giselle ou les willis || sans...

By nehwatiny

1K 162 231

Vililer; onlar ki ihanete uğramış ruhlar, onlar ki kelebek ömürlü kırılgan yürekler... Onlar ne ölü ne de dir... More

- Info -
Chapter I
Chapter II
Chapter III
Chapter IV
Chapter V
Chapter VI
Chapter VII
Chapter IX
Chapter X

Chapter VIII

76 16 15
By nehwatiny

Saatlerdir sadece oturup dans edenleri izlediği yerden ayrılıp kasaba meydana doğru yürürken Jongho'nun kalbi korkuyla atıyordu.

Kasaba bekçisinin meydana çıkmasıyla bir tuhaflık olduğunu anlayan köylülerin müziği bir anda kesmesiyle birlikte Yeosang ve San oldukları yerde durup başlarını ona çevirdi.

"Jongho?" Yeosang merakla kaşlarını çattı. "Neler oluyor?"

"Kusura bakmayın," Jongho önce endişeyle Yeosang'a baktı, sonrasında ise San'ın önünde nazikçe eğildi.

"Majesteleri..."

Bu hitabı duymasıyla birlikte San'ın dehşet içinde nefesi kesildi ve iki gözü de şok içinde açıldı. "N-Ne?"

Jongho onu duymazdan gelip endişeyle Yeosang'ın omuzlarından tuttu. Yüzündeki kasvetli hava bu sefer gerçekten Yeosang'ı da tedirgin etmeyi başarmıştı. "Yeosang, korkarım ki görmen gereken bir şey var."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu Yeosang.

"Beni bekle." dedi Jongho ve aceleyle taş yolun karşısındaki tahıl ambarında doğru koştu.

San o an içine düştüğü dehşet çukurunun yol açtığı korkuyu yüzünde belli etmemeye çalışırken Yeosang'ın dikkatini dağıtmak ister gibi koluna girdi ve gülümsedi.

"Bu Jonathan'ın nesi var böyle?"

Yeosang gergin bir şekilde güldü. "Biliyorum, bütün bunlar çok saçma, öyle değil mi? Jongho fazla düşünüyor. Ona söyledim ama o çok ileri gitti."

Onlar böyle konuşarak birbirlerinin içlerini rahat tutmaya çalışırken Jongho'nun koşarak tahıl ambarından kınıyla beraber getirdiği kılıcı ikisinin de gözlerinin önüne sermesiyle Yeosang'ın gözleri fal taşı içinde açıldı ve geriye doğru birkaç adım attı.

Jongho'nun sanki önemli bir kanıt gösterir gibi gösterdiği kılıca bakarken Yeosang hayretler içerisinde ve bir o kadar da gergin bir şekilde sordu. "B-Bu nedir? Bunu neden bunu bana gösteriyorsun?"

"Sadece kabzasına oyulu armaya bak." dedi Jongho. "Bu kılıç Silezya Kontuna ait. Albrecht San Salians'a, nam-ı diğer Loys'a." ve hemen arkalarında duran genç kontu işaret etti. "Ona."

Bu suçlamayla birlikte San şok içinde açtığı gözleriyle kimse görmeden başını başka yere çevirdi ve gözlerini Yeosang'dan kaçırdı. Titreyen çenesini ve ellerini saklamaya çalışırken Yeosang ne diyeceğini bilemeden bu absürt duruma karşı sadece güldü. "Hayır." dedi. "Bu imkânsız. Neyden bahsettiğini hiç anlamadım doğrusu."

Ancak o bu durumu absürt ve olanaksız bulsa da bu iddia kasabalıların ilgisini çekmişti.

"Kont mu?"

"Olabilir mi?"

"Bu Silezya Kontu'nun kılıcı mı?"

"Bakayım!"

"Görmeden inanmam!"

Jongho elindeki asilzade kılıcını meraklı kasabalılara teşhir ederken Yeosang acele adımlarla tekrar San'ın yanına geldi ve ellerini omzuna koyarak Jongho'nun elindeki kılıcı gösterdi. "Loys," dedi tekrar bakışlarını gülümseyerek San'a çevirirken. "B-Bir yanlış anlaşılma oldu galiba."

San güldü. Ancak hiç de mutlu değildi. "Bence kesinlikle oldu." dedi bu sözleri onaylayarak. Bu gergin gülüşün arkasında yatan endişe ve gerginliği saklamak imkânsız gibiydi. "B-Bayım," dedi gözlerini Jongho'ya çevirerek. Ardından güven verircesine Yeosang'ın ellerinden tuttu. "Neyden bahsettiğinizi gerçekten hiç bilmiyorum ancak bu sadece ve sadece paranoyak birinden duyulacak bir suçlama."

"Suçlama mı?" Jongho sinirinden gülecek gibi oldu ve alay edercesine San'ın önünde saygıyla eğildi. "Bunun bir suçlama olduğunu söyleyen kim, ekselansları? Sizi suçlayacak çok şeyim var ancak ben şu ana dek sadece doğruları söyledim. Yalanlarınızı daha ne kadar sürdürmeyi planlıyordunuz?"

"Sen aklını kaçırmışsın!" diye sesini yükseltti San.

Yeosang gitgide öfkelendiğini hissediyordu. "Jongho, yeter. Kes şunu."

"İnan bana Yeosang," dedi Jongho endişeyle sevdiğinin ellerini tutarken. "Sana söylediği her şey yalan. Loys diye biri yok. Sadece Kont Albrecht var."

