FÜG

Av klclygmr

2.5M 210K 143K

Bu kurgu tamamen bana aittir ve tüm hakları saklıdır. . . . . . . Kapak: pinterestten alıntıdır. Mer

TANITIM
1.BÖLÜM
2.BÖLÜM
3.BÖLÜM
4.BÖLÜM
5.BÖLÜM
6.BÖLÜM
7.BÖLÜM
8.BÖLÜM
9.BÖLÜM
10. BÖLÜM
11.BÖLÜM
12. BÖLÜM
13. BÖLÜM
14. BÖLÜM
15. BÖLÜM
16. BÖLÜM
17. BÖLÜM
18.BÖLÜM
19.BÖLÜM
20.BÖLÜM
21.BÖLÜM
22.BÖLÜM
23.BÖLÜM
24.BÖLÜM
25.BÖLÜM
26.BÖLÜM
27.BÖLÜM
28. BÖLÜM
29. BÖLÜM
30.BÖLÜM
31.BÖLÜM
32.BÖLÜM
33.BÖLÜM
34.BÖLÜM
35.BÖLÜM
36.BÖLÜM ~
37.BÖLÜM
38.BÖLÜM
39. BÖLÜM
40. BÖLÜM
41.BÖLÜM
42.BÖLÜM
43.BÖLÜM
44.BÖLÜM
46. BÖLÜM
47.BÖLÜM ~
48.BÖLÜM
49. BÖLÜM

45.BÖLÜM

32.8K 2.5K 2.7K
Av klclygmr

Güneş'in ölüm haberini aldığımda, yaşadığım şokun etkisiyle baygınlık geçirmiştim. Gözlerimi hastane odasında açtığımda başımda iki tane polis memuru vardı. Rüzgâr da, Koray da yoktu. Polisler onları götürmüştü. Artık iyi olduğumdan emin olduklarında beni de alıp emniyete getirdiler. Şu an Rüzgâr, Koray ve Tuna tam karşımda demir parmaklıklar arkasındaydı. Ben de onların karşılarında ki parmaklıkların arkasındaydım. Üçünü aynı yere koymuşlardı ama ben yalnızdım.

Koray çok bitkin görünüyordu. Güneş'in ölüm haberi onu derinden sarsmıştı. Hiç konuşmuyor, dirseklerini dizlerine yaslamış, başını ellerinin arasına almış bir şekilde yerdeki fayanslara bakıyordu. Rüzgâr da suskundu, hiç konuşmuyordu ama Tuna onun suskunluğunu bozmak için elinden geleni yapıyordu. Sürekli Rüzgâr'ı sinirlendirecek bir şeyler söyleyerek onu kışkırtıyordu ama Rüzgâr onun kışkırtıcı sözlerine karşılık vermiyor, duymazdan geliyordu.

Ben hastanede yapılan sakinleştiricinin etkisi altındaydım. Duygularım elimden alınmış gibi boş gözlerle karşımdaki üç adama bakıyordum. Güneş'i kim öldürmüştü, biz neden şüpheliydik bilmiyorum. Henüz bir açıklama yapılmamıştı bize. Yarım saat önce gelen polisler Rüzgâr'a, bir saat sonra nöbetçi mahkemeye çıkarılacağını söylemişlerdi o kadar.

Polisler hastaneye geldiklerinde Rüzgâr'a, Serhat Atalar'ı öldürmeye teşebbüsten göz altına aldıklarını söylemişlerdi. Teşebbüs dediklerine göre Serhat ölmemişti. Rüzgâr ona ne yapmıştı, nasıl bir zarar vermişti bilmiyorum. Neden yaptığı konusunda kafamda tek bir ihtimal vardı ama anlam veremiyordum. Rüzgâr, Serhat'ın bana yaptıklarını öğrendiyse bile bunu nasıl öğrenmişti?

Saatlerce hiçbir şey öğrenemeden beklemek çok yorucuydu. Başımı duvara yasladım. Güneş'le olan anılarımız aklıma geliyordu sürekli. Onunla arkadaşlığımız çok kötü bir şekilde son bulmuştu ama yine de çok üzülüyordum. Böyle bir sonu hak etmemişti Güneş. Onu kim neden öldürmüştü aklım almıyordu. Bizim bu cinayetle ne ilgimiz vardı bir anlam veremiyordum.

"Sevgilimle nezarete atılmadım demezsin artık Rüzgâr," diyen Tuna'nın enerjisi bitmek bilmiyordu. Üstelik fazla keyifliydi. Kendisinin de bir cinayet şüphelisi olarak nezarette olduğunu biri ona hatırlatmalıydı. Rüzgâr yine cevap vermedi ama Tuna'nın susmaya niyeti yoktu.

"Sevgili demişken," dedi ve arkasına yaslandı. "Geçenlerde Sude'yle konuştum, Türkiye'ye kesin dönüş yapmış."

Geldiğimden beri Tuna'yı ve kışkırtmalarını umursamadan duran Rüzgâr aniden ona döndü. Bakışları haddinden fazla sertti. Nihayet Rüzgâr'ı rahatsız edecek bir malzeme bulmuştu ve daha da keyiflenmişti Tuna.

Yüzüne kondurduğu sinsi bir sırıtmayla, "Bir hukuk bürosu açmış," dedi. Sanırım bu gece Sude hakkında bir şeyler öğrenecektim.

Rüzgâr bir an bana baktıktan sonra Tuna'ya döndü ve, "Kes sesini!" diyerek adeta hırladı. Ancak Tuna'nın sesini kesmek bir niyeti yoktu. Kafaya koymuştu, bir de nezarette dayak yiyecekti Rüzgâr'dan.

Tuna da bir an bana baktıktan sonra tekrar Rüzgâr'a döndü ve, "Avukatım olarak polislere Sude'nin numarasını verdim," dedi kısık sesle. "Birazdan gelir buraya."

Demek Sude avukattı ve Türkiye'ye kesin dönüş yapmıştı. Yurt dışında olduğunu bile bilmiyordum. Sude hakkında hiçbir şey bilmiyordum çünkü kimse bir şey söylemiyordu. Ama anladığım kadarıyla Tuna bu gece Sude konusuna açıklık getirecekti. Kollarımı göğsümde bağladım ve onları izlemeye devam ettim.

Rüzgâr sinirle yerinden kalktı ve Tuna'nın gırtlağına yapıştı. Tepkisizce onlara bakıyordum. Koray da tıpkı benim gibi tepkisizdi. Yandan Rüzgâr ve Tuna'ya bir bakış attıktan sonra tekrar yere sabitledi boş bakışlarını. Rüzgâr ve Tuna'nın aralarındaki gerginliğin boyutu ne olursa olsun Koray asla müdahale etmiyordu.

Rüzgâr'ın ellerinin arasından kendini kurtarmaya çalışıyordu Tuna. "Rüzgâr bırak," derken sesi oldukça boğuk çıkmıştı. Rüzgâr'ın, boğazındaki ellerini elleriyle çekmeye çalışıyordu ama nafile. Tuna'yı, Sude'yle ilgili konuşturmamaya kararlıydı Rüzgâr.

"Tek kelime daha edersen nefesini keserim," diyerek boğazından ellerini çekmeden Tuna'yı yere yatırdı. Tuna çırpınıyor, ayağıyla az önce oturduğu sandalyeye tekme atarak polislerin dikkatini çekmeye çalışıyordu.

"Ne oluyor beyler?" diyerek nezaretin kilidini açan polis memuru, hızla Rüzgâr'ın omuzlarından tuttu ve Tuna'nın üzerinden çekti. Rüzgâr'ın sert bakışları hâlâ Tuna'nın üzerindeydi.

Aralarında ne geçti bilmiyorum ama Sude, Rüzgâr ve Tuna üçlüsü geçmişte bir olay yaşamıştı ve Tuna bu olayı fazlasıyla kullanıyordu. Rüzgâr benim bilmemi istemiyordu. Belki Sude'yi kendime takıntı haline getirmemden korkuyordu ve bu yüzden hırçınlaşıyordu. Kendince haklıydı da. Geçmişte İlay'ı sorun edip başına tonlarca bela açmıştım ama bence boşuna uğraşıyordu. Sude umrumda bile değildi. İlay'ı sorun etmemin nedeni, Rüzgâr'ın bana olan duygularından emin olmamamdı. Ama artık emindim. Geçmişte Sude'yle ne kadar büyük bir aşk yaşamış olurlarsa olsunlar, Rüzgâr beni seviyordu. Sude benim için bir tehlike değildi ve ilgi alanıma girmiyordu artık.

Tuna yerden kalkıp üzerindeki tozları eliyle temizlerken, nezaretin kapısından içeri girenlere çevirdim bakışlarımı. Rüzgâr'ın annesi, babası, Koray'ın annesi, annesinin yanında ilk kez gördüğüm bir adam ve başka bir adam daha.

"Oğlum," diyerek Rüzgâr'ın annesi parmaklıklara tutundu. Babasının bana attığı sert bakışları umursamamaya çalıştım. Rüzgâr annesine doğru yaklaşırken bana kısa bir bakış attıktan sonra, "Kim aradı sizi?" dedi oldukça sert bir tonla.

Nazan teyze de Koray'ın olduğu taraftaki parmaklıklara tutundu. "Koray'ım, senin burada ne işin var oğlum?" Sanırım Nazan teyzenin yanındaki adam da Koray'ın babasıydı. O da tıpkı Koray gibi kızıl saçlıydı ve çok benziyordu oğluna. Koray, "Ne işiniz var burada anne?" diyerek ayağa kalktı ve annesinin parmaklıklar arasından uzattığı elini tuttu. Daha sonra bana kısa bir bakış attıktan sonra babasına çevirdi bakışlarını. "Neden geldiniz?"

Bu sırada içeri giren diğer adam da Tuna'nın olduğu tarafa yaklaştı. Sanırım bu da Tuna'nın babasıydı. "Yine ne yaptın Tuna?" dedi bezginlikle. Adam sanki oğlunu nezaretlerden toplamaya alışkın gibiydi.

Tuna, "Ben bir şey yapmadım baba," dedi kendinden emin bir şekilde. "Her şeyi o yaptı."

Babasına başıyla benim olduğum tarafı işaret edince bir an afallayarak etrafıma baktım. Burada benden başka kimse yoktu ve herkes bana bakıyordu şu an. "Ben mi?" dedim ayağa kalkarak. "Ben ne yaptım Tuna?"

"Ne saçmalıyorsun sen?" diyerek Tuna'ya doğru adım atmak isteyen Rüzgâr'a annesi engel oldu. Kolundan tutarak Rüzgâr'ı kendine çekti ve, "Sakin ol oğlum," dedi. Rüzgâr'ın babasının bakışları beni korkutuyordu. Öyle sert bakıyordu ki içimden ağlamak geldi.

Tuna, "Dün benim telefonumdan Güneş'i aramadın mı?" deyince Rüzgâr aniden bana döndü. "Kulaklıktan sizi dinledim. Hiç iyi bir konuşma geçmedi aranızda. Şu herife aşıkmış Güneş," diyerek başıyla Rüzgâr'ı işaret etti. "Sırf benim telefonumdan konuştuğun için ben buradayım."

Ben onu müzik dinliyor zannederken Tuna kulaklıktan bizi mi dinliyordu? Teknoloji ne zaman bu kadar ilerlemişti hayret doğrusu. Ne boktan bir teknolojiydi bu? Ne gereksiz bir şeydi? Koray'ın anne ve babası dışındakiler bana çok kötü bakıyordu. Nazan teyze Koray'ın yanından ayrılarak benim olduğum tarafa yürürken, "Zaten herşey onun başının altından çıkmıyor mu?" dedi Rüzgâr'ın annesi.

"Anne!" Rüzgâr annesine adeta kükredi. "Babamı da al ve gidin buradan."

Rüzgâr'ın anne ve babası artık sittin sene sevmezdi beni. Onların gözünde oğullarının başını sürekli belaya sokan bir kızdım. Haksız da sayılmazlardı. Rüzgâr'ın başı beni tanıdığından beri beladan kurtulmamıştı. Ben her ne kadar Rüzgâr'a, Serhat hakkında bir şey söylememiş olsam da onu benim yüzümden darp ettiği çok açıktı.

"Serhat'la ne sorunun var senin?" diyerek Rüzgâr'a döndü babası. "Serhat şu an yoğun bakımda, neden yaptın oğlum?"

Başım ağrımaya başlamıştı. Şu an buradan yok olmak istiyordum. Anne ve babası Rüzgâr'ın, Serhat'a benim yüzümden saldırdığını duyarsa gözlerini kırpmadan öldürürlerdi beni. "Anne hadi," dedi Rüzgâr. Babasıyla muhatap olmuyor, yüzüne bile bakmıyordu.

"Tatlım iyi misin?" diyerek bana elini uzatan Nazan teyzeye çevirdim bakışlarımı. Uzattığı elini tuttum ve, "İyiyim Nazan teyze," dedim sahte bir tebessümle. İyi değildim. Başım ağrıyor, içim sıkılıyor, sanki kabıma sığmıyordum.

Nazan teyzenin eşi de bana doğru yaklaşırken, "Baba," diyerek Koray onu durdurdu. Adam durdu ama hâlâ bana bakıyordu. "Annemi de al ve gidin buradan," dedi Koray. "Sorgudan sonra beni bırakırlar büyük ihtimalle."

Koray haklıydı. Muhtemelen Tuna, Koray ve ben, Güneş'le son görüşen kişiler olarak buraya getirilmiştik. Tuna görüşmemişti ama ben onun telefonundan görüşme yapmıştım. Koray da yakın zaman önce ayrıldığı sevgilisi olarak buradaydı. Hepimiz sadece Güneş'le olan iletişimimiz yüzünden buraydık ve bırakılacaktık.

Babası, Koray'ı sanki duymamıştı. Cevap vermiyor, sadece bana bakıyordu. Sanki yıllar öncesine ait eski bir tanıdığını görmüşte, kim olduğunu çıkarmaya çalıyordu. Evet, tam olarak böyle bakıyordu bana.

"Korkma tamam mı güzelim," dedi Nazan teyze. "Siz hiçbir şey yapmadınız ve çıkacaksınız." Nazan teyzenin bana olan bakışları öyle şefkat doluydu ki. Azıcık da olsa kendimi iyi hissetmeme neden olmuştu.

"Baba," dedi Koray bir kez daha. Nihayet babası bendeki bakışlarını çekip oğluna döndü. "Burada beklemeyin, uzun sürebilir. Annemi de al gidin buradan."

