Ağzını doldura doldura konuşuyordu, keyifli gibi ama Nida'nın çoktan yüzü düşmüştü. "O zaman sen kocaman bir kadın olacaksın, belki çocukların olacak. O zaman sen de benim," bana baktı ardından Giray'a, "bizim fotoğraflarımızı gizleyeceksin ektiğimiz ağaçlara. Senden sonra bunu çocukların yapacak. Bizim ruhumuz daima yaşayacak, güzelim."

"Ama," dedi Nida burnunu çekerek ve sonrasında uzanıp Tugay'a sarıldı. "Ama ne ölmesi baba? Sen hiç ölme, lütfen ölme. Siz hiç ölmeyin. Korktum."

Tugay da ona sarıldığında yüzündeki gülümseme hızlı bir şekilde silindi, bakışları ben ve Giray'a kaydığında ağlamamak için verdiğim çaba boğazımı acıtıyordu. Ölmeyeceğim diyemedi elbet. "Ölmemek için her şeyi yapacağım," dedi sakin bir sesle.

"Doksan yaşına gelince de ölmeyin," dedi Nida sesi titrerken. "Ben size bakarım."

"Abartma prenses," dedi Giray diğer tarafından. "O yaştan sonra tamamen çekilmez bir adama dönüşürüz biz."

Fakat Nida gülmedi ve sonrasında dönüp Giray'a da sarıldı. Bir fotoğraf karesi, bir ağaç kovuğu Tugay'ın annesinin mezarıydı ve cümlelerinden anlamıştım, bir gün ölürse istediği mezarının olmamasıydı çünkü biliyordu, mezarı olursa onu bile mahvederlerdi. Gizlenmek istiyordu, ruhu bir ağaçla yaşasın istiyordu.

Ruhumuz bir ağaçla yaşasın istiyordu.

Sadece bir an, bir an olsun onun öldüğünü düşünmek kendimi engellememin bile önüne geçti ve gözümden yaşlar döküldü. Onun gülümsediği son fotoğraf karesi, bir ağacın kovuğunun içinde mi olacaktı? Doksan yaşında bunun olmasına tahammül edebilirdim çünkü elini tutarak ölürdüm ama şu an değildi, şimdi değildi, bizim hayallerimiz varken hiç değildi.

"Annen çok güzelmiş," dedi Nida fotoğrafa bakarken. "Sizi de çok seviyordur."

"Umarım beni sevmekten de öte affedebiliyordur," dedi Tugay ağaca bakıp. "Affetsin." Sesi daha fazla düştü ve son kelimesi "Affet," oldu, daha çok annesine yönelik.

Kendimi tutamayıp "Bu ağacın etrafında çiçekler eksik," dedim kaşlarımı çatarak. Sesim titriyordu, bunu engelleyemiyordum. "Hemen kökünün olduğu yere çiçek ekeceğim."

Tugay, heyecanla bana baktı, sanki küçük bir çocukmuş gibi. "Tohumu nereden bulacaksın ki?"

"Bulurum ben," dediğimde kaşlarımı çattım. "Böyle kuru kuru olmaz, vardır bir güzelliği." Tugay, çöktüğü yerden kalktığında Giray, fotoğraf karesini yeniden zarfın içine yerleştirdi ve kovuğun içine koydu. Sonrasında ise üzerini dallarla kapattı. Tugay, dik bir duruşa geçtiğinde çenem göğüs kafesine denk bir şekilde ona baktım. Yanaklarımı hızlı bir şekilde sildiğimde "Sen hep bana çiçekler aldın," dedim ağzımın içinde. "Ben de sana çiçek almış olurum. Hem sana, hem annene." Burnumu çektiğimde başımı kaldırıp ona baktım. "Ve o çiçek kök verip canlanırsa annen sana affettiğini söylemiş olur. O çiçeklerle seninle konuşur. Çok mu kötü bir fikir?"

Gözlerimin içine bakarken yeni doğmaya başlayan güneş, onun ela gözlerine çarpıyordu. "Bu hayata gelmenin bir nedeni de benim sensiz bu hayata yalnız başıma devam edemeyeceğim gerçeği," dedi. "Sen olmasan ne yapacaktım ben söylesene?" Gülümsediğimde sol elimi sıkıca tuttu ve sonrasında güneşin olduğu yere bakıp "Beş dakika," diye mırıldandı, derinden gelen bir sesle. "Sana güneşi gösterebilir miyim?" Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladığımda ağacın dibinden ayrıldı ve beni denizin kenarına doğru yürüttü hızlı adımlarla.

En sonunda hem denizi, hem de güneşin doğuşunu en güzel göreceğimiz noktaya geldiğimizde gözlerim güneşin doğduğu noktaya odaklandı. Turuncu rengi gökyüzünü boyuyordu, ay ise gitgide kayboluyordu. Denizin üzerindeki parlak kristaller sanki Tanrı'nın yeryüzüne bıraktığı elmaslarıydı. Aylar önce ben ona karların ortasında imkansız gibi ortaya çıkan güneşi göstermiştim, mahkumdu üstelik. O da şimdi bana bu kadar savaşın ortasında güneşi gösteriyordu, en parlak ışığıyla üstelik.

Elini benden uzaklaştırdı ve arkama geçtiğini fark ettim fakat ben gözlerim güneşin doğuşundan alamazken "Öyle güzel ki," dedim bir yandan da parmağımdaki yüzükle oynarken. "Sanki her gün doğumu, bizim umutlarımızı bana hissettirecek. Hissetmezsem bu yüzük bana hatırlatacak." Yorgundum, halsiz hissediyordum fakat burada, bütün bu savaşların ortasında güneşin doğuşunu izliyordum sevdiğim adamla beraber. Sanki zafer kazanmış gibiydim, sanki her şey bitmiş gibiydi. "Tugay," dedim kısık bir sesle. "Hatırlıyor musun, her şey son bulduğunda bir hayalimiz vardı. Şarap, deniz ve güneş." Başımı salladım, kalbim atıyordu. "Buraya gelelim, her şey bittikten sonra buraya gelelim, hayalimizi burada gerçekleştirelim. Hem o zaman annen için ekeceğim çiçekler de büyümüş olur."

Saçlarımda nefesini hissettim ve sonrasında kolları arkadan bana dolandı. Uzun boyu ve güçlü kollarıyla bana sımsıkı sarıldığında çenesi başımın tepesine denk geldi. Sırtım, güçlü göğüs kafesindeydi. Kolları öyle sıkı dolandı ki bana çok daha fazlasını istedim; çok daha fazlasını, biraz daha fazlasını. Hatta şu an hiç bitmesin istedim.

Fakat o anda, Tugay'ın elinde tuttuğu bir mektupla, bir kitabı gördüm.