Yeosang öfkeyle ellerini Jongho'nun ellerinden ayırdı. "Sevdiğim insanı benden almak sana âşık olmamı sağlamayacak."

Jongho kalbini bir kere daha paramparça eden bu sözlerle hayret ederek baktı. "Bunu beni sevmen için yapmıyorum. Sana gerçekleri söylüyorum. Seni ondan korumaya çalışıyorum. Anlamıyor musun?"

"Senin derdin ne!? Ne saçmalıyorsun?" dedi San öfkeyle. Ama aslında o an gerçekten ağlamak istiyordu. "Benden ne istiyorsun?"

"Ah, lütfen beni yanlış anlamayın." Jongho elindeki kılıcı nazik ve zarif bir reverans ile San'ın ellerine tutuşturdu. "Ben sadece size ait olanı geri veriyorum, Kont Hazretleri."

Kasaba ahalisi önlerinde olanları büyük bir şaşkınlıkla izlerken etraf bin bir türlü fısıltı ve uğultuyla doldu.

Dehşete düşen San onların ve Yeosang'ın duymayacağı bir sesle Jongho'nun kulağına fısıldadı.

"Yalvarırım, dur."

"Neden?" dedi Jongho bu fısıltıyı tamamen yok sayarak. "Ona daha çok yalan söyleyebil diye mi? Sonsuza kadar birlikte olacağınızı, hatta evlenebileceğinizi bile vaat etmek için mi?"

"Yeter..." dedi San bu defa daha tehditkâr bir edayla.

"Onu istediğin kadar kandır. Kendini istediğin kadar kandır. Bütün dünyayı istediğin kadar kandır. Ama Yeosang'a asla sahip olamayacaksın."

"Sana yeter dedim!" Genç kont tamamen ona ait olan kendi kılıcını Jongho'nun elindeki kınından çıkardı ve öfkeyle ona atıldı.

O an onları izleyen bütün kasabalılardan korku dolu çığlıklar yükselirken Yeosang dehşet içinde geriye sıçradı.

Tamamen düşüncesizce yapılan bu ani ve ölümcül kılıç darbesinden kolaylıkla kaçan Jongho korkusuzca San'ın karşısında dikilmeye devam etti. Genç kontu kollarından yakalayan birkaç kasaba sakini de ortamı sakinleştirmek için iki genci birbirinden uzaklaştırdı.

Ancak Jongho'nun gözlerinde hiçbir korku kırıntısı yoktu. Yüzündeki resmiyeti sürdürerek gülümsedi. "Belki de bugünkü ava ailenizle devam etmek istersiniz. Yemekte baya bir sizi sordular. Sizi görmek için sabırsızlanıyor olmalılar."

Jongho kulübenin kapısına astığı ve ona emanet edilen av borusunu almaya koyulduğu an San başını hızlıca iki yana salladı. "Hayır! Bunu yapmayacaksın. Hayır-"

Fakat artık her şey için çok geçti. Jongho av borusunu çaldığı an San yerinde taş gibi kesildi ve elindeki kılıcı uğradığı şokla birlikte yere düştü.

Ne yaptın sen?

San içinden bu cümleyi tekrar edip dururken Jongho elindeki av borusuna üfleyerek ormanda ava çıkan Courland ve Silezya soylularını kasabaya çağırmaya devam etti.

Kaçmayı düşündü. Ancak kaçsa da kaçmasa da eninde sonunda her şey ortaya çıkacaktı.

Av borusu çalındıktan sonra bir anda kasabada bir ölüm sessizliği oluştu. Ardından kısa bir süre içerisinde atlarla gelen soyluların atlarının toynak sesleri duyuldu.

Her şey bitti... San adımlarını gittikçe ondan uzaklaştıran Yeosang'a baktı.

Sesi duyan yalnızca onlar değildi. Bu gürültülü ses aynı zamanda Kennenberglerin evindeki Bathilde'yi de uyandırmayı da başarmıştı. Önce Bathilde, onun arkasından Berthe kulübeden dışarı çıktı.

Bathilde dışarı çıkarken kasaba ahalisiyle herhangi bir göz teması kurmadan kendi kendine konuştu. "Tanrı aşkına neden onları çağırdınız? Ben henüz uyanmamıştım. Yanlış alarm mı yoksa?"

Ardından kasaba meydanına gelen soylularla birlikte Bathilde atından inen babasını selamladı.

"Babacığım, av nasıldı?"

"İyi gidiyordu." dedi Courland dükü. "Ancak dinlendiysen, artık geri dönebiliriz."

Kafası oldukça karışan Bathilde bu soruyla beraber kaşlarını çattı. "Aslında henüz uyanmamıştım. Beni av borusunun sesi uyandırdı."

Dük merakla kaşlarını çattı. "Ne demek bu şimdi?" Ardından Bathilde ile birlikte gözlerini şaşkınlıktan olduğu yerde donakalan kasaba sakinlerinin arasında gezdirirken tanıdık bir suret gördüler.

"Sir Albrecht!" dedi Courland dükü hayretle San'a doğru yürürken. "Sizi burada görmeyi beklemiyorduk!"

"Aman Tanrım!" Bathilde kalabalığın arasından geçip doğruca San'ın yanına geldi. "Albrecht! Bu ne sürpriz! Müstakbel kocamı bu küçük taşra kasabasında görmek! Geleceğini haber vermeliydin. Sabahtan beri yoksun."

Ellerini arkasında kavuşturan San Bathilde'ye dönerken gülümsedi. Ancak üzerindekileri gördüğü an Bathilde ikinci bir defa şok oldu.

