Lilith'in Gözyaşları

Af kedilimedi

1M 65.5K 67.7K

"Bana cehennemi yaşatmana rağmen, sen benim cennetimsin Meira." Fantastik değildir. DİKKAT! Bu kitapta cinaye... Mere

uyarı
1. Tehlike Çanları
2. Yanlış Ellerde Otorite
3. Kaç Küçük Tavşan!
4. Şımarık Velet
5. Kanayan Yaralar
6. Sarhoşlar Doğruyu Söyler
7. Beyaz Elbise
8. Tutsak
9. Siyah Kuğu
10. Tehlikeli Oyunlar
11. Dişe Diş, Kana Kan!
12. Yabancı
13. Ateşle Dans
14. Zindandan Yıllar
15. Beyaz Kuğu ve Kurt
16. Timsah Gözyaşları
17. Sınır-sızlar
18. Ait Olduğun O Yer
19. Kırık Kalpler Senfonisi
20. Sıcak Temas
21. ''Ateşle Oynama.''
22. Son Akşam Yemeği
24. Kanlı Kar
25. Sözleşme
26. Sıcak Soğuk
27. Tiramisu ve Sarışın
28. On Altı Buçuk
29. Varis
30. Zehirli Sarmaşık
31. Kardan Beyaz
32. Geceden Kara
33. Siyah Atlı Prens
34. Ölümle Dans
35. Yan Yana
36. Dost Düşman
37. Hayalet ve Sarışın
38. Nefesin Nefesime
Kısa Bir Ara

23. Maskeli Balo

22K 1.4K 1.4K
Af kedilimedi

○●

Not: Geçmiş sahneleri, kitabın olay örgüsüne doğru bir şekilde hakim olabilmek için oldukça önemli. Bundan sonra, Meira'nın ne yaptığıyla ilgili işlerin karanlık bir boyuta ulaştığı yere kadar bir geçmiş ve bir gelecek olacak şekilde gidişatı okuyacağımızı söylemiştim önceden. Bu 4-5 bölüm kadar böyle devam edecek, hikayemin yazım biçimi budur.

Ayrıca bu hikayenin asıl konusu, entrikası, rengi Meira'nın geçmişi ve geçmişte ne yaptığıdır zaten, bunu öğrenmek üzere çıktığımız bir macerada hemen her şeyi öğrenmeyi bekleyemezsiniz. Kaldı ki Meira'nın yaptığı 'şey' tekdüze bir kabahat değil, öyle basitçe şunu yaptı işte, diye açıklayamam. Şu anki olay örgüsüne olan yetersiz hakimiyetinizle Meira'nın ne yaptığını derin ve detaylı olarak işlemeden anlatsam anlayamazsınız bile. Bu yüzden hikayedeki her detay, her kısım, hatta monologlar dahi yapboz parçalarını birleştirebilmek adına çok önemli. Birini kaçırırsanız diğerini anlayamazsınız, takip edemez ve sonra da 'anlamadım' diye sorup durursunuz.

Kısacası kitabımın tarzı budur, beğenmeyenlere ve aynı şeyleri tekrar edip duranlara kitaptan çıkıp kütüphaneden silme seçeneği olduğunu hatırlatmak istedim.

Diğerlerine de iyi okumalar dilerim:3

Bölüm Oy Sınırı: 300




"Prensesi, Kötü Kraldan Kurtar!"

Bölüm Yirmi Üç

"Maskeli Balo."

Uygar Karaşah

Cold Blooded - Chris Grey

6 yıl önce...

1 Mayıs 2013


Her yerde baş döndüren, ağaçlara kadar tırmanmış ışıklandırmalar, birbiri ardına bahçeye giren sarı kırmızı plakalı milyonluk araçlar, valeler, silahlı korumalar ve Katalan modernizmini andıran zengin mimarisiyle devasa bir malikane...

Ve burası Meira'nın evi bile değildi. Babasının sosyete ile bağlantısını çeşitli etkinliklerle bu malikanede yönettiğini duymuştum. Yalnızca iş ve eğlence için kullandıkları bir tür yemek salonuydu adeta.

Mert de hemen az önce arabasından inmiş ve gömleğinin yakalarını düzeltirken eğlenen bir ifadeyle karşısında durduğumuz şatafata bakmıştı.

''Şu işe bak,'' diyordu kravatını sıkarken. ''Babası bir Arap şeyhi olabilir mi?''

Anca Araplar sever bu kadar gösterişi, diye düşünmeden edemedim. Suç dünyasında sessizlik, gösterişsizlik göze batmamak adına yazılı olmayan elzem bir kural olsa da Araplar'da bu tam tersi gibidir; ne kadar kanlıysa parası o kadar parlar altından süsleri.

Ceketimin önünü ilikledim. Mert ve Uygar. Takım kostüm içerisinde iki iblis; dışarıdan alımlı görünüşleri, pahalı kıyafetleri, cilalı ayakkabıları ve az önce valeye teslim ettikleri lüks arabalarıyla buraya ait gibi görünüyorlar.

Devil Wears Prada, derken doğruyu söylüyorlarmış.

Ama aslında bu görünüme, ortama yabancı kalmayışımıza rağmen çok uzaktık sosyeteye. İkimiz de nefret ederdik sinek kaydı tıraşlı, makam araçlı tarikatçı ibnelerden.

İkiyüzlü ve iktidar yancısı olmaları mı desem, arka planda yürüttükleri pis işlere rağmen ekranda göstermeyi sevdikleri sahte güler yüzlülükleri ve hiç siklemedikleri kanserli çocuklar için yaptıkları bağışların karşılığı olarak gazetelerde boy boy sergilenecek, 'bak ben zengin, cömert ve iyi biriyim' manşetleri mi desem, onlara dair birçok şey midemi bulandırıyordu.

Ben sütten çıkma ak kaşık olduğum için değil tabii, en azından görkemli bir suçlu olmaktansa alçakgönüllü ve elbette dürüst bir suçlu olmayı seçmiştim. Beni hiçbir magazin dergisinde, 'şu kadar bağışladı!' deyip aynı hayır kurumunda kara para aklarken göremezdiniz.

Dürüst bir iblistim ben, boynuzlarımı da diken kuyruğumu da saklamazdım.

Belki Meira dışında, diye parantez açmalıydım bu sava fakat hâlâ kendim üzerimde çalışıyordum.

Etraf koruma kaynıyordu, birilerinin bu kadar önemli misafiri koruması gerekiyordu sonuçta. Girişte davetiyeleri kontrol ederken üstler de aranmış, bir kadının tırnak törpüsüne dahi el konulmuştu.

Baloya gelecek olan iki denyoyu paketleyip yerlerine geçmiştik. Maskelerle gizlediğimiz yüzümüz ve diğer bütün erkeklerinkine benzeyen takım kostümlerimizle herhangi bir şekilde ayırt edilmemiz imkansızdı.

Benimki siyah bir maskeydi, dudaklarım da dahil bütün yüzümü, hatlarıma uygun kıvrımlarla kaplıyor, beni gizliyordu.

Mert'inki ise yalnızca gözlerini kapatıyordu, dudakları göz önündeydi ve keyifli sırıtmasını seçebiliyordum.

İçerisi de dışarısı kadar görkemliydi, bütün bu tasarım işlerinden, mimariden bir halt anlamaz, ilgilenmezdim de lakin insanı kendisine baktıran ve taştan işlemelerinde kaybettiren bir çekimi vardı her detayın. Ne süslü ve gürültülü bir hayattı bu böyle...

Kalabalığın ve bunca görkemin arasında Meira'yı aramaya başladım. 3 katlı olmasına rağmen devasa tavanlarıyla 10 katlı bir bina gibi gelen bu yapıda, bir şekilde ailesinin kulağına gidebileceğinden çekinerek, Meira'nın başını derde sokmamak için kimselere sormadan kendimiz bulmaya çalıştık onu.

Ve bulduk da. Üst katta sıcak, göz yoran bir ışığın ve devasa avizenin parıldayan kristallerinin altında dans ediyordu biriyle.

Kalabalığın ortalarındaydı; incecik belini korseyle saran ve eteğine doğru bollaşan fırfırlı toz pembe elbisesi, salık bukleli saçlarına arkadan bağladığı kurdelesi ve dantelli eldivenleri içinde zarif hareketlerle salınışı olduğum yere mıhladı beni birden.

Onda kutsal bir varlığın yaşadığını hep düşünmüşümdür zaten fakat şimdi onu böyle, anca masallardan fırlamış olabilecek bir yerde, o güzel elbisesi ve dudaklarına eklenen dalgın tebessümle görünce onun gerçek bir prenses olduğuna bütün kalbimle inandım gerçekten de.

Onu en son birkaç hafta önce görmüştüm. Odama geldiği ve tabancamla az kalsın kendini vuracağı için ona sertçe çıkıştığım akşamın ardından o güzel yüzünü asmış ve bana gizlemişti kendisini. Beni kendisinden mahrum bırakarak sert bir ceza vermişti bana. Sanki, 'işte, kalbimi kırıp canımı sıkarsan seni bensiz bırakır, böyle eziyet ederim sana!' demenin bir yoluydu bu. Doğrusu beni nasıl mahvedeceğini keşfetmiş olmasına canım sıkılmadı değil. Bu silahı da sürekli bana doğru tutacağından endişelenmiyor değildim.

Kalabalığın arasından geçtiğimiz sırada bakışlarım bir tek Meira'ya kilitlenmişti, başka hiç kimseyi ve hiçbir şeyi görmüyordum. Altından buklelerinin her adımında, küçük omuzlarını her hareket ettirişinde zıplayışı, gözlerini karşısındaki genç kızdan ayırmadan arada ona yaklaşarak kulağına bir şeyler fısıldayışı, etraftaki ışığı bir ayna gibi yansıtan gözlerindeki hayat dolu parıltı...

Meira da diğer herkes gibi maske takıyordu, yalnız gözlerini kapatan dantelli, kenarından tüyün yükseldiği bir maskeydi fakat bu kalabalığın içinde, bu loş ışığın altında, bir maskenin ardında dahi olsa bütün salon tanıyordu onu. Herkesin gözü onun üzerindeydi sanki, onun yaydığı ışığa hayrandı.

Kalbim duracak sandım. Bu gecenin ne kadar önemli bir gece olduğunun bilincinde olduğum içindi belki kalbimdeki bu sıkışıklığın sebebi. Ona attığım her adımda bu farkındalık daha da arttı, ona yaklaştıkça, yüzlerce insanla dolu bu salonda onun o ölüp bittiğim kokusunu duyumsamaya başlayınca ellerim de titredi gerginlikle.

Meira'ya hayran olmakla fazlasıyla meşgul olduğum için onun dans ettiği kızın Öykü olduğunu dahi fark edememiştim.

Meira'nın hemen arkasındaydım ''hanımlar,'' diye onları kibarca bölerken. ''Sizi ayırmak zorundayım,'' dedim ve ikisi henüz ne döndüğünü anlayamazken ben Meira'yı kolundan tutup karşısına geçtim, Mert de aynısını Öykü için yaptı.

Şimdi Meira benim kollarımın arasındaydı, küçük elini avucum arasına almış ve onu belinden tutup kendime doğru çekmiştim. Her şey saniyeler kadar kısa bir süre içerisinde gerçekleşirken bir sonraki saniyeleri de neler döndüğünü anlamak ve uyum sağlamaya çalışmakla geçirmek zorunda kaldı.

Maskenin ardında parıldayan yemyeşil gözleri kocaman kocaman aralanmıştı. ''Sen...'' diyebildi anca, dönüp az ötedeki ikiliye, Mert ve Öykü'ye de baktı. Öykü'nün sorgu suali çoktan bitmiş, hemen kabullenmiş, hatta kıkırdamalar eşliğinde kendisini seve seve Mert'in kollarına bırakmıştı bile.

Meira ise bana döndüğü gibi, ''inanamıyorum sana!'' diye azarladı beni ve kendisini geriye çekmeye çalıştı ama dışarıdan bir problem yaşadığımızı belli etmeyecek bir şekilde bu çabasını engelledim.

Meira'ya doğru eğildim, ''bağırırsan korkunç baban beni tanıyabilir,'' diye fısıldadım ona.

Fakat benim bu rahat tavrıma nazaran Meira korkmuş görünüyor, dört açtığı gözleriyle etrafa tedirgin bakışlar atıyordu. ''Uygar...'' derken de kavrayışımdan kendisini çekip kurtarmaya ve bunu fark ettirmeden yapmaya çalıştı.

Ama ne Arap şeyhi psikopat babasından ne de onun makam sahibi ortaklarından korkmuyordum, bu yüzden onun gitmesine izin vermedim. Bu gece bütün sorunları çözecektim, buna çoktan karar vermiştim.

Meira ise onu bırakmayacağımı anlayınca mecburen bana daha da yanaştı, sözlerle beni yumuşatmaya, ikna etmeye çalışırcasına alçak, yumuşak bir sesle, ''ne yaptığının farkında bile değilsin,'' dedi bana. ''Lütfen buradan hemen git, Uygar. Yalvarırım git.''

''Kimse beni tanımayacak,'' dedim ona, belindeki kavrayışımı sıkılaştırırken. ''Maskemi çıkarmayacağım.''

''Yine de-''

''Şşş... Sorun yok, hanımefendi,'' diye mırıldandım oyuncu bir ifadeyle. ''Ne ben sizi tanıyorum ne de siz beni. Herkes herkesle dans ediyor, biz de yalnızca dans eden iki yabancıyız.''

Biraz rahatlayabilse, kendisini benim kollarıma güvenle bırakabilse çözemeyeceğim bir şey olmadığını fark edecek ve özgürleşecekti. Bugün ikimize de çözüm getirmeye gelmiştim, ikimizin de acılarını bitirmek üzere büyük bir adım atmaya gelmiştim buraya.

Fakat ben ne söylersem söyleyeyim rahatlamış görünmüyor, aksine diken üstünde ter atıyordu. ''Uygar lütfen...'' diye uysal bir sesle yalvarıyordu bana. ''Beni dinle ve hemen çık git buradan!''

