BEYAZ LEKE

By asliaarslan

32.4M 1.9M 7.2M

Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk a... More

BEYAZ LEKE
1. MAHKUMİYET
2. SUÇ KRALI
3. SİYAH ELDİVENLER
4. İLK TEMAS
5. SEVGİLİ MÜVEKKİLİM
6. GÖKYÜZÜ, GÜNEŞ ve HAYALLER
7. İKİ DAKİKA ON YEDİ SANİYE
8. RÜYALAR ALEMİ ve GERÇEK DÜNYA
9. DÜŞEN MASKELER
10. MAHKEME
11. SAVAŞ ÇANLARI
12. HER GÖZYAŞI BİR YANGIN
13. SAVAŞA RAĞMEN
14. ZAAFLAR ve TERCİHLER
15. SON İKİ DİLEK
16. ZEHİRLİ URGAN
17. DÖNÜM NOKTASI
18. KAR KRALİÇESİ ve ATEŞ KRALI
19. YİRMİ DOKUZUNCU KİŞİ
20. ON OCAK MİLADI
21. FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK
22. FIRTINA
23. FEDA
24. KURUCU ve LİDER
25. KAYIPLAR
27. SUÇ KRALI ve KRALİÇESİ
28. TUTKUNUN NOTALARI
29. DENİZ KIZI
30. AYNANIN İKİ YÜZÜ
31. ON ALTI SAAT YİRMİ DOKUZ DAKİKA
32. YÜZÜK
33. HAYAL SAVAŞÇILARI
34. ONURLU BİR ADAMIN KIZI
35. DAVET
36. ZAMANA KARŞI
37. SÖZLER ve YEMİNLER
38. AYNADAKİ YANSIMALAR

26. SAÇ TELİNDEN URGAN

764K 43.4K 145K
By asliaarslan

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.
Öpücükler.

Bu kitapta geçen kişiler ve kurumlar tamamen hayal ürünü olup her ayrıntısıyla kurgudan ibarettir.

Keyifli Okumalar!
Şarkılar: Gripin, Yalnızlığın Çaresini Bulmuşlar
Aurora, Murder Song (5,4,3,2,1)
Sam Tinnesz, Yacht Money-Play With Fire

3 gün sonra

Bir çocuğun kırılan kalbini o küçükken iyileştirmezseniz hayatı boyunca kırık bir kalple yaşamaya devam eder.

Belki de kırılan kalbimin bir daha hiç onarılmayacak olmasının verdiği acı kalbimi daha fazla yakıyordu. Ya da onaracak insanın bu hayattan göçüp gitmesi, terk etmesi, bir daha hiçbir zaman konuşamayacak olmamız daha fazla üzüyordu.

Her şey bir yana, söylenmemiş cümleler içinizde kaldığında ve o kişi gittiğinde kendi içinizdeki savaşı yenmek de çok zor olabiliyordu. Bu sadece ölüm demek de değildi, terk edip gidenlere de kalbinizden geçen iyi veya kötü düşüncelerinizi söylemediğinizde o kalbinizde daima bir boşluk kalıyordu.

Anneme hiçbir zaman ağız dolusu seni seviyorum dememiştim, senden nefret ediyorum da öyle. Beni dönüştürmek istediği insanı 3 gün önce ona söylemiştim söylemesine ama içimde hâlâ söylemediğim cümlelerin ağırlığı vardı. Mesela ona, her şeye rağmen kalbimin bir tarafında affetmek için beklediğimi söyleyebilirdim. Her şeye rağmen, küçükken sevdiğim bir çikolatayı alıp dolaba koyduğu için teşekkür etmediğim için üzüldüğümü söyleyebilirdim. Hoş, sonrasında o çikolatayı babamın da aldığını düşünmüştüm çünkü bana annemin aldığını söyleyen babamdı. O beni mutlu etmek için böyle ufak tefek yalanlar söylerdi.

Yine de bir keresinde ben uyurken üzerimi örtmüştü annem, bu belki de çok büyük bir olay değildi ama benim annem yaptığında minnet beslemeden duramamıştım. Demek ki üşümemi istemiyordu, bu harika bir histi.