Mektubun üzerinde kızıma, Eftal'ime yazıyordu. Kitap ise eskimiş, 1984'dü. Belki de babama ait olan.

"Tugay," diye fısıldadım ellerim titrerken.

Benden uzaklaşmadan zarfı önümde tuttu, kolları hala vücudumdaydı. "Bu mektubu baban bana verdiğinde en doğru zamanı bileceğimi söylemişti. Hatta demişti ki, beni anlayacağı zaman ver bu mektubu ona, benden nefret etmeyeceği zaman ver. Çünkü baban, ondan nefret edeceğini düşünüyordu, tıpkı benim annemin benden nefret edeceğini düşünmem gibi." Nefesini verdiğinde saçlarımda dudakları dolaştı. "Bu kitabı ise İngiltere'deki evinizden aldım ve anladım ki asıl okuduğu kitap buymuş, altı çizili, notlarla dolu bir kitap. Benim anlayamadığım ve belki de senin anlayabileceğin birçok şifre." Yavaşça ikisini de elinden aldığımda tir tir titriyordum. "Şimdi seni yalnız bırakmamı ister misin yoksa..."

"Kal," dedim, zarfı çevirirken. "Kal ve bir an bile benden uzaklaşma çünkü sana yaslanmazsam her an düşebilirim."

"Ve ben her an sen düşme diye bu şekilde sarılırım sana," dedi Tugay hızlı bir şekilde. "Arkana saklanmak desin millet, umurumda değil ben sırtına duvar olmaya devam edeceğim çünkü en beklenmeyen darbeleri sırtına vururlar insanların."

Yanağı yanağıma dokundu ardından saçlarımdan öptü ve sonrasında daha sıkı bir şekilde sarıldı.

Büyük bir nefes verdim, gözlerimi kapattım ve geri açtığımda korkudan ziyade huzuru hissettiğimi fark ettim. O benimle konuşacaktı, babam benimle konuşacaktı; nasıl ondan nefret edebileceğimi düşünebilirdi? Ben her gün onun için kendimi affedemezken üstelik.

Zarfı açtım ardından içindeki dörde katlanmış kağıdı çıkardım. Titreyen ellerimle mektubu da açtığımda babamın o güzel el yazısıyla karşılaştım.

Sevgili güzeller güzeli kızım Eftal'im, diye başlıyordu mektup. Ve ilk cümleden gözlerimden yaşlar dökülmeye başlamıştı.

Bu mektubu sana idamıma günler kala yazıyorum. Yüzünde bir gülümseme oluşturmak, bir baba gibi umut vermek isterdim ama boynuma bağlanacak bir urgan varken ne kadar umutlu konuşabilirim bilmiyorum. Ölmekten korkuyorum elbet, korkmuyorum diyemem ama canımın acısı değil mesele. Korkuyorum çünkü onurumu kaybetmek demek, Adnan Atalar'ın gerçekten ölmesi demek. Ya beni yalvartırlarsa? Ya tehdit ederlerse sizin canınızla? Ailemin canıyla tehdit ederlerse?

Benim onurumla ölmeme yardım edeceksin biliyorum, bu bir babanın en acımasız yalvarışı biliyorum ama başka bir çarem kalmadı. Hayır, bu yüzden kendini suçlama çünkü ben giderken arkamda onurumla beraber size harika bir dünya bırakmak için çabalıyorum.

Ve bütün çabam da bir tek ailem için oldu.

Dünyaya gözlerini açtığında tam kalbinin üzerinde minicik bir beyaz leke vardı. O leke, benim nezdimde saflığın simgesiydi. Bütün karanlığa rağmen senin kalbin, bir ışıkla doğdu; o ışık benim hayatıma neşeyi getirdi.

Hayır, her zaman söylediğim gibi annenin laflarına aldırış etme, o seni seviyor sadece mükemmeli istiyor; beyaz lekeler onun için kusur ise bırak annen için öyle kalsın, benim için mükemmelik demek.

Sakın annenden nefret etme ve şimdi bu mektubu okuduktan sonra gidip onu gör, küsme, sırtını dönme, koru onu; çünkü o korkuyor. O bizim gibi korkusuz değil. Ona hâlâ aşık olmamı suç gibi görme, aşk mantığın bittiği noktadır, annen benim en mantıksız tarafımdı. Kendin için olmasa bile sev onu, koru ve yaşat.

Meryem'in acıyan yerlerden öp tek tek ardından onu bütün bu kötülüklerden uzak tut, biliyorum o çok uzun seneler yaşayacak çünkü gücünü henüz küçük bir çocukken gösterdi bize. Tek istediğim benim gerçekte kim olduğumu ona gösterme, ölümümle yüzleştirme, silah tutan elimi ona anlatma. Bırak beni sadece ona masal okuyan bir baba olarak hatırlasın.

Sarıl ikisini, yaşat ailemizi çünkü ben başaramadım, sen başaracaksın, biliyorum. Benden daha güçlüsün, daha akıllısın ve daha acımasızsın. Ben acımasızlığı öğrenemedim, sen öğrendiğinde yaşatabileceksin onları.

Gözyaşlarım mektuba damlarken daha fazla ayakta duramadım ve yere dizlerimin üzerine çöktüğümde Tugay da benimle beraber yere çöktü. Bakışlarım güneşe döndüğünde orada bir yerlerde sanki beni izliyormuş gibi hissetmiştim.

Ve ben ailemizi yaşatamamıştım.

Ama eğer onları kaybettiysen yıkılma, biliyorum, kayıplar insanı tüketir ama sen tükenme çünkü benim varisim, gururum, onurum ve geriye kalan en güçlü yanım sensin. Gözlerinin içindeki ateşin bir an bile söndüğünü görmedim, gösterme kimseye de. İnancını köreltmesinler, seni mahvetmesinler.

Eğer onları kaybettiysen benimle beraber oldukları düşün, benim yanımdalar ve güvendeler. Fakat biz üçümüz burada olacağız sen ise gücünle, adınla ve gururunla yaşamaya devam edeceksin.

Çünkü ben Ölüm Timi'ni en çok senin için kurdum, o gözlerindeki ateş, geleceğin ve hayatın için. Ölüm Timi'nin asıl sahibi sensin. Yönet, savaş, kazan.

Şimdi çeneni kaldır ve acımasızlığınla ama bir yandan da merhametinle ilerlemeye devam et. Bütün dünya benim gücümü bilmese de olur ama Adnan Atalar'ın kızının kim olduğunu bilsin; bilsin ki biz seneler geçse bile onurumuzla anılalım.