Etrafına bakınıp duruyor ve herkes maskelerin ardına gizlenip kalabalığa karıştığı halde biz çırılçıplak bir şekilde orada savunmasızca dikiliyormuşuz gibi tedirgin gözüküyordu. Onu böyle görmeye dayanamıyordum, kolumu kaldırıp onu tutmaya, yanağına dokunmaya yeltendim, ona güzel sözler sarf edecek, artık korkmaması gerektiğini söyleyecektim ama o ani bir hareketle kollarımın arasından çıkardı kendisini.

Ona uzandım fakat santimler kala kaçırdım kolunu. Kaşla göz arasında o küçük vücudunu kalabalığın arasına atmış ve koşar adımlarla benden uzaklaşmaya başlamıştı.

''Meira!'' diye seslendim onun arkasından fakat Meira'nın yanında iri yarı kaldığım için kalabalığın arasından insanlara çarpa çarpa anca geçebildim ve doğal olarak ona yetişemedim. ''Bekle!''

Bir adamı ittirdim, bir kadının kabarık elbisesinin eteklerine bastım ve sanırım birini ezdim, bu karmaşa sırasında Meira'dan da gözümü ayırmamaya çalışırken onun çoktan kapıya vardığını ve salonu terk ettiğini gördüm.

Nihayet salondan çıkıp devasa koridora vardım peşi sıra, girip çıkan süslü misafirlerin arasında Meira'yı aradı gözlerim ama ancak hemen ileride köşeden dönüşünü yakalayabildim son saniyesinde. Bir kovalamaca oyunundaydık sanki ve köşe bucak kaçıyordu benden.

İlerideki koridorun sonu malikanenin arka tarafına, geniş bahçesine çıkıyordu. Kapıdan sıyrıldığım gibi soğuk hava dalgası çarptı yüzüme. Malikaneden yükselen ışıklar dışında ağaçlarla, melek heykelli süs çeşmeleriyle ve çardaklarla çevrili arka bahçe karanlıktı. Herkes dans salonundaki gürültüyle fazla meşguldü, bahçede kimsecikler yoktu. Güzel.

Bir labirente benzeyen, iki tarafında da özenle şekillendirilmiş çalıların, minyatür heykellerin ve kısa ağaçların yükseldiği bahçede ilerideki çardakta gördüm Meira'yı. Cılız ışığın altında parıldayana altın sarısı saçları ele verdi onu, çardağın korkuluklarına tutunmuş derin düşünceler eşliğinde manzarayı izliyor ve soluklanıyordu.

Yaklaştığımı duyana kadar hareketsizdi, adım sesini alınca ise bıkkın bir nefesi sesli bir şekilde saldı dudakları arasından ve maskesini çıkarıp attı. ''Ah... Uygar, yapma bunu bana,'' diye sitem etti acı çekiyormuş gibi.

Çardağa adım attığımda dönebildi bana ve o çattığı kaşlarının ona asla sinirli değil ama yorgun, yıpranmış ve savunmasız bir anlam verdiği ifadesiyle baktı bana. ''Sana gitmeni söyledim,'' diye çıkıştı. ''Anlamıyorsun. Gerçekten anlamıyorsun!''

Gitmeyecektim. ''Anlat o halde,'' dedim iki adımda karşısına geçerken ve ona üstten, ısrarla bakarken. Maskemi hâlâ çıkarmamıştım. ''Sorun ne Meira?''

''Sorun...'' diye hararetli bir başlangıç yapsa da devamını getirmeye varmadı sözcükleri. Araladığı dudakları geri kapandı ve sıkıntılı bir ifadeyle arkasını döndü ama öylece benden kaçınmasına izin vermedim, onu kolundan tuttum.

Yalnız temasıyla yanıp bittiğim kadını tutup kendime çevirdim, bir de ölüm fermanımı imzalamak ister gibi, ''Meira,'' dedim ona, ''bana bak, gözlerime bak.''

İçinde verdiği savaşı yüzüne de yansıtan, karmakarışık ve darmadağınık duran kadın, ısrarım üzerine o güzel yeşillerini kaldırdı ve benimkilerle buluşturdu. Hemen boğazıma sert bir cisim oturur gibi oldu, yutkunarak gidermeye çalıştım onu da ve kendimi toparlayarak yüzleştim onunla.

Ona dokunmak zordu, yeterince özeni göstermezsem her an kırılabilecek narin bir porselen bebek gibiydi, ona kıyamıyordum. Ellerim daha da yukarılara çıkıp yanaklarını bulurken, iki yanağından onu tutup yüzümü yüzüne yakınlaştırırken damarlarımda süzülen kanım kaynıyor, ciğerlerime hava gitmiyordu sanki. Böyle dehşet bir etkisi vardı üzerimde, o yüzden kısa bir süre konuşamadım bile.

Ona alışmaya, bu denli yüksek dozda kanıma aldığım kadına bünyemi alıştırmaya çalıştım ve sonunda, ''biliyorsun,'' dedim ona, sesim bir fısıltı gibi çıkarken. ''Hiçbir şeyi itiraf etmeme gerek yok Meira, her şeyi biliyorsun.''

Sessiz kaldı ama gözlerini de gözlerimden ayırmadı. ''Senin için çıldırdığımı görüyorsun,'' dedim dürüstçe. Biraz daha yaklaşırsam, biraz daha yüzüne doğru eğilirsem burunlarımız birbirine sürtecekti.

''Sana kapıldığımı,'' dedim zorlanarak, ''ve ne yapacağımı bilemediğim için çevrende avanak gibi pervane olduğumu biliyorsun.''

Evrenin bütün ışığını barındıran ve yansıtan birer cam gibi parlak iri gözleri titredi sanki. Dudakları bir itirazda bulunmaya yeltenir gibi hafifçe aralanmış fakat öyle de kalmıştı. Bir tek ellerini kaldırıp kolumu tutmuştu yüzündeki temasımı kesmek için fakat parmakları koluma sarıldığı haliyle kaldı, herhangi başka bir direniş sergilemedi.

Başımı salladım iki yana. ''Meira, ben aklımı yitirmek üzereyim,'' diye ne denli yaralı ve savunmasız olduğumu gösterdim ona. İçimi açtım ilk defa, onun için kıvranan zavallı tarafımı, en ve tek büyük zaafımı sundum ona: Meira.

''Bedenimde iki kişi yaşıyor gibi,'' diye devam ettim zorla. ''Ben küçücük bir yere kıvrılmışım ve geriye kalan her yerde de sen varsın. Beni yönetiyorsun,'' dedim kararlılıkla. ''Aklıma fikrime, kalbime her yerden saldırıyor ve beni istila ediyorsun. Kanıma zehir gibi karışıyorsun."

Hazırlıksız yakalanmıştı bütün bunlara elbette; çekindiğini anlamış ve ona olan bağlılığımın ne denli büyük olduğunu fark ettiği andaki korkusunu yakalayabilmiştim. Haklıydı, ona kızamadım, ben bile hislerimin derinliğine ve iliklerime dahi bu denli işleyebilmesine karşı dehşet duyuyor, neye uğradığımı şaşırıyordum. O nasıl olur da kabullenebilirdi bu fikri kolayca?

Ama yine de bu denli fikirsiz duruşuna içerleyerek, ''sana ne denli kapıldığımı anlamadığını söyleyemezsin bana,'' dedim ona.

Sessiz kaldı yeniden fakat içindeki karmaşayı, bir şeyleri söyleyip söylememesi gerektiğinin ikilemini yaşayışını, o savaşı okuyabiliyordum yüzünden.

Biraz daha yaklaştım ona, alnım alnına değiyor ve göğsüm derin nefeslerle inip kalkıyordu. ''Bilmem gerekiyor,'' dedim ona ve deli bir adam gibi göründüğümden emindim bu sırada. ''Aynı duyguların, düşüncelerin zerresinin de olsa sende yeşerip yeşermediğini bilmem gerekiyor Meira. Bana söylemen gerekiyor,'' diye yalvardım.

Gerekirse dizlerimin üzerine de çökerdim bunun için. Birkaç kelime için, beni avutacak birkaç basit sözcük için ayaklarına kapanabilir, iki dudağı arasından çıkacakları çölde su bekleyen Bedeviler gibi bekleyebilirdim.

Korkunçtu. Hayatımda korkuyu ilk defa o an Meira'nın karşısında, bana olumsuz bir söz etme ihtimalini düşünürken hissettim. Bana, 'seni sevmiyorum,' deme ihtimali kanımı dondurdu, bütün tüylerimi arşa kaldırdı.

Hayatımı onun vereceği karşılığa bağladım: Beni bitirebilirdi. Orada bana son verebilirdi. Bu denli bir gücü vardı üzerimde ama sessizliğini korumaya devam etti. Bütün bunları söyleyebilmek için kendimle nasıl savaşlar verdiğimi biliyor muydu ki? Kendi duygularıma teslim olmanın, bu kadar savunmasız, iradesiz, zavallı bir aşık olduğumu kabullenmenin nasıl bir cesaret gerektirdiğini biliyor muydu?

''Bir şey söyle Meira,'' diye mırıldandım. ''Yalvarırım konuş benimle.''

Duraksayışında bir tereddüt vardı, bir tür kararsızlık ve çaresizlik gibi ama az sonra gözlerini kaçırarak göz kontağını bozdu benimle. ''Biz...'' dedi sıkıntıyla, ''olamayız Uygar. Üzgünüm.''

Ama benden öylece kopmasına izin vermeden hemen tekrardan döndürdüm onu kendime. ''Neden bunu söylediğini biliyorum,'' dedim. ''Neyden çekindiğini biliyorum Meira. Beni dinle lütfen.''

Durdu ve beni dinledi gerçekten de. Sanki ikna edilmeyi bekliyordu, kendisi karar veremediği için, bu güce sahip olmadığı için benim yapmamı, onu yönlendirmemi, bu ikilemini bitirmemi istiyordu.

''Her şeyi düzelteceğim,'' temennisini verdim öncelikle ona. ''Sen bile az da olsa biliyorsun... pek iyi biri olmadığımı biliyorsun. İyi işler yapmadığımı biliyorsun.'' demek zor geldi. ''Ama her şeyi düzeltiyorum artık Meira! Bütün bu hayatı geride bırakacağım.''

Meira, küçük bir şaşkınlıkla baktı bana başta. Anlam veremedi sanki, bu kadar ileriye gidişim onu hazırlıksız yakaladı ama az sonra bu etki geçti. Birlikte olamamamızın asıl sebebini hatırlamış gibi ilgisini kaybetti fakat o konuya da gelecektim, bütün sorunlarına çözümle gelecektim.

Sadece biraz daha, biraz daha girmeliydim kanına, onun için değiştiğimi ve daha da değişeceğimi kanıtlamalıydım önce ona. Güven vermeliydim, kendisini bana emanet edebileceğini ona göstermeliydim. Sonra gelecektim asıl mevzuya.

''Adli Yargı sınavına gireceğim,'' diye devam ettirdim. ''Savcı olacağım.''

Alt dudağını kıstırdı üst dudağıyla ve kafası karışmış göründü. Onlarca düşünce vardı sanki kafasında, kaşları çatıktı hafifçe ve dalgın duruyordu.

''Savcı...'' diye tekrarladı kendince. ''Ne için?''

''Başka bir yol çizmek için,'' dedim hemen. ''Dürüst ve temiz bir kariyere odaklanmak için.''

''Sonra ne olacak?''

Tereddüt etmeksizin, ''seninle beraber olmak istiyorum,'' dedim ona.

Bu teklifsiz itirafım üzerine gözlerini kırpıştırarak baktı bana. Ne diyeceğini bilemeden dudaklarını açtı ve geri kapattı.

Konuştukça ona daha da açılıp kendimi tamamen teslim etme fikrine yenildim: ''Sana layık bir hayat inşa edeceğim,'' derken kanım kaynıyor, onun düşüyle harmanlanan varlığım coşuyor, kollarını sıkıca kavrayan parmaklarım titriyordu.

''Seni de içine alabileceğim kadar temiz bir sayfa açacağım Meira,'' derken istemsizce bir deli gibi gülmeye başladığımı fark ettim. ''Bütün pisliklerden uzakta-''

''Uygar,'' diye böldü beni endişeli görünerek ve çevresine bakındı yeniden. ''Git artık biri seni görmeden. Başına bela almanı istemiyorum.''

Nefes alış verişim hızlanıyordu, onu daha da sıkıca kavradım. ''Sana istediğin her şeyi verebilirim!'' diye atıldım bahsettiği belayı duymazdan gelerek. ''Bütün dünyayı önüne serebilirim Meira.''

Bu sözlerim onu iyice acı verici bir ikileme sürüklüyormuş gibi sıkıntılı göründü, bir şey onu engelliyordu, bileklerindeki prangaları hatırlatıyordu sanki ona. Boş olamazdı bana karşı, böylesi bir ifadeyle, içi gidiyormuş gibi görünürken beni yok sayamazdı. Korkuyordu onlardan, başıma bir şey gelmesinden endişelendiği için kendisini geri tutuyordu benden.

''Uygar...'' diye mırıldandı, o güzel kaşları kıvrılmış ve yüzüne kasvetli bir hava vermişti.

''Meira,'' dedim ona, ''beni dinle. Beni duy. Beni duy Meira, lütfen...''

Aramızdaki bariyeri kaldır ve bana izin ver; sana ulaşmama, sözlerimin demirden zırhını yarıp geçmesine izin ver Meira!

''Seni uzun zamandır seviyorum,'' diye itiraf ettim bir çırpıda. Aptal maske hâlâ yüzümdeydi ve onu oradan söküp atacak vaktim yoktu.

''Seni ilk gördüğümde elinde bir keman tutuyordun,'' derken o narin elini tutup kaldırdım. ''Csárdás,'' diye mırıldandım. ''Csárdás çalıyordun.'' Durdum, hemen kendime sinirlenerek düzelttim kendimi. ''Çalmıyordun,'' dedim, ''işliyordun. Aklıma fikrime kendini işliyordun sanki notalarla. Gecem ve gündüzüm oldun sonra da.''

''Uygar-''

''Saniyeleri saymayı öğrendim hayatıma girdiğinden beri," dedim yutkunarak. "Saat akşamı vursun ve 11. sıradan 273 numaralı o koltuğa pinekleyeyim, seni izleyeyim, seni dinleyeyim istedim.''