"Bu üstündeki iğrenç paçavralar da ne böyle?"

Genç kontun artık başı ve omuzlarını kaldırıp ayaklarını bir karış arayla birleştirip çenesini dik tutarak tekrar bir asilzade olmaktan başka çaresi kalmamıştı. O sırada içinden şu sözleri geçiriyordu:

Gece olsaydı da keşke bütün kötülükler kol gezerken saklasaydım şu ölüm yüklü kaşımı gözümü. Ama şimdi gündüz! Peki ya gündüz? Nerede bulacaksın öyleyse canavar suratını saklayacak kadar karanlık bir mağara? Boşuna arama, ey ihanet! Sakla kendini. Güler yüz ve tatlı sözlerin arkasına. Yoksa hiçbir şey saklayamaz seni kuşkunun gözlerinden ve bir köylüye olan aşkın getireceği azap dolu alevlerden, darağacından!

O an kafasında korkunç fırtınalar kopan San güçbela gülümsedi ve Bathilde'nin elini tuttu. "Beni mazur gör, hayatım. Fikrimi değiştirdim ve sizinle ava katılmaya karar verdim ancak ne giyeceğimden pek emin değildim. Şu sıralar kafam fena halde karışık."

Peki ya sonra? Eğer ihanet saklanacaksa ebediyen bu sahte tebessümlerin ve sözlerin arkasına o halde başka birinin kapısını çalacak. Yeosang'ın kapısını tıklatacak bu defa. Ama anlamayacak asla bu yüreğin son uykuma yatacağım geceden ruhumun varacağı son noktaya kadar onun için attığını! Tanrım, ne yapmalı? Eğer Yeosang kapılacaksa bu kasvetli düşüncelere o halde bana ölmek düşer!

Yeosang bu değişen kişiliği hayretler içerisinde izlemekten başka bir şey yapamıyor, deliler gibi âşık olduğu insanın başka birine dönüşmesine tanıklık ediyordu.

"Her neyse..." dedi Bathilde. "Sanırım konuşacaklarımız var. Düğünümüz hakkında. Herkese müstakbel Silezya Kontesini ve nişanlısını bu sabahki yemekte göstermek istiyordum. Bana bir özür borçlusun, Albrecht."

Bathilde gülümseyerek zarif elini ona uzattı.

San birkaç saniye boş boş genç kadına baktı. Ardından ne istediğini anlayarak belli belirsiz gülümsedi. "Ah, evet... Tabi..."

Yavaşça Bathilde'nin elini kavradı ve eline nazik bir öpücük vermeye koyuldu.

Ancak bu öpücüğü veremeden deminden beri tüm bu konuşmayı sessiz bir şokla izleyen Yeosang bu şokuna yenik düşüp büyük bir hararetle çiftin arasına dalarak şaşkınlıkla sesini yükseltti.

"Loys! Ne yapıyorsun? O Courland Düşesi!"

Bathilde nişanlısıyla arasına giren genç adamla birlikte küçük çaplı bir çığlık attı. "Sen ne yaptığını sanıyorsun?"

Yeosang korkuyla Bathilde'den uzaklaşıp San'ın kollarına sokuldu. Genç kontu ellerinden kavradıktan sonra az önce yaptığı şey yüzünden düşesin öfkesinden ve gazabından korkarak San'ı arkasına aldı ve parmaklarını sıkıca birbirine kenetledi.

"Nişanlımdan derhal uzaklaş." dedi Bathilde tehditkâr bir edayla. "Bu kabul edilemez!"

"N-Nişanlınız mı?" Yeosang şaşkınlıktan deliye dönmüş bir şekilde önce Bathilde'ye sonra San'a baktı.

"Burada ne oluyor...?"

"Sana ne olduğunu söyleyeyim, küçük hizmetçi parçası." dedi Bathilde adımlarını yavaşça Yeosang'a yönelterek.

"O utanmazca elini sürdüğün adam benim nişanlım Sir Albrecht San Salians. Silezya Kontu. Benim müstakbel kocam."  Bathilde bunu kanıtlamak istercesine yüzük parmağındaki alyansı Yeosang'a gösterdi.

Yeosang başını hızlıca iki yana salladı ve tekrar San'ın kucağına sokularak ona sarıldı. "Leydim, siz onu başkasıyla karıştırdınız. Bu size bahsettiğim, sonsuza dek birlikte olmak istediğim kişi, kalbimi verdiğim kişi, onun adı Loys."

"Ne cüretle bana kendi nişanlımı bir köylüyle karıştırdığımı iddia edersin?" Bathilde durumun absürtlüğüne güldü. "Tatlım, asıl sen onu başkasıyla karıştırdın. Şimdi ellerini ondan çek. Koskoca kont o!"

Yeosang düşese göstermesi gerektiğini düşündüğü saygı ile o anki çaresizliği ve şoku arasında denge kurmakta zorlanıyordu.

"Hayır." Hızlıca başını iki yana sallarken gözlerini San'a çevirdi ve iki eliyle genç kontun yüzünü kavradı. "Loys, onlara gerçeği söyle. Söylesene hadi! Seni başkasıyla karıştırdıklarını söyle!"

Ancak San, o an Yeosang'ın yüzüne bile bakmıyor, onun gözleriyle yüzleşmiyor, tek kelime konuşmuyor, hiçbir şey diyemiyordu. Yüzünden düşen bin parçaydı.

En sonunda bileklerinden tutarak Yeosang'ın ellerini üzerinden çekti.