Evet acımasızlaş ama hayır, çiçekleri sevmekten vazgeçme.
Evet nefret et ama hayır, sevgiden bir an bile vazgeçme.
Evet kork ama hayır, cesaretinden hiç vazgeçme.
Evet kendin için yaşa ama hayır birine hayatını adamaktan da vazgeçme.
Evet mantıklı ol ama hayır aşktan sakın vazgeçme.

Parmağında takılı olan ve özel olarak yaptığım güneş yüzüğün geleceğin demek, o gelecek sizin için var olacak, en huzurlu ve en parlak şekilde.

Gözyaşlarımın arasından kocaman gözlerle Tugay'a baktığımda onun da gözlerinin dolduğunu gördüm. "Bu yüzük babamın hediyesi miydi?" diye sordum.

5 sene öncesi...

Tugay Demir Çeviker'in gözleri, Adnan Atalar'ın masasında duran Eftalya Atalar'ın fotoğrafındaydı. Eliyle bir yandan ritim tutarken diğer yandan da gözlerini fotoğraftan ayırmıyordu. Gülümsemesine öyle bir odaklanmıştı ki kapının açıldığını ve içeriye Adnan Atalar'ın girdiğini bile fark etmemişti.

Birkaç dakika öylece kaldı Adnan Atalar ardından Tugay Demir Çeviker'in fotoğrafa odaklanan bakışlarından onu fark etmediğini anladı. Boğazını temizlediğinde ve masaya doğru ilerlediğinde Tugay hızlı bir şekilde duruşunu düzeltti. "Genelde dikkatli bir adamsındır, evlat," dedi Adnan Atalar bozuntuya vermeden. "Neye dalmıştın öyle?"

"Hiç," dedi Tugay, normalde hiçbir şekilde kekelemezken o an tedirginlikle kekeleyerek. "Sadece düşünüyordum."

Adnan Atalar sandalyesinde otururken ellerini birleştirdi ve sakince gülümseyip "Neyi?" dedi.

Tugay, bir cevap veremedi ve bakışlarını kaçırdıktan sonra "Neden aceleyle çağırdın?" diye sordu lafı değiştirip. "Eğer örgütle alakalı sorman gereken bir şeyler..."

"Veda etmek istedim."

"Ne?"

Adnan Atalar rahat bir nefes verdi. "Çünkü yasaklı bir kitabı okurken beni yakalayacaklar ve sonrasında hapishaneye tıkacaklar, büyük ihtimal en sonunda da idam edecekler, idam yasası gelmediği halde biliyorum bunu."

Tugay'ın dudakları aralandığında yutkundu. "Neden?" diye sordu.

Adnan Atalar cevap vermedi.

"Neden?" dedi bir kez daha.

"Çünkü," dedi Adnan Atalar. "Ailem yaşasın istiyorum, ben özgür olduğum sürece onları yok edecekler."

Tugay, o an "Ben varım," dedi, sesinde korku vardı. Adnan Atalar, geçen zamanda ona eksikliğini hissettiği babalığı vermişti; onsuz ilerleyebilirdi ama onunla geçtiği yollar daha güvenli olurmuş gibi geliyordu. "Ben korurum sizi."

Adnan Atalar gülümseyip başını omzuna yatırdığında "Biliyorum," dedi kendinden emin bir sesle. "İşte bu yüzden seni çağırdım çünkü ilerleyeceğimiz yollarımız var ama öncesinde..." kaşları çatıldı ve göz ucuyla yeniden kızının fotoğrafına baktı. "Sana bir hediye vermek istiyorum."

Tugay'ın kafası o kadar çok karışmıştı ki hediye umurunda bile değildi ama sanki Adnan Atalar'ın tek düşündüğü buydu. "Ne hediyesinden söz ediyorsun?" dedi ve ayağa kalktı. "Bana hapishaneye gireceğini söyledikten sonra hediyeden mi söz ediyorsun?"

Adnan Atalar masasının çekmecesini açarken "Neden?" diye sordu kızgın bir sesle. "Savaşın ortasında güzellikler konuşulmaz mı? Sadece savaşı mı konuşacağız biz?"

Zaman Tugay Demir Çeviker'i Adnan Atalar'a dönüştürecekti. Bir mahkumken bile hücreyi güzelleştirmeye çalışacaktı, hayatının en büyük dersini o odanın içinde almıştı.

"Savaşın ortasında bütün güzellikleri mahvederler çünkü. Savaşın ortasında her şeye zarar verirler," dedi Tugay kendinden emin bir sesle. "Sen bir savaşı kazanmaktan söz ediyorsun, Adnan Atalar. Ben ise bir savaşı yok etmekten söz ediyorum."

Adnan Atalar, umutla gülümsedi. "Zaten savaşları kazanmaktan öte o savaşlarda dönüştüğün insana bakmalısın, evlat. Zor olan toprakları kanla, bombayla, silahlarla kurak hale getirmek değildir; zor olan o kurak topraklarda yeniden çiçek açmasını sağlamaktır. Ne olursa olsun, inancını kaybetme."

"Ne demek istiyorsun?"

"Savaşın ortasında güzellikleri mahvetmelerini izin verme, aksine mahvolan her şeyi, her kötülüğün üzerini güzelliklerle kapat." Çekmeceden çıkardığı yüzük kutusunu masanın ortasına koydu. "Sen bana bir yüzük hediye ettin, içi zehir doluydu ve bu kötüydü. Ben şimdi sana bir yüzük armağan ediyorum, dünyanın belki de en güzel yüzüğü. Kötülüğü, güzellikle kapatıyorum. Bir gün aşık olduğun kadına ver bu yüzüğü," dedi sesindeki derin anlamla, "ve o yüzük, ruh eşinin kalbine güneşin doğmasına neden olsun."

Tugay sanki bir silahla vurulmuş gibi sarsıldığında "Aşk mı?" diye sordu şaşkınlıkla.

Adnan Atalar başını ağır ağır aşağı yukarı salladı. "Evet," dedi. "Ve ben ölmeden önce eğer oralarda bir yerlerde olursan son duyduğum cümlenin güzel olmasını sağla, o yüzüğü aşık olduğun kadının parmağına takacağını söyle."

Şimdi

"Devam et," dedi Tugay sadece. "O zaten sana gereken her şeyi söylüyor." Bakışlarım yeniden mektuba döndü.

"Eğer parmağında şu an bir yüzük yoksa söylediklerime aldırış etme, hayatta bir gün yanılmış olayım fakat ben aşkı tanırım, birinin gözünün içine baktığımda anlarım. İçimden bir ses, sen bu mektubu okurken o yüzüğü takmış olacağını söylüyor. Eğer öyleyse her dokunduğunda sadece aşkı değil, babanın da senin kalbinin arkasında durduğunu hisset. Çünkü ben seni ona, onu da sana emanet ediyorum.