Ne yapacaktım? Söyleyemediğim cümleler içimde kalmıştı, ne yapacaktım? Artık imkansızdı söyleyemezdim, hayat bu şekilde nasıl geçerdi? Bir mektup yazsam ona ulaşır mıydı, iç sesimi duyabilir miydi, rüyama girse ve ona söylesem beni anlar mıydı?

Peki ya Meryem...
Meryem.

Yangın içindeydim ama küllerim yoktu, sadece yanıyordum, sönmek mümkün değildi. Artık küle dönüşmem gerekirdi ama üç gündür sadece yanıyordum.

Geceydi, Tugay'ın benim için hazırladığı o bahçedeki seranın önünde bir taşın üzerinde oturuyordum. Hayır, içine giremiyordum çünkü büyük bir utanç içerisindeydim, çiçeklere bile artık dokunmak istemiyordum. Dışındaydım, hemen önünde ve karlar yağıp duruyordu. Üzerimde mont vardı, üşüyor muydum bilmiyordum, tek hissettiğim kalbimdeki yangındı.

Hatta kaç dakikadır burada oturduğumu da bilmiyordum. Sadece o çiçekleri izliyordum, bazen düşünmeyi bile bırakıyordum, bir boşlukta gibiydim. Benim yerimde bir başkası olsa kalbine bıçak saplasa hak verileceğini düşünüyordum, ben kalbime bıçak saplayamıyordum çünkü Adnan Atalar'ın kızıydım, babam üzülürdü kendimi öldürürsem.

Bacaklarıma sarıldığımda çenemi dizime yasladım. Yerlerde karlar birikmişti, saçlarımın ıslandığının farkındaydım. Üç gündür doğru düzgün uyumamıştım, kimseyle konuşmuyordum hatta kimseyi gözüm de görmüyordu. O günün ardından bayılmış olmalıydım, gözlerimi açtığımda evdeydim. Ağzımdan tek bir kelime bile çıkmamıştı, yalnızlık içinde kalmak istiyordum. Belki de her şeyden vazgeçme evresindeydim ya da bu son olanlar benim patlama noktamdı.

Eftalya Atalar bu kadardı, daha fazlası değildi. Gücü buraya kadardı, bir daha doğrulamazdı. Bir insan kalbinde bu kadar büyük bir oyukla artık dimdik duramazdı.

Arkamdaki adım seslerini işittiğimde gözlerimi kapattım ve o an, ağladığımı fark ettim. Ne kadar zamandır ağlıyordum, bilmiyordum. Adım sesleri beni kendime getirmişti. Yaşları omzuma sildiğimde büyük bir nefes verdim ve çenemi havaya kaldırmaya çalıştım ama ilk defa bunu da başaramadım.

Adımlar durdu ardından omuzlarıma battaniye atıldığında üşüdüğümü de o an fark ettim. Adımlar karşıma ilerledi ve sonrasında yere çöktüğünde onun yüzünü gördüm, Tugay'ın yüzünü. Birbirimize baktığımızda defalarca yanımda olmuş, sessizce benimle acımı paylaşmıştı ama konuşacak halim olmadığını bildiğinden ötürü üzerime gelmemişti.

Şimdi gözlerimin içine bakarken gördüğüm onun da hiç uyumadığıydı.

Üzerinde ince siyah bir kazak vardı, o da üşüyecekti hatta saçları da ıslaktı. Ne kadar süredir arkamdaydı diye düşünmeden edemedim.

"Kendi nezdimde," dedi kısık bir sesle. "O kadar sessiz kaldım ki, daha fazlasına tahammül edemeyeceğim sanırım." Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığında sağ elinin tersindeki tırnak izleri gözlerime çarptı, onları ben yapmıştım. "Kovsan da gitmeyeceğim, sustursan da devam edeceğim çünkü üç gün, üç yıldan fazlaydı."

Burnumu çektiğimde bakışlarım yeniden arkasındaki seraya doğru döndü. Yepyeni çiçekler ekilmişti, hepsi canlıydı. Benden daha canlı. O an fark ettim, ben bu son olayda solmamıştım, ben yavaş yavaş solmuştum, son olay yediğim en acı darbeydi. Solmuştum solmasına da, ölmüş müydüm?