"Tamam oğlum," diyerek başını salladı adam. Daha sonra bize döndü ve bana bakarak Nazan teyzeye seslendi. "Nazan hadi, burada beklememizin bir anlamı yok. Oğlumuz suçsuz, birkaç saate bırakırlar."

"Hiçbir yere gitmem," dedi Nazan teyze. "Dışarıda bekleriz." Nazan teyze ve eşi, Rüzgâr'la da kısa bir konuşma yapıp dışarıda bekleyeceklerini söyleyerek yanımızdan ayrıldılar. Koray tüm ısrarlarına rağmen anne ve babasını gitmeye ikna edememenin siniriyle tekrar yerine oturdu.

Rüzgâr'ın bakışlarını üzerimde hissediyordum ama ona bakmıyordum. Tuna'nın telefonundan Güneş'i aradığım için bana kırgındı biliyorum. Yüzüne bakamadım çünkü kırılmakta haklıydı. Tuna'dan hoşlanmadığını bile bile arkasından iş çevirmiştim.

"Sorgu da avukata ihtiyacın olacak," dedi Tuna'nın babası. "Ben birazdan avukatı ararım."

"Gerek yok baba," diyerek karşılık verdi Tuna. "Benim bir avukatım var, muhtemelen gelmiştir." Bunu söylerken Rüzgâr'a dönüp sinsi bir bakış attı ama Rüzgâr ona bakmıyordu bile. Bakışları benim üzerimdeydi.

"Bizim avukatlar da geldi," dedi Rüzgâr'ın babası. "Sorgu da onlar içeri girmeden ağzını bile açma."

"Anne çıkar mısınız artık," diyerek babasını yok sayarcasına annesine seslendi Rüzgâr. En son evlerine yemeğe gittiğimde babasıyla bir arada görmüştüm onları. Araları gayet iyiydi. Ne olmuştu da böylesine tepkiliydi babasına anlamadım. Neden böyle davranıyordu, bunun da mı sebebi bendim yoksa? Babası sinirle nefesini bıraktıktan sonra eşine seslendi. "Çıkalım Suzan, dışarıda bekleyelim."

Rüzgâr, "Beklemeyin," dedi büyük bir sinirle. "Mahkeme hakkımda tutuklama kararı çıkaracak. Hapiste ziyaretime gelirsiniz artık."

Sözleri kalbime ok gibi saplanmıştı. Reddetmiyor, ben Serhat'a bir şey yapmadım demiyordu. Sonucu kabullenerek hapse gireceğinden bahsediyordu Rüzgâr. Annesi panikle parmaklarını saçlarına gömdü. Çok üzgün görünüyordu. Dediği gibi gerçekten tutuklanırsa ben ne yapardım? Ağlamamak için dudaklarımın içini ısırıyordum.

"Rüzgâr Pekiner," diyerek içeri giren polislere döndük. "Mahkeme saatin geldi."

Demir parmaklıkların kilidini açtı ve içeri girdi bir polis. Rüzgâr'ı dışarı çıkarıyordu. Annesinin paniklemiş halinin aksine babası oldukça sakin görünüyordu. Rüzgâr, polislerle birlikte nezaretten çıkarken Tuna son hamlesini yaptı. "Şeker'i merak etme," dedi son derece sevimsiz bir yüz ifadesiyle. "Benim avukatım onunla da ilgilenecek."

Rüzgâr sinirle alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Tuna'ya cevap vermeden bana döndü ve, "Senin bir avukatın var zaten," dedi elini uzatarak. Uzattığı elini tutarken burnumun direği sızladı. Elime küçük bir öpücük kondurduktan sonra şefkatli bakışlarını gözlerime sabitledi. "Altan bey seninle ilgilenecek güzelim. Altan bey dışında hiçbir avukatı kabul etmiyorsun."

Tuna'nın alaycı kahkahası doldu kulaklarımıza. "Sude hanım Altan beyden çok daha iyi bir avukat Rüzgâr."

Bu kadarı gerçekten fazlaydı. Şu durumda bile pislik yapmaktan vazgeçmiyordu Tuna. Rüzgâr aniden arkasına döndü ve Tuna'ya doğru sinirle koştu. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Polisler aynı hızla Rüzgâr'ın peşinden koştular ama Rüzgâr'ın, Tuna'yı tek yumrukla yere sermesine engel olamadılar. Büyük bir gürültü kopmuştu nezaretin içinde. Rüzgâr'ın annesinin çığlığı, ellerimi kulaklarıma kapatmama neden oldu. Tuna yerde hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Rüzgâr vurduğu anda başını duvara çarpmıştı ve sanırım bayılmıştı.

Polisler Rüzgâr'ın iki koluna da girerek, biraz zorlanarak da olsa onu nezaretten çıkardılar. Yanımızdan ayrılmadan son kez babasına döndü Rüzgâr. Çok öfkeliydi, burnundan soluyordu. "Şeker'in avukatı Altan bey, duydun mu!" dedi büyük bir sinirle. Ancak babası Rüzgâr'a cevap bile vermedi. Polisler Rüzgâr'ı aceleyle dışarı çıkarırken Koray, Rüzgâr'ı rahatlatmak istercesine arkasından seslendi. "Kardeşim o iş bende, aklın kalmasın."

Rüzgâr gitmişti. Mahkemeye çıkarılacak ve büyük ihtimalle tutuklanacaktı. Gidişini seyrederken göz yaşlarımı daha fazla tutamadım. Ağlayarak demir parmaklıklara sırtımı yaslayıp çaresizce yere çöktüm. Ne olacaktı şimdi? Benim yüzümden hapse girecek olması bir yana, ben Rüzgâr olmadan ne yapacaktım? Hastaneye gitmem mümkün değildi. O hastanede Rüzgâr olmadan bir saniye bile kalamazdım. Bedenim sarsılırcasına ağlarken ne Tuna'ya müdahale etmekte olan sağlık görevlilerine, ne ağlamamam için bana seslenen Koray'a bakmadım. Şu an çaresizliği iliklerime kadar hissediyordum.

***

Yaklaşık iki saat süren sorgunun ardından serbest bırakılmıştım. Dört tane polis vardı sorguda. Biri susmadan diğeri başlıyor, bir diğeri bağırıyor, öteki masaya yumruğunu vurarak beni korkutuyordu. Hem ağladım hem korkudan titreyerek soruları cevapladım. Sorgu biraz daha devam etseydi işlemediğim bir cinayeti üstlenecektim. O kıvama getirmişlerdi beni. Güneş'le en son ne zaman görüştük, son görüşmemizde neler konuştuk, onunla olan arkadaşlığımız neden bitti, öldürüldüğü saatlerde neredeydim her şeyi sormuştu polisler. Öyle tuhaftı ki bana olan davranışları. Güneş'i gerçekten ben öldürmüşüm gibi itiraf ettirmeye çalışmışlardı. Sordukları soruları sanki ilk kez soruyormuş gibi defalarca kez tekrarladılar. Bir ara Koray'ın cinayeti birlikte işlediğimizi söyleyerek itiraf ettiğini bile imâ ettiler. Kendi ithamlarını yine kendileri çürütüyor, benden bir itiraf gelmeyince tekrar başa sarıyorlardı. Resmen psikolojik baskı uygulamışlardı bana. Neyse ki masum olduğuma ikna oldular da beni serbest bıraktılar.

Tuna'nın sorgusu, Rüzgâr'ın yumruğu yüzünden kırılan burnu sebebiyle yarına ertelenmişti. Bu yüzden o çok övdüğü avukatını da göremedim. Avukatım olarak Koray'ın avukatlarından biri vardı ve o gelmeden konuşmamıştım. Sorgu odasından çıkıp bir kaç evrak imzaladıktan sonra Koray'ı beklemeye başladım. O çıkmadan hiçbir yere gidemezdim çünkü yanımda ne telefonum vardı ne cüzdanım. Hastaneden polislerle beraber çıkarken çantamı yanıma almayı akıl edecek halde değildim.

Nazan teyze de buradaydı. Eşi yanında yoktu, yalnızdı. "Gel canım," diyerek yanındaki boş sandalyeyi işaret etti. Ense kökümden yukarıya doğru çıkan şiddetli bir baş ağrısı çekiyordum. Şu an saat gecenin ikisiydi. Uykusuz ve haddinden fazla yorgun hissediyordum. Acaba Rüzgâr ne haldeydi? Mahkemesi bitti mi, bittiyse ne karar çıktı merak ediyordum. Sandalyede biraz yana kayıp başımı Nazan teyzenin umzuna koydum. Hayatımın en güzel anılarıyla başlayan gün, hayatımın en kötü anılarıyla son bulmuştu. Birbirinin zıttı iki duyguyu bir gün içerisinde defalarca kez yaşamıştım. "Ağladın mı sen?" diyerek saçlarımı okşadı Nazan teyze.

"Çok korkuttular beni," dedim.

"Ah güzelim benim," diyerek bu kez yanağımı okşadı. "Kim bilir Koray'ıma ne yapıyorlar?"

Bana bile bu kadar sert davrandılarsa Koray'ı kesin döverler diye içimden geçirdim ama Nazan teyzeye bunu söylemedim. Anne yüreği dayanmazdı. Nazan teyzenin koluna sarılıp omzuna iyice yerleştiğim anda, büyük bir gürültüyle yerimden sıçradım. Beş tane polis memuru bir kadını zaptetmeye çalışıyordu. Işıltılı kıyafetlerin içindeki kadının ayakları ve ellerinden tutarak emniyetin içine soktular. Kadın çıldırmış gibi bağırıyor, polislere ağıza alınmayacak küfürler savuruyordu. Sağ ayağını kendine çekip, kendisini tutan polislerden birine tekme atmak istedi ama başarılı olamadı. Üzerindeki elbise o kadar kısaydı ki iç çamaşırına kadar görünüyordu. Ancak bu durum kadının umrumda bile değildi. Alkollüydü belli ki. Küfürler ağzından yayılarak çıkıyordu. Polisler kadını nezarete zor götürmüştü.

"Geldiğimizden beri bu kaçıncı," dedi Nazan teyze. "Başım kaldırmıyor artık."

Ben ilk kez görmüştüm ama bunalmıştım. Koray ne zaman çıkacaktı, buradan ne zaman gidecektik bilmiyorum. Uykum gelmişti ve gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Başımı tekrar Nazan teyzenin omzuna yaslayacağım anda, "Nazan," diyerek Koray'ın babası elinde iki tane kahveyle yanımıza geliyordu. Ben de içimden acaba Koray'ın babası nerede diye geçiriyordum. Demek kahve almaya gitmişti.

"Merhaba kızım," diyerek kendisi için aldığı kahveyi bana, diğerini eşine uzattı.

"Yok ben içmeyeceğim Giray," dedi Nazan teyze. "Burada olay bitmiyor, başım şişti. Arabanın anahtarlarını ver de biraz gözlerimi dinlendireyim," dedikten sonra bana baktı. "Sen de gel canım, Koray çıkana kadar dinlenelim biraz."

"Yok Nazan teyze," dedim başımı sallayarak. "Sen git, ben burada bekleyeceğim."

Nazan teyze eşinden arabanın anahtarlarını alıp giderken, ben de kahvemden bir yudum aldım. Bu yorgunlukla o arabaya gidersem kesin uyurdum ve bir daha kimse beni uyandıramazdı. Koray'ın babası Nazan teyzeden boşalan sandalyeye geçip oturdu ama yönü bana dönüktü. Ona bakmamaya çalışarak kahvemden bir yudum daha aldım. Saatlerdir bir şey yemediğim için kahve biraz midemi bulandırmıştı. Ben ona bakmıyordum ama Koray'ın babasının bakışlarını üzerimde hissediyordum.

"Adın Şeker'di değil mi kızım?" dedi.

Başımı kaldırıp kısa bir an yüzüne baktım. "Evet, Şeker." Tıpkı Koray gibi kirpikleri uzun ve sağ gözünün kenarında bir ben vardı.

Gülümsedi ve, "Koray bir ara senden çok bahsediyordu," dedi buruk bir şekilde. "Son zamanlarda aramızda bir kopukluk var. Sanki kaçıyor benden."

Koray'ın nezarette ki tavırlarından biraz anlamıştım. Bana babasıyla aralarının çok iyi olduğunu söylemişti ama nezarette çok soğuk ve sert davranmıştı babasına.

Gözlerini bir an bile ayırmıyordu benden. Bir yandan kahvesini yudumluyor, bir yandan bana bakıyordu. Tıpkı nezarette olduğu gibiydi bakışları. Artık gerilmeye başlamıştım. Dön önüne be adam.

"Beni yanlış anlama," diyerek kahvesinden bir yudum daha aldı. "Seni birine benzetiyorum, çok sevdiğim birine." İçimden geçenleri duymuş gibi bakışlarının sebebini açıklıyordu. Acaba kime benzetmişti beni?

"Belki tanıyorsundur," dedi biten kahvesinin bardağını ayağının dibine koyarak. "Bu kadar benzerlik normal değil."

Tanıdığımı hiç zannetmiyorum çünkü kendime benzeyen birini daha önce hiç görmedim. Eşsiz bir güzellikti bendeki.

"Tüm fiziksel özellikleriniz benziyor ama en çok gözleriniz," dedi ve bir an duraksadı. Öyle büyük bir hayranlık vardı ki bakışlarında. Arkasında koca bir hüzün saklıydı sanki.

Kahve bardağını ellerimin arasına hapsederek kucağıma koydum. Böylesine hüzünle anımsadığı kişi kimdi merak etmiştim. Sorup sormamak konusunda kendi içimde bir ikilemdeydim ama meraklı yanım ağır bastı. "Kim?" diye sordum çekinerek.

Başını omzuna doğru hafifçe eğdi gülümseyerek. Hâlâ bana bakıyordu ama aklı çok uzaklardaydı. Bir süre hiç konuşmadı, sadece yüzüme baktı. Sanırım sormamam gereken bir soru sormuştum çünkü gözleri nemlenmişti. Adamın hali içimi burktu. Belli ki geçmişten birini hatırlatmıştım ona. Geçmişe ait, onu yaralayan birini. Önüne dönüp karşıya bakmaya başladı iç çekerek. İnsanın içinde bir yarası varsa istese de unutamazdı. Gördüğü en ufak bir benzerlik kanatırdı o yarayı.