Adımı yaşat, adını yaşat, bizi yaşat. Düştüğün yerden doğrulmadan da dizlerinin üzerinde savaşmaya devam et ama hiçbir zaman vazgeçme; sen vazgeçersen bu dünya, geleceğin çocukları ve geçmişte acı çeken kimse huzur bulamayacak.

Sen vazgeçersen güzel kızım, o göğüs kafesindeki parlak ışığa tutunup savaştığım her şey boşa gitmiş olacak. Sen vazgeçersen Eftal'im, ben gerçekten ölmüş olacağım.

İmkansızı başar, kurak topraklarda çiçekler açtır; o zaman ben özgür kalacağım.
Biz özgür kalacağız.
Dünya özgürlüğe kavuşacak.

Sizin için ölecek ve sizi daima sevecek babanız,
Adnan Atalar"

Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum ve neredeyse nefesim kesilmek üzereydi. Mektubu katlayıp yerine koyduğum gibi hızlı bir şekilde kitabın sayfalarını açmaya başladım. Fazlasıyla eskimiş olan kitabın içinde birçok not vardı ve bazı cümlelerin altı öyle bir çizilmişti ki, hareket dahi edemeden her cümleyi tekrar tekrar okudum.

Ve her cümle sanki babamın cümleleri gibiydi; o cümlelerin yaşaması gerektiğini hissediyordum.

Damarlarımdaki kanıma kadar hissettim gücümü ve ellerim bu kez hırstan titremeye başladı. Kaybetmiştim, ailemi. Kaybetmiştim babamı. Kaybetmiştim, her şeyi. Vazgeçirmeye çalışmışlardı ve bir aptal gibi ben de vazgeçmiştim ama şimdi görüyordum, Eftalya Atalar asla vazgeçmemeliydi. Kendimi unutmuştum, kaybolmuştum; uğruna savaştığım kişi sevdiklerimin yaşaması için değildi artık.

Uğruna savaştığım ilk önce sevdiklerimin huzurlu uykuları için ardından gerçek bir özgürlük içindi çünkü babamın da benden tek dileği buydu.

Yasaklı bir kitabı okuduğu için idam ettirmişlerdi babamı, o yasaklı kitabın altı çizili cümlelerini tek tek insanlara ezberletmek benim için görevdi.

Başımı kaldırdım, çenemi ve güneşe doğru baktım. Gözlerimden yaşlar dökülmeye devam ederken bu kez acıdan daha çok gururu hissediyordum; babamın bana olan sonsuz güvenini hissediyordum.

"Ben Eftalya Atalar'ım, gücümün ve kaybettiğim cesaretimin farkına yeniden varıyorum, nasıl da kaybolmuşum aslında."

Büyük bir nefes verdim ve çöktüğüm yerden ayağa kalkarken bir elimde mektup vardı, diğer elimde ise o kitap.

"Hayır, eksik söyledim," diye fısıldadım, derin bir nefesle. "Ben sadece Eftalya Atalar değilmişim, ben Adnan Atalar'ın kızı Eftalya Atalar'ım. Kim olduğumun farkına varmamı sağlayan tam olarak bu cümle çünkü babamı artık gerçekten tanıyorum." Bakışlarımı güneşten ayırdım ve Tugay'a doğru baktım; ela gözleri parlıyordu ve kolları belimdeydi. "İlk önce bütün kötülüklerin ortasında kurak topraklara çiçekler ekeceğim babamın onuru için. İmkansızı gerçekleştirecek onları yaşatacağım çünkü dünya üzerindeki her çiçek onun ruhuna bir hediye olacak ardından en çok da babam için bu savaşı kazanacağım."

Tugay'ın gözlerindeki hayranlık, her zaman gördüğüm bir hayranlık gibi değildi. Öyle ki sanki o benim ruh eşim olması bir yana sanki gururla beni izleyen bir askerimdi, suç ortağımdı. Onun gözlerindeki gurur, babamın bana her baktığında gördüğüm gururuyla çok benziyordu.

Elleri belimden yukarıya çıktı ve yüzümü kavradığında eğilip dudaklarımdan öptü. Derin bir nefes verdikten sonra nemli dudakları öyle bir ihtiyaçla hareket etmeden beni öptü ki ben de onun yüzünü ellerimin arasına aldım. Yeni doğan güneş, ikimizin ortasında pasparlak bir ışıktı, tıpkı babamın bahsettiği göğüs kafesimdeki o ışık gibi.

"Ve ben," dedi geriye çekilerek. "Bütün bunlar gerçekleşirken bir yandan da hayranlıkla Adnan Atalar'ın kızını izleyecek, en güzel çiçekleri onun için toplayacağım. Bak diyeceğim savaşı kazandığımızda, bu çiçekler özgürlüğümüzün simgesi, nasıl da imkansızı bile başardın sevgili avukatım." Gülümsemesi derinleşti, o sevdiğim gülümsemesi yüzündeyken başını omzuna doğru yatırdı. "Sevgili avukatım," dedi bir kez daha. "Ve bir gün gerçekten sevgili eşim olacaksın."

Yutkunduğumda babamın benim bile haberim yokken bizim için yaptırdığı yüzüğe gözüm kaydı, elim Tugay'ın göğüs kafesindeydi. Baş parmağımla yavaşça okşadım ve zihnimin içinde yanan bütün mumlar kocaman bir yangın olana kadar düşünmeye devam ettim.

Ve sonrasında gülümseyerek Tugay'a baktığımda "İlk önce bu şehri kurtaracağız ardından diğer şehirlerin kendi kendilerini kurtarmalarını izleyeceğiz," dedim. "Hiçbir yere gitmiyoruz, bir planım var."

"Nasıl yani?"

Derin bir nefes verdim ve geriye doğru bir adım attım. "Bu akşama kadar, bu sessiz şehri çığlığa dönüştüreceğiz," diye mırıldandım. "İlk önce Krallık'ın bu şehre atadığı kıdemli Başkan'ı yok edeceğim ardından mahzenlerde sakladıkları insanları özgürleştireceğim, doğurganlığı elinden alınacak kadınları hastanelerden kurtaracağım. En sonunda susturulan askerleri kendi yanımıza çekeceğim. Bütün duvarlara," kitabı havaya kaldırdım, "altı çizili cümlelerden yazdıracağım ve en sonunda gün batarken bu şehri Krallık'ın değil, BL ve Ölüm Timi'nin yönetmesine izin vereceğim. Kontrolü ise bizim elimizde olacak." Tugay beni dinlerken kaşları havadaydı. "Çünkü şu an hiç kimse bu şehirde kalıp bunu yapabileceğimizi düşünmüyor, en fazla susturulan şehir, en fazla çığlığa gebe olan şehirdir."