''Ben-''

''Sen Güzel'din sanki,'' dedim, alnım alnına sürtünürken, ''ben de Çirkin. Seni hak edemezdim, sana layık olamazdım. Benim gibi bir canavarı sana yakıştıramadım.''

O geceyi hatırladım. Kafama sıkmak için çıkmıştım o evden. Kendimden vazgeçmek için.

''En dipte,'' dedim kuruyan dudaklarımı ıslatırken, ''tükenişin sınırında küçük de olsa bir mucize arar ya insan? Devam etmek için bir işaret, tutunacak cılız da olsa bir dal... O sendin benim için. Bir mucizeydin bana Meira. Gittikçe battığım o karanlık yoldan beni çıkaran mucize sendin.''

Nasıl da titriyordu gözlerinin içi... ''Ama korktum,'' diye itiraf ettim ona. ''Seni de bu kötü yola çeker, sana da zarar verir ve yıkarım diye çok korktum. Cesaret edemedim sana yaklaşmaya.''

O eski Uygar'ı düşündüm. ''Seni bana rağmen sevdim,'' diye mırıldandım. ''Seni hak etmediğimi bildiğim halde, kötü biri olduğumu, değer algımın, insanlığımın kafayı yediğini, bir insandan çok her şeye benzediğimi, bütün iyiliğimin köreldiğini bildiğim halde seni bana rağmen sevdim. Seni Uygar'a rağmen, Uygar'ın taş kalbine ve yozlaşmış insanlığına rağmen sevebildim.''

Şimdi de korktum bütün bunları fazla bulmasından, ona ne denli derinden bağlandığımı bildiğine göre bundan ürkmesinden ve çekinmesinden ama artık daha fazla gizlersem ölecektim. Günlüğümün sayfaları yetmiyordu kalbimdeki bu ağırlığı paylaşmaya, mürekkebim tükeniyordu sırf bir bakışına içimde harmanlanan alevleri anlatmaya.

O yüzden bilmeliydi artık, herkesten sır gibi sakındığım bu bağımlılığımı bilmeli ve yükümü paylaşmalıydı benimle yoksa tamamen yitirecektim aklımı. Beni bir kere ölümden kurtardığı gibi şimdi de boğazıma kadar battığım belirsizlikten kurtarmalıydı. Bana bir karşılık vermeliydi, elimi tutarak o karanlıktan çıkarmalı ve olumlu veya olumsuz bir karşılıkla beni daldığım hayallerden kurtarmalıydı.

Meira bu itiraflarımın teklifsizliği ve yoğunluğu karşısında derin düşüncelere dalmıştı elbette, hâlâ ona eziyet veren ikilemini yaşamaya da devam ediyordu bu sırada içinde. Bir cevabı varsa bile öyle istediği gibi onu bana veremezdi sanki, tedirgindi. Etrafına bakınıyordu hâlâ, her an birilerinin gelip bizi basma olasılığından ötürü diken üstündeydi ve her haliyle bana kendisini teslim edemeyecek kadar endişeliydi.

''Mutsuzsun,'' dedim ona asık bir suratla. ''Görüyorum Meira. Nasıl bir ailen varsa artık, seni mutsuz ediyorlar. Oysa ben bütün hayatımı seni sırf gülümsetme uğruna harcayabilirim.''

Neredeyse sarkastik fakat acı çeken bir gülme sesi yükseldi ondan. ''Bana bu kadar bağlanmış olamazsın,'' dedi itirazlar ederek. ''Ne istiyorsun Uygar? Bana kalacak olan mirasta mı yoksa gözün? Bu yüzden mi pervane oldun çevremde? İstediğin bu mu?''

Sertçe yutkundum, bunu söylerken dahi böyle düşünmediğini biliyordum, yalnızca kendisini inandıramıyordu bu denli ona bağlı oluşuma.

Kelimelerimin ne kadar yetersiz olduğunun bilinciyle ve neredeyse kendime öfkelenerek, ''tek istediğim sensin,'' dedim ona. ''Ve seni kazanmak için de her şeyi kaybetmeye hazırım ben Meira.''

Titrek bir nefes saldı dudakları arasından, ''Uygar,'' diye itiraz edecekken devamını getiremedi, dili varmadı söylemeye. Boğuştuğu ikilem içerisinde bir gözü çıkış kapısında bir gözü de bende öylece kıvranmaya devam etti. Kendisini zor tutuyordu sanki.

''Bir şey söyle,'' diye çaresizce yalvardım yeniden ona. ''Sevgimi sorguluyorsan eğer sana kanıtlarım, sabaha kadar sana hislerimi anlatırım Meira ve-''

Bir mucize.

Belki o ana kadar hayatımda gerçekleşen en güzel şey.

Meira'nın koluma tutunarak topukları üzerinde yükselmesi ve ne yapacağını bilmiyormuş gibi bir acemilikle, telaşla dudaklarını dudaklarıma bastırması...

Benim gibi bir günahkara, asla giremeyeceği cennetin neye benzediğini gösterdi.

Kalbime saplanan bıçaklar ilk defa beni öldürmüyor da diriltiyor gibi hissettirdi. Nefesimi tutuşum ciğerlerime eziyet gibi değil de lütuf gibi geldi. Bütün vücudum donakaldı Meira'nın bu amansız saldırısıyla ve hiçbir tepki veremedim şaşkınlıktan.

Çok aniydi ve kısa sürdü; 7 saniye kadar hatta. Meira topukları üzerine geri inip benden uzaklaştığında ise diğer yarımı da kendisiyle beraber götürdü sanki.

Bana aşağıdan o iri gözleriyle, bir şeyleri çok söylemek istiyor ama cesaret edemiyormuş gibi sıkıntılı ama çekingen bir ifadeyle bakıyor, benden bir tepki bekliyordu.

Az önce cennetin nasıl tattığını bana bizzat gösteren kadının kutsadığı dudaklarım cehennem ateşiyle kavruluyordu sanki.

Sert bir yutkunuşla baktım ona, onun yeşilleri ise benimle çıkış arasında mekik dokuyordu.

İstemeye istemeye ama zorunda olduğunun bilinciyle, ''artık gitmeliyim,'' dediğinde ve dönüp beni geçmeye yeltendiğinde onu kolundan yakaladım. Ona doğru attığım büyük bir adımla da vücudunu kendi bedenimle çardağın korkuluğu arasına sıkıştırdım ve bu sırada yüzümdeki maskeyi de koparırcasına söküp kenara attım.

Her an birinin bizi basabileceğini düşünerek, ''Uygar, bekle-'' diye beni durdurmaya yeltendi fakat beni itmek için kaldırdığı elini de bileğinden yakaladım ve onu korkuluğa yaslayarak dudaklarına kapandım.

Temasımla bütün gerginliği silinir gibi oldu sanki, çok çabuk teslim oldu bana ve kendisini bıraktı. İki elimle de ensesini tutuyordum şimdi onu öperken; baş parmağım yanağını okşuyor, dudaklarımız uyum içerisinde birbirine karışıyor ve alev alıyorduk.

Bana istediğim işareti vermişti, boşlukta tek başıma çırpınmadığımı, bana karşı hisleri olduğunu göstermişti!

Hayatımda en mutlu olduğum günü yazdım hemen kafama: 1 Mayıs 2013.

Kendimi kaptırmış olmalıydım, onu seviyor gibi değil de düşmanıymışım ve ondan hıncımı çıkarıyormuşum gibi sömürüyordum dudaklarını. Çölde bulduğum suymuş gibi, kimsesizliğime doğmuş bir güneş gibi, bitirmek istercesine tüketiyordum onu. Geriye tek bir lokma bile bırakmadan, büyük bir açlıkla ziyafetimi çekiyordum iki dudağı arasından.

Nefes almasına müsaade bile etmediğimi fark ettim, ben gayet de dudakları arasında nefessizlikten ölmeyi yeğlerdim fakat ona kıyamadım. Dudaklarımı, ona nefeslenmesi için müsaade ederek onunkilerden ayırdım ama ondan ayrılmadım, alnımı alnına yaslayarak aldığı derin nefeslere eşlik ettim.

Yeniden kavuşmayı sabırsızlıkla bekleyerek içimden saymaya başladım: 'Bir, iki, üç, dört, beş, bu kadarı yeterli mi?' der gibi ısrarla baktım gözlerinin içine, göğsünü şişiren derin nefeslerini de saydım ve ölümün kıyısında nefeslenen bir canlı gibi kıvrandığını görünce biraz daha zaman tanıdım ona.

Zar zor, ''bunu... yapmamalıyız,'' diye fısıldadı beni deliye çeviren o tatlı sesiyle. Onu tuttuğum ellerimdeydi parmakları fakat beni kendisinden ayırmaya onun da isteği yoktu hiç.

Bu sefer yanaklarını öptüm birer birer, aklımı başımdan alan dudağının sağ alt kenarını, o küçük, sivri çenesini, burnunu...

''Biri bizi görebilir,'' diye fısıldıyordu titreyen boğuk sesi tatlı bir esinti gibi tenimi okşarken. "Dur Uygar..."

Aklım hâlâ az önceki o öpüşmedeydi. ''Bunun için...'' Güldüm, çıldırdığımı düşündüm, hemen şimdi kafayı yemiştim, başımı salladım iki yana. ''Senin için ölürüm,'' dedim bütün kalbimle ve Meira'nın sürekli tedirgin bir şekilde kontrol ettiği çıkışa doğru omzumun üstünden bakındığım sırada sert bir ifade yüzümde şekillenirken, ''senin için öldürürüm Meira,'' diye söz verdim ona.

Bir şaşkınlık geçti gözlerinden. Parmakları bu sefer beni kendisinden nazik bir hareketle uzaklaştırmak üzere ellerimi çekti üzerinden, geriye gitmem için hafifçe göğsümden ittirdi beni fakat kendisi de geldi benimle. Yalnızca o köşeden çıkmak ve benimle karşılıklı konuşmak istedi.

Ona istediği alanı tanıdım. O ise, ''Uygar niçin böyle diyorsun?'' diye sordu cevabımdan çekinerek.

Derin nefesler alırken ve aklımı az önceki andan kurtarmaya, şu ana odaklanmaya çalışırken buldum kendimi. Aç gözlülüğüm daha da fazlasını istiyordu, Meira'yı nefessiz bırakana kadar öpmek ve onun ruhunu sömürmek istiyordu ama odaklanmalıydım.

Sikeyim... Odaklan!

Odaklanmalıydım. Bu gece özel bir geceydi, artık asıl konumuza gelmeliydim. Ona neler dönüp bittiğini anlatmalıydım.

Sonunda, ''aileni araştırdım," dedim ona, aklımı başıma toplamaya çalışıyordum hâlâ. En zor kısmı da burasıydı. ''Pek bir şey bulamadım ama.''

Meira'nın kaşları çatıldı elbette hemen, o kızarmış ve parlak ruju etrafına bulanmış dudaklarına bakmamaya çalıştım. Yutkundum, kiraz tadı benim de dudaklarımdaydı, alt dudağımı yaladım istemsizce.

Odaklan dedik...

Boğazımı kibarca temizleyerek, ''bunca şan şöhret ile medyaya bu kadar gizli bir hayat yaşamanız ilginç,'' diye sürdürdüm konuşmamı.

''Sen...'' dedi, kafa karışıklığıyla, ''ne diye ailemi araştırdın şimdi?''

Ona cevap vermedim, bu konuşmayı kafamda hazırlamış olsam da Meira'nın birazdan vermesini beklediğim tepkiden, ondan aksi bir karşılık alma düşüncesinden dahi nefret etmiştim Biraz zaman tanıdım kendime o nedenle.

O ise ben konuşmayınca kendisi açıkladı: ''Babam... Pek hazzetmez medyadan,'' dedi. ''İsmimizin magazinlerde dolaşmasına izin vermez.''

İç çektim; ellerimi pantolonumun ceplerine atmıştım, Meira'ya bakmayı reddederek az ötedeki devasa malikaneye bakıyordum.

''Reşitsin ama bir tutsak gibisin,'' diye mırıldandım. ''Okula gönderilmiyorsun, yalnızca orkestrada sahne almana izin var ve o da sınırlı. Konservatuara korumalarla getiriliyor ve aynı saatte geri götürülüyorsun. Konservatuardakiler dışında -ki onları da ailenin seçtiğini düşünüyorum- kimseyle konuşma, arkadaş olma iznin yok. Sana ait bir telefon bile yok. Dış dünyadan, insanlarla iletişimden tamamen uzak tutulmuş, resmen kuledeki Rapunzel gibi esir edilmişsin.''

Bütün bunları bu kadar apaçık bir şekilde söylememe şaşırmış ve saldırıya uğramış gibi göründü. Hemen, ''sadece... biraz sıkı bir ailem var-'' diye savunmaya geçecek oldu ben onu bölmeden önce.

''Sıkı bir aile mi?'' diye sordum sarkastik bir sesle. Omzumun üstünden ona kısa bir bakış atmış, ne denli gergin durduğunu görmüştüm.

''Sen bir esirsin resmen Meira,'' diye üsteledim. ''Daha bilmediğim neler dönüyordur kim bilir aile içinde...'' diye mırıldanırken rahatlığımın yerini sinirin aldığını fark ettim.

Meira sessiz kaldığında çenem kasıldı gerginlikten, ''sana şiddet de uyguluyorlar mı?'' diye sordum ona.

Hazırlıksız yakalanmıştı bütün bunlara ama yine de beceriksiz bir çabayla, ''h-hayır,'' diye itiraz etti.

Kaşlarım çatıldı, vücudumu ona doğru döndürdüm ve üzerindeki kıyafete baktım. Fırfırlı dantelli uzun kolları vardı elbisenin.

''Neden hep uzun kollu şeyler giyiyorsun?'' diye sordum ona. ''Soğuktan diyemiyorum, etek giymesini biliyorsun sonuçta.''

Geriye doğru adımlarken, ''Uygar-'' diyecek oldu ama tek bir adımda yanındaydım ve kolunu nazikçe yakalayıp kaldırdım. Elbisesinin kolunu indirip tenini açığa çıkartırken gerçekten de yanıldığımı umuyordum, abarttığımı, belki paranoya yaptığımı düşünüyordum ama bileğinin etrafında başlayan ve yukarıya doğru tırmanan o morluğu, o derisindeki zorlamayı gördüğümde kafamın arkasına sert bir darbe yedim sandım. Kaskatı kesilmiştim yeni yeni oluşmaya başladığı belli olan morluğa bakarken.