"Belki tanıyorumdur," dedim saçma bir şeklide. Tanımadığım netti ama belki anlatmak onu rahatlatır diye düşündüm. Yarayı anlatmak iyi gelirdi insana. Kan içine değil de dışına akarsa rahatlatırdı, kendimden biliyorum. "Adı ne?" dedim başımı eğip yüzüne bakarak.

Önce başını çevirip yüzüme baktı, daha sonra tüm bedenini bana çevirdi. Umut kırıntıları vardı bu kez bakışlarında. Beni benzetiği kişi her kimse, onun için çok değerli biriydi belli ki. Derin bir nefes alıp, "Adı," dediği anda duyduğumuz bir ses araya girdi ve ikimiz de kapıya çevirdik başımızı.

"Şeker!"

Rüzgâr'ın komiser olan arkadaşı Savaş, emniyetin kapısından içeri girdi ve bize doğru yaklaşmaya başladı. "Merhaba," dedi yanımıza gelerek. "Seni hemen bulduğuma sevindim."

Belli ki neden burada olduğumu biliyordu. Bana Rüzgâr'dan bir haber getirdiğini umarak heyecanla ayağa kalktım. "Savaş, Rüzgâr'ı götürdüler."

"Biliyorum," dedi sakin bir şekilde. "Rüzgâr'ın yanından geliyorum, beni buraya o gönderdi." Çok keyifsiz görünüyordu. Kötü bir şey söyleyecekti, bunu hissediyordum ama içimde ki son umut kırıntısıyla gözlerinin içine bakıyordum. Sıkıntılı bir şekilde nefesini bıraktı ve, "Tutuklandı," dedi. "Serhat Atalar'ı öldürmeye teşebbüsten tutuklandı."

Son umudum Savaş'ın son cümlesiyle tükenmişti. Rüzgâr benim yüzümden tutuklanmıştı. Daha başına ne belalar açabilirim diye düşünürken, her gün yeni ve daha büyük bir belayla baş başa bırakıyordum onu. Resmen Rüzgâr'ın sonu olmuştum. Annesi de babası da haklıydı. Ben Rüzgâr'a hiç iyi gelmiyordum ve bu hep böyle olacaktı. Benim sorunlarımla uğraşmaktan bir gün bile gülmeyecekti yüzü.

Gözlerimden akan yaşları silme gereğinde bile bulunmadan ağlıyordum. Öyle bereketliydi ki benim göz yaşlarım. Sildikçe daha çok akıyor, aktıkça çoğalıyordu. Artık dinmeliydi. Akıp gitmeli, tükenmeliydi artık.

"Ağlama," dedi Savaş. Uzanıp gözlerimden akan yaşları silmek istedi ama kendimi geri çekerek ona engel oldum. "Silme," dedim burnumu çekerek. "Akıp bitecek ve bir daha akmayacak."

Bir süre hiç konuşmadan ağladım. Bundan sonra ne olacaktı, Rüzgâr oradan çıkabilecek miydi ve ben onu bir daha görebilecek miydim bilmiyorum. Bu bilinmezlik beni boğuyor, duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Savaş da, Koray'ın babası da hiç konuşmadan yanımda durdular. Onlar da çok üzgün ve sessizdi. Savaş oturmam için sandalyeye yönlendirdi beni. Gözyaşlarımı tüketmek istercesine ağlıyordum. "Kızım bu kadar yıpratma kendini," dedi Koray'ın babası. Söylemesi kolaydı tabii. Rüzgâr benim yüzümden hapse giriyordu, nasıl ağlamam.

İçimdeki tüm derdi, kederi göz yaşlarım aracılığıyla atmak istercesine dakikalarca ağladım. Göz yaşlarım tükenmişti sanırım, akmıyordu artık. İçim yanıyordu ama gözümden yaş gelmiyordu.

"Ben bi' Koray'a bakayım," dedi Savaş.

"Ben de geleyim," diyerek ayaklandı Koray'ın babası.

"Burada bekle olur mu?" diyen Savaş'a tamam anlamında başımı salladım ama burada daha fazla duracak halde değildim. Nefesim kesiliyor, kalbim sıkışıyordu. Koray'ın babasıyla birlikte nezaretin olduğu tarafa gittiler. Ben de onlar gelene kadar biraz dışarı çıkıp hava almak istedim.

Emniyetin kapısından çıkıp birkaç basamak inerek bahçeye yöneldim. Saat üçe geliyordu ve oldukça sessizdi etraf. Kapının önünde nöbet tutan polislerden başka kimse yoktu. Biraz daha ilerleyerek az ileride gördüğüm banka oturdum. Hava uzun zamandır ilk kez bu kadar soğuktu. Ya da ben öyle hissediyorum. İçimi yakan ateş dışımı üşütüyordu sanki.

Ellerimi çıplak olan kollarıma sürterek etrafı seyrederken, Rüzgâr'ı nasıl kurtarabilirim diye düşünmeye başladım. Gidip polislere ifade versem, Serhat'ın bana yaptıklarını anlatsam işe yarar mıydı acaba? Sonuçta geçerli bir sebepti bu. Kim olsa sevgilisine çocukken böyle bir felaketi yaşatan birine saldırırdı. Rüzgâr'ın yaptığı şey doğru değildi belki ama haklıydı.

Rüzgâr haklıydı ama kanıtımız yoktu. Serhat'ın bana yıllar önce yaptıklarını anlatmam iddiadan öteye gitmezdi. Başımı gök yüzüne kaldırarak, "Bir mucize," dedim çaresizce. "Bir mucize olsun Allah'ım."

Zihnimden dolup tarşan düşünceler miydi sebebi bilmiyorum ama için titredi. Ellerimi soğuk kollarıma sürterek geriye doğru yaslanacağım anda, omuzlarımın üzerine bırakılan çeketle aniden arkama döndüm. Kimse yoktu. Bu kez sağ tarafıma döndüm ve gördüğüm yüzle bir an irkildim. Serkay son derece ağır hareketlerle gelip yanıma oturdu.  "Nasılsın Biricik?" dedikten sonra başını iki yana sallayarak yüzünü buruşturdu. "Afedersin, Şeker diyecektim."

Bu adam neden sürekli bir yerlerden karşıma çıkıyordu? "Ne işin var senin burada?" dedim kaşlarımı çatarak. Her anımı takip ediyormuş gibi olur olmadık zamanlarda karşıma çıkması canımı sıkmaya başlamıştı.

"Rüzgâr tutuklanmış," dedi üzgün bir yüz ifadesiyle. "Ondan pek hoşlanmasam da akıbeti beni üzdü." Rüzgâr'ın ona yaptıklarını umursamıyor ve gerçekten üzülüyormuş gibi bir hali vardı. "Bana ihtiyacın olabilir diye düşündüm," dedi şefkat dolu bir tebessümle. "Görüyorum ki yanılmamışım." Etrafa bakındı yalnızlığıma dikkat çekmek istercesine.

Serkay'a mı kalmıştım gerçekten? Serkay mı çare olacaktı yalnız ve çaresiz oluşuma? Cevap vermeyerek önüme döndüm. Ne diyebilirdim ki? Hayatım da Rüzgâr ve Koray'dan başka kimsem yoktu ve şu an ikisi de uzağımdaydı. Koray olmadan hastaneye bile gidemiyordum. Zaten gitmek istediğim yer hastane değildi. Rüzgâr olmadan orada duramazdım ki. Belki Rüzgâr çıkana kadar Koray'la birlikte yaşardım. Koray beni yalnız bırakmazdı ama hâlâ çıkmamıştı o da.

"Rüzgâr çıkana kadar burada duramazsın. Koray'ı da kolay kolay bırakacaklarını sanmıyorum," diyerek elini omzuma koydu. "İstersen benim evime gidebiliriz."

Yok artık! Rüzgâr, Serkay'ın evine gittiğimi duyarsa beni asla affetmezdi. Bunu ona açıklayamazdım. Ayrıca ne işim vardı onun evinde? Doğru düzgün tanımıyordum bile. "Olmaz," diyerek ayağa kalktım. Omuzlarıma bıraktığı ceketini kucağına bırakarak, "Seninle gelemem Serkay," dedim ve emniyete doğru yürümeye başladım. O kadar da çaresiz değildim. Koray seve seve beni evinde misafir ederdi.

Aklımdan geçenleri duymuş gibi arkamdan gelerek, "Koray'ın çıkacağını mı zannediyorsun?" dedi ve kolumdan tutup beni durdurdu.

"Evet," dedim kolumu elinden kurtararak. "Koray masum, birazdan bırakırlar onu."

"Masum olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diyerek bana doğru bir adım attı. "Yakın zaman önce ayrıldılar ve sen de biliyorsun ki hiç iyi bir ayrılık olmadı onların ki. Güneş'i, Koray öldürmüş olabilir."

Her şeyden de haberi vardı. Herşey daha tazeyken tüm bunları nereden öğrenmişti? "Ne saçmalıyorsun," diyerek onu göğsünden sertçe ittim. Bütün gün Koray hastanedeydi ve hiç ayrılmamıştı. Üstelik neden böyle bir şey yapsın ki? Koray, Güneş'i yaptığı yanlış yüzünden silmişti kalbinden. Hayatına odaklanmıştı ve Güneş umurunda bile değildi artık. Koray böylesine yanlış bir şey yapacak biri asla değildi.

"Git buradan!" diyerek bağırdım. "Rahat bırak beni!" Yeterince derdim yokmuş gibi bir de bu deliyle uğraşıyordum.

Serkay kendini toparlayıp yeniden bana yaklaşacağı anda, "Şeker!" diyerek koşar adımlarla yanımıza gelen Savaş ve Koray'ın babasını görmek beni rahatlatmıştı. "Ne oluyor burada?" Savaş, Serkay'a öyle sert bakıyordu ki bakışları beni bile ürküttü. "Kimsin lan sen?" dedi Serkay'a doğru büyük bir adım atarak.

"Arkadaşıyım," dedi Serkay. "Konuşuyorduk."

Savaş bana döndü ve doğru mu söylüyor dercesine yüzüme baktı. Başımı iki yana salladım. Arkadaşım falan değildi. Bir iki defa onunla sohbet ettim diye arkadaşım sayılmazdı.

Savaş son derece yavaş hareket ederek tekrar Serkay'a döndü ve, "Senin," dedi işaret parmağıyla Serkay'ı göğsünden iterek. "Bir daha Şeker'in etrafında dolandığını görür ya da duyarsam, ecdadını sikerim." Son cümlesini bana duyurmamak için kısık bir sesle söylemişti ama duymuştum. Şaşkınlıkla göz bebeklerim kocaman açıldı. Ne ayıp bir küfürdü o öyle.

Serkay da tıpkı benim gibi şoke olmuş bir şekilde geriye doğru adımladı. "Kötü bir niyetim yoktu," dedi kekeleyerek. Daha sonra döndü ve arkasına bakmadan arabasına doğru yürümeye başladı. Savaş arabasına binip uzaklaşana kadar Serkay'ın arkasından bakmaya devam etti. Nihayet Serkay gitmişti ve bana döndü. Sanırım gözlerim hâlâ büyük bir haldeydi ve ettiği küfürü duyduğumu anladı. "Afedersin," dedi mahçubiyetle. "Böyleleri başka dilden anlamıyor."

"Sorun değil," dedim omuzlarımı silkerek. "Koray ne durumda, çıkmadı mı hâlâ?"

Umutsuzca başını iki yana salladı. "Koray'ın sorgusu uzayacak gibi görünüyor. Burada beklemenin bir anlamı yok Şeker."

Çaresizce omuzlarım düştü. Hastaneye gitmekten başka bir çarem kalmamıştı. "Beni hastaneye bırakır mısın?" derken ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

"Bırakamam," dedi kaşlarını kaldırarak. "Rüzgâr, Koray çıkana kadar seni gözümün önünden ayırmamamı söyledi. Bana gidiyoruz."

Savaş'ın evinde ne işim vardı? Üstelik çalışıyordu, yoğun çalışan biriydi. Bana dadılık etmek zorunda değildi ki. "Sen beni hastaneye bırak," diyerek ısrar ettim. "O kadar işinin arasında benimle mi uğraşacaksın?"

"Bize gidelim derdim ama," diyerek az ileride duran siyah arabayı işaret etti Koray'ın babası. "Nazan'ı götüremem. Koray çıkana kadar ayrılmaz buradan."

"Size gidemez zaten Giray bey," dedi Savaş. "Rüzgâr'ın gazabıyla uğraşamam, söz verdim. İki günlük izne ayrıldım, Şeker benimle gelecek," diyerek arabasını işaret etti. "Hadi gidelim, Şeker."

Rüzgâr'a söz vermişti ve beni bırakmaya hiç niyeti yoktu. Daha fazla itiraz etmek istemedim. Hava aydınlanmak üzereydi, o da tıpkı benim gibi uykusuz ve yorgun görünüyordu. Arabaya bindik ve emniyetten ayrıldık. Koray'ın sorgusu neden bu kadar uzun sürmüştü, ne zaman çıkacaktı bilmiyorum. Savaş iki gün izin aldığına göre Koray o kadar süre çıkmayacak mıydı? Ben iki gün boyunca Savaş'ın evinde ne yapacaktım? Allah'ım, çaresizlik ne kadar zor bir şeydi.

Bir süre ikimiz de hiç konuşmadan ilerledik. Ölüm sessizliği vardı arabanın içinde. Güneş'i, Koray'ı ve Rüzgâr'ı aklımdan çıkaramıyordum. Hangisine üzüleceğimi şaşırmıştım ama artık ağlayamıyordum bile. Savaş büfe gibi bir yerin önüne geldiğimizde arabayı durdurdu ve, "Tost sever misin?" dedi dönüp yüzüme bakarak. Biraz eğilip önünde durduğumuz yere baktım. Büyük harflerle Tostçu Mehmet yazıyordu.

"Aç değilim," dedim Savaş'a bakarak.

"Keyifsizken ben de öyle zannederim," diyerek gülümsedi. "Bu saatte başka açık yer bulmak zor ama tost sevmezsen evde hazırlarım bir şeyler."

"Severim," diyerek başımı salladım. En son Rüzgâr'ın, evimizde yaptığı yemeği yemiştim. O saatten beri tek bir lokma girmemişti mideme. Belki de başımdaki şiddetli ağrının sebebi farkında bile olmadığım açlığımdı.

Savaş'ın tostçu Mehmet'ten aldığı bir paket dolusu tostla birlikte tekrar yola koyulduk. Sanırım kendisi çok acıkmıştı çünkü çok fazla tost almıştı. "Sorgun nasıl geçti?" dedi dönüp yüzüme bakarak.