"Çiçeklere kim bakıyor?" dedim kısık bir sesle. "İyi görünüyorlar."

"Ben," dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan.

"Sen çiçek bakmayı biliyor musun ki?"

"Öğrendim senin için," dediğinde yüzünü buruşturdu. "Ama senin kadar iyi değilimdir galiba."

Omzumu indirip kaldırdım. "Sanırım ikimiz de artık çiçekleri kendi hallerine bırakmalıyız çünkü ellerimizde kan var, çiçekler çok masum kalıyor."

Başını iki yana salladığında uzanıp sol elimi tuttu ve avcumun içinden öptüğünde "Ama," dedi tek nefeste. "O zaman kurak topraklarda çiçeklerin açtığına nasıl inanırız?" Bakışlarım ona döndüğünde başını omzuna doğru yatırdı. "Senin çiçeklerin de umudu aşılıyor."

Alayla güldüğümde bakışlarımı gökyüzüne doğru çevirdim, yüzüme kar taneleri çarptı. "Hiç kar topu savaşı oynadın mı?"

Çok kısa bir an sessiz kalıp "Evet, küçükken," dedi. "Sen?"

"Evet," dedim. "Babamla."

Sessizlik.

"Peki hiç kar yağarken sokağa atıldın mı?"

Yine bir sessizliğin ardından "Evet," dedi. "Sen?"

"Evet," dedim. "Annem tarafından."

Başka bir sessizlik daha.

"Peki hiç kardeşin karlar yağarken vuruldu mu?" Bu kez gerçek bir sessizlik. "Benim kardeşim vuruldu, birinde çocuktu, birinde de tekerlekli sandalyedeydi. İlkinde yaşadı, ikincisinde ise öldü."

Bir cevap yoktu zaten olamazdı da. Belki de kuracağı her cümlenin benim canımı yakmasından korktu.

Susmadım, devam ettim. "Tugay," diye mırıldandım gökyüzüne bakmaya devam ederek. "Artık bensiz yola devam etmen gerekecek, özür dilerim seni yarı yolda bıraktığım için fakat gücüm kalmadı. Yorgunum, bitkinim ve artık ölmeyi istediğimi hissediyorum. Çoğu zaman da delirdiğimi fark ediyorum. Hiçbir işine yaramam." Gözlerimi kapattım, büyük bir nefes verdim. "Bu denli işe yaramazken ayak bağı olmaktan da başka bir meziyetim olmaz. Böyle bir durumda da gitmem gerekir, biliyorum ama şu anlık gidecek bir yerim yok. Bana biraz müsaade edersen kafamı topladıktan sonra yolumu çizeyim."

Eli yüzüme dokunduğunda gözlerimi açtım, bakışlarımı gökyüzünden ayırıp ona baktım. Gözlerindeki ifade de, yıkılan bir şehir var gibiydi, onun şehri sanki bendim. "Sen güçsüzsen güçsüzüm," dedi başını sallayarak. "Yorgunsan yorgunum, delirdiysen seninle deliririm ve ölmeyi diliyorsan beraber ölebiliriz, hem yalnız da kalmayız ikimiz." Bakışları derinleşti. "Fakat bilmen gereken çok önemli bir husus var." Baş parmağı yanağımı okşadı. "Sen yoksan benim için savaşın da bir anlamı yok çünkü önce senin için savaşmak ardından özgürlüğümüz için, en sonunda bu ülke için."

Gözlerim bir kez daha dolduğunda "Bana acıyor musun?" diye sordum.

Nasıl böyle sabır gösteriyordu bana bilmiyordum ama hızlı bir şekilde "Hayır," dedi. "Bu imkansız."

"Anladım." Gülümsediğimde gözümden akan yaş eline dokundu, yutkundu. "Neyse, sanırım artık uzun uzun konuşmayacağım, başını ağrıtmayacağım."