''Siktir...'' diye mırıldandım. ''Bunu sana kim yaptı Meira?''

Elbisesinin kolunu daha da çekerek açmaya ve iyice ifşa etmeye, başka ne tarz yaraları olduğunu görmeye çalıştım ama şiddetle çekti hemen kendisini ve uzaklaştı benden.

''Önemli bir şey değil!'' dedi kolunu çekiştirip tenini gözlerden saklarken.

Onu daha fazla zorlayamazdım, sinirlerimi alt üst de edecekti fazlasını görmek. Bundan sonra zaten güvende olacaktı, bunu düşünerek kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

''Sana zarar veriyorlar,'' diye mırıldandım ama bunu kendime hatırlatıyordum sanki. Kendimi sakinleştirmek çok zordu o an, sadece biraz sabretmem gerektiğini biliyordum ama. Halledeceğim, her şeyi halledeceğim.

Meira ise, ''aile içinde anlaşmazlıklar olur, tamam mı?'' diye savunmaya çalıştı.

''Bütün hayatını zindan etmek gibi anlaşmazlıklar mı?'' diye sordum sertçe.

Geçerli bir argümanı olmadığı için daha fazla uzatmadan kabullendi. ''Pekâlâ,'' dedi kızgın görünerek. ''Nereye getiriyorsun bütün bunları? Ne olmuş yani? Ailemle aram kötüyse bile bu benim problemim.''

Sen ve ben iki ayrı özne olamayız ama Meira, 'biz' demelisin bundan sonra.

Derin bir nefes aldım. ''O gece,'' dedim, ''Mert ve Öykü beraber sinemaya gitmek için yanımızdan ayrıldığı gece Öykü'ye nasıl imrenerek baktığını gördüm Meira. Sana hiçbir zaman verilmeyen dünyanın en doğal hakkına nasıl da için giderek baktığını, böyle sıradan bir şeyi bile özgürlük saydığını ve o özgürlüğe gıpta ettiğini gördüm.''

Seni bir daha öyle görmektense ölmeyi yeğlerim.

''Böyle bir hayat yaşamayı hak etmiyorsun,'' dedim ona.

Yutkunduğunu, kasvetli bir ifadeyle bakışlarını benden kaçırdığını gördüm. ''Yapılacak bir şey yok ama Uygar,'' diye mırıldandı hüzünlü, kırgın bir sesle.

Umuda dair her şeyi söküp atmışlar içinden, 'acaba' diye bile sorgulayabileceğı cesaretin zerresini bırakmamışlar onda.

Ona yaklaştım tekrardan, karşısına dikilip ne denli ciddi olduğumu görmesini isteyerek sert bir ifadeyle baktım ona.

''Tek bir söz,'' dedim, ''tek bir söz söyle ve seni buradan alıp götüreyim.''

Bu teklifimle beraber gergin bir şekilde güldü. ''Beni alıp götürecek misin? Kapıdaki M16'lı adamları gördün mü sen?''

İç çektim, ''M16 değil, M4,'' diye düzelttim onu ve devam ettim: ''Ön kapıda 5 silahlı adam, girişte biri silahlı diğeri silahsız nöbetçi, içeride iki silahsız görevli, arka bahçenin dışında devriye gezen üç silahlı nöbetçi ve çatıda da başka bir adam. Toplamda 10 silahlı ve 3 silahsız, 13 adam.''

Kaşları çatıldı nereye varacağımı bekleyerek. Küçük yüzüne yaklaştırdım yüzümü ve ona bir sır verir gibi, ''benim ise dışarıda talimatımı bekleyen 39 silahlı adamım var.''

Gözlerinin fal taşı gibi açılışını anbean izledim. İlk şoku atlattığı gibi göğsümden ittirdi birden beni ve inanamıyormuş gibi hayretle baktı bana:

''Sen kafayı mı yedin?'' diye cırladı fakat sesinin birine gidebileceğini düşünerek hemen sesini kıstı ve hiddetini koruyarak, ''çıldırdın mı?'' diye sordu. ''Sen buraya balo için gelmemişsin, burayı istila etmeye gelmişsin! Eşkıya mısın sen Uygar?''

Tek bir telefon araması kadar uzaktaydı adamlarım ama zamanımız vardı henüz. Meira'yı kazanmalıydım. Kızgın olmasını görmezden gelerek ve ona nazaran rahat görünerek, ''aileni sevmiyorsun,'' diye mırıldandım düşünceli bir şekilde. ''Seni nasıl yanlarında tutuyorlar? Nasıl baskı kuruyorlar?''

Merak ettiğim yalnızca fiziksel bir baskıdan, zorlamadan ibaret olup olmadığını öğrenmekti ama Meira her an bayılabilecekmiş gibi telaşlı görünüyor, etrafına tedirgin bir şekilde, hem kendi tarafından birilerinin bizi basmasından hem de benim adamlarımın etrafımızda olup olmadığından emin olmak ister gibi bakınıyordu.

''Uygar...'' dedi yutkunarak. ''Yapamam... Ben-'' Durdu, saçlarını geriye doğru tarayıp aklını başına toplamaya çalıştı ve sonunda korkudan irice açılan cam gibi parlak gözlerini bana kaldırdı. ''Üzgünüm. Açıklayamayacağım çok şey var ama bunu yapamam. Sen ve adamların... Hemen gitmelisiniz buradan. Hemen!''

Aceleci adımlarla beni geçip çardağın çıkışına doğru adımladı ama benden sonra henüz birkaç adım anca atmıştı ki, ''maalesef, bunun için çok geç,'' diye mırıldanmamla beraber durduğunu duydum.

Bir hırsla, ''Uygar!'' diye çıkıştı bana. ''Ne yapmaya çalışıyorsun? Bütün bunların anlamı ne?''

Arkamı döndüm onunla yeniden yüzleşebilmek için. O kızgın, hırçın bakışlarıyla, uzun kirpiklerinin çerçevelediği yeşil irisleriyle karşılaştım.

Gözlerimi gözlerinden ayırmadan, ''buraya sadece seni görmek için gelmedim,'' dedim, boynumu hareket ettirdim. ''Seni götürmeye geldim.''

Kaşları havaya kalktı hafifçe ve bir şaşkınlık nidası koptu dudaklarından. ''Ne?'' İnanamadı sanki bunu söylediğime, şaka yaptığımı düşüneceği kadar imkansız bir olaydı belki de bu onun için fakat ne kadar ciddi durduğumu görünce başını iki yana salladı hayretle. ''Hayır, kabul etmiyorum,'' dedi sertçe. ''Git şimdi buradan başına bir bela almadan!''

Sıkıntıyla saçlarımı karıştırdım ve kendi kendime mırıldandım: ''Ah... Seni gerçekten de ikna edebileceğimi sanmıştım. Kendi isteğinle benimle gelmeni ummuştum.''

Dudaklarımı birbirine bastırdığımda Meira nereye varacağımı merakla kolluyor ve gergin görünüyordu. Öncelikle yere attığım maskemi aldım ve bütün yüzümü gizleyen siyah maskeyi yüzüme geri taktım. Meira'nın tedirgin bakışları anbean beni takip ederken de sonunda dudaklarımı aralayıp konuştum:

''Şimdi,'' dedim tane tane, ''seni zorla götürmem gerekecek.'' Başımı salladım dalgın bir şekilde. ''Üzgünüm Meira. Sana kendimi affettireceğim sonra, söz veriyorum.''

Hayretle aralık kaldı dudakları. ''Pardon?''

Onu dikkate almadan bakışlarımı vücudunda aşağılara doğru kaydırdım. Elbisesi dizlerinin biraz üstünde bitiyordu. ''Hah...'' diye mırıldandım düşünceli bir şekilde. ''Elbisen de kısaymış.''

Meira kafa karışıklığıyla, ''ne diyorsun?'' derken iyice gerilmişti.

Ben ise ceketimin önünü açmış ve bir çırpıda üzerimden çıkararak Meira'yı ürkütmüştüm fakat tek derdim onun eteğinin altının gözükmesini istemememdi.

Ceketi elime alıp Meira'ya yaklaştığımda ise niyetimi sonunda anlayıp kocaman kocaman araladığı gözleriyle geriye kaçıldı hemen.

''Uygar dur, saçmalama!'' dese de karşısına geçmiş ve ceketi beline dolamıştım bile. Böylece ceket elbisesinin arkasını yeterince kapatmıştı ama Meira ben ceketi güzelce ayarlarken aradan sıyrılmaya ve kaçmaya çalıştı.

Yeniden tuttum onu fakat bu sefer eğildim ve bacaklarını kavrayarak tek harekette omzuma attım bedenini. Küçük, tiz bir çığlık koptu dudakları arasından ben doğrulurken. Her şey bir göz kırpması kadar ani bir şekilde geliştiğinden birden kendisini omzumdan aşağıya sarken ve sırtımla bakışırken bulmuş olmanın şokuyla ilk birkaç saniye boyunca herhangi bir direniş gösteremedi.

Ceket kalçalarını örtüyordu ve artık onu ikna etmenin bir yolu olmadığını da anlamıştım, bu yüzden daha fazla zaman kaybetmeden çardaktan çıktım.

Anca o korkuyla çözülebildi dili. ''Ne yapıyorsun?'' diye cırladı yeniden. ''İndir beni!''

Cebimden telefonumu çıkarmıştım bu sırada, en son aradığım numarayı geri aradım Meira'nın itirazlarını ve sırtıma indirdiği yumrukları görmezden gelerek.

Karşı taraf anında açtı telefonu. ''Girin,'' talimatını verdim onlara.

Meira'nın dudaklarından bir panik nidası koptu. ''Uygar çıldırdın mı?''

''Zorluk çıkaranı da vurun,'' diye ekledim telefonda ve telefonu kapatıp cebime geri tıktım.

Meira çırpınıyor, bacaklarını hareket ettiriyor, tırnaklarını batırdığı gömleğime tutunarak vücudunu doğrultmaya, kurtulmaya çalışıyordu ama hiçbiri biraz olsun etkilemiyordu beni. Yolumu şaşmadan ve hiç acele etmeden arka bahçedeki patikayı büyük bir rahatlıkla geçiyordum.

Malikanenin arka bahçeyle ayrıldığı girişe geldiğimizde Meira yükselebildiği kadar yükselip bakınmaya çalıştı. ''Sakın! Uygar sakın!'' diye yalvarıyordu bana. ''Aklını mı yitirdin? O adamları ara ve gelmemelerini söyle hemen şimdi! Uygar... Lütfen girme içeriye!''

Ama girdim içeriye. Koridor boş ve loştu, ilerideki dans salonundan müziğin sesi geliyordu kulağa hafiften fakat daha birkaç saniye geçmeden çığlık sesleri yükseldi.

Meira da panikle çığlık attı bunu duyunca. ''Uygar! Ya birini vururlarsa?'' diye ağlamaklı bir sesle sordu. ''Bu insanlar çok önemli insanlar! Hayatın kayar Uygar! Mahvederler seni! Ölmekten beter ederler! Lütfen yapma! Durdur şunları! Ateşle oynuyorsun Uygar!''

Maskemin gizlediği şeytani bir sırıtma belirdi dudaklarımda. İçerideki zümreyi ne denli küçümsediğimi ve yıllardır da onların asıl sahipleriyle ip üstünde cambazlık yaptığımı, benim ateşle oynamaya daha çocukluktan alışık olduğumu bilmesini isterdim Meira'nın ama bir şey söylemeden yoluma baktım.

Çığlık seslerinin yükseldiği dans salonunun arka girişine gelmiştik, büyük kapının önündeydik. Tek elimle kapıyı açmamla beraber çığlık sesleri daha da gerçekçi bir boyut kazandı.

Diğer taraftaki girişten içeriye akın eden, üzerlerinde siyah giysileri ve yüzlerindeki siyah maskeleriyle silahlı adamların talimatlarına uyarak telaşla salonu boşaltmaya çalışan misafirler etrafı kaotik bir yere çevirmişti.

Salonun iç tarafına doğru ilerledim sakince. Bir tarafta Meira'nın yalvarmaları, gözümü korkutma çabaları, diğer tarafta insanların gürültüsü başımı ağrıtmıştı artık.

İçeriye akın eden adamlardan biri bizi görünce silahını indirerek yaklaştı. Yüzündeki kar maskesi kehribar gözleri dışında saçı da dahil olmak üzere her yerini gizlese de sesinden Ozan olduğunu anladım.

''Araba dışarıda bekliyor,'' dedi bana kısa bir anlığına eşlik ederken.

''Biz gittikten sonra geri çekilin siz de,'' talimatını verdim. ''Oyalanmayın. Yardım çağırmışlardır.''

Küçük bir hareketle başını salladı ve namlusunu kaldırarak beni geçti, kalabalığı bir koyun gibi dağıtmaya diğer maskelilerin yanına gitti.

Meira'nın bütün itirazlarına rağmen salondan çıktık, merdivenleri indik, biz çıkışa giderken siyahlar içerisindeki silahlı adamlar da içeriye geçiyor, kaleyi istila eden casuslar gibi görünüyorlardı.

Prensesi, kötü kralın elinden kurtarıyorduk ne de olsa.

Dışarıdaydık artık, Meira'nın sırtıma savurmadığı darbe, tırnak, çimdik kalmamıştı. Bahçeyi geçiyorduk, iki tarafta da etkisiz hale getirilmiş korumaları yere yatırmış ve tepelerinde bağıran, tehditler savuran, hareketsiz kalmalarını emreden adamlarım vardı. Misafirler, otoparka park edilmiş araçlarını dahi boş vererek bahçe kapısından kendilerini dışarıya atma çabasına girdiklerinden onlar da bizi geçiyorlardı aceleyle.

Bir köpek takıldı bu arada peşimize. Bacaklarımın dibinde dolanıp havlayıp durdu fakat onu umursamadan yürümeye devam etmem yüzünden ısırmaya cesaret edemedi.

Meira ise onu görünce yeniden doğrulmaya çalıştı. ''Lulu? Isır onu Lulu! Isır hadi! Bacağından ısır kızım!'' diye cesaretlendirmeye çalıştı köpeğini ama bu yalnızca yüzümde büyük bir sırıtma yarattı.