Tugay, yutkundu ve bana bakarken ondan bile daha fazla delirdiğimi gördüğünü anladım.

"Ne oldu?" dedim kaşlarımı çatarak. "Bana yardım etmeyecek misin? Karşı mı geleceksin?"

Tugay, aynı şekilde bana bakmaya devam ederken "Marco!" diye bağırdı yaklaşık otuz adım ötemize doğru. Hep beraber oturuyorlardı. "İzmir'de Krallık'ın arasında sızdırdığımız askerlerimizi harekete geçir, bir şey sorarlarsa da Tugay Demir Çeviker'in sevgili avukatının geri döndüğünü söyle. Bu şehri bugün gün batımına kadar Krallık'ın elinden kurtaracağız, emri sevgilim eşim veriyor, boynum kıldan ince." Sol elimi kaldırdı, avcumun içindeki yanıktan öptü ve sonrasında da yüzüğün üzerinden. "Ve ben de emrindeyim, güzelim, ölmemi istersen hemen ölebilirim, yeter ki iste."

Gün Batımına Altı Saat

Elimde tuttuğum silah birazcık bile titremiyordu; geride kalanların adamların cansız bedenlerine baktığımda ise ürpermiyordum bile. Üzerimde simsiyah bir tulum vardı, ellerimde beyaz eldivenler. Beyaz eldivenlerin yarısı kana bulanmıştı.

Silahın ucunda ise yatağında huzurlu uyurken ölüme yakalanan şehrin Başkan'ı duruyordu. Krallık Büyük Başkan'ı korumak konusunda oldukça iyiyken sadece bu eve, beş koruma koyabilmişti. Kimse bizim sessiz bir savaş başlatabileceğimizi düşünmüyordu bu şehirde.

"Son mahzenin yeri nerede?" dedi Sinan, bir ayağıyla sertçe Başkan'ın bacağına bastırırken. Başkan'ın gözleri ise korkuyla benim üzerimdeydi. "Beş tane olduğunu biliyorum, dallama."

"Al," dedi kekeleyerek. "Alsancak, Krallık binasının altında." Yutkundu ve titreyen vücuduyla son bir kez daha kurtulmaya çalıştı ama Sinan daha sert bir şekilde bacağına bastırdı.

Tugay ve Giray aşağıdaydı, Gamze hastanelerdeki kadınları kurtarmak için Ölüm Timi'nin buradaki askerleriyle harekete geçmişti, kan çıkmaması konusunda uyarmıştık fakat çoktan vahşeti başlattığına emindim çünkü bu şehirde bizi destekleyenler düşündüğümden daha fazlaydı. Marco ve Javier ise mahzenlere doğru harekete çoktan geçmişti. Nida ise Tugay ve Giray'ın küçükken saklandıkları bir ağaç evde tatlı uykusundaydı. Bildiği kadarıyla biz küçük çocukların gidemediği bir yere gidecektik ama elbette dönerken ona istediği cipsten alacaktık.

"Listeye bak," dedim, Sinan'a. "Babamın idamı için onay vermiş mi?"

Büyükşehirlere atanan Başkanların imzası olmadan birini idam etmeleri imkansızdı.

Sinan, bir emirmiş gibi kafasını salladı ve Başkan "Hayır," dedi kekeleyerek. "Hayır, ben o adamı çok seviyordum ve suçsuz bir yere asıldığına eminim. Bak kütüphaneme bak, onun okuduğu kitaptan var, izin verirsen hemen gösteririm, eğer göstermezsen ne yapabilirim bilmiyorum ama..."

"Onay vermiş," dedi Sinan sakince.

Sinan'a başımı salladım ve Başkan'a döndüm. "Hayır," dedi bir kez daha. "Hayır, bunu asla yapmadım, yerime imza verdiklerine eminim, Adnan Atalar'ın..." Daha fazla konuşmasına izin vermeden tek bir kurşunla alnından vurduğumda yüzüme kan sıçradı, Sinan'ın bacağına da öyle. Tam o esnada içeriye Tugay ve Giray girdi.

Tugay'ın altında siyah kargo pantolonu vardı, üzerinde siyah yarım kollu tişörtü, ellerinde ise siyah eldivenleri. Yüzündeki kar maskesini yukarıya sıyırırken şaşkınlıkla "Bu kadar çabuk mu?" diye sordu.

Şarjörü değiştirirken geriye çekildim ve kar maskesini aşağıya indirip ona doğru yürüdüm. "Çok konuşuyordu, sıkıldım, öldürdüm." Başımla Sinan'a işaret verdim. "Gidelim."

Tugay'ın yanından geçerken arkamdan ıslık çaldı ardından kolunu omzuma atıp merdivenleri inerken ayağının ucuyla önümüzdeki cansız bedeni itekledi. "Çok can sıkıcı oluyorlar öyle değil mi?" dedi soğukkanlılıkla. Güldüğümde sertçe kar maskesini aşağıya indirdim, Tugay ise kulağıma doğru eğilirken beni kendisine sertçe çekti. "Ve biraz daha nefes kesici olmaya devam edersen gün batımına kadar bile dayanamayacağım."

Merdivenin son basamağındayken "Yoksa beni omzuna alıp kaçırır mısın?" diye sordum, hapishanedeki o günü hatırlayarak.

Tugay güldü ve sonrasında gözleri dudaklarıma inerken "Bu kez aldığım yer omzum değil, kucağım olacak ve sen çırılçıplak bir şekilde sadece gözlerimin içine bakacaksın," dedi.

Dudaklarım aralandı ve öksürmeye başladığımda "Kesinlikle vahşet seni delirtiyor," dedim ama gülüyordum.

"Kesinlikle senin vahşetin benim dengelerimle oynuyor," dedi. Geriye çekildi ve eliyle asker selamı verdi. "Emret, şimdi ne yapacağız?"

Başımı iki yana salladım ve sonrasında Giray ve Sinan'a da bakarak "Alsancak'taki mahzene gideceğiz," dedim. "Marco'ya bize destek göndermesini söylersin öyle değil mi?"

"Elbette, güzelim. Elbette. Sen yeter ki emret."

Gün Batımına Üç Saat

Mahzenin içinde kanın kokusu hakimdi; yerlerde ise onlarca ölü Krallık adamı duruyordu. Maalesef halktan insanlardan da ölenler olmuştu fakat bu Krallık'ın adamlarının yanında hiçbir şeydi. Çünkü Marco'nun gönderdiği adamlar tam teçhizatlı gelmiş, mahzende kalan birçok insanın da silahlanmasına neden olmuştu. Zaten genelde mahzene atılanlar en fazla sesini çıkaranlardı, çoğu polis ya da askerdi. Aralarında kadınlar da vardı bunu görmek fazlasıyla şaşırtıcı olmuştu. Çünkü genelde kadınları köleleştirmişler, köleleştiremediklerini mahzene kilitlemişlerdi.