Gülümsedi o da. "Ben seni konuştururum, merak etme." Eli yanağımdan omzuma doğru kaydı. "Şimdi benimle eve gelecek misin yoksa kucaklayayım mı? Çünkü hava çok soğuk."

Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Gitmek istemiyorum."

"Gitmemiz gerekiyor."

"Hayır."

Nefesini verdi, normalde her ricama saygı duyan Tugay, bu kez ricama saygı duymamıştı çünkü doğrulduğunda ne olduğunu bile anlamadığım o saniyelerde beni kucağına aldı. Sol kolu sırtımdaydı, sağ kolu ise bacaklarımdaydı. Battaniyeyi omuzlarıma daha sıkı sardığında tepki veremeyecek kadar kendimi yorgun hissediyordum.

Yüzüme baktı ardından yanağını yanağıma yasladığında yüzüm boynunun girintisine yerleşti, güzel kokusunu soludum. "Söz dinlemiyorum," dedi. "Bir süre de dinlemeyeceğim, efendim, affedin."

Derin bir nefes verdiğimde hiçbir şey söylemeden kollarımı ona doladım ve başımı boynunun girintisinden çıkarmadım. Öyle kolay taşıyordu ki beni, kaç kilo verdiğimi de o an merak ettim. Bir kez daha nefes verdiğimde göğsüme dikenler battı. Bir yanım içimdeki acıyı haykırmak istiyordu ama diğer yanım sonsuza dek, sessizliğe gömülmek istiyordu.

Karda bıraktığı adım izleri, hafif esen rüzgarın sesi ve onun sıcak kollarında hissettiğim aslında üşüdüğümün hissi. Kokusu, rahatlatıcıydı, güven verici kolları vardı ama ben artık eksilmiş hissediyordum kendimden.

"Tugay," dedim.

"Efendim?" dedi.

"Özür dilerim."

Neden özür diliyorsun demedi. Aksine "Ben özür dilerim," dedi. İkimizden başka kimse neden birbirimizden özür dilediğimizi anlayamazdı.

Kapının açılma sesini işittim ve sonrasında içeriye girdiğimizde kapı yeniden kapandı. Evin sıcaklığıyla biraz daha ona sokuldum, aslında ne kadar da çok üşümüştüm. Titremeye başladığımda bana biraz daha sarıldı ve merdivenin basamaklarını tırmanmaya başladı, evin içinde sessizlik vardı, baş başa olmalıydık.

Kendi odasının kapısını açtığında birkaç saniye sonra beni yatağının üzerine oturttu. Güçsüz bir şekilde oraya yerleştiğimde banyoya gitti sonrasında elinde tarak ve bir fön makinesiyle geldi, yanında da havlu. Eşyaları yatağa yanıma bıraktıktan sonra giysi dolabına ilerledi. Siyah bir kazak çıkardı, kalın ve kendisine ait olan. Sonrasında ise altına siyah eşofmanlarını ve çorapları. Onları da yatağa bıraktığında sadece onu izliyordum.

"Hasta olacaksın," dedi. "Üzerini değiştirmemiz gerekiyor." Yutkunduğumda başımı sadece salladım fakat hareket bile etmeden ona bakmaya devam ettim. Tugay da başını salladığında bana yaklaşıp önümde dizlerinin üzerine çöktü.

Utanmadım, çekinmedim, belki normal şartlarda bu şekilde sanki ona muhtaçmış gibi görünmek beni rahatsız edebilirdi ama şu an o kadar umurumda değildi ki hiçbir şey, içi nasıl rahat edecekse öyle hareket etmesini istiyordum.

Üzerimdeki siyah montumu yavaşça çıkardı ardından içimdeki yarım kollu siyah tişörtün etek kısımlarını tutup gözlerimin içine baktı. Bir kez onayladığımda tişörtü sakince başımdan çekip çıkardı. Karşısında sadece siyah sutyenimle kaldığımda gözleri vücuduma kaydı ardından havluyu alıp beni kuruladı. O an galiba, göğüs kafesimin altına doğru inen beyaz lekeleri de ilk defa gördü. Havluyu orada da gezdirirken yüzü sertti, çenesi keskindi, her ne düşünüyorsa anlamıyordum.