Omzumu hareket ettirip Meira'yı hafifçe zıplattım ve ''biraz daha şansını zorlarsan köpeğini de kaçırırım,'' diye tehdit ettim onu.

Sanki köpek de ne dediğimi anladı ve havlamayı kesmese de hemen dibime yaklaşmaya cesaret edemeyerek arkadan araya mesafe koyarak geldi peşimizden.

''Sen delisin,'' diye mırıldandı Meira da şaşkınlık içerisinde.

Sırıttım. Belki...

Bahçeden çıkmış, köşeyi ve adamları geçerek arabaya gelmiştik. Yolcu koltuğu tarafını açtım önce ve Meira'yı omzumdan indirdim.

Henüz geri çekilmemiştim ki Meira'nın sert bir tokadı yanağıma indirmesi bir oldu. O kısa süreli sessizlikte köpek de bize yetişti ve dibimizde havlayıp kafa sikmeye devam etti.

Yüzümü çevirip Meira'ya baktığımda bana kaşlarını çatarak, güvensiz ama hırçın bakışlarla karşılık verdiğini gördüm. Tepkimden çekindiğini, hatta kısa bir anlığına az önceki cesaretini kaybedip korkarak geriye adımlamayı düşündüğünü fark ettim.

Ama beklediğinin aksine dudaklarımın kenarı kıvrıldı ve ''bir daha yap,'' dedim ona. Diğer yanağımı da dönebilirdim hatta.

Meira ise bunun benim için bir zevk olduğunu fark edince vurmaktansa geri çekildi. ''İnanılmazsın,'' diye hayretle soludu. Etrafına bakındı, az önce kapısından çıktığımız bahçeden misafirlerin koşar adımlarla canları pahasına kaçtıklarını, telaştan yerlerde yuvarlandıklarını ve birbirlerini ezdiklerini gördü.

''Gözlerime inanamıyorum,'' diyordu. ''Böyle bir şeye nasıl cüret edebilirsin?''

Ne yapmıştım ki? Onun için daha ne kadar ileriye gidebileceğimi, sınırlarımı ne kadar aşabileceğimi hiç görmemişti bile.

''Bu mu açacağım dediğin yeni temiz sayfan Karaşah?'' diye hesap da sordu bana.

Zaman tükeniyordu, ''önce temizlik yapmam gerekiyor ama değil mi?" diye geçiştirdim onu.

Ama o ısrarla, ''hemen beni geri götür Karaşah,'' diye çıkıştı. ''Emrediyorum sana!''

Omzumun üzerinden kısaca etrafıma bakındım. ''Uşaklarınız arkada kaldı Meira hanım,'' diye mırıldandım, gayet de seve seve uşağı olabileceğimi bilip de görmezden gelerek.

Yeniden itiraz edecek oldu ama kolundan tutup arabaya doğru yönlendirdim onu. Ben sahibini araca nazikçe bindirirken köpek de havlamakla yetindi.

Kapıyı kapatıp aracı anahtarla kitlerken ve dolaşıp sürücü tarafına geçerken, ''bu köpek hırsıza mücevherlerin yerini gösterir,'' diye takıldım ona. Beagle cinsi küçük bir köpekti, sürücü kapısına yaklaşırken o da peşimden gelip havlamaya devam etti.

Anahtarla kapıyı açacaktım ki köpeğe bakınca duraksadım. O koca gözleriyle bana bakıyor ve hiçbir şey yapabilecek cesareti olmasa da en azından gürültü çıkarıyordu.

''Adın Lulu demek,'' diye mırıldanırken dizimi kırıp eğildim ve elimi uzattım. ''Buraya gel.''

Köpeğin o baştaki duraksayışı, geriye çekilip havlayışı ve sonunda ona zarar vermediğimi görünce yavaş yavaş yaklaşması gülümsetti beni. Az sonra hâlâ tereddüt içerisinde olsa da kafasını sevmeme izin verdi.

''Aferin kızıma,'' derken kısa, yumuşak tüylerini okşuyordum. ''Neden kafamı ütülemeyi bırakıp şuradaki herifin sikini koparmıyorsun?'' teklifini öne sürdüm ona. İyi bir konuşmayla onu ikna edebileceğime inanıyordum. Yavaştan kuyruk sallamaya başlıyor ve artık havlamıyordu.

İki elimle hunharca sevdim yüzünü ve sadece ikimizin duyabileceği bir sesle, ''sahibine kötü davranan kimseyi affetme bundan sonra,'' diye tembihledim onu. ''Ben de affetmeyeceğim.''

Büyük gözleri parıldadı sanki, Meira'ya benziyordu. Onun da gözleri işte bu kadar büyük ve işte bu kadar cam gibiydi; her ışığı yansıtıyor ve insanı daha da fazla, daha da derinden bakmaya davet ediyordu.

''Aferin,'' dedim ve onu hafifçe ittirdim gitmesi için. ''Hadi, git şimdi!''

Köpek geriye çekildi, biraz daha gitti ama terk etmedi ve sessizce beni izledi.

Kapıyı açıp sürücü koltuğuna attım bedenimi ve anında Meira'nın saldırısına maruz kaldım. Koluma vuruyor, daha doğrusu vurmaya çalışıyordu. Ne tatlı...

''Emniyet kemerini bağla,'' dedim ona, arabayı çalıştırmış ve vitesi atmıştım.

O ise sözümü dinlemek bir yana, ''inanamıyorum,'' diye hayretle solumaya devam etti. ''Ben burada ne haldeyim sen gitmişsin köpek seviyorsun!''

''Hayvanları seven adamlar senlik değil mi?'' diye sorarken bir yandan da ona doğru uzandım ve söylediğim şeyle dikkati dağıldığı için bana karşı koymasına fırsat vermeden emniyet kemerini bağladım.

''Dalga mı geçiyorsun benimle?'' diye karşılık vermişti soruma.

Yerime geri oturdum. ''Kadınlar sever böyle adamları,'' diye mırıldandım düşünceli bir şekilde. ''Yoksa kedileri mi tercih etmemi isterdin?''

Nankör kedilerle pek anlaşamayız aslında ama yine de Meira için birini sahiplenebilirdim.

Direksiyonu kavrayıp gaza bastım artık, Meira ise derin nefeslerle nasıl bir deliliğin içine düştüğünü sorguluyordu.

''Uygar,'' dedi, sesi daha uysal geliyordu şimdi, kanıma girmeye çalışıyordu sanki. ''Az önce bir savaş başlattığının farkında mısın sen? O silah doğrulttuğunuz insanlar kim hiç haberiniz var mı sizin?''

''Evet,'' dedim basitçe. ''Davetiye listesine göz atmıştım.''

''Ve ona rağmen..!'' Sustu, konuşamayacak kadar dehşete düşmüştü. Birkaç dakikalığına sakinleşmesi, bütün bunları sindirmek için kendisine zaman tanıması gerekti. Benimle nasıl baş edeceğini, nasıl korkutacağını düşündü sanki.

Ve sonunda, ''Savcı olacağını söylemiştin,'' dedi. ''İçeride siyasetten onca yüz vardı Uygar. Şimdi nasıl açacaksın o istediğin temiz sayfayı? Bu nefret ettiğin kötü hayatına bile gıpta edeceğin hale getirirler seni.''

Bu sırada geniş otobanda arkamızdan gelmekte olan arabaları takip etti gözüm dikiz aynasından. Bizim çocuklardı. Beş kişi bir araca doluşmuş, gazı köklüyorlardı. Birisinin kafasını camdan çıkardığını ve eşek gibi kahkaha atarak anı yaşadığını gördüm. Tehlike heyecanlandırıyordu onları.

''Kimse kimliğimizi bilmiyor Meira,'' diye mırıldandım, maske hâlâ hem benim hem de onların yüzündeydi. ''Sakin ol.''

''Öğrenirler,''

Omuz silktim. ''Eğlence çıkar o halde.''

Kaşlarını çattığını görmesem de biliyordum. ''Oyun mu bütün bunlar senin için?''

''Evet,'' dedim ve başım omzuma doğru hafifçe düşerken ona kısa bir bakış attım. ''Oyun oynamasaydım orası kan gölüne dönmüştü.''

''Suçsuz insanlar da vardı orada Uygar. İyi insanlardan bahsediyorum!''

''Ne güzel,'' diye mırıldandım sakince. ''Cennete giderlerdi.''

Sinir bozukluğuyla güldü. ''Sen de cehenneme gideceksin çünkü seni bulacaklar Uygar. Sen de dahil hayatındaki herkesi bitirecekler!''

Hayatımdaki herkes? Polat, Mert ve Ozan. Polat'ı almaları için para da verirdim üstüne, Mert ve Ozan ise kendi başlarının çaresine bakabilirdi. Bakamazlarsa da iyi bir dalga malzemesi olurlardı, sanırım.

Benim kaybedecek bir şeyim yoktu. Meira dışında.

Her türlü, kaybedecek bir şeylerim olsaydı dahi yine Meira'yı oradan gerekirse zorla alırdım. Bu aileye dair içimde çok kötü hisler vardı içimde. Meira'nın burada bir dakika daha fazla kalmasına izin veremezdim. Şu zamana kadar uslu uslu durma sebebim bile Meira'yı kendimden korumak istediğim içindi yoksa çok öncelerden çoktan müdahale etmiş ve bütün ailesini adam etmiştim. Az bile yapıyordum da, her şeyin bir sırası vardı. Hepsine gelecekti sıra.

Meira biraz daha beni ikna etmeye, çok 'korkunç' sayın müstakbel kayınpederimin bana yapacaklarını anlatarak beni vazgeçirmeye çalıştı ve sonunda onu hiç dikkate almadığımı, değil babasından bütün atalarından bile korkmadığımı kabullenince nefesi tükendi, bana bozularak kollarını göğsünde birleştirdi ve dönüp dışarıyı izledi sessizce.

Yolun geri kalanı boyunca da neyse ki sessiz kaldı. Şehir çıkışına yakın bir yerdeydi kendi evim, bir saate varmıştık. Bahçeli, iki katlı, eski tarzda sade bir evdi, kulüpten kaçmak istediğimde gelirdim fakat işten güçten hiç vaktim kalmazdı genelde.

Arabayı bahçeye çekip dışarıya çıktığımda elbette Meira inmedi. Hâlâ kollarını öyle küskün bir çocuk gibi önünde bağlayarak sinirle dışarıyı izlemeye devam etti. Arabanın dışında onu bekliyordum, sonuçta arabayı çalıştırıp gidecek veya bütün gün o arabada kalacak hali yoktu, öyle değil mi? Hava iyice kararırken ve etraf soğurken özellikle.

Pekâlâ, küçük hanım bugün sözümü dinlememekte kararlı anlaşılan.

Arabanın önünden dolaşıp kapısına kadar gittim ve kapıyı açıp inmesini bekledim. Ben az önce dışarıyı izlediği tarafta durduğum için kafasını öbür tarafa çevirdi, o şekilde belli etti tavrını.

Arabanın dış kısmına dayadım yumruğumu ve içeriye doğru eğildim.

''Meira,'' diye o çok sevdiğim adını dillendirdim. ''Arabadan iner misin?''

O ise bana bakmadan, ''hayır,'' dedi.

Sabırla soludum, sakindim, hatta keyfim de gayet yerindeydi fakat sınanıyormuş gibi hissediyordum. Parmaklarım arabanın dışında ritim tutarken çevreme bakındım, belki ormanda ayılar olduğunu söyleyip onu korkutarak ikna etmeyi düşündüm ama bu fikirden, onu ürküteceğim fikrinden nefret edip vazgeçtim hemen.

''Çıkmayacaksın, öyle mi?'' diye sordum son bir defa daha.

Cevap bile vermediğinde ise ona doğru daha da eğildim ve elimi bacaklarının altından geçirdim fakat hemen çırpınarak kaçındı benden.

''Tamam tamam!'' dedi elini kolunu sallayarak. ''İneceğim! Kendim ineceğim! Tamam dedim!''

Onu daha fazla sıkmak istemediğim için geri çekildim ve kendi başına inmesine izin verdim. Önce saçlarını düzeltti, ardından dışarıya adım attı ve karşıma geçtiği gibi bana ters bir bakış attı.

Elimi uzatıp ona evin yolunu gösterirken, ''geç bakalım prenses,'' diye buyur ettim. Altın sarısı saçlarının bukleleri dağılıp dalgalı bir hal almaya başlamıştı, birkaç saç tutamı olmaması gerektiği taraftaydı ve kafasının tam arkasından küçük bir tutam havaya dikilmişti, komik ama tatlı bir görüntüydü. Ona söylemedim tabii bunu, görünüşüne ne kadar takıntılı olduğunu bildiğim için bir daha moralini bozmak istemedim.

Meira ise bana attığı kötü bakışlarını bir noktada kaydırarak omzumun üzerinden geriye doğru, yola doğru baktı ve şaşkın bir şekilde, ''Serdar?'' diye mırıldandı.

Neredeyse refleks gereği damarım atarken ve hemen dönüp gözüm Serdar'ı ararken buldum kendimi. Oysa bomboştu evin yakınından geçen ıslak yol.

Ve elbette, koşma sesleri...

Sabırla soluyup önüme döndüğümde Meira'yı tersi istikamete koşarken gördüm. Gerçekten, dikkatimi dağıtmak için Serdar'ı mı kullanmıştı? Kaşlarımı çatıp baktım arkasından, henüz bahçeden bile çıkabilmiş değildi. Ayağında alçak topuklu ayakkabılardan vardı ve attığı her adımda düşecek gibi dengesiz duruyor, doğru düzgün koşmayı bile beceremiyor, yaralı ceylan gibi sekiyordu.

''Meira, nereye gidiyorsun?'' diye seslendim ona, durmasını bekliyordum ama çoktan yola çıkmış ve sol taraftan devam etmişti.

Derin bir nefes alıp yürümeye başladım ona doğru. ''Şehir o tarafta bile değil!'' diye seslendim.