Çocuklar ise Marco'nun şu an kurtardığı mahzendeydi, Krallık'ın ileri gelen adamlarının yanında tutsak olan çocuklara ulaşmak ise halkın elinde olacaktı çünkü kendileri, çocuklarının nerede olduğunu biliyorlardı.

Şehirdeki o sessizlik gitmiş, yerini çığlıklara, silah seslerine ve bir yandan da evlerinde oturan insanların baş kaldırılarına bırakmıştı. Artık kimse susmuyordu, Krallık yanlıları ise azınlık olduklarının farkına varmışlardı. Bütün sokaklar, caddeler savaş içerisindeydi ama bir o kadar da özgürlerdi çünkü seslerini çıkarabiliyordu. Bütün televizyon kanalları, radyolar, internet, her yer bu şehri konuşuyordu ama hiçbiri şu an için hazırlıklı olamadıkları için engel olamıyorlardı, engel olmaya çalışmaları da sadece zaman kaybettiriyordu.

Sırtım duvara yaslıyken karşımdaki duvarda duran Tugay'la göz göze geldim. Elini kaldırıp üçe kadar saydı ardından üçüncüde ikimiz de içeriye silahlarla girdiğimizde ve kurşunları sıktığımızda iki Krallık adamı yere yığıldı. Tugay, sırtını benim sırtıma verdiğinde ben de ona yaslandım ve daire şeklinde döndük.

Giray ve Sinan da ilerideki duvarın arkasındalardı.

Tugay, başka bir adamı daha vurduğunda bu kez hızlı bir şekilde önüme geçti ve belimden tutup beni kendine çekerken hemen arkama bir kurşun sıktı; bir adamın çığlık sesini işittiğimde Tugay beni kucaklayıp diğer tarafa döndürdü ve diğer tarafa baktığında bu kez oraya da bir kurşun sıktı. Gülmeye başladığımda ne olursa olsun, üzerimdeki adrenalini çekip alıyordu. "Ne oldu?" dedi yeniden bizi duvarın arkasına gizlerken.

Tam o esnada hemen arkasından yerde sürünerek ona doğru yaklaşan eli bıçaklı Krallık'a ait adamı vurdum. Zaten son nefesini vermek üzereyken ayaklarımızın dibine devrildiğinde sırtından vurmuştum. "Tüh," dedim, Tugay'a ve paçalarına bakarak. "Kan oldu, çok özür dilerim."

Tugay, kahkaha attığında dişlerini sıkarak "Seni," dedi ve sonra sustu.

"Beni," dedim gözlerimi açarak.

"İmdat! Yardım edin bana, lütfen!" Bir kadın sesiyle bakışlarımız o yöne döndüğünde Krallık'ın bir adamının kadının üzerine çıktığında ve onu boğmaya çalıştığını gördük. Hareketlendik fakat tam o esnada Giray, arkadan adamın yüzüne öyle bir tekme savurdu ki, bütün o sese rağmen adamın çenesinin kırılma sesi kulaklarımıza doldu. Yerdeyken bir tekme daha attı ardından bir tekme daha ve sonrasında silahı çıkardığı gibi adamı alnından vurdu.

Yerdeki kadın sürünerek geriye giderken duvarın dibine sokuldu ve korkuyla Giray'ın yüzüne baktı. Sarışındı, saçları yamuk kesilmişti ve gözlerinin yeşili pasparlaktı. Üzerindeki tişört yırtılmıştı, altında kısa bir şort vardı. Ayakları çıplaktı. Baş kaldırıp mahzene atılan kadınlardan birisiydi, başına gelenlerini düşünmek bile beni mahvediyordu.

Giray, kadının yanına gidip elini öne doğru uzattı ve sonrasında belinden başka bir silah çıkardı. "Kendini korumazsan ölürsün."

Kadın korkak bir sesle "Ben silah kullanmayı bilmiyorum ki," dedi ve daha fazla duvarın dibine sokuldu. "Benimle beraber altı kadın daha vardı, öldü mü onlar? Arkadaşlarımdı onlar benim." Etrafına baktı, maalesef iki kadın yerde ölüydü, diğer üç kadın ise kaçmış olmalıydı. Bakışları yeniden Giray'a kaydı. "Öldürecekler beni, çok korkuyorum." Silaha baktı elini uzatmak istedi ama başını iki yana salladı. "Lütfen beni çıkar buradan." Bakışları uzaktaki bize döndü. "Lütfen," dedi ağlayarak. "Annemi görmek istiyorum, nerede olduğunu bilmiyorum. Lütfen."

Biz bir tepki bile veremeden, Giray öne doğru kanlı eldivenli elini uzattı ardından kanı fark edince pantolonuna sildi ve yeniden uzattığında "Arkamdan ayrılma," dedi keskin bir emirle. "Ve ağlamaktan vazgeç."

"Ama çok korkuyorum," dedi kadın titreyerek.

Giray, elini çenesiyle gösterdi. "Ben seni koruyacağım."

Kıpkırmızı gözlerle bir kez daha bize baktı ve sonrasında çekingen bir şekilde titreyerek uzanıp Giray'ın elini tuttu. Giray, onu arkasına alırken siper oldu ve bizim olduğumuz tarafa doğru yürüttü.

Tam o esnada Tugay, kulağındaki kulaklığa bastırıp "Dinliyorum," dedi. Marco bir şeyler söylerken kar maskesine rağmen derin tebessümünü her zerremle hissettim. "Güzel," dedi, başını sallayarak. "Oraya geliyoruz." Sadece bir tane mahzen kalmıştı ve orayı da tamamladılar gibi görünüyordu, toplanma noktası Krallık binasıydı çünkü BL destekleyicileri binanın çevresine etten duvar örmüştü; her bir hamle, o masum insanların canına zarar vermek demekti. Bizim için koruma oluyorlardı.

Neredeyse on dakika sonra bulunduğumuz mahzende silah sesleri sustuğunda Tugay'ın emriyle arka kapıdan çıktık ve bizimle beraber yirmiye yakın asker de çıktı.

Bir de sarışın kadın, Giray'la beraber.

"Ne yapıyoruz?" dedi Giray, cebinden sigarasını çıkarıp Tugay'a bakarak. Dudaklarının arasına yerleştirdiğinde sarışın kadın hemen omzunun arkasında benimle bakışıyordu, vücudu korkudan titrerken o kadar çaresiz görünüyordu ki gidebilecek hiçbir yeri olmadığını o an anladım.