"Arkadaşların çok kaba," dedim direkt. "Çok üzerime geldiler, çok bağırdılar bana." Pamuk ipliğine bağlı olan psikolojimi yerle bir etmişlerdi. Sorgu boyunca hüngür hüngür ağlamıştım.

Küçük bir kahkaha attı. "Kaba olduklarından değil, öyle davranmaları gerektiğinden."

Haklı olabilirdi aslında. Kendimi şarkıcı bir kadın zannederek karakolluk olduğumda Savaş da çok kaba davranmıştı bana. Onu Tarım ve Orman Bakanlığına şikayet etmeyi bile düşünmüştüm çünkü tam bir öküz gibiydi tavrı. O denli kabaydı ama normalde öyle biri değildi. "Sen neden girmedin?" dedim ona doğru dönerek. "Koray'ın ve benim sorguma keşke sen girseydin."

"Olmaz öyle," derken direksiyonu sola kırdı ve dar bir sokağa girdi. "Siz benim yakınlarımsınız, objektiflik açısından doğru olmaz."

O zamanlar beni tanımıyordu tabii. Karşısında Muazzez Şenses var zannediyordu ama zaten Şeker Biricik'i de tanımıyordu. Girdiğimiz dar sokakta biraz daha ilerledikten sonra, "Geldik," diyerek arabayı bir apartmanın önünde durdurdu.

Arabadan indik ve asansörle dördüncü kata çıktık. Savaş kapıyı açıp başıyla içeriye girmemi işaret ederken, "Hoş geldin," dedi gülümseyerek. Rüzgâr bana, Savaş'ın bekar olduğunu söylemişti daha önce. Bir bekar evine göre gayet düzenli olan evin halinden anlamsızca rahatsız olarak, "Ev biraz dağınık, kusura bakma," dedi ve etraftaki dağınıklığı toplamaya başladı.

"O kadar olur," dedim koltuğun üzerindeki gömleği alıp ona uzatırken. Acaba bir sevgilisi de mi yoktu? Bakışlarım evin içinde gezinirken elimdeki tost paketini salonun ortasındaki sehpaya bıraktım.

"Hemen çay yapıp geliyorum?" dedi eşyalarını fırlattığı odadan çıkarken. "Tost çayla iyi gider."

"Benim için yapacaksan zahmet etme," dedim tost paketini açarken. "Pek iştahım yok."

"Ben çaysız yiyemem," diyerek tostları işaret etti. "Sen başla, çay demleyip geliyorum."

Savaş mutfağa giderken paketten çıkardığım tostu yemeye başladım. Yerken farkettim ne kadar aç olduğumu ama bitiremedim. Çok uykum gelmişti. Savaş hâlâ mutfaktaydı ve gelen seslerden anladığım kadarıyla, sanırım çay dışında başka bir şeyler daha hazırlıyordu. Yarım kalan tostumu paketin yanına bıraktım ve koltuğa uzandım. Artık uykuya direnemiyordum. Başım dönüyordu uykusuzluktan.

***

Melis, son derece enerjik bir şekilde odaya daldı. Siyah dalgalı saçlarının arasından parmaklarını havalı bir şekilde geçirdi ve tam karşıma oturdu. "Kırmızı çok yakışmış," dedim sırıtarak. Çok güzel bir kızdı ama oldukça sert bir mizacı vardı.

"Kırmızı ne alaka Biricik?" dedi sert bir ses tonuyla. Üzerindeki gömleğin kırmızı olduğunun farkında değildi çünkü kırmızı ve koyu gri renklerini siyah olarak algılayan bir renk körüydü.

Efnan, elini ağzına kapatarak kıkırdadı. "Alemsin Melis. Gömleğin kırmızı, kırmızı." Uzayan kahkülleri mavi gözlerini kapattı gülerken. Normalde mavi renk gözlerden pek hoşlanmam ama Efnan'ın gözleri daha önce hayatımda hiç görmediğim kadar güzeldi.

"Konumuza dönebilir miyiz," diyen Canan'a döndüm. Konumuz tam olarak neydi unutmuştum. Genel olarak Canan'a baktığımda aklımdaki tüm düşünceler dağılıyordu. Benim kadar olmasa da Canan, ona bakan kadınları bile dönüp bir daha bakmak zorunda hissettirecek kadar güzel bir kızdı. Uzun dalgalı saçları, bebeksi yüz hatları ve yeşil gözleriyle aşık olunası bir havası vardı.

"Oof, yeter artık," diyerek inleyen Renan, yerinden kalktı ve masamın üzerine çıkıp oturdu. "Sıkıldım. Eğlenceli bir şeyler yapalım." Renan'ın eğlence anlayışı biraz tuhaftı ama bize uyum sağlıyordu her konuda.

"Eğlencenin büyüğü var biraz sonra," diyerek araya girdi Umut. "Yani eğlenceli olacak, öyle umuyorum." Bir insan ismiyle bu denli uyum içerisinde olur muydu? Umut'un hayatı umut etmekle geçiyordu resmen. Ama haklıydı, bu gece çok eğlenecektik. Uzun zamandır beklediğim geceydi bu gece.

"Sen iyi misin?" Yanıbaşımda oturan Hayal'in omzuna dokundum omzumla. "Hiç sesin çıkmıyor." Cevap vermedi. Yine dalmıştı. Çocukluğundan beri yakasını bırakmayan bir hastalığı vardı ve sürekli halisülasyonlar görüyordu. "Hey!" diyerek bu kez biraz sert vurdum omzuna. "Kendine gel artık."

"Bırak şunu Biricik," diyerek yerinden kalktı Renan. "Onun kendine gelmesini bekleyecek olursak." Elini salladı.

"Hazırlıklar tamam değil mi?" diyerek Melis de ayaklandı.

"Hazır hazır," dedi Canan.

"Herkes çok şık," diyerek hayranlıkla her birimizi süzdü Efnan.

"Ama en şık olan benim Efnan." Umut kibirli bir şekilde işaret parmaklarıyla kendini göstererek ayaklandı. Bu gece hayatımın en güzel gecesi olacaktı. Delicesine eğlenmeye fazlasıyla hazırlamıştım kendimi. Onlar da hazırdı. Kolumdaki saate bakıp, "Geç kalmayalım," dedim ve ben de ayağa kalktım. Zeynep abla bekletilmekten hiç hoşlanmazdı.

***

Gözlerimi açtığımda sanki bütün gece uyumamışım gibi yorgun hissediyordum. Üzerimdeki ince yorganı kenara itip başımı kaldırırken Savaş'la göz göze geldik. İşaret parmağı ve baş parmağıyla göz pınarlarını sıkarak, "Günaydın," dedi yorgun bir ses tonuyla. Burada mı sabahlamıştı? Benim uyuduğum salonda? Elindeki kalemi sehpanın üzerine bırakırken, dizinin üzerindeki defterden bir sayfa koparıp cebine koydu.

"Günaydın," dedim kendimi toparlayarak. Savaş'ın evindeydik, evet. Savaş'ın koltuğundaydım, evet. En son o mutfakta çay demlerken uyuyakalmıştım, evet ama onu görmeyi beklemiyordum. Neden yatak odası dururken karşımdaki koltukta sabahlamıştı anlamadım. "Uyumadın mı?" dedim, neden gidip odanda uyumadın der gibi.

"Uyudum aslında," dedi yüzünü ovuşturarak. "Seni salonda yalnız bırakamazdım, kusura bakma," diyerek açıklama yaptı. Rahatsız olduğumu anlamıştı.

Rüzgâr'a verdiği sözü biraz fazla abartıyordu sanki. Salonda bana ne olacaktı ki? Başımı çevirip duvardaki saate baktım. Saat on bir buçuk olmuştu. Bu saate kadar deliksiz uyumuştum." Koray'dan bir haber yok mu?" dedim umutsuzca. Çıkmış olsa kesin haberimiz olurdu.

"Var," dedi gülümseyerek. "Sabah saat altı gibi aradı beni, bırakmışlar."

"Gerçekten mi?" diyerek heyecanla ayağa fırladım. "Neden uyandırmadın beni?"

"İkinizde çok yorgundunuz, dinlenmeye ihtiyacınız vardı," diyerek o da ayaklandı. "Kahvaltımızı yapıp çıkarız."

"Aç değilim ki ben." Savaş'ın üzerime örttüğü örtü ve başımın altına ne zaman koyduğunu hatırlamadığım yastığı alıp ona uzattım.

"Şeker hiçbir şey yamedin, tostunu bile bitirmeden uyumuşsun." Elini ensesine götürerek sehpanın üzerindeki pakete baktı. "Sen uyuyunca onu da ben yedim." Çüş dememek için kendimi zor tuttum. O kadar tostun hepsini nasıl yemişti?

"Koray bize kahvaltı hazırlar," diyerek kapıya yöneldim. "Çıkalım hemen." Savaş iyi bir insandı ama kendimi onun yanında terkedilmiş kedi yavrusu gibi hissetmiştim. Koray'ın serbest kalması, içimde kurumaya yüz tutmuş umut tokumlarını yeşertmişti. Rüzgâr çıkana kadar Koray beni yalnız bırakmazdı.

***

Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından Koray'ın evine gelmiştik. Kapıda karşıladı bizi kırmızı pancarım. Arabadan iner inmez büyük bir sevinçle boynuna atladım. Sanki aylardır görmüyorduk birbirimizi. Daha dün beraber değilmişiz gibi öyle sıkı sardı ki kollarını bana. "Özledim kız seni," dedi saçlarımı dağıtarak.

"Ben de seni," dedim daha sıkı sarılarak.

Arabadan inen Savaş yanımıza geldi ve Koray'a elini uzattı tokalaşmak için. "Emaneti teslim ettiğime göre bana müsaade."

"Öyle hemen gitme," dedi Koray. "Kahve içelim beraber."

Kollarım hâlâ bedenine sarılıydı. "Ne kahvesi Koray?" dedim başımı kaldırıp yüzüne bakarak. "Acıktık biz, kahvaltı isteriz."

"Hiçbir şey yemedi," diyerek eliyle beni işaret etti Savaş. "Siz yapın kahvaltınızı, ben gideyim."

İki gün izin aldığını söylemişti bana. Bir işi yoktu ve o da bizimle kahvaltı yapmak zorundaydı. "Olmaz," dedik Koray'la aynı anda. Koray bir an başını eğip gülümseyerek bana baktıktan sonra Savaş'a döndü. "Sizin bahanenizle ben de yerim bir şeyler. Saadet ablayla annem bize hemen hazırlarlar."

Nazan teyze de mi buradaydı? Tabii oğlu nezaretlerden çıkmış gelmez mi? "Sonunda Saadet ablayla tanışacağım," diyerek nihayet Koray'dan koptum. Geçen sefer geldiğimde Saadet abla zannederek Nazan teyzeyle tanışmıştım.

"Annem de Saadet abla da seni bekliyor," dedi Koray. "Hadi geçelim."

Koray ve Savaş'la birlikte eve girdik. Saadet ablayla birlikte kahvaltı hazırlarken, bir yandan da Nazan teyzeyle birlikte dün gece olanlarla ilgili derin bir sohbete dalmıştık. Koray ve Savaş, salonda Rüzgâr'ın durumuyla ilgili konuşuyorlardı. Arada bir onlara kulak vermeye çalışsam da, Nazan teyze o kadar çok soru soruyordu ki bir türlü ne konuştuklarını anlayamıyordum. Sorduğu soruların çoğu Rüzgâr'la olan ilişkimiz hakkındaydı.

"Evlenmeyi düşünüyor musunuz?" diye sordu bu kez. Bu sorunun bende net bir cevabı yoktu. Dün Rüzgâr'ın benimle evlenmeyi düşünerek yaptırdığı evi görünce biraz umutlanmıştım ama anne ve babası çok büyük bir sorundu. Bunu nezarette ki tavırlarından bir kez daha anlamıştım. Çok zordu bizim evlenmemiz. Hatta imkansızdı. Hem Rüzgâr'ın ailesi hem de benim sorunlu kafa yapım çok büyük bir engeldi bizim için. İkimiz de istiyorduk ama evlenmek hayalden ibaretti.

"Hem evet, hem hayır," dedim elimin altındaki salatalığa bir bıçak darbesi indirerek. Az kalsın elimi kesecektim.

"Ne demek o?" diyerek önümdeki kesme tahtasını önüne çekti Nazan teyze.

"Aslında biz istiyoruz ama Rüzgâr'ın ailesi benden pek hoşlanmıyor," dedim suratımı asarak. "Dün akşam farketmişsinizdir."

"Farkettim," dedi başını sallayarak. "Anlamıyorum, senden iyisini mi bulacaklarmış oğullarına?"

Bulmuşlardı aslında. Babasının birinci gelin adayı olan İlay rahmetli olmuştu ama Ahu vardı sırada. Rüzgâr'ın annesi oğluna Ahu'yu layık görüyordu ama Rüzgâr'a söz geçiremiyordu.

"Senin gibi tatlı bir kızı er ya da geç kabul ederler," dedi Saadet abla. O da tıpkı Nazan teyze gibi çok tatlı ve güler yüzlü bir kadındı. Umutsuzca omuzları silktim. Rüzgâr'ın ailesinin beni kabullenmesi, imkansızdan da imkansızdı.

Nazan teyzenin dilimleyip özenle tabağa dizdiği salatalıkları da alıp masaya götürdüm. Ben salona gelince Koray ve Savaş derin sohbetlerini sonlandırdılar. "Buyurmaz mısınız," diyerek iki elimle masayı işaret ettim. Ben gelmeden önce ne konuşuyorlardı bilmiyorum ama ikisinin de yüzündeki ifade buz gibiydi.

"Buyuralım," diyerek Savaş'ın dizine vurduktan sonra ayağa kalktı Koray. Acaba Rüzgâr'la ilgili kötü bir şey var da benden mi saklıyorlardı? Savaş, Nazan teyze ve Saadet abla masaya yerleşirken, "Koray," dedim oturmadan. "Kahvaltıdan sonra Rüzgâr'a gidelim, lütfen."

"Olmaz güzelim," dedi bana doğru yaklaşarak. Yüzüme düşen saçlarımı iki eliyle geriye doğru çekti. "Ben bu sabah gittim yanına, geyet iyi merak etme," dedi ve başını omzuna doğru hafifçe eğdi. "Ama seni oraya götüremem çünkü resmen yemin ettirdi."