Yutkundu.

Titrediğimi ellerime bakana kadar fark etmemiştim. Tugay'ın kaşları çatıldığında üzerime hızlı bir şekilde kazağını geçirdi, botlarımı çıkardı ardından eli, altımdaki eşofmanıma doğru gitti. Bir kez daha yüzüme bakıp onay beklediğinde "İzin isteme," dedim güvenle. Tugay, bu kez de eşofmanımı çıkardığında altımda iç çamaşırımla kaldım. Bu şekilde kasıklarımdaki beyaz lekeleri de görmüş oldu. Yutkunduğunda havlu elinde birkaç saniye kaldı ve sonrasında havluyu bacaklarıma sürmeye başladığında nefes bile almadığını fark ettim.

Kendi eşofman altını giydirmeden önce ayaklarımdaki çoraplarımı çıkardı ve sıcacık, kalın çorapları ayaklarıma giydirdi. Sonrasında ise kendi eşofmanını giydirirken bacaklarımdan geçirdi ve kalçamdan geçirmek için beni tek eliyle kucağına alıp havaya kaldırdı. Geri yerime oturttuğunda saçlarımı kazağın içinden kurtardı, kurutma makinesini yatağın yanındaki prize taktı. Hemen yanıma oturduğunda sakince sırtımı ona dönmemi sağladı. Vücuduma yeniden ısı uğradığında ellerimin titreyişleri de geçmeye başlamıştı.

"Tugay," dedim.

"Efendim?"

"Çok özür dilerim," dedim titreyen bir sesle.

"Asıl ben çok özür dilerim," dedi bu kez yeniden. Yine ikimiz bu nedeni bildik.

Çok mu aciz görünüyordum? Çok mu güçsüzdüm? En son birisi benimle böyle ilgilendiğinde çocuktum ve ilgilenen kişi babamdı. Şimdi zaman geçmişti, Tugay aynı şekilde ilgileniyordu. Tek fark ben artık çocuk değildim, güçlü bir kadın olmam gerekirken böyle aptalca bir şekilde duruyordum.

Ama öylesine yorgundum ki, karların üzerine yatsam gözlerimi kapatıp uyurdum ve ölmeyi dilerdim. Öyle bir yorgunluktu ki ne soğuk, ne üşümek, ne hastalık umurumda bile değildi.

Tugay, tarağı saçlarıma dokundurdu ardından dikkatli bir şekilde saçlarımı taramaya başladığında canımı yakmamaya dikkat etti. Dolaşan saçlarımı tek tek parmaklarıyla düzeltti, saçlarımın arasına karışan beyaz tutamlarla bir kez daha tanıştı. "En son saçlarımı tarayan kişi babamdı," dedim.

"Ben de en son Nida'nın saçlarını taramıştım," dediğinde sesi derinden geliyordu.

"İkiniz de fazla naif adamlarsınız," dedim yarı alaylı, yarı ciddi bir sesle.

"Bence," dedi Tugay. "İkimiz de sana karşı fazla naifiz."

"Öyle söyleme," dedim başımı omzuma doğru yatırarak. "Babam gerçekten naif bir adamdı, öyle naif bir adamdan böyle bir kız çocuğu nasıl çıktı, onu da anlamıyorum."

Tugay, sessiz kaldı.

Saçlarımı taramayı bitirdiğinde kurutma makinesinin düğmesine bastı ve saçlarımı kurutmaya başladı. Sıcak hava, bütün üşümemi geçirdiğinde gözlerimi kapattım. Parmakları saçlarımın arasında dolaşırken kurutma makinesinin sesinin bile huzur vermesi beklemediğim bir şeydi. Öyle nazik bir şekilde saçlarımı kurutuyordu ki, onlarca adamı öldüren kişi bu adam mıydı, diye düşündüm bir kez daha.

Tek bir nem kalmayana kadar saçlarımı kuruttuğunda kurutma makinesini kapattı ve derin bir nefes verdikten sonra çekingen bir şekilde "Saçlarını," dedi, neden çekindiğini anlamamıştım. "Örmemi ister misin? Hep bunu istedim hapishanedeyken. Benim için anlamı büyük."