Tam o anda göğsünden inanılmaz bir acı hisseden Yeosang kalbinden gelen ağır ve keskin bir ağrı hissetti. Sanki kırılan ve bin bir parçaya bölünen kalbinden gelen her bir çatırtıyı kulağında duyabiliyordu. San'ın suskunluğuyla beraber nefes alıp verişleri gitgide hızlanan Yeosang gittikçe onu boğduğunu hisseden boynundaki kolyeyi sökerek çıkarttı ve Bathilde'nin ayaklarının dibine fırlattı.

Bathilde her bir parçasının bir tarafa dağıldığı, kırılıp paramparça olan nişan hediyesi kolyenin ayaklarının dibine fırlatılmasıyla şaşkınlıkla yerinden sıçradı.

Yeosang ise arkasına bakmadan eve doğru koşmaya çalıştı ancak başı dönüyor, midesi bulanıyordu. En sonunda gözü karardı ve sendeleyerek evin önünde duran annesi Berthe'nin kollarına düştü.

Bir an bayıldığı endişesiyle yüreği ağzına gelen San istemsizce adını haykırdı. "Yeosang!"

Genç düşes şaşkınlıkla nişanlısına baktı. "Yeosang, ha? Demek nişan hediyemi tuzla buz etmesinin ardında yatan sebep bu. Sen bana, ben ona ve o da sana verdi. Aynı amaçla. Hayatımda daha komik bir şey görmedim."

"Açıklayabilirim."

"Duymak istemiyorum." Bathilde arkasını döndü ve yanındaki korumasının koluna girip oradan ayrılmaya koyuldu.

Hemen ardından omzuna başka bir el hissetti. "Efendim."

"Tek kelime etme, Wolfie." San güçlükle yutkundu ve endişeyle ona bakan yaverinin gözlerine bile bakmadı.

Berthe korku içinde yere serilen oğlunun başını kucağına aldı. "Yeosang, sen iyi misin? Bebeğim? Lütfen, bebeğim nefes al. Biraz sakinleş. Nefes al." Ardından onu ayağa kaldırmaya çalıştı. Ancak zavallı annenin, oğlunun aldığı duygusal hasarın nasıl bir boyutta olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu.

Yeosang başını kaldırıp bir kere daha Loys'a baktı. Ancak gördüğü kişi Loys değildi. Bu gerçek gözlerine ve zihnine her çarptığında kalbindeki ağır bir hançer gibi tekrar yüreğine saplanıyordu.

Berthe başını oğlundan kaldırıp o an hiç olmadığı kadar korku içinde Yeosang'a bakan genç konta çevirdi. San, annenin bu öfkeli bakışlarından ne demek istediğini çok iyi anlamıştı.

Ona ne yaptın sen?

Yeosang yavaşça başını kaldırdı ve hızlıca dolan gözlerini silerek ayağa kalktı ve Berthe'den uzaklaştı. Yavaş hareketlerle tekrar ayaklarına doğrulurken bu defa gözlerinde farklı bir bakış vardı.

Bu bakış onu gören herkeste büyük bir endişe uyandırmıştı. Gözleri tamamen boş bakıyor, kendi zihninin içinde kayboluyordu.

Belki de gerçekten başkasıyla karıştırmıştı. Kısa süre içerisinde etrafını muhafızların sardığı genç kontun yanına tekrar gitmeye koyuldu. Ancak muhafızlar ona yaklaşamadan önünü kesti.

"Kont hazretlerinden derhal uzaklaş." dedi muhafız ve Yeosang'ın San'a daha fazla yaklaşmasına izin vermeden onu sertçe geriye doğru itti.

Bu çirkin muameleyle birlikte Jongho öfkesini belli etmeden Yeosang'ın yanına geldi ve elini nazikçe ve usulca omuzlarına koydu.

"Yeosang..."

"Hayır, dokunma bana." dedi Yeosang omzundaki eli bir çırpıda çekerek.

O an zavallı kalbi kırık çocuğun her yeri titriyordu. Gözlerinden yaşlar teker teker süzülmeye başlarken herkes bir anda suspus olmuş bu kalbi zayıf, zavallı çocuğa bakıyordu.

Tam o esnada her şey donmuştu. Ancak Yeosang'ın kalbinin içinde bir fırtına kopuyordu. İnanması zordu, ancak gerçekti. Onun tek aşkı, hayatında deliler gibi sevdiği tek insan, nefes alma, kalbinin hâlâ atma sebebi olan insan onun yüzüne bile bakamadığı bir mevkideki asilzadeydi. Ona ismiyle seslendiği sevdiği ise aslında hiç var olmamıştı bile. Umutla baktığı gökyüzündeki her bir umut ve sevgi yıldızı sanki teker teker yere düşüyordu. Geri kalan umutlar ise karla kapanmıştı. Bir anlığına nefesi kesilmiş gibi hissetti. Çünkü nefes alma sebebi elinden alınmıştı. Bir melankoli şarkısı gibi çalınan o an kalbinin derinliklerine saplanan bir hançer gibiydi.

Etrafındaki sessizlik daha da yoğunlaştı. Kimse sesini çıkarmıyor, çıkarsa bile Yeosang onları duymuyordu. Başını ellerinin arasına aldı ve saçlarında gezdirdi. Nihayet yavaşlayan kalp atışları hüzünlü bir ritme başladı ve ardından kırık dökük bir melodi... O an tamamen kendi iç dünyasında kaybolmuştu.

Yeosang etrafındaki hiçbir şey göremiyordu. O ve sevgili biricik Loys ile yaşadığı ve artık belli belirsiz olan anılar dışında...