"O niye ya!" diyerek yüzümdeki ellerini indirdim. "Görmek istiyorum onu."

"Bir kaç gün görmezsen ölmezsin," dedi kaşlarını çatarak. Yüzünde yalancı bir sinir hakimdi.

Ondan daha gerçekçi bir sinirle sandalyemi çekip oturdum. "Görmem lazım neden anlamıyorsun?"

"Kızım yeminliyim diyorum sen neden anlamıyorsun," dedi ve önümdeki börek tabağını eline aldı. Savaş'ın tabağına iki dilim börek koyduktan sonra tabağı tekrar önüme koydu ve, "Benden istediği ikinci en büyük şey, seni oraya götürmemem."

İlkini sorma gereğinde bile bulunmadım çünkü biliyordum. Beni asla yalnız bırakmamasını söylemişti kesin. "O zaman Savaş götürür," dedim Savaşa bakarak. Yalnız gitmeyi teklif dahi edemiyordum çünkü bu mümkün değildi. Bu deli asla bırakmazdı beni.

Savaş bir an Koray'a baktıktan sonra bana döndü. "Rüzgâr'a hak veriyorum Şeker," dedi sıkıntılı bir şekilde. "Hiç kimse sevgilisinin kendisini hapiste görmesini istemez. Bu çok yaralayıcı bir şey."

Ben hiç bu açıdan bakmamıştım ama Savaş böyle söyleyince Rüzgâr'a hak verdim. Ah benim bal böceğim. Onu mapus damlarında görmemi istemiyordu, gurur meselesi yapıyordu demek. "Ne zaman çıkacak pekii?" Ben Rüzgâr'ı bir kaç saat bile görmeden duramıyordum. Kaç gün sürecekti bu hasretlik?

"Eğer silah sayılabilecek bir şey kullanarak bunu yapmış olsaydı, bir aydan üç yıla kadar hapis cezası vardı," dedi Savaş. "Ama öyle bir şey yok. Herhangi bir silah kullanımı söz konu değil. Darp ettiği kişi şikayetçi olmazsa, kamu davası açılır ve az bir ceza alır."

"Hapisten çıkar mı yani?" dedim umutla.

"Hemen çıkar," dedi beni rahatlatmak istercesine gülümseyerek. Bu durumda Serhat'ın bir an önce kendine gelmesi ve şikayetçi olmadığını söylemesi gerekiyordu. Rüzgâr'ın babasıyla araları iyiydi Serhat'ın. Oğlunun mapus damarında çürümesine gönlü el vermezdi herhalde. Serhat'ı ikna ederdi Rüzgâr'ın babası.

"Tabii neden böyle bir saldırıda bulunduğunu açıklaması gerekiyor Rüzgâr'ın," dedi Savaş. "Eğer ortada ağır tahrik varsa alacağı ceza daha da düşer. Hatta iptal kararı bile çıkabilir."

Rüzgâr asla böyle bir şey yapmazdı. Serhat'ın bana yaptıklarını mahkemeye sunarak kendini kurtarmaya çalışmazdı. Bana göre böyle bir şeye gerek kalmayacaktı. Serhat şikayetçi olmazdı Rüzgâr'dan. Kendimi soyguncu zannederek hesabındaki paraları hortumladığımda da benden şikayetçi olmamıştı. İğrenç bir adamdı ama hatır gönül işlerine önem veriyordu anladığım kadarıyla. Ayrıca o dayağı fazlasıyla hak etmişti. Bunu idrak edemeyecek kadar aptal bir adam değildir herhalde.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra Savaş gitmişti. Nazan teyzenin benim için hazırladığı odaya geçip biraz dinlenmek istedim. Fiziksel olarak değil ama zihinsel olarak çok yorgun hissediyordum. Odanın kapısına kadar bana eşlik etti Koray. "Odamı da hazırlatmışsın," dedim gülümseyerek.

"Odan zaten hazırdı," diyerek yanağımdan bir makas aldı. "Bu evde her zaman bir odan var Şeker'im. Ev senin." Kapıyı açıp girmem için eliyle odayı işaret etti.

"Teşekkür ederim kırmızı balık," dedim onun yaptığı gibi yanağından makas alarak.

"Bir balık olmadığım kalmıştı," dedi başını sallayarak. "Bütün kırmızılara benzetecek misin beni?"

"Evet," dedim gülerek. "Bayat balık gibi bakıyorsun, hiç mi uyumadın?"

Hayır dercesine başını iki yana salladı. Nasıl uyuyacaktı ki? Güneş'in ölümü, baş şüpheli olarak saatlerce sorgulanması ve Rüzgâr'ın tutuklanması. Koray bunları düşünmeden rahatlıkla uyuyacak kadar gamsız ya da benim gibi güçsüz biri değildi. Dünyanın derdini, tasasını sırtlanmış koca bir dağ gibiydi.

"Dinlen biraz, keyfine bak," diyerek saçlarıma küçük bir öpücük kondurup yanımdan ayrıldı. Odaya girer girmez önce duş aldım, daha sonra Koray'ın hastaneden getirttiği kıyafetlerimin arasından bir pijama seçip üzerime giydim ve kendimi yatağa attım. Uyumak değildi niyetim. Sadece Rüzgâr'ı düşünmek istedim. Onu düşünmek bile bana iyi geliyordu. Rüzgâr'ı düşünmek, onunla ilgili hayaller kurmak her ne kadar ulaşılması imkansız hayaller olsa da iyi hissettiriyordu. Ne Güneş'i düşünmek istiyordum ne Serhat'ı. Onlar aklıma her geldiğinde içimde tarifsiz bir sıkıntı beliriyordu. 'Zihnindeki kötü düşüncelerden arın, korkularınla yüzleş,' demişti Rüzgâr bana. 'İyileşmen için önce kendin çabala, istekli ol,' demişti.

Artık çabalayacaktım. Bana sıkıntı veren, beni üzen tüm düşüncelerden arınmam gerekiyordu. Ve tabii korkularımdan. Korkularımın üzerine gitmem, onları aşmam için Rüzgâr çok çabalıyordu ama sadece onun çabasıyla olacak şey değildi. Artık hayatımda bir şeyler düzene girsin, iyileşeyim istiyorum. Hastalığımdan kurtulursam belki daha kolay ve çabuk gelirdi güzel günler. Dünya da sadece Rüzgâr ve ben varmışız gibi davranmak istiyorum ki iyi olayım. Hem kendim için hem onun için daha çok çabalamak istiyorum.

Yüz üstü yattığım yatakta dönerek bakışlarımı tavana sabitledim. "Güneş diye biri hayatıma hiç girmedi," dedim başımı ağır ağır sallayarak. "Öyle birini hiç tanımadım. Hayatımda var olmayan birinin başına gelenler beni etkileyemez çünkü haberim bile olmaz." Sağ elim kalbimin üzerine gitti istemsizce. Kendi kendime tekrarladıklarım kalp atışlarımı hızlandırmıştı ama sorun değil, geçer.

"Serhat diye birini çok küçükken yurtta görmüştüm," dedim ve alt dudağımı dişlerimin arasına alıp sıktım. "Beni evlat edinmek için ikna etmeye çalışırken saçlarımı okşayan, sıcacık gülümsemesi olan sevimli bir adamdı. Onu sevmiştim ama biraz üzmüştüm. Evlerine gitmek istemediğimi söylediğim için üzülmüştü. Sizinle gelmek istemiyorum dedim ve gitmedim." Nefes alış verişlerim hızlanmıştı. Derin bir nefes aldım ve devam ettim. "O eve hiç gitmedim," dedim başımı iki yana sallayarak. "O eve hiç gitmedim. O eve hiç gitmedim."

Yorganı kaldırıp içine girerken gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle sildim. Titriyordum ama sorun değil, o da geçerdi biraz sonra. Odam çok güzeldi ve ben çok mutluydum. Rüzgâr çıkınca daha çok mutlu olacağım. Ben iyileşeceğim ve ömrümüzün sonuna kadar hiç ayrılmadan çok mutlu olacağız. Neden? Çünkü ben çok tatlı bir kızım. Bu tatlılıkla Rüzgâr'ın anne ve babasının kalbini kazanmam çok da zor bir şey değil benim için.

Tüm güzel düşünceleri kendime defalarca kez tekrarlarken, ne ara uykuya yenik düştüm hiç bilmiyorum.

***

İki haftadır misafir olduğum evde bugün son günümdü. Serhat on iki gün kaldığı yoğun bakımdan çıkar çıkmaz Rüzgâr'dan şikayetçi olmadığı yönünde ifade vermişti polislere. İki gün süren resmi prosedürlerin ardından bugün tahliye oluyordu bal böceğim. Saat sabahın altısıydı, heyecandan hiç uyuyamamıştım. Son iki haftanın sabah rutinini bozmadan Koray'ın koca kulağına iyice yaklaştım ve, "Günaydın!" diyerek var gücümle bağırdım. Öyle yüksek sesle bağırdım ki, mışıl mışıl uyuyan Koray korkarak kendini yataktan yere attı.

"Lan ne oluyor?" Hâlâ alışamamıştı böyle uyanmaya.

"Tahliye oluyor!" Ses bombasına yansıttığım telefonun ekranına dokundum ve o efsanevi müziğin en efsane kısmı çalmaya başladı. İki haftadır hep enerjik olmaya çalışmıştım ama bugün gerçekten çok enerjiktim. İki haftadır beklediğim o büyük gün nihayet gelmişti.

Odanın içini inletircesine yankılanan gari de gari şarkısı eşliğinde deli gibi zıplamaya başladım.

"Rüzgâr tahliye oluyor kalksana!" Müziğin ritmine uyum sağlayarak odanın her bir köşesinde zıplıyordum.

Koray yavaşça yerden kalkarken dehşet dolu bakışları üzerimdeydi. "Kızım sen cidden manyaksın," gibi bir şey söylemişti sanırım, tam duyamadım.

"Düğünümüzde," dedim nefesimi kontrol etmeye çalışarak. "Krem rengi pantolonumu giyeceğim ve..." Kalbim duracak gibiydi. "Sevgili kayın validemin karşısında bu müzikle dans edeceğim." Ahtım vardı. Bugün o kadar mutluydum ki böyle bir şey için aht etmiştim. Şarkının videosundaki krem rengi pantolonlu abi gibi Rüzgâr'ın annesinin karşısında, gari de gari dansı etmeye yemin etmiştim. Tabii bu dans tek başına olmazdı. Hastanedeki bütün deli arkadaşlarım bana seve seve eşlik ederdi. Bu dans, biz delilerin ruh halini yansıtan harika bir şeydi.

"Ne düğünü kızım?" diyerek elimdeki telefonu çekip aldı ve müziği durdurdu. "Bu ne abi, kafam şişti sabah sabah."

"Rüzgâr'la ikimizin düğünü," diyerek kendimi Koray'ın yatağına bıraktım. İyi ki müziği kapatmıştı yoksa en mutlu günüm, ölüm günüm olacaktı. Çok yorucuydu bu dans. "Birkaç ay sonra," dedim göz kırparak. "Rüzgâr'la düğünümüz var, sen de onur konuğumuzsun."

Kaşlarının kavisini kaldırıp yüzünü buruşturarak yanıma oturdu ve, "Rüzgâr'ın seni benden istediğini hatırlamıyorum," dedi kibirli bir şekilde. "Benim seni ona verdiğimi hiç hatırlamıyorum."

Ay onu da yaparız. Koray'ın kahvesine tuz bile koyarım ben. Rüzgâr'a tuzlu kahve içirmeye kıyamayacağıma göre Koray içerdi. Elimi omzuna attım ve başımı hafifçe eğerek boynuna baktım. "Sen bilirsin yumurtalı menemen," diyerek boynuna sıyrılan sarı göz bandını çekip bıraktım ve, "Vermezsen kaçarım," dedim sırıtarak. Vallahi kaçarım.

Boynundaki göz bandını çekip çıkarırken, bu nereden gelmiş boynuma dercesine bakıp komodinin üzerine fırlattı. "Şu an çok mutlusun, keyfini kaçırmayayım," dedi elini omzuma atarken. "Daha sonra bu konuyu detaylıca konuşuruz." Sözleri tehdit barındırıyordu ama kimin umurundaydı.

Evinde kaldığım bu iki haftalık süre içerisinde Koray'la olan yakınlığımız daha da ilerlemişti. Onunla merak ettiğim her şeyi konuşmuştuk. Sude'yi sormuştum ona. Rüzgâr'ın, Sude'yle olan ilişkisinin detaylarını ve ayrılma nedenlerini artık bilmek istiyordum. Daha önce defalarca kez sormama rağmen cevap vermemişti ama bu kez anlattı.

Evlilik yolunda ilerleyen üç yıllık ilişkilerinin bitme sebebi, Sude'nin iflah olmayan davranışlarıymış. Tuna'yla olan yakınlığı ve Rüzgâr'ın bu yakınlıktan dolayı duyduğu rahatsızlık sebep olmuştu ayrılmaları. Tuna açısından herhangi bir şey olmamış ama Sude'nin, Tuna'ya karşı yaklaşımı ve yakınlığı Rüzgâr'la aralarında büyük bir sorun oluşturmuş. 'Sude, Rüzgâr'ın onu sevdiği kadar sevmedi Rüzgâr'ı,' dedi. Bir gün aralarında yine Tuna yüzünden bir tartışma çıkmış ve Rüzgâr ona seçimini yapmasını söylemiş. Sude, Rüzgâr'ı değil Tuna'yı seçince olan olmuş. Çok sevmesine rağmen Rüzgâr, Sude'den ayrılmış ve Sude buna hiç itiraz etmemiş. 'Tabii, daha sonra Sude pişman oldu, Rüzgâr'a dönmek istedi ama Rüzgâr kabul etmedi,' dedi Koray. Sude de Rüzgâr'ı çok seviyormuş ve Rüzgâr onu affetmeyince, uzaklaşmak ve Rüzgâr'ı unutmak için Amerika'ya gitmiş. Rüzgâr'ın, Tuna'yı neden hâlâ hastanesinde tuttuğunu merak ettim ve bunu da sordum Koray'a. 'Vefadan,' dedi. Rüzgâr, Tuna'nın rahmetli annesine verdiği söz yüzünden Tuna'ya tahammül etmek zorunda kalıyormuş. Acaba Rüzgâr, nezarette  aralarında yaşanan gerginlikten sonra hâlâ Tuna'yı yanında tutacak mıydı merak ediyordum.