"Son mahzen de halledildi," dedi Tugay ve sonrasında kar maskesini yukarıya sıyırdığında Giray'ın elindeki sigara paketini aldı. "Krallık yanlıları engellemeye çalışıyormuş ama oldukça başarısızlar. Şehir o kadar boktan halde ki bu işimize yaradı, avukatım haklı çıktı, bunu yapabileceğimizi asla düşünmediler."

Sarışın kadın öksürmeye başladığında kekeleyerek "Sen," dedi. "Sen, Tugay Demir Çeviker'sin." Bir adım attı ve sonrasında bir adım daha ardından bakışları bana döndüğünde algısının geri geldiğini fark ettim. Gözleri eldivenlerime kaydı. "Sen Eftalya Atalar'sın," dedi ve gözleri bu kez öyle bir doldu ki, aniden beni çekip sıkıca sarıldı ve ağlamaya başladı. "Lütfen," dedi ağlayarak. "Bana yardım et." Geriye çekildi, bana baktı ve bir kez daha sarıldı; gözlerim kocaman açılırken kollarım beline dolandı. "Lütfen beni buradan götür." Tugay'a baktı ve en sonunda Giray'a döndü. Sinan, korumak istermiş gibi yanıma geldiğinde o kadının zararsız olduğunu sarıldığı kollarından bile belliydi. Sadece halktan birisiydi ve mahvolmuştu. "Lütfen," dedi Giray'a. "Lütfen beni buradan götürün."

Giray da yavaşça kar maskesini yukarıya doğru sıyırdığında sarışın kadın karşısında Giray Pusat Çeviker'i görmeyi beklemediği her halinden belliydi. Dudakları aralandığında Giray, "Annen nerede?" diye sordu. Sarışın kadın cevap vermedi ve dolu gözlerle ona bakmaya devam etti ardından bakışlarını kaçırdı. "Annen nerede? Neredeyse onu kurtarabiliriz," dedi Giray bir kez daha.

Sessizlik devam ettiğinde kendimi tutamayarak "Yalan söyledi," dedim başımı sallayarak. "Annesi zaten çoktan öldü." Sarışın kız bana baktığında daha kısık bir sesle ağlamaya devam etti. "Tek istediği onu kurtarmandı."

Giray, afalladığında dudaklarının arasındaki sigarayı yavaşça çekti. "Yalan söylemesen de seni kurtarırdım."

"Kimse kimseyi kurtarmıyor artık," dedi kız hem sert hem de korkak bir ses tonuyla. "Kimse kimseye yardım etmiyor. Herkes savaş içerisinde ve kendi canının derdinde. Annemi gözümün önünde öldürdüler evde. Babamın bedenini ise ibret için yaktılar. Kaçabildim ama düştüğüm yer burası oldu, bana burada yaptıkları..." Sustu ardından daha yüksek bir sesle ağlarken "Lütfen," dedi. "Lütfen beni buradan götürün. İstediğiniz her şeyi yaparım."

Giray yutkunduğunda kızın gözlerinden yaşlar art arda dökülüyordu.

"Silah kullanamıyorsun öyle değil mi?" diye sordu Tugay, sakince.

"Hayır."

"Daha önce hiç birini öldürdün mü?" dedi bu kez.

"Hayır, tabii ki," dedi hem korkuyla hem de dehşetle. "Çok normal bir şey gibi soruyorsunuz."

"Peki ne iş yapıyordun? Bütün bunlardan önce?" O an anlamıştım, Tugay örgütte bir yer ayarlamaya çalışıyordu.

"Öğretmen," dedi kekeleyerek. "Sınıf öğretmeniydim ben."

Tugay kaşlarını kaldırdığında ben de bıkkın bir nefes verdim. "Ne yapabiliyorsun peki?" diye sordu Giray.

"Sizin gibi hiçbir şeyi yapamam," dedi kız. "Ama çabuk öğrenirim. Hem güzel yemek yapabiliyorum, çiçeklere de bakabilirim," bakışları direkt bana döndü, "yani eğer isterseniz evdeki birçok şeyi..."

"Seni köle olarak yanımızda götüreceğimizi düşündüren ne?" diye sordu Giray baskın bir sesle. "Biz Krallık değiliz, ayrıca bahçıvana ya da aşçıya ihtiyacımız olursa kendi işimizi kendimiz hallederiz, bu kadar değersiz görme kendini."

Sarışın kız kocaman gözlerle Giray'a baktığında "Sadece işe yaramaya çalışıyordum," dedi ve elleriyle oynamaya başladı. "Beni sadece bu şehirden götürmeniz bile yeterli, belki sizin gittiğiniz yerde daha güvenli bir yer bulabilirim ve orada yaşarsam..."

"Peki silah kullanmayı öğrenmek ister misin?" diye sordu Giray bu kez.

Kız şaşkınlıkla "Korkarım," dedi.

"İster misin peki?" diye diretti Giray.

"Evet," dedi kekeleyerek.

"Peki sence birini öldürebilir misin yoksa öldüremeyip kusar mısın?"

"Öldüremeyip kusarım hatta bayılırım."

"Harika," dedi Tugay'a. "Tam ayarında." Kıza baktı, çenesini kaldırdı. "Sana ilk önce kendini korumayı öğreteceğim ardından silahları ve en sonunda da harika bir katil olacaksın." Sarışın kız irkildi. "Tamam, sonuncu şakaydı, sakin olabilirsin."

Dakikalardır ilk kez tebessüm ettiğini gördüm kızın ve sonrasında "Yani," dedi Giray'a. "Gelecek miyim sizinle?"

Bakışlarım Tugay'a döndüğünde onun gözleri Giray'dan ayrılmıyordu ardından "Evet," döküldü dudaklarından. "Geleceksin."

Kız bu kez dişlerini göstererek gülümsediğinde heyecanla "Annem hemşireydi," dedi. "Ondan birçok şey öğrendim, iğne vurabiliyorum, dikiş atabiliyorum, pansumanda da iyiyimdir." Giray'a yaklaştı ve kolundaki çiziğe baktı. "Dikiş istemez ama pansuman yapabilirim, olur mu?" Bize baktı. "Size de yardım ederim ve..."

"Adın ne?" diye sordu Giray, bütün bunları duymazdan gelerek.

Kız çekingen bir şekilde "Lena," dedi. "İbranice'de Magdalalı kadın demek. Arapça'da bizden birisi, Yunanca'da ise günışığı ya da ayışığı anlamına geliyor."

Giray kendini tutamayarak gülümsediğinde biz de güldük. "Anladım, Magdalalı kadın, bizden birisi ve günışığı ya da ayışığı." Başını iki yana salladı. "Bir işe yaramana gerek yok, bu düşünceden çık."

"Senin adın ne?" dedi Lena.

Giray kaşlarını çattı. "Bilmiyor musun?"