Yürüyerek bile yetişebilirdim ona ama o uyarımı dikkate almış ve aniden durmuştu. Kendine bunu yediremeyişini, sindirmek için birkaç saniyeliğine derin nefeslerle sessiz sinirlenişini ve sonunda da arkasını dönüp tam tersi istikamette hızlı adımlarla ilerleyişini izledim.

Gideceği yola ben daha yakındım, benim yanımdan geçmek zorundaydı. Ellerimin cebimde oluşu, rahat duruşum ve sakin görünüşüm onu aldattı belki de, bu yüzden mesafe koyarak da olsa yolda kesiştiğimiz noktada yanımdan geçmeye yeltendi, buna izin vereceğimi düşündü.

Elbette izin vermedim, beklemeyeceği şekilde ona doğru adımladım ve nazikçe kolundan yakaladım.

Beni ittirdi. ''Geri gitmem gerekiyor diyorum'' diye itiraz etti. ''Neden anlamak istemiyorsun Uygar? Şu ana kadar ben kaçmasını bilmiyor muydum sanki?''

''Eve girelim,'' teklifinde bulundum onu duymazdan gelerek. ''Hava soğuk, üşüteceksin.''

Belinden tutarak yönlendirdim onu eve doğru. Bana küçük asabi karşılıklar verse de daha çok dil dökme faslına geri dönmüştü, bana uyarak adım atıyordu en azından.

''Beni dinle,'' dedi yalvararak, ''seni kurtarmak için geri gitmek istiyorum Uygar! Böyle olmaz... Bu şekilde olmaz!''

Bu düşünce beni gülümsetecek gibi oldu. ''Onlarla baş edemeyeceğimi düşündüğün için mi beni korumak istiyorsun? Her ne kadar beni düşünmen...'' Mükemmel... ''Beni düşünmen hoşuma gitse de bundan sonra hiçbir şeyden korkmana gerek yok.''

Evin merdivenlerine varmış, girişteki terasa çıkmıştık. Tekrardan kaçmaması için kolumu kolundan geçirerek onu kendime kelepçeledim ve o şekilde kapıyı açmak üzere anahtarımı çıkardım.

''Uygar,'' diye mızmızlanmaya devam etti vücudunu tamamen geriye verirken. Onu tutmasam düşecekti. ''Sana zarar verirler Uygar diyorum, öylece beni almanla çözülebilecek bir problem değil bu diyorum! Peşimizden gelmeyecekler mi sanıyorsun?''

Kaşlarımı çatarak, ''seni böyle problematik psikopatlara geri vermemi mi istiyorsun yani?'' diye sordum.

''Ben...'' bakışlarını kaçırdı, ''iyi olacağımdır.''

Varsayım, hah... Çok güven veriyordu ailesi doğrusu. O yaraların devamını bile düşünmek istemiyordum.

''Olmaz,'' dedim itiraz istemeyen bir tonda ve kapıyı açtım. ''Geç.''

Durdu, o seyrek kaşlarını çatarak bana ters bir bakış attı. ''Bana sakın emir verme,'' diye kızdı ama böyle yapınca kesinlikle sert görünmüyordu, görünemiyordu.

Onu izlerken iç çekmekten kendimi alıkoyamadım. ''Haklısın,'' diye kabul ettim hatamı. ''İçeriye geçer misin Meira?''

''Hayır,'' dedi ciddi ciddi ve dönüp gitmeye yeltendi. Onu tutup tekrardan döndürdüm ve nazikçe eve tıktım.

''Kendini öldürteceksin,'' diyordu bana, ben arkamızdan kapıyı örtüp kilitlerken. Gözleriyle beni takip ediyordu, onu geçmiş ve neredeyse L koltuk ve masa dışında hiçbir şeyin bulunmadığı salonuma girmiştim.

''Sana neler yapacaklar biliyor musun?'' derken peşimden geldi o da. Ben koltuğa atsam da bedenimi, o tedirgin bir şekilde ayakta durmayı ve kendi korkusuyla beni de korkutmaya çalışmayı seçti. ''Seni bulacaklar,'' dedi, ''kesinlikle bağlayacaklar, karanlık ve pis bir yere götürecekler ve-'' Gözleri büyüdü kafasında canlananlarla.

Bu kız neler gördü böyle?

Ya da düşünmeye dahi sinirlerimin yetmediği üzere... neler yaşadı?

Silkinip kafamı dağıtmaya çalıştım. Gerilmek istemiyordum, mantıklı ve tedbirli olmalıydım.

Sakinleşince, ''bu işin ciddiyetinin farkında değilsin,'' diye devam etti. ''Onları bir avuç çocuk mu sanıyorsun yoksa?''

İyice sinir bozucu bir hal alıyordu bütün bunlar. Kan ve pislikten yoğrulmuş bir balçıkta büyüyen insanları öylece 'onlar belalı bak, seni döverler,' diye korkutamazsın Meira.

''Hem tek başına ne yapabileceğini sanıyorsun?''

Çocuklar devriye geziyordu çevrede. Tek değildim. Ayrıca Meira'nın hiç bu kadar gürültülü olabileceğini düşünmemiştim. Onu hep sakin ve naif görmeye alışık olduğumdan bu çenesinin olabildiğince açık telaşlı hali kolay kolay baş edilebilir gibi gelmedi doğrusu.

Başımı geriye, koltuğun başlığına doğru atıp gözlerimi kapattım. ''Meira, sakin ol artık-''

''Bana ne yapacağımı söyleme,'' diye sertçe böldü beni. Sabırla solusam da bir şey demedim. Konuşmazsam o da susar sandım, bu bir anlığına beni sinirlendirmedi değil ama. Konuşması için ömrümü vereceğim kadının şimdi susmasını istiyordum, ona ihanet ettiğimi düşündüm hemen.

Ama cidden Meira, lütfen güzelim, bütün gün kafam sikildi iş güçten. Biraz sessizlik. En azından birkaç saatliğine.

Meira ise tam aksine birkaç adımda koltuğa vardı, diğer uca oturduğunu anladım. Gözlerimi kapatmıştım, kollarımı da önümde bağlamış, küçük bir kestirme için hazırlanıyordum.

''Ne yapacaksın, onu söyle o halde,'' diye diretti ısrarla. ''Planın ne? Tamam, getirdin beni buraya, sırada ne var?''

Yine gözlerimi açmadan, ''nasıl bir hayat yaşamak istiyorsun?'' diye sordum ona.

Gerginliğini sadece sesinden ölçmek mümkündü. ''Ölmediğin bir hayat yaşamayı tercih ederdim,'' dedi.

Sırıttım. ''Kolay kolay ölmeyeceğim.'' Dört ayak üstüne düşerim ben hep, çocukluktan kalma bir alışkanlık.

''Uygar, anlamıyorsun-''

''Başka bir ülkeye gideriz istersen,'' diye böldüm onu. ''Okuluna odaklanabilirsin. İstersen müzisyenlikten devam eder, istersen başka bir kariyeri kovalarsın. Tamamen özgür bir hayat yaşarsın.''

Sinirleri bozulmuş bir şekilde güldü buna. ''Başka bir ülkeye gidebilecek, orada yeni bir hayata başlayabilecek, okuyacak, kariyer kovalayabilecek kadar para da yol yordam da sende ama,'' dedi üzerine bastıra bastıra. ''Ayrıca, kıta değiştirsem bile peşimde olacaklarını düşünürsek, sana yalnızca ekonomik anlamda değil, korunma için de mecbur kalacağım. Sana bağlı yaşadığım bir hayat mı özgürlük olacak yani?''

Kaşlarım çatıldı kendiliğinden ve tek gözümü açarak göz ucuyla baktım ona. Aşık olduğum kadının mutluluğu ve güvenliği için maddi manevi her şeyi sağlayamayacaksam ne anladım ben bu işten? Tabii ki de bütün varlığımı ona verecek, nasıl bir hayatı arzuluyorsa ona sağlayacak, hatta kırmızı halıda serecektim önüne.

Yine de onun suyuna gitmem gerektiğini düşünerek, ''konu maddi özgürlüğünse, müzisyenliğe başladığın gibi kendi paranı kazanmaya başlarsın zaten,'' diye geçiştirdim.

''Ve koruma?'' diye hatırlattı inatla.

Sinirle solumaktan kendimi alıkoyamadım birden. ''Biraz bana bağlı olmanda ne gibi bir problem varmış?'' diye itiraf ettim bozulduğumu belli ederek. ''Elinden tuttum diye güçsüz biri olmazsın, hayatını destekliyorum diye tamamen bana bağlı kalmazsın. Hele sende bu yetenek varken... eminim ki yurt dışında çok daha değer göreceksindir. O zaman kendi kendini destekleyebilecek raddeye gelebilirsin.'' Elbette o zaman da seni desteklemeyi, senin için elimden geleni sağlamayı bırakmayacağım. Öyle saçmalık mı olurmuş? Bir de ev hanımı olayım istersen.

Yine de Meira bütün bunlara, ''hayalperestsin Karaşah,'' diye tepki gösterdi.

''Tuttuğumu koparmakla bilinirim,'' diye mırıldandım.

''Kopar bakalım tuttuğun o kor alevi.''

Beni küçümsemesi... Derin bir solukla şişirdim göğsümü. Polat'tan bile hayatım boyu daha az hakaret işitmişimdir herhalde.

''Hem,'' dedi az sonra, ''seninle yeni bir hayata atılmak istediğimi sana düşündüren şey ne? Seni henüz ne kadardır tanıyorum ki? Belki ailemden bile kötüsün?''

Bu ani ve beklenmedik saldırısıyla kalbim sıkıştı, gözlerimi açtım ve sert bir yutkunuşla boğazımdaki yumruyu giderdim. Beni yeni hayatına almamak gibi bir düşünce mi geçmişti yani aklından?

Tek istediğim o yeni hayat portresinin bir kenarına beni de çizmesiydi. Ben de orada olmak istiyorum. Bu yüzden bu bencilliğimi sesli bir şekilde itiraf edemesem de içten içe, istiyorum, bana bağlı olmasını istiyorum ki benden gidemesin.

Bana ağır gelmeye başlayan başımı iki yana salladım. ''Sana zarar verecek bir şeyi asla yapmam,'' derken hayatımda belki de hiç bu kadar kendimden emin sözler vermemiştim.

''Uygar Karaşah,'' dedim çatık kaşlarla. Boy bosuyla, siyah saçları ve sert bakışlarıyla aklımda beliren herife ithafen, ''bu ismin olduğu yerde kendisi de dahil olmak üzere kimse sana zarar veremez,'' dedim.

Meira da peşimden, ''Uygar Karaşah,'' diye mırıldandı. Birden bütün ilgi odağı dağıldı sanki, yorgun görünüyordu zaten. Pes edip sırtını koltuğa verdi, başını da koltuğun başlığına yasladı.

Dakikalarca bunu düşündü sanki, dalıp gitti ve anca az sonra, ''nasıl bir soy adın var?'' diyerek aklındakini benimle de paylaştı. ''Karaşah, derken, satrançtaki siyah şah mı? Karşah olsaymış daha uyumlu olurmuş, kulağa da güzel gelirmiş.''

Gülümsedim istemsizce. Meira Karaşah da kulağa güzel gelirdi.

Sadece yarım saat kadar bunun düşünü kurmadım değil. Meira'nın sürekli yanımda olduğu bir hayatın ne kadar çekilebilir olduğunu düşünmeden edemedim. Böylece onsuz geçirmeye zorlandığım geceler biter ve hiç o güzel sıfatından mahrum kalmadan yaşardım cennette.

Bu düşü kurmaya daha da devam ederdim aslında fakat dışarıdan bir ses duyuldu, araba sesiydi ve Meira ne olduğunu anlar anlamaz yerinden fırladı hemen telaşla.

''Geldiler!'' diye cırladı korku içerisinde. ''Uygar geldiler!''

Yabancı biri olsaydı çocuklar çoktan müdahale etmişti, bizimkilerden biriydi muhtemelen gelen.

Ağır bir hareketle yerimden kalktım, Meira ayakta tedirgin bir şekilde nereye gideceğini bilemiyormuş gibi görünürken ben rahat rahat kapıya yürüdüm.

''Sorun yok,'' dedim ona da, ''burada kal.''

''Kesin o zindana kapatırlar,'' diye bilinçsizce bir şeyler söyledi.

Omzumun üzerinden baktım ona. ''Ne zindanı?''

Ben daha kapıyı tam aralamadan duraksamıştım ki kapı birden hızla açıldı.

''Abi ağzıma sıçma ama-'' diye eşikten içeriye girdi birden Mert.

''Nerede o?''

Ve hemen arkasından Öykü damdan düşer gibi damladı ve Mert'i geçerek içeri girdi. Sinirli görünüyor, kendine öfkesini kusabileceği bir kurban arıyordu. Elbette beni gördü öncelikle ve sert adımlarını durdurdu birden.

Mert'e yorgun bir bakış attım ben de. ''Tek bir işin vardı. Bir kızı zapt edemedin mi yani?'' diye sordum ona.

''Özgür bir kadın o,'' dedi hemen omuz silkerek.

Gözlerimi devirdim ona. ''Bağlayıp bagaja at demedim, bizden uzakta da özgür kalmaya devam edebilirdi değil mi?'' Harika, bir değil iki kadının çenesiyle uğraşacaktım şimdi.

Öykü daha başında beri beni düşman bellemişti sanki. Şimdi de bana bütün bildiği kötü sözleri sarf edecek gibi oldu ama hemen arkada bizi izleyen Meira'yı yeni fark etmesiyle dikkati dağıldı.

Fark ettiği gibi de ''sen..!'' diye seslendi ona. ''Meira!'' Aceleci adımlarla vardı ona ve koluna tutundu hemen. ''Sana bu çocuktan uzak duracaksın demedim mi? Hani sadece arkadaşındı? Baloyu basmak nedir? Çıldırtacak mısın sen beni?'' Dehşet içerisinde ikimiz arasında mekik dokudu bakışları. ''Beraber mi planladınız bunu? Meira! Bir şey söyle!''

Meira yine kaşlarını kıvırmış, o telaşlı ve ağlamanın eşiğinde ifadesiyle ne yapacağını ne söyleyeceğini bilemeyerek duruyordu öylece. ''Öykü, dur lütfen,'' dedi.