"Ne kadar ayıp..." dedi sessizce mırıldanarak. "Çünkü yanlış duymadığıma eminim. Seni duydum ve orada bir yerde olduğunu biliyorum. Şansını bir daha denemeyeceksin çünkü artık sen ortaya çıkana kadar buradayım."

Gözlerinden bir damla yaş süzülürken titreyen ellerini tekrar sancılı kalbine koydu. "Hayır, hissediyorum. Biri kapımı çaldı. Heyecan, tutku, merak... Her şeyi hissediyorum."

Ardından gözleri tutkuyla boşluğa bakarken gülümsedi.

"Nasıl? Sizi nasıl tanımam? Bağışlayın beni, sizi tanıyamadım. Çok özür dilerim. Adınız neydi? Ah, Loys..."

Ardından titreyen elini yavaşça yukarı kaldırdı. "Ah, bu mümkün değil... Hayal görüyorum! Yoksa rüyada mıyım? Bu olabilir mi? Olamaz. Tabi ya! Yok yok, hayır... Seni rüyamda görmüş olmalıyım. Gerçekten seviyor musun beni?"

Sonrasında diğer eliyle yukarı kaldırdığı elini yavaşça indirdi. "Ah, kesin 'Evet' diyeceksin ve ben de sana inanacağım. Çünkü ben çabuk güvenirim. Ve sakın bana yemin etme." dedi. "Bana yemin etmeni istemiyorum."

Yeosang yavaşça dizlerine çöktü. "Ah, Loys... böyle konuşmayı kes. Böyle ucuz yeminler için kendine haksızlık etme. Bana yemin etme... Çünkü olur da tutamazsan, olan yalnızca bana olacak."

Hemen ardından görünmez bir eli okşayarak kavradı ve yüzüne yasladı.  "Ah, sevgili Loys... Bazen meleklerin dünyaya inip biz fanilerin kaderlerini belirlemek için vakit harcadığını hayal ederdim. Bu o anlardan biri olmalı. Bugün kutsanmış ve ışıltılı bir gün çünkü seninle tanıştım. Bütün hayatımı, kalbimi ve mutluluğumu senin ellerine verdim. Aynı zihnin iki kanadıysak ikimizin de kanat çırpması gerekir. Çünkü sevmek kanatlanmaktır."

Yeosang yerdeyken göz yaşlarının içerisinde hâlâ gülümsüyor ve parmaklarını görünmez ellere kenetliyor, gözleri boşluğa bakıyordu.

"Ne yazık ki hangimizin gördükleri gerçek asla bilemeyeceğiz. Ama tanrım, ne fark eder? Nasıl göründüğümüzün bir önemi yok. Bedenlerimizi değil ruhlarımızı sevmedik mi biz? Hangi bedene büründüğün hangi adı taşıdığının ne önemi var? Ruhlar birbirini sevdikten sonra kim olurlarsa olsunlar yine birbirlerini severler ve kaderleri sonsuza dek birbirine bağlanır."

Bunu söyledikten sonra Yeosang gözlerini kapatıp başını görünmez bir omza yasladı. "Ve bize olacak şey de tam olarak bu. Sen kim olursan ol, Loys. Sen olduğun sürece asla mükemmelliğinden bir şey kaybetmezsin."

O an acıklı gözlerle onu izleyen hayretler içerisindeki kasabalar Yeosang'ın söylediklerinden hiçbir şey anlamıyor, birbirleriyle fısıldaşıyorlardı.

"Ne tür bedbin sözler söylüyor o?"

"Zavallı, delirmek üzere."

"Delirmiş zaten!"

"Şşş! Sessiz olun, ne söylüyor?"

Bunun ardından Yeosang'ın iki gözü de birden bir anda farkındalıkla açıldı ve dehşet tekrar gözlerini bürürken ayağa kalktı.

Bu anları dehşet içinde izleyen San önündeki muhafızları omuzlarından iterek aralarından geçti.

"İki saniye izin verin!"

Ve koşar adımlarla yanına gelip Yeosang'ın bileklerinden tuttu. "Yeosang! Bana bak. Bak, ben buradayım!"

Saçı başı dağılan ve gözleri hiç olmadığı kadar ölü bakan Yeosang yavaşça başını ona çevirdi. "Ah... İşte kalbimi emanet ettiğim o yalancı..."

San bu sözleri duyduğu an ölmek istedi. Asıl senin kadar kederi boynunu aşan o yalancı, ben... Istıraptan eriyip gitsin. Zira o yalnız seni seviyor.

Bu sözleri dışından söylemek istiyor, ancak bütün hayatının dizginlerini ellerinde tutan toplum düzenini sağlayan soyluların tam ortasında duruyordu. Yeosang'ı ne kadar sevdiğini avazı çıktığı kadar bağırmak isterken bir yandan da onu duyacaklarından korkuyordu.

Ardından Yeosang buz gibi ellerini San'ın sıcak ellerinden ayırdı ve geriye doğru yürüdü ve neredeyse düşecek gibi olduğunda ayaklarının dibinde duran, takıldığı kılıcı fark etti.

Bir anda eğilerek genç kontun kılıcını kabzasının neresi olduğunu umursamadan keskin yerinden sıkıca tuttu. Avuç içlerinin kanadığını hissetse bile kılıcı keskin ucundan tutmaya devam ederek kabzasıyla yerdeki toprağa devasa bir yılan çizdi.

Ne demek istediği oldukça ortadaydı.

Yalancı.