"Biliyorum ama şaka yaptım." Hepimiz birbirimize baktık, kız ise utançla gözlerini kaçırdı. "Sanırım komik değildi."

Giray ise sakin bir şekilde "Adım Giray Pusat," dedi. "Giray kuvvetli prens demek, Pusat ise silah. Soyadımı da öğrenmek ister misin?"

Lena gülümsedi. "Yanlış hatırlamıyorsam Çeviker olması gerek."

Giray güldü ve sigarasından son dumanı çekerken Tugay'la birbirimize baktık, Tugay ise kaşlarını kaldırırken bana hayat işte bakışı attı.

Birkaç dakika sonra ise kulaklığa bastırıp "Evet," dedi ve sonrasında ise "Geliyoruz," dedi. Bakışları bana döndüğünde başını aşağı yukarı salladı. "Gün batmak üzere güzelim, şimdi sıra sende."

Gün Batımı

Kendimi ilk kez bu kadar çok olmam gereken yerde hissediyordum ve bu öyle bir histi ki, kalbimin atışlarının en büyük sebebi, babama karşı duyduğum minnet, sevgi ve özlemdi.

Şehir savaş alanıydı, duvarlarda 1984 kitabından cümleler yer alıyordu; Krallık baş kaldırıya meydan okuyamıyordu ve diğer bütün sessiz şehirler de yavaş yavaş harekete geçmişti. Hiçbir tepki vermeyen insanlar bile sokaklarda haklarını savunuyorlardı.

Hemen çaprazımdaki duvarda 1984 kitabından "Düşünün, çünkü henüz yasaklanmadı" yazıyordu. Babamın en çok altını çizdiği cümleydi.

Diğer tarafa baktım.

"Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler."
1984, George Orwell
Adnan Atalar için sesli oku!

Yanına yıldız atmıştı babam bu cümlenin.

"Zeki bir insana en büyük işkence, cahillerin tercih ettiği düzende yaşamaktır."
1984, George Orwell
Adnan Atalar için sesli oku!

Bu cümlenin hemen yanına not düşmüştü babam. UNUTMA! yazıyordu.

"Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan onları yendin demektir."
1984, George Orwell
Adnan Atalar için sesli oku!

Babamın en çok altını çizdiği cümle, hemen karşımdaydı. Öyle bir çizmişti ki, neredeyse kağıt yırtılmıştı.

"Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir."
1984, George Orwell
Adnan Atalar için sesli oku!

Şehrin her yerinde babamın okuyup da idam edilmesine neden olan kitaptan cümleler vardı. Hiçbirini ben yazmamıştım ama hepsi benim emrimle gerçekleşmişti. Fakat Marco'nun söylediğine bazı insanlar, bu baş kaldırıya ortak olup ellerinde kitaplarla bizzat cümlelerini de duvarlara yazmışlardı.

Ben sadece ve sadece tek bir cümle yazmıştım, o ise hemen arkamdaki Krallık binasının duvarında yazılıydı.

"İmkansızı başar, kurak topraklarda çiçekler açtır; o zaman ben özgür kalacağım.
Biz özgür kalacağız.
Dünya özgürlüğe kavuşacak."

ÖLÜM TİMİ KURUCUSU
ADNAN ATALAR

Yazının hemen önündeydim, üzerimdeki kıyafetler yırtılmıştı, yüzümde kan lekeleri vardı biliyordum hatta berbat göründüğüme emindim ama bunların hiçbirisi umurumda değildi. Tam karşımda kocaman bir topluluk duruyordu, hepsinin ağzında BL, Ölüm Timi, benim adım, Tugay'ın adını vardı.

Hepsinin ağzından özgürlük nidaları dökülüyordu.

Duvarın önünde, benim bir adım ardımda ise Tugay Demir Çeviker duruyordu; ellerini biat edermiş gibi önünde birleştirmişti, gözleri hayranlıkla bana bakıyordu. Ben de dahil herkes saygıyla önünde duracak demişti, bunu ilk o gerçekleştiriyordu, herkesin gözü önünde.

Birilerinin elinde telefonlar vardı, tam şu anın kayıtlara geçtiğine emindim. Öyle ki kalabalığın hemen arkasında burayı girip engel olmaya çalışan Krallık yanlılarıyla adamları duruyordu. Tepemizde bir helikopter dönüyordu ama hiçbirisi şu an bunu gerçekleştiremiyordu çünkü halkın çığlığını susturmak ölümle sonuçlanırsa artık kendi çevresindekileri de kaybederlerdi.

Elbette bir gün içerisinde şehir bizim avcumuzda değildi lakin artık eskisi gibi de zor olmayacağı çok açıktı.

Öne doğru bir adım attım ardından bir adım daha. Tugay da benimle beraber ilerlediğinde yüzündeki gülümseme daha da derinleşti.

Çenemi havaya kaldırdım, gözlerim dolduğunda bu kez hüzünden değildi; bu kez gerçekten gerçek Eftalya'yı bulduğumdan ötürüydü.

Elimi cebime attım ardından Marco'nun bana verdiği kum saatini havaya kaldırdım. Çevirmeden önce "Ben Eftalya Atalar, ismimin anlamı artık sadece çiçek," dedim. "BL örgüt lideri ve Ölüm Timi kurucusunun kızıyım; tek isteğim sadece ve sadece özgürlük. İlk önce babamın ruhu ardından bizim ve sonra geleceğimiz için." Kum saatini çevirdiğimde gülümsedim; bütün karanlığa rağmen. "Krallık için ise zaman doluyor artık bizi yenebilmeniz imkansız."

...

Bu bölümü öyle bir seviyorum ki aklımı hayalimi durduruyor. Adnan Atalar'ın yaşamıyorken bile kurtarışı, Giray'ın planı, ağaç sahnesi, mektup ve elbette sonrası... Oluk oluk Beyaz Leke bölümüydü, tam anlamıyla hem de. Epey hissettim onları hehej

Destekleriniz ve emeğiniz için sonsuz teşekkür ederiiimmm. Birlikte yükseliyoruz.

Instagram: asliarslaan, beyazlekeofficial

Özgürlüğümüze :)

Đọc tiếp

Bạn Cũng Sẽ Thích

249 65 12
oradan buradan alıntılar
26.4K 1.7K 21
Bir parti neleri değiştirebilir?
376 95 7
Fısıltılar yükseliyor, büyüler ardı ardına ışık misali sönüyordu etrafımı karanlık ve kirli uğultular sarmış her biri Yaşam Tanrıçasına şükranlarını...
35.6K 3.1K 18
"Ben erkeklerden hoşlanıyorum. Hani şu siki olanlar var ya, onlardan. " • Park Seme Jimin Min Uke Yoongi • 29 Mayıs 2018 • 14 Ağustos 2018 ~ 7...