Gözlerim açıldığında "Biliyor musun?" diye sordum. "İşte bunu daha önce kimse yapmamıştı."

"Biliyorum," dedi. "Yani sanırım biliyorum. Nida için öğrenmiştim fakat onun saçlarını hiç öremedim, pek iyi değilim galiba ama kendimi geliştirebilirim senin için."

Uzun zaman sonra gülümsediğimde "Peki," dedim. "Örsene, çok merak ettim."

Hevesle gülümsediğini hissettim ardından saçlarımı üçe ayırdı ve örmeye başladı, yapamadığını fark etti bir kez daha denedi ardından bir kez daha ve bir kez daha. Bunu yaparken çok sabırlıydı hatta dakikalar geçmişti ama bir an bile vazgeçmedi. En sonunda onlarca insanı öldürdüğü elleriyle saçlarımı ördüğünde "Sanırım," dedi. "Yapabildim ama güzel olmamış olabilir."

"İnan," diye mırıldandım. "Hiç önemi yok." Örgüyü omzuma bıraktığında ucunu tuttum. "Toka yok," dedim mutsuz bir sesle. "Benim de yanımda..."

"Halledeceğim," dedi ve sonrasında ayağa kalktı. "Bende olması gerek."

"Sende toka mı var?" dedim tereddütle. "Eğer Derya'nın tokası filan ise..."

Omzunun üzerinden bana bir bakış attı, o bakışından Derya'nın olmadığını anladım. Giysi dolabını açtı, kıyafetlerini kenara doğru çekti ardından dolabın içindeki kilitli kasayla yüzleştim, hızlı bir şekilde şifreyi girdiğinde okuma konusunda iyi olduğum için şifrenin 020817 olduğunu fark ettim. Bu şifreyle daha önce de karşılaşmıştım.

Kasanın içinden bir şey aldı ve hızlıca kapattığında giysi dolabının kapağını da kapattı. Yeniden bana döndüğünde bakışlarımı onun üzerinden ayırmıyordum. Gülümsedi, başını omzuna doğru yatırdı ve yanıma oturmak yerine bir kez daha dizlerinin üzerine çöktü sonrasında ise avcunu açtığında o yılbaşı gecesi kaybettiğim incili tokanın onun avcunun içinde olduğunu gördüm.

"Senelerdir sakladım," dedi. "Değer verdiğini düşündüğüm için değil, o gün için bana bir hatıra olarak kalsın diye."

Dudaklarım aralandığında tokayı elinden yavaşça aldım ve şaşkınlıkla "Nasıl?" diye sordum.

"Seni taksiye bindirdim," dedi. "Ayakkabılarını bana fırlatmadan önce. O esnada toka yere düştü, iki şansım vardı, ya o tokayı alıp sana geri verecektim ya da kendime saklayacaktım. Belki de o an bencil tarafıma denk geldi ve kendime sakladım. Şimdi şöyle bir baktığımda da iyi ki almışım diyorum çünkü gözlerinin içi parlıyor."

Gerçekten de mutlu olduğumu hissetmiştim. "Tugay," dedim kekeleyerek. "Saklaman..." Hiç beklemediğim bir şeydi. "Başkası olsa saklamazdı."

"O başkalarının aptallığı," dedi. "Bana o gece yüzümü güldüren bir kadından hatıra şansı verdi bu toka. Şimdilik saçına takabilirsin ama sonradan bana geri ver çünkü artık benim." Gülümsedi, göz kırptı. "Şimdi bana beş dakika ver, hemen geliyorum."

"Nereye?" dedim ama çoktan kapıya doğru yürüyüp çıkmıştı.

Öylece arkasından bakarken bir süre o günü yeniden düşünmeye uğraştım ama bulanıktı her şey. Öyle sarhoştum ki, tek hatırladığım maskeli bir adamdı. Bir de hislerimdi. Öyle sarhoştum ki, onu öpmeyi bile düşünmüştüm. Sabah uyandığımda aklıma gelmemişti de sonradan aklıma geldiğinde de çok utanmıştım.