Sahtekâr.

Hain.

Düzenbaz.

Yılan...

"Ne yapıyor bu?" diye sordu köylülerden biri.

"Kendini öldürecek!"

"Şu hâle bak! Delilik dimağını kemiriyor!"

"İntiharın eşiğinde!"

Berthe dehşet içinde oğluna baktı. "Biri onu durdursun!"

Bu korkunç manzarayı izleyenler kabzasından tutarak Yeosang'ın elindeki kılıcı kapmaya çalıştı ancak Yeosang kılıcın kabzası keskin ucuyla beraber yukarı kaldırdı. "Bu kılıç ile ölmek yeğdir bu ıstırapla yıkılmaktan!"

Hayır... Bu sözlerle yüreği ağzına gelen zavallı genç kont ruhundan gelen sözleri duydu. Sadece ve sadece benim kalbimdir o kılıcın saplanması gereken yer. Benim kalbimdir bu acıları çekmeyi hak eden. Yazıklar olsun, yazıklar olsun bana... Ey çektiğim ve çekeceğim acılar... Bu kalbe layıksınız. Bir saniye durmayın, bana ıstırap verin ve çektiğim acıları karşılığında bu masum çayırkuşunun acılarını alın ve hepsini toplayıp benim kalbime getirin.

Ve Yeosang acıyan kalbinin dayanılmaz sızılarına bir son vermeye ve kılıcı kalbine saplamaya hazırlandı.

Nihayetinde yetişen Jongho oldu. Kılıcı öfkeyle elinden kaptı ve yere atmadan önce kollarını Yeosang'ın bedenine sardı.

"Hayır! Yüce tanrım, Yeosang sen ne yapıyorsun?" Jongho artık göz yaşlarını tutamıyordu. "Bu ne çılgınlık! Demek huzuru ölmekte bulacak kadar çok acı içindesin. Yeosang, bak. Bana bak! Dinlenmek ve güçlenmek zorundasın. Bu kanayan yaranı, acılarını beraber iyileştireceğiz." Gözleri bomboş bakan Yeosang'ın yüzünü iki elinin arasına aldı ve kumral saç tutamlarını yüzünden çekti. "Tanrım n'olursun yüzüme bak! Gözlerimin içine bak!"

Yeosang manyaklar gibi güldü. Gülüşünde anlamsız bir delilik vardı "Hepiniz bana yalan söylüyorsunuz." dedi gülerek. "Eğer o kont ise Loys mutlaka buralarda bir yerlerde."

Ancak arkasını döndüğü an tekrar Bathilde'yi görmesiyle ona çarptı ve o an olaylarla oldukça ilgisiz bir şekilde babasıyla konuşan Bathilde ona çarpan bedenle birlikte küçük bir çığlık atarak arkasını döndü.

Yeosang zihninde artık travma yaratan Courland düşesini gördüğü an saygıyla önünde reverans verirken bir yandan da çığlık atacak gibi oldu ve bir an girdiği transtan çıkarak gerçekliğe dönüp tekrar dehşet içinde başını titreyen ellerinin arasına aldı. Ondan uzaklaşmak için acele adımlarla ilerlerken tekrar zayıf bacaklarıyla bu defa San'ın kollarına düştü.

Genç kont kollarında titreyen bedenin yavaşça doğrulmasına yardım ederken Yeosang'ın saçlarını yüzünden çekti.

"Yeosang, kendine gelmek zorundasın, tamam mı?" dedi San endişeye Yeosang'ın yüzünü ellerinin arasına alırken kısık sesle konuşarak. "Sakinleşip beni dinlemek zorundasın. Sana her şeyi açıklamam gerek. Yalvarırım, nefes al ve kendine gel."

Ardından yavaşça evine doğru yürümesine yardımcı oldu. Berthe onu genç kontun kollarından ayırıp oğluna kollarından destek çıktı. "Canım, hadi içeri geçelim."

Yeosang hiçbir şey söyleyemeden sadece annesinin sıcak kucağına karşılık verdi. "Anne, ben ne yapacağım?"

Berthe oğlunun saçlarını okşadı. "Hepsi geçecek, hayatım."

Yeosang derin nefesler eşliğinde soluklanırken bir anda başını yukarı kaldırdı ve gördüğü şeyle birlikte gözlerini fal taşı gibi açtı ve gördüğü şeyi takip etmeye koyuldu.

Bunu gören herkes Yeosang'ın baktığı yere baktı. Ancak hepsi emindi ki orada hiçbir şey yoktu. Kasabalılar kendi aralarında konuşmaya başladı.

"Ne gördü?"

"Bilmiyorum."

"Nereye bakıyor o?"

"Bence sadece delirdi."

Ne kadar dikkatli bakarlarsa baksınlar hiç kimse Yeosang'ın ne gördüğünü bilmiyordu. Ancak kesinlikle bir şey gördüğü kesindi. Bu düşünce bütün kasaba halkının tüylerini ürpertmişti.

Yeosang gördüğü şeyi takip etmeye devam etti. Eliyle işaret etse bile kimse bile görmüyorlardı. Tamamen boşluğu işaret ediyordu. Bazen sağına bazen soluna doğru gözlerini çevirdi. Kasabalılar Yeosang'ın parmağını takip ediyorlar ama hiçbir şeye anlam veremiyorlardı.

Yeosang akıl sağlığını tamamen kaybetmiş gibi davranıyordu.

Oğlunu izlerken bugüne kadar hiç endişe duymadığı kadar çok endişelenen Berthe evinin önündeki verandanın merdivenlerine çöktü.