Onu böyle görmek sinirlerimi bozuyordu. ''Ben planladım,'' dedim hemen sert bir tavırla. Öykü başka biri olsaydı sırf Meira'nın bakmaya dahi kıyamadığım çehresine böylesi kırışıklıklar eklediği için bile bitirirdim hayatını ama sabrettim.

Öykü ise ona tanıdığım bu tavizi bilmeden sinirli bakışlarını bana yönlendirdi yeniden. ''Sana Meira ile sadece arkadaş kalabilirsin, o da belli sınırlar çerçevesinde demedim mi ben?'' diye çıkıştı.

Ona ifadesiz bir suratla baktım. ''Ve bunu kabul ettiğimi hatırlamıyorum."

Öykü sinir bozukluğuyla güldü, "sen kendini çok mu akıllı sanıyorsun?'' karşılığını verirken.

Sabrım ince bir buz tabakasıydı ve Öykü inatla yürüyordu orada.

''Mert,'' dedim sonunda bu işin iyi bir yere gitmediğinin farkında olarak, ''kız arkadaşına sahip çık.''

Mert kollarını kaldırdı. ''Hey hey, orada dur-''

''Şansınızı zorlamayın,'' diye sertçe kestirip attım itirazını. ''Meira benimle kalacak. O sirke geri dönmeyecek.''

Etrafın daha da kızışmasını istemediğinden kendisini sakinleştirdi Mert. ''Abi, tamam, haklısın,'' dedi uzlaşmacı bir tavırla. ''Meira o yerde gerçekten de durmamalı ama bütün bunlar çok aceleye gelmedi mi sence de?'' Ve yanaşıp kulağıma doğru, ''hızlı koşan atın boku seyrek düşermiş abi,'' diye fısıldadı.

Ona baktım sinirli sinirli. ''Daha bu planı anlatır anlatmaz 'tankla basalım abi,' diyen sen değil miydin pezevenk?''

Öykü'ye baktı, ellerini kaldırdı hemen suçsuzum der gibi ve ''yalan söylüyor,'' diye itiraz etti. ''Ben sana hak veriyorum çiçeğim, biliyorsun beni!''

Öncelikle, siktir, iğrenç!

Kafamdan bu anıyı silmeye hazırlanırken Öykü'nün karşıma geldiğini fark ettim. Öyle rahatsız olmuş ve tetikte duruyordu ki tokat atacağını düşündüm. Meira'dan daha kısa ve biraz da tombul bir kız oluşuyla gözümde ufak tefek bir şey olduğu için onu sinirli görmek garipti ama tokat atmadı.

Bunun yerine Meira'nın yol boyu saydıklarını saydı. ''Ne yaptığının farkında bile değilsin Uygar. Ne kadar tehlikeli-''

Sıkıntıyla ofladım. Sadece tokat atarak rahatlayıp beni yalnız bırakamaz mıydı?

Arkamı dönüp içeriye doğru yürüdüm, koltuğa oturacaktım, belki kendime içecek bir şeyler koyardım, başım çatlıyordu.

Bu sırada arkamda kalan kıza doğru, ''arkadaşını o manyakların elinden kurtardım işte,'' diye mırıldandım onu iyice kendimden nefret ettirdiğimin bilinciyle. ''Neden sevinmiyorsun buna?''

Meira'nın iyiliği için bütün riskleri almaya nasıl gönüllü olmazdı? Meira'nın öyle rezil bir hayat yaşamasına nasıl gönlü el verirdi? Elinden bir şey gelmiyorsa bile, geleni neden durdurmak isterdi? Öykü'ye dair sevmediğim bir şeyler vardı işte, Meira'yı Meira'nın onu sevdiği kadar sevmiyor ve düşünmüyordu sanki.

Öykü'nün arkamdan sinir bozukluğuyla güldüğünü duydum bu sırada. Onu umursamadan içkimi kristal bardağa döktüm ve büyük bir yudum aldım.

''Arkadaşım mı?'' diye tekrarladı beni Öykü. Sinirleri oldukça bozulmuş görünüyor ve hemen şimdi beni mahvedecek bir şeyleri ağzından kaçıracak gibi duruyordu.

Ve sonunda ağzındaki baklayı çıkardı: ''Meira benim arkadaşım değil,'' dedi, gözlerimin içine bakarak. ''Meira benim abimin nişanlısı.''

Bardağı kavrayan parmaklarım, son konumda donakalan bakışlarım, kaskatı kesilmiş vücuduma kan pompalamayı kesen kalbim, aklım fikrim, ciğerlerime giren hava, hepsi az önce duyduklarımın etkisiyle benden ayrıldı, benim bir parçam olmaktan çıktı ve bağımsızlaştı. Bir ruh gibi kalakaldım, odadaki herkesi kendimle beraber izleyecek kadar geriledi görüş açım.

Elimdeki bardağı sıktığımı bile, elimde bir bardak olduğunu bile, yaşadığımı bile o bardak gürültüyle avuçlarımın arasında parçalara ayrılınca fark ettim. Dünyaya anca bu tiz sesle geri dönebildim.

''Ne?'' diyebildim yalnızca, o kadarına vardı sözcüklerim.

Mert ise benden önce ayıldı, ''bir dakika, ne dedin?'' diyerek Öykü'ye yanaştı. ''Öykü? Bana böyle bir şey söylemedin.''

Biri tarafından manuel yönlendiriliyormuş gibi mekanikleşen bakışlarım Öykü'den, Öykü'nün yutkunuşundan; Meira'ya, Meira'nın korkuyla aralanan yeşillerine, o irislere uzanan kırmızı damarlara ve göz pınarlarında doluşan yaşlara kaydı.

''Çünkü size söylemememi istedi,'' dedi Öykü burnunu çekerken. Onun da gözleri dolmuştu. ''Sır olarak tutmamı istedi benden ama belli ki aranızda arkadaşlıktan öte bir ilişki var! Daha fazla sır falan tutmam ben!"

Meira'nın irice araladığı kan çanağına dönmüş gözünden tek bir damla gözyaşı yuvarlanırken yanağına, ''elin...'' diye mırıldandı.

Elimi hissetmiyordum. Az önce avucuma ve parmaklarıma batan camların yarıp geçtiği etimi bilmiyor, canımdan kopan kan damlarının parkeyle buluşma sesini duymuyordum.

Yutkunuşum, hâlâ elimde bir bardak tutuyormuşum gibi havada kalan kanlı elim, göz kırpmadığım, kırpamadığım için kızaran gözlerim... Vücut dilimi okuyan üçlünün gerildiğini, kızların tedirginleşerek geriye gitmeyi akıllarından geçirdiğini ve Mert'in ters bir harekette bulunacağımı düşünerek öne adımladığını fark ettim.

''Uygar,'' diye beni uyaracak oldu Mert, ellerini kaldırmıştı tedbir gereği.

Ama ben oları görmüyor, ilgilenmiyordum; tek ilgi odağım Meira'ydı. Neden itiraz etmiyordu? Neden bir şey söylemiyordu? Ben mi duymadım yoksa? Aklımı yitirdiğim, dünyadan koptuğum o anda mı itiraz etti de ben şahit olamadım acaba?

''Meira,'' dedim uysal ama titrek bir sesle. Ben bile kendimi tanımadım. Ben bile bu sesi duyunca ürktüm ama durmadım, ona yaklaştım. Mert aramıza girmeseydi karşısına geçecektim ama Mert'in elleri göğsümden tutup durdurdu beni.

''Uygar,'' dedi yeniden, ''oturup doğru düzgün konuşalım.''

Onu görmezden geldim ve sadece Meira'ya bakarak, yalnızca ona konuşarak, ''ne diyor bu kız?'' diye sordum. ''Ne nişanlısı? Ne nişanlısından bahsediyor? Beni vazgeçirmek için söylüyor. Değil mi Meira?''

Meira sessiz kaldığında kaşlarım çatıldı ve bu gösterebildiğim ilk insani tepki, ilk mimik oldu.

''Beni öptün Meira,'' dedim aklıma gelenlerle konuşmak zorlaşırken. ''Nişanlı olsan öyle bir şey yapmazdın. Sana nasıl hisler beslediğimi bile bile...''

Yutkundum, öleceğim sandım. ''Ölümün kıyısından senin için döndüğümü bile bile beni böyle bir oyuna sokmazdın,'' derken sesim titredi çaresizlikten.

Meira'ya Meira'dan daha çok güveniyordum, hemen başımı iki yana salladım itirazlar içinde.

''Beni kendine yaklaştırmazdın,'' dedim emin bir şekilde. ''Beni öpmezdin. Beni asla öpmezdin. Yalan söylüyor, değil mi? Lütfen açıkla, bir açıklama yap, sessiz kalma.''

Ama Meira yerine Öykü cevap verdi: ''Doğruyu söylüyorum,'' dedi bana. ''Meira, abimin, Kamber Dizman'ın neredeyse 2 yıldır nişanlısı.''

''Kes sesini,'' dedim sakince. ''Sana sormadım.''

Mert de, ''Uygar,'' diye itiraz etti ama müdahalede bulunmadı. Doğruysa eğer ikisi de beni kandırıyor olacaktı çünkü ve Mert bana yapılan yanlışa göz yummazdı. Bilmeliydim bu yüzden, hemen şimdi bilmeliydim.

''Meira,'' diye yalvardım tekrardan. Ona yaklaşmaya çalıştım, Mert yine izin vermedi. ''Ailen zorluyor değil mi? Kendin seçmedin elbette. O herifi sevmiyorsun. Seni buna zorluyorlar, değil mi Meira?''

Cevap vermedi. Cevap vermiyor. Neden cevaplamıyor beni? Gerçek olmasındansa ölmeyi tercih ederim. Ölmeyi tercih ederim.

''Neredeyse 1 yılım...'' dedim ama devamını getiremedim.

1 yıl, aldığım her nefesin ciğerlerimde barınan alevi körüklemediği 1 yıl geçirdim hayatımda ilk defa. Büyük bir kısmında tek başımaydım bu gemide, karşımda duran tek şey Meira'nın düşüydü belki de fakat son aylar? Onu her görüşümde, her bir saniyesinde ona daha da bağlandığımı, yaşama amacımı dahi ona bağladığımı bilen kadın, beni nasıl böyle bir oyuna sürüklerdi?

Meira cevap vermeden kan çanağına dönmüş gözlerini kırpıştırarak gözyaşlarını tutmaya devam ederken, şu ana kadarki sükûnetimi geride bırakıp benim dahi beklemediğim kadar ani bir tepki verdim:

''Meira!'' diye bağırdım birden ama öfkeden değil. Öfkeden değil.

O bu ani karşılığımla yerinden sıçrarken ve Mert'in üzerimdeki kavrayışı sıkılaşırken, ''cevap ver!'' dedim sabırsızca. ''Yalan söylüyor, değil mi?''

Öykü, ''istediğine inan,'' diye araya girdi tekrardan, ''umrumda değil.''

Meira artık gözyaşlarını tutamaz olmuş, özgür bırakmıştı onları. ''Öykü dur,'' dedi ona burnunu çekerken. Bakışları tekrardan beni bulduğunda toparlanmaya, gözyaşlarını silmeye çalıştı.

''Uygar ben...'' dedi, kesik kesik konuşurken ne dediği bile anlaşılmıyordu. ''Açıklayabilirim,'' dese bile duraksadı, dudaklarını birbirine suçlu gibi bastırdı. ''Yani... açıklayamam,'' diye düzeltti kendisini çatallı, titrek bir sesle.

Kirpiklerimi kırpıştırdım. Boğazım düğümlenirken, ''doğru yani?'' diye sordum ona. "Ailen de zorlamadı seni hiçbir şeye? Bile isteye gizledin benden bunu?"

Meira sessiz kalarak ve başını eğerek cevabını vermiş oldu, Öykü ise, ''bundan sonra Meira'dan uzak durursun umarım,'' diyerek beni uyardı. ''Ailelerimizle konuşup bu olayı bir şekilde kapatacağım, tamam mı? Sakın...'' Benden fayda görmeyerek Mert'e döndü. ''Mert, bu delinin beni dinleyeceği yok, sen sahip çık şuna da sakın ama sakın bir daha Meira'ya yaklaşmasın. Bugünkü gibi çılgınlıklar yapmasın! Duydun mu beni? Ben bir şekilde bu geceyi idare edeceğim."

Mert ona omzunun üzerinden sıkıntılı bir bakış attı ''ikiniz bir olup bizi mi kandırıyordunuz yani?'' derken.

Öykü, kırgın bir bakışla karşılık verdi ona ama toparlandı, ''sırası değil şimdi bunun," dedi. "Sonra konuşuruz Mert. Şimdi Meira'yı da alıp gitmek istiyorum yalnızca. Ailelerimiz çılgına döndü zaten yeterince.''

Boğazımdaki o kuruluğu, o dolu hissiyatını sert bir yutkunmayla geçirmeye çalıştım. Havada kalan elimi indirdim, göz kırpma fonksiyonumu dahi kaybettiğim gözümden düşen bir damla yaşı umursamadan döndüm.

Ve çıkıp gittim.

Üçünü de geçerek kapıdan çıktım ve arkama bile bakmadım. Soğuk havanın indirdiği keskin darbeleri göğüsleyerek ilerideki araca doğru yürüdüm ama anahtarlarım yanımda değildi, salonda masanın üzerindeydi. Oraya geri girmektense ölmeyi tercih ederdim, ölmeyi tercih ederim, nereye gittiğim bile umrumda değildi zaten, sadece buradan uzaklaşmak istedim ve arabayı geçerek ilerideki yola yürüdüm. Geberene kadar yürümeyi kafama koydum o an, yol nerede bitiyorsa artık, sabaha kadar yürürdüm belki.

Yaklaşık bir yıl önce ateşi sönen ciğerlerimin yeniden kor alevlere harmanlandığını hissedebiliyordum kaburgalarımın altında. Bu hisle baş başa kalmamak için, bu doldurucu gece soğuğunda tenimin kavrulduğunu hissetmemek için, boğazımı tıkayan bu gerçekten kaçabilmek için kafamı dağıtacak uğraş arayışına girdim. Belki sabaha kadar yürümek, belki ormanda kaybolmak, belki kafamı fiziksel anlamda dağıtacak daha radikal çözümler...

Ama onun arkamdan bağırdığını duydum.

''Uygar!''