Tokayı saçımın ucuna taktığımda parmaklarımı örgüde gezdirdim. Güzel bir örgü değildi ama Tugay benim saçlarımı örmüş, kurutmuş, taramıştı. Bu hayatımın en masum anlarından birisiydi.

Gözlerim giysi dolabının üzerindeki üniformaya ve cübbeye kaydığında artık onlara ulaşmak o kadar imkansız geliyordu ki, yüzümü direkt başka tarafa çevirdim çünkü kendimden tiksindiğimi hissediyordum.

Birkaç dakika sonra kapı açıldığında Tugay, elinde bir tepsiyle içeriye girdi. Kaşlarım havalandığında ayağıyla kapıyı yeniden kapattı ve tepsiyi yatağın yanındaki komodine bıraktığında tepsideki çorbayı, yanındaki bir parça ekmeği gördüm. "Tugay," diye fısıldadım.

"Öncelikle," dedi otoriter bir sesle. "Sana örgütün kurucusu olarak emir veriyorum, bu çorbanın hepsini içeceğiz ardından sağlıklı besleneceğiz ve çok güzel bir uyku çekeceğiz." Şaşkınlıkla ona bakıyordum. "Ve çorbayı ben yaptım evet, kötü yemek yaptığımı düşünmüyorum ama ilk kez çorba yaptım, internetten tarifine baktım. Umarım güzel olmuştur."

"Ben," dedim, aç hissetmiyordum ama onu reddedemeyeceğimin de farkındaydım. "Teşekkür ederim, bu kadarına gerçekten gerek yoktu."

"Gerekliliklere ben karar veririm," dediğinde muzip bir şekilde tebessüm etti. Sonrasında yanıma oturdu, tepsiyi kucağına aldı ve kaşığı kaseye daldırdı. Karıştırdıktan sonra kaşığı bana doğru uzattı.

"Ben içebilirim," dedim gülümsemeye çalışarak.

"Başladık bir kere bakıcılık işine," dedi sırıtarak. "Sonuna kadar devam ettirelim, efendim."

"Bana efendim deyip durma," dediğimde gülümsemeye çalıştım. "Ben senin efendin değilim."

"Peki komutanım." Dayanamayıp güldüğümde o da güldü ve kaşıktaki çorbayı içtim. Tadı umduğumdan çok daha güzel olduğunda gözlerim açıldı.

"Gerçekten," dedim kaşlarımı çatarak. "Elin lezzetliymiş."

"Demiştim," dedi, hapishanedeki başka bir anıyı gözlerimin önüne sererek. "Sana söylemiştim, ben her eve lazım bir suç kralıyım, bir evde yaşasam, o evi cennete çeviririm. Nefes almam bile yeterli."

"Sanırım bunu sadece harika aşçılığın için söylemiyorsun," dediğimde başka bir kaşığı daha bana uzattı. İçtikten sonra ağzıma nefes almama fırsat bile vermeden ekmek tıktı. Zorlukla çiğnedikten sonra yuttum. "Yakışıklılığın için de söylüyor olmalısın."

"Güzelim," dedi çorbayı karıştırırken. "Sürekli seksiliğime ve yakışıklılığıma vurgu yapmanın nedeni nedir?" Gözlerimi açtığımda gülümsedi. "Bütün bunlar bitsin de hayranlarımla buluşayım, bakalım onlar da senin gibi düşünüyor mu?"

"Seninle evlenmek isteyecek yüzlerce kız bulabilirim," dediğimde gözlerimi devirdim.

"Delirmişler," dediğinde bir kaşığı daha ağzıma tıktı. "Bir katille evlenmek isteyen insan da ruh hastasıdır." Dikkatli bir şekilde yüzüme baktı. "Ve umarım sen de ruh hastasısındır."

Kendimi tutamayıp güldüğümde "Bu bir evlenme teklifi miydi?" diye sordum. "Eğer öyleyse çorbanın içinden yüzüğün çıkmasını bekliyorum."

Gözlerini devirmeye çalıştı ama başarısız olduğunda bir daha güldüm. "Bir gün evlenme teklifi edecek olsam epey eşsiz olurdu."