Jongho zavallı annenin omuzlarına dokundu. "Bayan Kennenberg, endişelenmeyin. Uğradığı şoku eminim ki atlatacaktır."

"Ne yapacağımı hiç bilmiyorum." dedi Berthe ağlamaklı bir sesle. "Bununla nasıl yaşayacağız?"

Hiç olmadığı kadar narin ve küçük adımlarla yavaşça dans etmeye başladı. Ancak bu tek kişilik değil, çift kişilik bir danstı. Yeosang kolunda görünmez biriyle dans ediyordu.

O an herkes bu zavallı delinin hareketlerine anlam vermeye çalışırken San bu dansı tanımıştı. Bu onların dansıydı.

Yeosang Loys'la dans ediyordu.

San bir kere daha koluna girip onunla belki de son bir kez dans etmek istedi. Ancak Yeosang sanki hiç orada değilmiş gibi, bir hayalet gibi yanından geçti.

Onu görmemişti bile.

San elini uzattı. Yeosang elini doğru yönde uzatsa da sanki nerede olduğunu bulamamış gibi görünmez bir eli tutmaya çalıştı. 

San kendini o an Yeosang'ın karşısında bir hayalet gibi hissediyordu.

Çünkü Loys gitmişti. Geriye yalnızca onun hayaleti kalmıştı.

Ya da belki de tam tersi. O an Yeosang başka bir dünyadaydı. Asıl dünyada değildi.

Ardından dansı enerji kazanacak gibi oldu ancak daha fazla hareket edemeden Yeosang olduğu yerde donakaldı ve acıyla elini sancılı kalbine götürdü ve şüpheyle atıp atmadığını kontrol etti.

Bununla birlikte nefes alıp verişleri hiç olmadığı kadar hızlandı. "San..." dedi. "Eğer San o ise, o zaman Loys nerede? Burada bir yerlerde olmalı."

Yeosang kasabalıların arasına saklanmış 'asıl' Loys'u bulmak için koşarak kalabalığın arasına girdi ve onu aramaya koyuldu. Acele adımlarla, oradan oraya koşup durarak Loys'u arıyor, ismini haykırıyordu.

Onu bulana kadar önüne çıkan herkesi delirmiş gibi karşısından itip oradan oraya koştururken annesi Berthe'yi de bir kenara itti ve zayıf kalbiyle koşmaya devam ederken zavallı anne onun peşinden bağrıyordu.

"Yeosang!"

"Biri onu durdursun!"

Ardından bütün kasabalıların arasında dolaştıktan sonra geriye sadece tek bir kişi kaldı.

Yeosang hayal kırıklığı ile önüne çıkan San'ı öfkeyle itti "Çekil önümden!"

Ve göz yaşları içerisinde, hüsrana uğramış bir şekilde bağırdı. "Loys!"

Jongho Yeosang'ı bileğinden tutarak durdurdu. "Bu kadar yeter. Sen iyi değilsin! Daha fazla kendini zorlama. Kendine gelmek zorundasın."

Yeosang bileğini ondan kurtarır kurtarmaz bir kere daha tekrar Loys olduğunu sandığı San'ın yanına koştu. Ancak onun kim olduğunu tam kavrayamadan terler içerisinde gözü karardı ve bayılacak gibi oldu.

Kasabalıların çıkardığı uğultuların ve anlamsız gürültünün arasında adımları bir hayalet gibi ilerledi. Sanki yüreğine bir ton ağırlığında taş konmuştu. Başta hafif bir rüzgâr gibi başlayan göğsündeki ağırlık gitgide artarken şimdi kasvetli bir fırtınaya dönüşmüş, onu adeta yerin dibine çekiyordu.

Omuzları aniden uyuşurken boynundaki nabız atışları çaresiz bir orkestra gibi hızlandı. Kalbi artık bozuk bir saat gibi düzensiz atışlarıyla sanki ona bir alarm çağırır gibi bağırıyordu.

Yavaşça durdu. Yeosang o an elini tutanın kim olduğunu, omzunun kimin omzuna düştüğünü görmüyordu. Ancak San başını nazikçe kaldırdı. Artık Yeosang'ın onun yüzünü görmesi sadece zihninde şimşekler çaktırıyor, başka bir travmaya sebep veriyordu. San onu nihayetinde doğru kişinin kollarına yönlendirdi.

Ve Yeosang bir anda gözlerini açtı ve gördüğü ilk kişiye doğru koştu.

"Anne..." Yanağından süzülen sıcak göz yaşlarıyla hıçkırarak başını Berthe'nin omzuna gömdü.

Berthe derin bir oh çekerek oğlunun saçlarını okşadı. "Bebeğim. Beni çok korkuttun. Hadi gel, içeri geçelim. Bir soğuk su iç, yemek ye ve kendine gel."

Ardından Wolfgang tekrar gülümseyerek genç kontun yanına vardı. "Efendim, artık merak etmenize gerek yok. O iyi olacaktır. Hadi buradan gidelim. Nişanlınızla konuşacak çok şeyiniz var."

"Bekle." dedi San. "Onu burada bırakamam. Durumundan emin olmam gerek."

Başını yavaşça ondan ayırır ayırmaz gördüğü genç kontun güzel suretiyle annesinin kollarından ayrıldı.

Berthe 'Loys' denen çocuğa bir daha bakmasını bile istemezken ona doğru koşan oğlunu güçlükle engellemeye çalıştı. Ancak nihayet kendine gelen Yeosang coşkuyla kendini genç kontun kollarına attığı an kalbindeki ani sıkışmaya geriye doğru sıçradı ve göğsündeki acı bir anda bir yıldırım gibi çaktı.