Meira hemen peşimden evden çıkmıştı, şimdi de toprak yolda beni takip ediyor ama büyük adımlarıma o topuklu ayakkabılarıyla yetişemiyor, geride kalıyordu.

''Nereye gidiyorsun?'' diye seslendi tiz bir sesle. ''Beni bırakacak mısın? Bekle! Bir ilişkimiz bile yoktu, ben-''

Adımlarımı durdurdum birden, o da hemen durdu, sözü dahi yarım kaldı. Sinirlerime hakim olmaya çalışarak, iki yanımda bana ait değilmiş gibi sallanan ellerimi yumruk haline getirerek zar zor tuttum kendimi ve ona doğru döndüm.

Gözleri, burnu, dudakları, yanakları, her yeri kızarmıştı. Az önce bana ne sikim söylediğinin bilincindeydi ama hatasını örtbas ederek konuyu değiştirdi:

''Daha az önce benimle yeni bir hayata başlama hayalleri kuruyordun,'' diye kendisini savunmaya yeltendi. ''Beni benden çok düşünüyordun.'' Bir tepki alamadı benden, tekrardan değiştirdi rotasını o yüzden: ''Sen kendin söyledin,'' dedi bu sefer. ''Sana kötü bir şey yaparsam bile benden nefret edemeyeceğini kendin söyledin. Sana kötülük yaptığımda dahi beni affedeceğini söyledin.''

Sessiz kaldığımda siniri bozulmuş gibi, ''aramızdaki bu şey önemsizdi Uygar,'' diye öne sürdü. ''O öpücük de... Sen fazla ciddiye aldın. Her şeyi abartıyorsun.''

Bakışlarım eline indi. Parmaklarında bir yüzük yoktu. Orada oyalandı bir süre gözlerim. Parmağında yüzük hiçbir zaman yoktu.

Soğuktan, elbette soğuktan sağ gözüme doluşan gözyaşını, başımı hafifçe o tarafa döndürerek sildim ve ondan gizledim. Ardından burnumu çekerek ona doğru adımladım.

Bu hareketimle Meira söyleyeceği şeyi yutup tedirgin bir şekilde geriye adımladı ama aradaki mesafeyi iki büyük adımda kapatabilmiş, ona yetişip kolundan tutarak elini havaya kaldırmıştım.

Hiçbir yüzüğün takılı olmadığı eli aramızdaydı şimdi. Ben parmaklarına bakarken ve acı bir imayla tebessüm ederken, o da dolu gözlerle karşılık veriyordu bana.

''Görmeyeyim diye her yanıma geldiğinde yüzüğünü saklıyordun demek,'' diye mırıldandım. İçim yanıyor.

Diğer bir damla daha soğuktan ötürü kopup yuvarlandı yanağıma ama onu bu sefer sertçe, büyük bir hınçla sildim.

''Daha ilk karşılaştığımız geceden beri parmağında hiç yüzük yoktu senin,'' dedim ona. ''Başından beri bana farklı bir amaçla bile isteye yaklaştın demek. Bilerek gizledin.''

Titreyen dudaklarım, küçümseyici olması gereken ama ne denli acı çektiğimi belli eden zavallı bir kıvrılmayla şekillendi.

''Heyecan mı arıyordun?'' diye sordum ona. ''Sıkıcı görkemli hayatındaki sıkıcı müstakbel kocan tatmin edemiyor muydu seni? Sen de onu enayinin tekiyle aldatayım mı dedin? Bunun için hiç üşenmeden intihar eşiğinden birini bile döndürdün mü yani?''

Bana büyüttüğü, dolu dolu yeşil gözleriyle baktığını, istediğinde ne kadar da masum görünebildiğini fark edince sinir bozukluğuyla güldüm ve tuttuğum bileği sertçe bıraktım.

''Nişanlına git,'' dedim, geriye adımlayıp arkamı dönmeden önce. ''Yüzüğünü geri takmayı unutma ama. Neden takmıyorsun diye küsmesin sonra sana.''

Ve tekrardan dönüp yola doğru yürümeye başladım ama daha 4-5 adım bile atamamıştım ki enseme yediğim darbeyle beraber duraksadım.

Bu darbeyi tanıyordum, daha görmeden ayakkabısını çıkarıp bana attığını anlamıştım bile.

Hemen sonrasında ağlamaklı, hırçın bir ses duyuldu: ''Aptal, bencil, kafasız bir mağara adamının tekisin!'' diye çığırdı kulakları sağır edecek bir tizlikle.

Sabırla soludum çenem gerginlikten kaskatı kesilirken.

Meira ise, ''Eşek seni!'' diye saydırmaya devam etti bana. ''Bir gram aklın olsa neden parmağımda yüzük olmadığını anlardın pislik herif!''

Yeterince gergin değilmişim gibi bu sözle beraber iyice doldum, arkamı bir hışımla dönüp Meira'ya doğru baktım. ''Ne diyorsun?'' diye sordum ona agresif bir tavırla.

Meira da benden geri kalmadı, tek ayağı çıplak bir şekilde toprağa basa basa karşıma geçti.

''Sen ne diyorsun asıl?'' diye çıkıştı bana kırmızı gözlerle. ''Ne demeye getiriyorsun? 'Nişanlı olduğun halde millete kuyruk sallama,' demeye getiriyorsun değil mi? Beni sadakatsizlikle suçluyorsun!''

Benimle dalga geçtiğini düşündüm. Akıl sağlığımı ararken çevreye bakındım, siktiğimin gökyüzüne göz gezdirdim biraz olsun beni sakinleştirmesini beklerken.

Ve tekrardan ona baktığımda sırıttım. ''Evet," dedim. Uygar'ı kaybettim.

Meira ise beni sertçe ittirdi göğsümden. ''Aptalsın Karaşah! Hayatımda gördüğüm en aptal adamsın!'' diye öfkeyle atıldı.

Yüzümdeki gülümseme solup ifadesiz, soğuk bir hal alırken, ''nişanlına git Meira,'' dedim ona. ''Sokaklardan mı toplayacak seni böyle?''

Düşünmedi bile. Sert bir tokadı refleks gibi indirdi yanağıma. İyi de oldu. Nefret edelim birbirimizden ki bir daha görüşmeyelim.

O da duygularıma tercüman olur gibi, ''yüzünü bile görmek istemiyorum bir daha!'' diye bağırdı. ''İğrenç yaratık!''

Önce birkaç adımı geri geri attım, Meira'nın gözyaşları içindeki darmadağınık haline baktım. Bir ayağı çıplaktı. Sikeyim. Ayakkabını giy aptal.

Ardından arkamı döndüm yeniden ve yürümeye başladım. Artık bu siktiğimin yerinden gitmek istiyordum; yanlış bir şey yapmamak için uzaklaşmam, kafamı toplamam ya da kafamı kelimenin tam anlamıyla dağıtmam gerekiyordu. Gitmeliyim, lütfen, gitmeliyim, dayanamıyorum...

Ama yine uzaklaşmama bile fırsat tanımadan arkadan sinir krizi geçirir gibi cırladı ve diğer ayakkabısını da attı bana doğru.

''Aptal!'' diye bağırdı arkamdan. ''Nereye gidiyorsun? Gerçekten de gidiyorsun!''

Elim ayağım titriyordu zaten, bir hışımla döndüm yeniden ona. ''Şu ayakkabılarını ayağında tut!'' diye bağırdım öfkeyle.

Ben böyle söyleyince hıçkıra hıçkıra üzerinde daha başka atacak bir şey aradı inatla. Bir tek saçındaki kurdeleyi atabilirdi, onu sökercesine alıp bana doğru fırlattı ama toka fazla yol katedemeden ayakkabımın yakınına düştü.

Bu başarısızlığa sinir bozukluğuyla tekrardan cırladı, omuzları sarsılıyordu ağlarken ama bir şey söylemedi. Bana lanetler okur gibi baktıktan sonra döndü, yol ayrımından sağa doğru gitti, ben ise soldaydım.

O yol ayrımında, gitsin, dedim içimden. Gitsin benden. Bir daha da dönmesin.

Ben de döndüm ve kendi yolumda yürümeye başladım. Sinirliydim, adımlarım hızlı ve aceleciydi, etrafıma değil önüme bile bakmıyor, yerden gözlerimi ayırmadan bir an önce buradan uzaklaşmaya çalışıyordum.

Arkada az ileride sağ tarafta ev zaten, oraya gidiyor.

Adımlarımı hızlandırıp devam ettim. Artık o tarafta bir işim olduğundan değil, sadece kontrol etmek, kısa bir göz atmak için, öylesine omzumun üzerinden arkaya doğru baktım.

Meira'nın arkada, karanlığın ortasındaki tek sokak lambasını geçtiğini gördüm. Evin bahçesine girmemiş, yol üstünden devam etmişti.

Nereye gidiyor şimdi bu böyle yalın ayak? Çantası, telefonu, parası hiçbir şeyi yok.

Adımlarım durdu hemen ve arkamı döndüm. ''Meira!'' diye bağırdım öfkeyle. ''Ne halt yiyorsun? Gir şu siktiğimin evine!''

Mert hangi cehennemdeydi? Özel hayata saygı duyacağına neden Meira'nın peşinden gelmemişti en başta?

Meira ise beni dinlemedi, elbette dinlemedi, hiçbir sikimi dinlemezdi.

Ona doğru büyük adımlar atarken, ''nereye gidiyorsun?'' diye bağırdım arkasından. Değil Meira, bütün bir yaka duymuştur herhalde sesimi ama o beni duymazdan geliyordu inatla. Yol üstünde az önce bana fırlattığı ayakkabılarını da topladım yerden.

Mecburen koşmaya başladım, zaten ağır ağır ağlaya ağlaya yürüyordu, saniyeler sonra ona yetişmiştim bile. Kolundan tutup durdurdum onu, ayakkabılarını önüne bırktım.

Sanki onu, parmağımdaki yüzüğü gizleyerek neredeyse bir yıl boyunca zehirleyen ve kandıran benmişim gibi hıçkıra hıçkıra ağlaması yok muydu bir de...

''Saçmalamayı bırak!'' dedim sinirle. ''Hem suçlusun hem güçlü, çocuklaşmayı bırak da ayakkabılarını giyip eve gir. Mert'e git.''

Bana bakmayı, bana dönmeyi, ayakkabılarını giymeyi reddetti. Sadece ağlıyordu. Artık iyice sinirimi bozmaya başlamıştı bütün bunlar, tuttuğum kolundan onu kendime doğru çekip belini tuttum ve sırtını göğsüme yapıştırarak öyle havaya kaldırdım.

''Giy şu ayakkabıları, delirtme beni!'' Müdahalem de bir işe yaramadı, bacaklarını savurdu inatla ve ayakkabılarını giymeyi reddetti.

Eve doğru baktım. Işıkları açıktı ve Mert'in arabası hâlâ bahçedeydi. Ne halt yiyordu?

''Mert!'' diye bağırdım o tarafa. ''Gel al şunu! Evine bırak!''

''Bırak!'' diye cırladı Meira da öfkeyle. ''Nişanlım alır beni!''

''Sikeyim nişanlını!''

Sinirden beni parçalamak ister gibi kafasının üstünden uzattı ellerini ve tırmıklamaya çalıştı yüzümü.

''Ben de...'' dedi ağız dolusu, ''seni sikeyim Karaşah!'' Fakat hayatında ilk defa küfür etmiş gibi eğreti durdu bu kelime onda.

Sonunda Mert beyefendi çıkabildi şu evden bunca kavga gürültüye. Koşar adımlarla yetişti bize, hemen peşinden Öykü de gözüktü.

''Lan ne oluyor?'' dedi Mert.

''Meira?'' diye sinir krizi geçiren deliye yaklaştı Öykü de.

''Al şunu başımdan,'' dedim ben de Mert'e ve Meira'yı tutmasını istedim. ''Götür evine bırak.''

Öykü yerden Meira'nın ayakkabılarını toplayıp ona giydirmeye çalışırken Mert de Meira'nın koluna girdi. Sonunda ayırdılar onu benden.

''Meira, tamam gel hadi,'' diye ikna etmeye çalışıyordu hıçkırıklar ve krizler içerisindeki kızı. ''Eve bırakayım sizi.''

Daha fazla katlanamayacaktım bu manzaraya. Dönüp yürümeye başladım belki onuncu defa. Mert'in arkamdan nereye gittiğimi sorduğunu duysam da cevap vermedim. Cevap verseydim de muhtemelen 'cehennemin dibine' derdim.

Arkadan kavga gürültü sesleri gelmeye devam ediyordu hâlâ: ''Bırak!''

''Hay...''

''Bırak çirkin zargana, bırak beni!''

Gözümün önüne doluşup görüş açımı bulanıklaştıran gözyaşlarını sildim elimin tersiyle. Hızlı adımlarla rüzgarı göğüsleyerek karanlığa karışırken titreyen dudaklarımı, içimden kopup gelen hıçkırığı bastırmak için sıkıca kapattım.

Ve hayatımda en mutsuz olduğum o günü kazıdım kafama:

1 Mayıs 2013. Cehennem.








(Yanlış anlaşıldığı için belirtmek istedim, nişanlı olmasının ihanetle bir alakası yok. Uygar sadece üzülüyor, intikamın hiçbir parçasında Meira'nın bu yaptıkları geçmiyor.)

Beğenerek ve düşüncelerinizi belirterek desteklerinizi gösterebilirsiniz:)

Instagram: kedilimediyy





○●

Fortsæt med at læse

You'll Also Like

31.3K 902 7
Deli, Deli Kız, Şurina, Şurimşine, Pervane kitaplarıyla ülkemizin sevilen ve çoksatan yazarı Gülsen Kılıçaslan, yeni romanı Bütün Kuzgunlar Siyahtır...
TAKINTI Af ☆☆☆

Teenage Fiktion

1.7M 29.2K 34
Efsan zorla evlendirilmekten kurtulmak için Mardin'den İstanbul'a kaçar. Ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanacağını nerden bilebilirdi. İstanbul'u...
8.2K 1.8K 56
Beatrice della Crisalide. O bir Medici. O bir suikastçı. O bir diplomat. Hayatı tüm monotonluğu ile devam ederken Roma'dan gelen esrarengiz bir mektu...
759K 24K 55
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!