Koray'ın evinde kaldığım süre boyunca Nazan teyze, sık sık ziyaretime gelmişti ve bana bilmediğim bir sürü yemek öğretmişti. Ben de o yemekleri yaparak Koray'ın üzerinde denemiştim. Acemiliğimi Koray'ın üzerinde atmak istedim çünkü Rüzgâr'a yaptığım zaman rezil olmak istemiyordum.

Neredeyse her günümüz Savaş ve Gözde'yle beraber geçmişti. Onlar da sık sık ziyaretimize gelmiş, Koray'ın da benim de moralimizi yüksek tutmak için ellerinden geleni yapmışlardı.

"Konuşuruz tabii," diyerek yanından kalktım ve kapıya yöneldim. "Hadi hemen hazırlan da çıkalım."

Kendini yatağa attı. "Daha iki saat var, biraz daha uyuyacağım," deyince hızla ona döndüm ve işaret parmağımı tehdit edercesine salladım. "Eğer hemen kalkıp hazırlanmazsan..." İşaret parmağım hâlâ sallanmaktaydı. "Bu güzel evi havaya uçurmak zorunda kalırım Koray. Gözümü bile kırpmam." Gelişim suskun olmuştu ama gidişim muhteşem olurdu.

Bu kez yataktan attı kendini ve, "Tamam lan," dedi eliyle kapıyı işaret ederek. "Çık da hazırlanayım." Ne de güzel korkuyordu benden.

***

Evet, Koray haklıydı. Biraz erken gelmiştik. Daha bir saat vardı Rüzgâr'ın çıkmasına. Ceza evinin bahçesinde Rüzgâr'ın ailesi, Savaş, Koray ve ben vardık. Sadece biz değil herkes erken gelmişti. Rüzgâr'ın anne ve babası bizden uzakta bir yerde beklemeyi tercih etmişlerdi. Yanımıza gelmiyorlardı çünkü burada ben vardım. Oğullarının çıkmasını beklerken bile bana tahammül edemiyorlardı. Ay çok da umurumdaydı. Saçma sapan şeyleri kafama takmıyordum artık.

"Of daha ne kadar bekleyeceğiz?" dedi Gözde. O da en az benim kadar sabırsızlanıyordu. "Kaç dakika kaldı?"

"En son sorduğundan beri iki dakika geçti Gözde," dedi Savaş. Gözde'nin sürekli aynı soruyu sorması bınaltmıştı Koray'la ikisini.

"Kızım git biraz da ananın babanın beynini ye, yeter lan." Koray daha fazla dayanamadı Gözde'ye.

"Ya dört gündür görmüyorum abimi, ne kadar anlayışsızsınız," diyerek sitem etti Gözde. Ahh ah! Ben ne yapayım? İki haftadır hasret kalmıştım bal gözlere.

"Tamam git babana sor," diyerek elli metre kadar uzağımızda olan babasını işaret etti Koray.

Gözde omuzlarını silkti. "Onlar çok sıkıcı, burası daha heyecanlı," dedikten sonra bir kez daha Savaş'a döndü. "Kaç dakika kaldı Savaş abi?"

Savaş bezginlikle nefesini bıraktı ve, "Eminim telefonunun saati vardır ama," diyerek kol saatini çıkarıp Gözde'ye uzattı. "Al bunu kendin bak Gözde." Koray da Savaş da sabırlarının sonuna gelmişlerdi.

"Ay Savaş abi," diyerek elindeki saati havaya kaldırdı Gözde. "Bu ne kadar zevksiz bir saat." Sanki elinde tuttuğu şey bir saat değil de, kuyruğundan tutup havaya kaldırdığı ölü bir fındık faresiydi. "Değil mi Şeker?" dedi saati bana göstererek.

"Bence gayet şık," dedim saate daha yakından bakarak. Pahalı da bir şeye benziyordu.

"Tam bir kıro saati," dedi başını iki yana sallayarak.

"Kıro mu?" Gözde'nin elindeki saatini çekip alırken kaşları çatılmıştı Savaş'ın.

"Gerçi tarzına bakılırsa normal," diyerek parmağıyla Savaş'ı tepeden tırnağa işaret etti. Koray bir o yana bir bu yana turlarken, kollarımı göğsümde bağlayarak Savaş ve Gözde'yi seyretmeye başladım.

"Ne varmış tarzımda Gözde?"

"Demode." Keşke yüzünü bu kadar buruşturmasaydı.

"Demode?" Savaş alaycı bir gülümseme gönderdi.

"Aşırı rüküş," diyerek bu kez Gözde, Savaş'a alaycı bir gülümseme gönderdi. Bana bir şeyler oluyordu. Bir takım damarlarım hareketlenmeye başlamıştı.

Savaş'ın gülümsemesi daha da büyüdü. "Tarzım hakkında ilk kez bir hanımefendi böyle söylüyor," dedikten sonra Gözde'ye doğru bir adım attı ve, "Neyse ki küçük bir hanımefendi," diyerek sanki yavru bir kediyi sever gibi Gözde'nin saçlarını sevdi parmaklarıyla. Gözde'yi can evinden vurmuştu. Ne demek küçük bir hanımefendi?

Ben Savaş'ın söylediği şeyle kıkırdayınca Koray bana döndü. Önce ona baktım sırıtarak, daha sonra hâlâ didişmekte olan Gözde ve Savaş'a. Bir kez daha Koray'a baktım, daha sonra tekrar didişen ikiliye. Koray'ın kaşları havalanırken gözleri büyüdü. Anlamıştı aklımdan geçenleri ve bakışlarıyla beni tehdit ediyordu. Şu an gözlerimiz aracılıyla sessiz sohbet halindeydik Koray'la. Omuzlarımı silktim müzip bir şekilde.

Başını iki yana salladı sinirle. Kaşları da çatılmıştı ama hiç korkmadım. Aklımdan geçenler beni heyecanlandırmıştı. Gözde ve Savaş'ın arasında tam on yaş fark vardı. Kafamdaki deftere bir eksi koydum. Gözde hayatımda gördüğüm en marjinal kızdı. Karakteri, giyim tarzı, dünya görüşü, vücudundaki piercingler, saçları ve dinlediği müzikler bile Savaş'la taban tabana zıttı. Bir eksi daha koydum deftere. Dilara'yla Koray bile daha uyumluydu onların yanında. Tüm bunlar bir yana, Gözde abi diye hitap ediyordu Savaş'a. Bu kesinlikle iki tane eksiyi hak ediyordu. İnsan çocuklarının babasına abi diye hitap etmezdi.

İki zıt kutup. Bu ikisinden çok güzel, selvi boylum siyah beyaz yazmalım aşkı çıkardı. Ay bana bir şeyler oluyor.

Kafamdaki aşk filminin senaryosunun yarısını  yazmıştım bile. "Kızım," dedi Koray yanıma gelerek. Kolumdan tuttu ve beni kenara çekerek senaryo çalışmalarıma ara vermeme neden oldu. "O aklından geçenleri hemen unut. Olmaz."

Ben oldururum ki. Koray'a cevap niteliğinde, kafamın içinde yankılanmaya başlayan aşk şarkılarına uyum sağlayarak omuzlarımı dans ettiriyordum. Elimde değil ki. Ship damarım tuttu, bana ne.

Gözde ve Savaş dakikalarca süren didişmenin ardından nihayet birbirlerinden kopmuştu. Savaş, Koray'la sohbet ediyor, Gözde benim başımın etini yiyordu. Savaş'ın ona çocuk olduğunu ima etmesine o kadar  sinirlenmişti ki, o dakikadan beri hiç saati sormamıştı. Gözde'ye, Savaş'a abi diye hitap ettiği için onun böyle davrandığını ima ederek, bilinç altı operasyonumun ilk adımını atmıştım. Abi dememeliydi. Abi derse operasyonum daha başlamadan hüsranla sonuçlanırdı.

İkişerli grup halinde her birimiz ayrı noktada beklerken, Rüzgâr'ın annesinin, "Çıktı," diyen heyecanlı sesini duymamla cezaevinin çıkış kapısına döndüm. Çıkmıştı. Rüzgâr kapıdan çıkar çıkmaz bizi farketti. Heyecanla hepimiz Rüzgâr'a doğru koşar adımlarla ilerlerken o da bize doğru yürüyordu.

"Oğlum," diyerek annesi sardı kollarını Rüzgâr'a.

"Abi nerede kaldın ya," diyerek Rüzgâr'ın diğer tarafında yerini aldı Gözde. "Rüküş rüküş insanlarla muhatap oldum can sıkıntısından." Abisine sarılırken bile Savaş'a taş atmaktan geri kalmıyordu. Olurdu bu iş.

"Kardeşim geçmiş olsun," diyerek Rüzgâr'ın omzuna vurdu Koray. Sarılamıyordu çünkü annesi ve kız kardeşi iki yanını sarmıştı Rüzgâr'ın. Savaş da tıpkı Koray gibi uzaktan geçmiş olsun diyebildi gülümseyerek.

"Geçti çok şükür," dedi Rüzgâr'ın babası. "Bunu da atlattık."

Rüzgâr babasına dönüp bakma gereğinde bile bulunmadı çünkü şu an bana bakıyordu. Keşke Rüzgâr'ın bugün çıkacağından ailesinin haberi olmasaydı diye geçirdim içimden. Etrafını sarmışlardı ve yanına yaklaşamıyordum. Hepsi de her gün ziyaretine gelmişlerdi ama bir tek ben gelememiştim. En çok ben özledim, çekilsinler.

Rüzgâr, annesini ve Gözde'yi nazikçe kollarının arasından çıkardı ve, "Nasılsın güzelim," diyerek bana doğru yöneldi. O kadar heyecanlanmıştım ki kalbim duracak gibiydi. Gülseyerek ben de ona doğru bir adım attım.

Rüzgâr'la tam kavuşacağımız anda, "Hiç itiraz istemiyorum oğlum," diyerek koluna yapıştı annesi. "En sevdiğin yemekleri yaptırdım, bizimle birlikte eve geliyorsun." Bir kez daha Rüzgâr'ın bedenine sardı kollarını.

"Anne bi' müsaade eder misin?" dedi Rüzgâr. Bıraksa da biz de sarılsak.

"Etmem," dedi ağlamaklı bir sesle. Gözleri de dolmuştu. Her an ağlayacakmış gibi bakıyordu oğluna. "Günlerdir gözüme uyku girmedi. Artık hastane köşelerinde heba olmana izin vermem, eve geliyorsun." Bunu söylerken bana yandan  sinirli bir bakış attı. Oğlunun evini havaya uçuran bendim. Rüzgâr benim yüzümden evsiz kalmıştı ve annesi hâlâ öfkeliydi bana karşı. Tabii öfkesinin tek sebebi bu değildi. Benim varlığıma tahammülü yoktu kadının.

"Benim bir evim var anne," dedi Rüzgâr. Annesini bir kez daha kendinden uzaklaştırdı, bana dönüp kollarını açtı ve, "Bizim bir evimiz var," dedi göz kırparak. Annesine bakmamaya çalışarak Rüzgâr'ın kollarının arasına yerleştim. Son bulması gereken, günlerdir esiri olduğum özlem duygusu geçmek yerine daha da artmıştı. Kollarındaydım, kokusuyla mest oluyordum ama daha çok özlüyordum şu an. Daha fazlasını istiyordum sanki, buydu artan özlemimin sebebi. Doyumsuzluğun esiri olmuştum şimdi de.

"Çok özledim seni," dedi yüzünü saçlarımdan çekmeden.

"Ben de seni," diyerek başımı kaldırıp yüzüne baktım. Hissettiğim mutluluğun bir tarifi yoktu. Aşktan ölecek gibiydim.

"Evimize gidelim mi?" dedi parmaklarıyla yanağımı okşayarak. Evet, bizim bir evimiz vardı. Evsiz değildik biz. Şimdi oraya gitmek ne güzel olurdu. Evimize gidip etrafımızdaki bu insanlar olmadan Rüzgâr'la başbaşa olmak ikimize de çok iyi gelirdi. Tam gidelim diyecektim ki istemsizce anne ve babasına döndü gözlerim. Çok kötü bakıyorlardı bana. Özellikle de babası. Hareket eden yanaklarından anlaşılıyordu dişlerini sıktığını.

"Sonra gideriz," dedim bakışlarımı Rüzgâr'a çevirerek. "Annen o kadar hazırlık yapmış. Bugün onlarla ol." Babası zordu ama annesinin kalbini kazanmam lazımdı. Aslında o da çok zordu ama tatlı gelin adayı olma çalışmalarıma bir yerden başlamam gerekiyordu.

Rüzgâr kolunu omzuma atarak diğerlerine döndü. "O zaman hep birlikte gidiyoruz," dedi Koray ve Savaş'a bakarak. Gözlerim yine istemsizce anne ve babasına döndü. Babası tepkisizdi ama annesi bu fikirden pek hoşlanmamış gibi görünüyordu.

"İşlerim var Rüzgâr," dedi Savaş. "Başka zaman."

"Ben gelirim," diyerek atladı Koray. "Suzan teyzenin yemeklerini özlemiştim." Yemeklerin hayalini kurar gibi gözlerini yukarı kaldırarak sağa sola dans ettirdi.

"Ama olmaz ki," diyerek araya girdim. Rüzgâr'ın annesi haklı olarak bugün oğluyla başbaşa olmak istiyordu. Ben de dünyanın en anlayışlı, en tatlı, en mükemmel gelini olduğum için duruma el koydum ve, "Eşyalarımı hastaneye taşıyacağız seninle Koray," dedim. "Eve gitmemiz lazım, çok işimiz var."

"Kızım eşyalarını iki gün önce arabaya taşıdık zaten," dedi planlarımın katili kırmızı kafa. "Yemekten sonra taşırım ben onları hastaneye."

"Çiçeklerim kaldı Koray," dedim gözlerimi belerterek. "Onlara su veriyorum diye arabaya koymamıştım." Her gün su vermem gerektiği için minelerimi de Koray'ın evine getirtmiştim.  Hastane de kimse ilgilenmezdi onlarla. 

Rüzgâr dönüp yüzüme baktı. İsteksiz olduğumu anlamış olmalıydı çünkü daha akşama saatler vardı. İstesem onlarla gidebilirdim. "Çiçekleri arabaya taşımak çok zor değil ama," dedi ve omzumdaki eliyle beni kendine çekti. "Israr etmiyorum. Ben de yemekten sonra hemen gelirim zaten."