San bir anda kucağında hareketsiz duran Yeosang'ın bütün bedeninin ağırlığını kollarında hissetti an gözleri şok içinde açıldı.

"Y-Yeosang?" San kollarındaki bedeni hafifçe sarstı. Ancak gözleri kapanan ve hareketsiz kalan Yeosang'dan hiçbir tepki gelmedi. Onu yavaşça yere yatırırken elini kalbine koydu.

Ve hiçbir şey hissetmedi. Kalbinin olduğu yerden artık hiçbir ses gelmiyordu.

San dehşet içinde çığlık atmamak için kendini zor tutarken titreyen elleriyle başını kucağına aldı. "Yeosang? Yeosang! Nefes al. Nefes al, Yeosang. Gözlerini aç! Yalvarırım, gözlerini aç! Yeosang! Nefes al!"

O göz yaşlarıyla hıçkırmaya başlarken bütün kasaba yerde hareketsiz yatan çocuğun bedenini gördüğü an çığlığı bastı ve soylular şaşkınlıkla oradan ayrılmaya koyuldu.

San deliler gibi kucağındaki bedeni sarsıp boğazı yırtılırcasına onun adını haykırırken iki el birden kollarından kavradı.

"Efendim! Efendim! Derhal buradan gitmeliyiz!" Wolfgang genç kontu sarıldığı bedenden ayırırken San onun kollarında çırpındı.

"Bırak beni!" San öfkeyle Wolfgang'i iterek onu vahşice yere sererken tekrar hareketsiz yatan bedene sarıldı. "Yeosang! N'olursun, gözlerini aç! Tanrım, lütfen! Lütfen!"

"Ondan uzak dur!" Jongho o an genç konta karşı hiçbir saygı kaygısı taşımadan onu vahşice iterek Yeosang'ın bedeninden ayırdı. Ancak San buna aldırış etmeden öfkeyle onun üzerine yürüdü.

"Ne yaptığına bak! Sebep olduğun şeye bak!" dedi genç kont göz yaşları içerisinde hıçkırarak. "Kollarımdan düşüncesizce kopardığın şu masum cana bak!"

"Ben mi!? Onu sen öldürdün! Senin yalanların öldürdü! Senin boş vaatlerin öldürdü! Senin kollarında canını verdi!"

San bu sözlerin tonlarca ağırlığının altında acımasızca ezilirken Jongho devam etti.

"O kanlı göz yaşlarına kanmam." dedi Jongho. "Senin yüzünden hayatım boyunca acı çekeceğim! Yalanlarının laneti ömür boyu bana musallat olacak! Sen! Yeosang'ın katilisin!"

"Ne cüretle bunu istemişim gibi konuşabilirsin!? Sadece onun dünyasının bir parçası olmak istedim. Kont Albrecht olmaktansa senin hayatın için canımı verirdim. Onsuz yaşayacağıma kendimi öldürürdüm daha iyi!"

"O halde ikimizi de öldür şimdi! Çok geç... Şu an hiçbir şeyi değiştiremezsin. Buraya hiç gelmeseydin bunların hiçbiri olmayacaktı! Yalanlarınla onun sonunu getiren sensin! Senin yüzünden öldü!" Jongho ağlayarak haykırdı. "Yeosang'ı sen öldürdün!"

"Tanrı aşkına susun! Dünyamı başıma yıktınız!" diye feryat etti Berthe oğlunun bedenine sarılı halde hıçkırarak ağlayarak. "Oğlum... Güzel oğlum!"

Bununla birlikte kasaba meydanının dört bir yanından acı çığlıklar yükseldi. Bu haykırışların içinde, çığlıkların ve ağlamaların arasında kasabada çıkan kaosla birlikte soylular bu korkunç manzaraya tanık oldukları an orada bir saniye bile daha durmak istemediler ve hepsi birden atlarına binip kasabadan uzaklaşmaya koyuldular.

Wolfgang genç kontun omuzlarını bir pelerinle örttü. "Efendim! Lütfen! Efendim, derhal buradan gitmeliyiz!"

O an her yeri titreyen ve bedeninin her bir karışının suçluluk ve acıyla yandığını hisseden San, bir kere daha onu öfkeyle ittikten sonra son bir kez yerdeki masum cansız bedene dehşet içinde baktı ve oradan tek başına koşarak ayrıldı.

Son olarak kasaba meydanında yalnızca Yeosang'ın ölü bedeninin başında ağlayan annesi Berthe, yüzünü cansız göğsüne gömerek hıçkıran Jongho ve arkalarında onlarla beraber bu trajediyi izleyen ve güz prensinin ardından göz yaşlarını döken köylüler kaldı.

I. PERDENİN SONU

Continue Reading

You'll Also Like

529K 47.4K 36
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...
37.7K 1.5K 17
Alaz'la Asi yer değiştirmiş olsa nasıl bir dinamikleri olurdu çok merak ettim. Yaman, Alaz ve Cesur'un birlikte büyüdüğü; Asi'nin Soysalanlar'ın kız...
12.6M 605K 87
18 yaşında genç bir kızın yolu çıkmaz bir sokakta hiç kesişmemesi gereken bir adamla kesişti. Adam hayata ve mavi renge küskündü. Genç kızla beraber...
10K 704 14
"Çocuklar ikinizi de üzmek istemem ama ev sahibi sadece evli çift arıyor üzgünüm."