"Acele etmene gerek yok," dedim gülümseyerek. "Suzan teyze seni çok özlemiş." Annesine yandan bir bakış attım ama çok sevimli bir bakıştı bu. Ben tatlı bir gelin adayıyım, sev beni, kabullen beni kayınvalideciğim bakışı. "Bugün annenle kal bence. Bol bol hasret giderin."

Annesinin yüz ifadesi oldukça yumuşak görünüyordu ama babası için aynı şeyi söyleyemem. Yontularak kayadan yapılan bir heykel gibi donuktu bakışları. Rüzgâr'ın onunla hiç muhatap olmaması da canını sıkmıştı. 'Akif amca' diyerek, Rüzgâr'a onunla ilgili de bir şeyler söylemek istesem de yapamadım. Bu adamı yumuşatmam imkansızdı.

"Akşam gelirim," dedi Rüzgâr. Bence de gelmeliydi. "Gelme," diye ısrar ettim ama aslında gelmesini çok istiyordum. Tamamen anne ve babasına karşı iyi gelin rolleriydi bunlar. Rüzgâr zaten gelirdi ki.

Cezaevinin çıkışına doğru ilerledik ve arabalara binerek oradan uzaklaştık. Savaş işine dönerken Rüzgâr ve ailesi evlerine gittiler. Biraz ailesiyle başbaşa kalması ve babasıyla arasındaki sorun her neyse halletmesi gerekiyordu. Normal zamanlarda asla aile evine gitmiyordu Rüzgâr. Bu da babasıyla arasındaki uçurumun daha da büyümesine neden oluyordu. Rüzgâr aralarındaki sorunları halletmeli ki beni daha kolay kabullensinler. Oğulları ailesiyle zaman geçirsin, araları iyi olsun diye çabalayan çok tontiş bir gelin adayıydım ben.

Biz de Koray'la birlikte eve geri döndük. İki gün önceden tüm eşyalarımı Koray'ın arabasına yerleştirmiştim ama çiçeklerim odamdaydı. Onları içinde bulundukları küçük ahşap kasayla birlikte odadan çıkarıp alt kata indim. Koray bıraktığım yerde, yani mutfaktaydı ve tıkınıyordu. "Hiç doymaz mısın sen?" diyerek kasayı masanın üzerine bıraktım.

"Kızım ne yedim ki?" dedi tereyağlı ekmeği ağzına tıkıştırırken. "Doğru düzgün kahvaltı bile yapmadım."

Aslında haklıydı. Sabah kahvaltı hazırlamıştım ama Koray çok erken olduğu için bir şey yiyememişti. Ben de heyecanımdan dolayı aç kalmıştım. "Bir şeyler hazırlamamı ister misin?" dedim sanki aç olan kişi sadece oymuş gibi.

"Süper olur Şeker'im," dedi ağzına bir tane siyah zeytin atarken. "Ölüyorum açlıktan."

Saadet ablanın eşi hasta olduğu için bugün izinliydi ve bu koca ayıyı doyurma görevi bana kalmıştı. "Tamam, çekil ayak altından," dedim  zorlu bir görevi devralmış gibi. "Alanımı işgal etme."

Koray tezgahın önünden çekildi ve çiçeklerimin olduğu tarafa geçip oturdu. Ben de buz dolabının kapağını açtım ve kahvaltılık malzemeleri masaya dizmeye başladım. Oturup Koray'a mantı yapacak halim yoktu, kahvaltı neyine yetmiyordu. "Kaç yumurta istersin?" diyerek ona döndüğümde çiçeklerimi incelediğini gördüm.

Son derce sakin bir şekilde, "Sekiz yeterli," dedikten sonra başını kaldırıp yüzüme baktı. "Kızım sen bunlara su vermiyor musun? İki tanesi kurumuş biri de kurumaya yüz tutmuş," dedi.

"Dokunma Koray," diyerek kasayı önünden çekip aldım. "Veriyorum tabii ki."

"E niye kurumuşlar o zaman?"

Ben nereden bileyim neden kuruduklarını. Belki mevsimi geçiyordu ve bu yüzden kuruyordu minelerim. Sandalyeyi çekip oturduktan sonra kasayı kollarımın arasına hapsettim ve, "Kalk çay koy," dedim yüzümü asarak. Çiçeklerime bakamadığımı ima ettiği için bertaraf olmuş bir haldeydim ve kahvaltı hazırlayamayacak hale gelmiştim. Daha doğrusu Koray beni şu an öyle görüyordu. Kahvaltıyı hazırlama görevini onun üzerine yıkmanın tam zamanıydı.

Bakışlarını çiçeklerden çekti ve çay koymak için tezgahın başına geçti. Bir yandan bana kahvaltı hazırladı, diğer yandan Gözde ve Savaş'la ilgili kurduğum planlardan beni caydırmaya çalıştı. Savaş'ın, Gözde'den on yaş büyük olması, ikisinin birbirinden tamamen farklı kişiliklere sahip olması ve eğer duyarsa Rüzgâr'ın buna çok sinirleneceği gibi bir sürü naralar attı bana. Hiç itiraz etmeden dinledim onu. Haklıydı ama aşk engel tanımazdı ki. Henüz ortada bir aşk da yoktu ama neden olmasındı? Ben ikisinden de o elektriği aldım ve eğer ben elektrik aldıysam bu iş olurdu.

***

Hastaneye geldiğimizde, eşyalarımı odama bıraktıktan sonra direkt Dilara'nın yanına koştum. Çok özlemiştim onu. Koray hastaneye gittiği zaman telefonundan beni arayıp Dilara'yla her gün görüştürüyordu ama yine de özlemiştim. Olcay'ı bile özlediğimi hissediyorum. Koray, bana Olcay'la ilgili merak ettiklerimi de anlatmıştı ve o günden beri Olcay aklımdan çıkmıyordu. Çok büyük yemin ettirmişti anlatmadan önce. Tek bir kişiye bile anlatmayacağıma yemin ettikten sonra Olcay'la ilgili her şeyi anlattı.

Olcay'ın lisedeyken başına gelen bir olay ve o olaydan sonra bozulan ruh sağlığı... Koray'ın anlattıklarını dinlerken göz yaşlarıma engel olamadım. Hiç kimse boş yere hasta olmazdı. Hele ki psikolojin bozulduysa mutlaka geçerli bir sebebin olurdu. Olcay da o güne kadar gayet sağlık biriymiş ama yaşadığı o olay hayatını mahvetmiş. Lisedeyken yaşadığı bir cinsel saldırı yüzünden akıl sağlığını kaybetmiş Olcay. Yıllarca tedavi görmüş, tedaviler olumlu sonuçlanmış ama bu kez de başka bir hastalık ortaya çıkmış. Her ne kadar tedavi olduysa da bilinç altına yerleşen cinsel saldırı olayı, Olcay'da çok ters bir etkiye sebep olmuş. Kadınlara karşı büyük zaafiyeti olan bir Erotomani hastası olmuş Olcay. Kadın tacizinden aldığı cezalar hastalığı sebebiyle iptal edilmiş çünkü hiç birini bilinçli yapmıyormuş. Hastalığı sebebiyle ceza almamış hiç. Efsun'un bana anlattığı olay da aslında çok başkaymış. Cinsel organının kesilmesi bir kadını taciz etmesi sonucu değil, lisede yaşadığı o korkunç olayda gerçekleşmiş.

Koray'a, 'Şimdi Olcay'ın gerçekten bilibilisi yok mu?' diye sorduğumda o kadar sinirlendi ki. 'Var ulan var!' diye bağırmıştı bana. 'Şunu sormana deli oluyorum. Bu kesme öyle bir kesme değil!' diyerek daha fazla detay vermeden konuyu kapatmıştı ve bende onunla iki gün boyunca konuşmadım. Bağırmıştı bana.

Dört saat boyunca Dilara'yla zaman geçirdim. Uzun uzun sohbet ettik. Ben anlattım o dinledi, o anlattı ben dinledim. Anlattığına göre çok güzel bir aile ortamında büyümüştü. Ne maddi ne de manevi anlamda hiçbir zorluk çekmeden mutlu bir çocukluk geçirmişti. İki tane erkek kardeşi vardı ve ikisini de çok seviyordu. Bu kadar sorunsuz bir hayatı varken nasıl böyle bir hastalığa yakalandığını merak ettim. Sadece merak etmekle kalmayarak bunu Dilara'ya sordum. Artık böyle şeyleri rahatlıkla konuşabilen biri haline gelmişti ve başına gelenleri bana uzun uzun anlattı.

Aslında Epilepsi hastası olduğunu ve yıllarca ağır ilaçlar kullandığını söyledi. Dövüş sporlarına ilgisi olan profesyonel bir sporcuymuş. Epilepsinin ve kullandığı ilaçların yanı sıra, bir spor müsabakasında geçirdiği kaza sonucu başına aldığı darbeden dolayı beyin kanaması geçirmiş ve Cotart Sendromuna yakalanmış. Tüm bunları öyle sakin bir ruh haliyle anlatmıştı ki. Onu ilk tanıdığım zaman, vücudunun çeşitli uzuvlarının aslında var olduğunu söylediğimizde bile inanılmaz saldırgan bir insan oluyordu ama artık öyle değildi. Dilara iyileşiyordu.

Dilara'nın yanından ayrılmadan önce Koray'ı aradım ve Dilara'nın odasına çağırdım. Rüzgâr'ın doğum günü yaklaşıyordu ve üçümüz bir plan yapmalıydık. Aslında bu planı Koray'la ikimiz de yapabilirdik ama neden yanımızda Dilara da olmasın? Koray odaya girdi ve, "Buyurun Şeker hanım, sizi dinliyorum," dedi sanki hizmetkârımmış gibi.

"Otur," diyerek yatağın başlığına doğru kaydım ona yer açmak için. Yanıbaşımdaki Dilara'ya kısa bir bakış attıktan sonra yatağa oturdu.

"Baştan söyleyeyim, Rüzgâr doğum günü kutlamaktan hoşlanmaz. O yüzden sade bir plan yaparsak sevinirim," dedi Koray. Planım zaten sadeydi ama şu an Koray'ı buraya çağırma sebebim sadece bu değildi.

"Plan yapıldı, karar verildi," diyerek Dilara'yı işaret ettim. Koray gelmeden önce Dilara'nın saçlarını bilmem kaç kere şekillendirmiştim ve bilmediğim makyaj yöntemlerinin hepsini Dilara üzerinde denemiştim. "Sence Dilara'ya böyle toplu saç mı daha çok yakışıyor yoksa," diyerek toplu olan saçındaki tokayı çıkarıp saçlarını savurarak dağıttım. "Açık saç mı?"

Artık bu ikisiyle ilgili kurduğum planlara da bir yerden başlamam gerekiyordu. Koray, Dilara'nın saçlarına, makyajına ve hatta Rüzgâr'ın doğum gününde giyeceği kıyafete bile yorum yapmalıydı. Normal de yüzüne bile doğru düzgün bakmıyordu Dilara'nın. Bakmazsa nasıl görecekti?

Koray şaşkın bir şekilde bir bana bir Dilara'ya bakıyordu ama Dilara başını kaldırıp Koray'a bakmıyordu. Utanıyordu. "Hadi ama," dedim Dilara'nın saçlarını uçlarından havalandırarak. "Bir yorum yap."

Bana doğru yaklaştı ve Dilara'ya duyurmamak için kısık bir sesle, "Bunun için mi çağırdın beni?" dedi kırmızı kütük.

Gözlerimi belerterek yüzüne baktım. "Rüzgâr yok ne yapayım? Bir erkek olarak senin fikrine ihtiyacımız var Koray. Eğer ben yorumlamam diyorsan gidip Olcay'ı çağırırım." Yatağın üzerinden sinirle kalktım ve kapıya yöneldim. "Eminim Olcay beni gördüğüne çok sevinecek."

"Lan dur, tamam," diyerek ayağa kalktı ve peşimden gelerek beni durdurdu. Koray ve Rüzgâr'a karşı Olcay adında bir silahım vardı ve her zaman işe yarıyordu.

"Dilara için elbise sipariş edeceğiz, onunla ilgili de yorum yapacaksın," dedim omuzlarımı silkerek.

"Makyaj önerisi yapmamı da ister misin?" dedi dişlerinin arasından.

"Öneri değil, yorum," diyerek yatağın üzerinden telefonumu aldım. Dilara'ya bir sürü farklı makyaj da yapmıştım ve silmeden önce hepsinin fotoğrafını çekmiştim. "Biz şunu çok beğendik ama sen ne dersin?" diyerek Dilara'ya yaptığım farklı makyaj fotoğraflarını tek tek  Koray'a gösterdim. Gözünün ucuyla ama oldukça sinirli bir şekilde burnundan soluyarak fotoğraflara baktı. Dilara'yla ikimizin beğendiği makyaj şu an yüzünde olan makyajdı ve ona çok yakışmıştı. "Bak bu hâlâ yüzünde," diyerek Dilara'yı işaret ettim. "Dilara başını kaldırıp bize bakar mısın lütfen?"

Dilara başını kaldırdı ve bize bakmaya başladı. Bu kız gerçekten çok güzeldi. Üzüm karası uzun saçlarına o kadar yakışıyordu ki mavi gözleri. Karizmatik bir burnu vardı. Etli dudakları, sürdüğüm toprak rengi rujla ayrı bir güzel görünüyordu. Koray, Dilara'ya bakmak yerine bezginlikle bana baktı ve, "Şeker gerçekten çok işim var," dedi. Bize ne bundan?

"Aa, demek elbiseyi de görmek istiyorsun," dedim ve seçtiğimiz elbiselerin olduğu siteyi açtım. Koray sıkıntıyla nefesini bırakırken, Dilara ayağa kalktı. "Bak Koray," dedim sepete eklediğim elbiseleri göstererek. "Sence hangisi Dilara'ya daha çok yakışır?" Fiziği de çok güzeldi ve boyu benden biraz uzundu Dilara'nın.

"Siyah olan," dedi direkt. Bir fikir vermişti ama sorun şu ki, gösterdiğim elbiselerin arasında siyah bir elbise yoktu. Dilara bir kaç adım atarak tam karşımızda durdu. Elimdeki telefonu gözüne sokarcasına Koray'a uzattım. "Renk körü müsün Koray," dedim parmağımla ekrandaki elbiseleri göstererek. "Siyah elbise mi var burada?"

Telefonu elimden aldı ve son derece isteksiz bir şekilde elbiselere bakmaya başladı. Koray boş boş telefonun ekranına, Dilara da kaşları çatılmış bir şekilde Koray'a bakıyordu. Nihayet Koray bir elbiseyi beğenmişti ve, "Krem olan fena değil," demişti ki, Dilara telefonu Koray'ın elinden çekip aldı. Öyle sert çekti ki neredeyse suratıma vuracaktı.

Koray bir an afalladı. "Krem sana çok yakışır Dilara," dedi kekeleyerek.

"Çık dışarı," diyerek karşılık verdi Dilara. Çok sinirli görünüyordu. Koray geldiğinden beri sergilediği davranışlarla Dilara'nın kalbini kırmıştı ve haklı olarak sinirlenmişti üzüm çekirdeğim.

"Bu makyaj da çok güzel," diyerek geriye doğru bir adım attı Koray. Yine kekelemişti.

Öfkeli bakışlarını Koray'ın üzerinden çekmeyen Dilara, "Çık dışarı dedim," diyerek Koray'a doğru bir adım attı.

"Dilara sen buna bakma," diyerek beni işaret etti Koray. "Saçın böyle çok güzel. Siyah sana çok yakışıyor. Bence siyah elbiselerinden birini giy." Dilara'yı siyahtan başka bir renkle görmemiştik hiç. Bütün kıyafetleri siyahtı ve Koray şu an aklınca çakallık yapıyor, Dilara'nın gönlünü almaya çalışıyordu.

"Eğer hemen buradan çıkmazsan, gelecekte bir çocuğun olmayacak," diyerek Koray'ı tehdit etti Dilara. Neyi kastettiğini hepimiz de anlaşmıştık. Koray elini kasıklarına siper ederken kapıyı nasıl açtı, dışarı ne ara fırladı anlayamadım. Çok korkmuştu.

Dilara'nın tüm hevesi kaçmıştı. "İstemiyorum horoz Şeker, doğum gününe de gitmiyorum," dedi ama onu dinlemedim. Koray gelmeden önce ikimizin de çok beğendiği bir elbiseyi seçtim ve siparişi tamamladım. Yaklaşık bir saat boyunca Koray'ın bir öküz olduğunu ve inceliklerden hiç anlamadığını Dilara'ya anlatmamak için kendimi zor tuttum. Onun son derece kibar biri olduğunu ve iş yoğunluğundan dolayı böyle davrandığını söyledim. Her ne kadar bana bile itiraf etmemiş olsa da, Koray'dan hoşlanıyordu ve haklı olarak kırılmıştı. Çok uğraştıracaktı bu ikisi beni. İkisi de inatçıydı ve biri, diğerinin farkında bile değildi.

***

Ailesiyle geçirdiği dokuz saatin ardından Rüzgâr hastaneye gelmişti. Akşam yemeğini ailesiyle erkenden yemişti ama bana da akşam yemeğinde eşlik etti. Yemek yerken Rüzgâr'a, Serhat'a neden saldırdığını sordum ama tatmin edici bir cevap alamadım. Tartıştıklarını ve çıkan tartışma sonucu kendini tutmadığını söyledi. Tartışma nedeni olarak da çok alakasız şeyler söyledi. Konunun ben olduğumdan emindim ama asla bununla ilgili soru soramadım ve uydurduğu bahanelere inanmışım gibi yaptım.

Rüzgâr gelmeden önce Koray'la doğum günü kutlaması hakkında bir kez daha görüştüm. Terapi merkezinde yapmak istiyordum çünkü hastalar da bizimle birlikte eğlensin istiyordum. Terapi merkezinde böyle bir etkinlik yapmam için doğum günü çocuğundan izin almam gerekiyormuş. Sevgilime bir sürpriz bile yapamıyordum. Her şeyi bilmesi gerekiyordu.

Başımı Rüzgâr'ın göğsünden kaldırdım ve yatağın üzerinde bağdaş kurdum. "Sana bir sürpriz yapmak istiyordum ama onayın gerekiyormuş," dedim memnuniyetsiz bir ifadeyle.

"Ne sürprizi?" diyerek uzandığı yataktan doğruldu ve sırtını yatak başlığına yasladı.

"Doğum günü sürprizi," dedim omuzlarımı silkerek. "Üç gün sonra yirmi dokuz oluyorsun ya. Küçük bir kutlama yapmak istiyorum terapi merkezinde."

"Terapi merkezinde doğum günü kutlamak?" dedi kaşlarını kaldırarak. Bence çok güzel bir fikirdi ama sanırım ona pek cazip gelmemişti.

"Hastalara da moral olur Rüzgâr, lütfen."

Her ne kadar küçük bir kutlama olsa da büyük bir amaca hizmet edecekti. Rüzgâr'ın ve Koray'ın ailesi de olacaktı, öyle planlıyordum. Sıcak, samimi bir ortam oluşturup sevgili kayın validem ve tonton kayın pederimin gözüne girmek gibi bir planım vardı. Hem nezaretteyken Koray'ın da babasına karşı biraz soğuk davrandığını farketmiştim. Onların da araları düzelsin, hep birlikte güzel bir gece geçirelim istiyorum.

"Sadece hastalar ve biz olacaksak," derken kuşkuyla yüzüme baktı. "Ve abartısız, gürültüsüz bir kutlama olacaksa?"

"Tabi tabi," dedim gözlerimi kaçırarak. "Bizbize sade bir kutlama olacak." Ailelerin de olacağını bilmese daha iyi olur diye düşündüm. Gözde'yle o kısmı hallederdik. Nazan teyze de Koray'ın babasını getirmek konusunda bana yardımcı olurdu.

"Tamam," dedi tatlı bir tebessümle. "Yalnız mum falan üflemem, haberin olsun," diye ekledi. Bunu söylerken gözüme çok sevimli görünmüştü. Sanırım mum üflemeyi çocukça buluyordu ve bu yüzden istemiyordu.

"Ben senin yerine üflerim," diyerek tekrar göğsündeki yerimi aldım. Uzun zamandır çok zor günler geçiriyorduk, bu doğum günü kutlaması hepimize iyi gelecekti.

Parmakları saçlarımı okşarken, "Hediyem ne?" diyerek beklemediğim bir soru sordu. Hediye mi? İşte bu detayı hiç düşünmemiştim. Diğer eli, çıplak kolumda bir yukarı bir aşağı kayıyordu. Dikkatimi Rüzgâr'a veremiyordum şu an. İlk kez doğum gününü kutlayacaktım ve aklıma hiç hediye almak gelmemişti.

"Hediyen," diyerek başımı göğsünden kaldırdım bir kez daha. "Çok özel bir şey." Umarım ne olduğunu sorma konusunda ısrarcı olmazdı. Özel bir hediye olmalıydı ama ne?

"Ne gibi?" dedi başını iki yana sallayıp göz kırparak. Aklından ne geçiyorsa artık, bakışları arsızlaşmıştı yine.

"İz bırakacak türden," dedim kendimi geriye doğru çekerek. "Hayatın boyunca unutamayacaksın."

Gizemli cevabım onu heyecanlandırmıştı. Beni kendine çekerek aramızdaki küçük mesafeyi kapattı. "Doğum günümü beklemesek de olur." Çok yanlış anlamıştı. Hediyem neydi bilmiyorum ama Rüzgâr'ın anladığı şey asla değildi.

"Olur mu canım öyle şey," dedim. "Doğum günü hediyesi, doğum gününde verilir." Uzanıp dudaklarından öptükten sonra kendimi geri çekmek istedim ama buna izin vermedi.

"Küçük bir prova yapabiliriz ama," dedikten sonra tek hamleyle beni yatağa yatırdı ve üzerime eğildi. Ay ne oluyor?

"Rüzgâr sen yanlış anla-"

Cümlemi tamamlamama izin vermeyerek dudaklarımızın arasındaki mesafeyi kapattı. Şu an hastane odasında olduğumuzun farkında değil miydi? Odamın kapısı kilitli bile değildi ve her an münasebetsizin biri odaya dalabilirdi. Üstelik bu münasebetsizin Koray olma ihtimali çok yüksekti. Bu ihtimal aklıma geldiği anda, Rüzgâr'ın dudaklarının arasından kendimi çektim. "Rüzgâr ne yapıyorsun?"

Arsız bakışları dudaklarımdaydı. Kalkacağımı anlamış olacak ki, iki dirseğini de yanlarımdan yatağa yasladı. "Prova yapıyorum."

"Ya ne provası?" diyerek göğsünden ittim ama milim kıpırdama olmadı. "Kapının kilitli olmadığını bilmiyor musun?"

"Biliyorum." Bu sakinlik fazla yersizdi. "Kimse müsaade almadan o kapıyı açamaz," dedi dudakları bir tüy misali boynuma dokunurken. "Lütfen kıpırdanıp durma, uyumak istiyorum," diyerek yüzünü boynuma gömdü. Burada mı uyuyacaktı? Hem de bu pozisyonda?

"Ya Koray girerse?"

"Girmez," diye mırıldandı. Ciddi ciddi uyuyacak mıydı? Benim odamda, benim yatağımda ve benim üzerimde?

"Girerse hiç hoş olmaz," dedim ama şu anki halimiz benim de hoşuma gitmişti. Günlerce ayrı kalmıştık ve çok özlemiştik birbirimizi. Üstelik uzun zamandır böyle sarılarak uyumuyorduk. Ben uyurken odama girmesinden korktuğum için kapıyı kilitliyordum. Hâlâ korkuyorum. Eğer Serhat'a benim düşündüğüm sebeplerden dolayı saldırmadıysa hâlâ bir tehlike vardı. Ya Rüzgâr'ı hemen şimdi odamdan dışarı çıkaracaktım ya da sabaha kadar uyumayacaktım.

"Rahat mısın?" dedi her an uykuya dalmak üzereymiş gibi çıkan bir sesle.

"Çok rahatım," diyerek parmaklarımı saçlarının arasına yerleştirdim. Odamdan çıkarmak istemiyordum onu. Sarılarak, özgürce uyumak istiyordum. Keşke Rüzgâr psikiyatrist olmasaydı. Hayatım boyunca, ya beni hipnoz ederse korkusuyla mı yaşayacaktım?

"Benim de çok uykum geldi," dedim isteksiz bir şekilde. Gitmesini istemiyordum ama gitmeliydi. Cevap vermedi. "Rüzgâr uykum geldi," dedim kendimi biraz geriye çekip yüzüne bakarak. Gözleri kapalıydı ve görünüşe bakılırsa derin bir uykuya dalmıştı. Ne çabuk uyumuştu anlamadım. Başka zaman olsa asla uyumazdı. Evet, çok yorgundu ama daha çok yorgun olduğu zamanlarda bile uyuduğuna şahit olmamıştım. Birde hayalini kurduğu hediyeyi hemen istiyordu. Bu yorgunlukla nasıl olacaktı acaba?

Ben de çaresizce gözlerimi kapattım. Akşam ilacımı geç almıştım ama daha fazla direnemiyordum. Neyse ki Rüzgâr uyuyordu. Bana hipnoz yapamazdı.





*****************BÖLÜM SONU**************

Aslında bölümü burada bitirmeyecektim ama mecbur kaldım. Rüzgâr'ın doğum gününü de bu bölümde yazacaktım ama bölüm gelsin diye çok baskı yaptınız. Bir haftadır hastayım ve o kısmı henüz yazamadım, sizi de daha fazla bekletmek istemedim. Bölümü düzenleyemeden attım, bir hatam olmuşsa görmezden gelin lütfen.

Bölümleri heyecanlı yerinde kesmeyi seven biri olarak pek içime sinmedi ama bu seferlik böyle olsun. Umarım beğenmişsinizdir.

Bir sonraki bölümün doğum günü kısmı Şeker'den, diğer kısımları Rüzgâr'dan gelecek. Merak ettiğiniz, uzun zamandır beklediğiniz birçok şeyin açıklığa kavuşacağı bir bölüm olacak. Siz buldunuz mu bilmiyorum ama Rüzgâr, Mecruh'un kim olduğunu bulacak ve siz de öğreneceksiniz. Cinayetleri işleyen kişi de böylelikle ortaya çıkacak. Kitabı yazmaya başladığımdan beri bir an önce gelsin istediğim bölümlere geldik. Sizin açınızdan çok güzel olacağına şüphem yok ama benim için yazması çok zor olacak. Bu yüzden lütfen bana bölüm gelsin diye baskı yapmayın. 46.bölümde yazacaklarımı toparlamak beni epey zorlayacak.

Bu kitaba neden başladığınızı merak ediyorum. Nereden gördünüz, kim önerdi ve beklentinizi karşıladı mı buraya yazın lütfen.

Bir süre önce Twitter hesabı açmıştım ama buradan söylemeyi unuttum. Kullanıcı adım İnstagram gibi Twitter'da da 👉  klclygmr
11 tane takipçim bile var heeyy 😏

Eğer aranızda kitap yazanlar varsa kullanıcı adını, kitabının adını ve konusunu buraya yazsın. Tanınmamış kitaplar ve yazarlardan bahsedelim biraz da. Nice yetenekler var keşfedilmeyi bekleyen. ♡
Yalnız özellikle rica ediyorum, sapkın içerikli kitaplardan bahsetmeyin olur mu. Görürsem silerim, yazanı da engellerim. 😘

Seni seviyorum canım okurcuğum. Senin de beni sevdiğinden ve her bölümü oyladığından şüphem yok. Allah'a emanet ol... 💚

Fortsett å les

You'll Also Like

1.6M 85.3K 47
En yakın arkadaşının hattını değiştirmesi sonucu, ona yeni numarasından mesaj atmaya çalışan Ada, aslında mesajı attığı kişinin bir yıldır hoşlandığı...
24K 11.4K 86
"Seni kaybedemem." dedim. Avuç içleriyle yanaklarındaki taze ıslaklığı yok etti. "Beni kaybedeceksin." ~ Böyle, değil mi? Sadece hatıralar Aren. Önem...
1.3M 51.6K 26
(18+ cinsellik ve şiddet içerir.) Başımızın üstünde ki elçilik binasının içinde bir ses yankılandı. "Şuandan itibaren; Onun tek bir saç teline zarar...
8.2K 576 15
Ben senin annen olurum dedi bu sözü kalbimde ki benim bile unuttuğum yaralarımı sarmıştı ama, tekrar annem gibi gidişi ile o yaralar hiç olmadığı kad...