"Mesela?"

"Mesela," dedi ve ağzıma kocaman bir ekmek tıktı. "Bütün dünya bu evlilik teklifinden haberdar olurdu, elbette kabul edilirse."

"Hmm," dedim çok uzak bir hayalmiş gibi. "Evlenme teklifinin reddedileceğini düşündüren nedir?"

"Bilmem ki," dediğinde biraz daha çorba verdi. "Delinin biri olur belki evlenme teklifi ettiğim kişi, sağı solu belli olmaz, canı sıkıldıkça beni öldürmekle tehdit eder, o gün tersine gelirsem al o yüzüğü bir tarafına sok, diyebilir." Gözlerim kocaman açıldı. "Tüh kere tüh, bu çok çok kabaydı."

"Çok ayıp," dediğimde son hecede bile kocaman bir ekmeği daha ağzıma tıktı. O an fark ettim ki, beni konuşturarak yemeği yedirmeye çalışıyordu ve gördüğüm kadarıyla çorba neredeyse bitmek üzereydi. Çocuk gibi, lafa tutup bana çorbayı içirdiğine inanamıyordum.

Sessizce çorbanın hepsini içirmesine izin verdim, ekmeği de öyle. İçinin rahat etmesini istiyordum. En sonunda koca tabak çorba bittiğinde yorgunluk çöktüğünü hissediyordum. Tepsiyi komodinin üzerine bıraktığında "Şimdi uyuma vakti," diye mırıldandı.

"Tugay," dedim sakince. Bakışları bana döndüğünde yatağındaki yorganı açmış, geçmemi bekliyordu. "Eğer," dedim yorganın içine girmeden önce. "Bir gün bu yorgunluğu kaldıramayıp gitmek istersem ne yaparsın?" Duraksadı, nefesini tuttuğunu hissettim. "Yani artık bu şekilde anılmak istemezsem, kurtulmak istersem, uzaklaşmak istersem... Bana izin verir misin?"

Yutkundu, uzun bir süre düşündü ve sakince "Eğer gerçekten istemiyorsan," dedi başını sallayarak. "Gidersin ve bir daha da beni görmezsin hatta sana harika bir hayat veririm, yurt dışında, mutlu olduğun." Gözlerini kapattı, nefesini verdi ve geri açtığında gülümsedi, gülüşü içten değildi, aksine üzücüydü. "Seni bu hayata zorunlu tutanlardan birisi de benim, ben olmasam hayatın ne durumda olurdu, bunu düşünmekten kaçıyorum ama bu hayattan kurtulmak istersen seni bu cehennemden çıkarır, cenneti yaşatmaya çalışırım, söz veriyorum."

Gözlerimi gözlerinden ayırmadan önce "Sence bu mümkün olur mu?" diye sordum. "Bu kadar yaşanandan sonra?"

"Olabilir," dediğinde omzunu indirip kaldırdı ve bakışlarını kaçırdı. "Genç bir kadınsın, başarılısın, zekisin, güçsüz olduğunu iddia etsen de senden daha güçlü bir kadın tanımadım ben. Harika bir hayatı çok kolay yaratabilirsin hatta ve hatta belki..." Sırtını döndü ve giysi dolabını açtı, bir şey arıyormuş gibi. Sonrasında ise üzerindeki tişörtü başından çekip çıkardı. Parçalanmış sırtı gözlerimin önündeydi. "Daha sağlıklı, daha normal insanlarla tanışırsın. Sana yeni filmlerden bahseden, şarkıları bilen, daha genç, daha canlı, daha masum hatta daha suçsuz." Boğazıma yumru oturdu. "Ne bileyim," dedi giysi dolabını yeniden kapatıp ve tişörtü yatağa fırlatıp pencereye doğru yürüdü. "Bir canavar olmaz," pencereyi açtı ve dışarıya baktı, "insanlar ondan korkmaz. Sürekli bıçak sırtında yaşamazsın, tek derdin belki arabayı hızlı kullanması filan olur. Normal insan işte. Tamamen normal. Emin ol, saçlarını ören eller, daha önce kana bulanmamış olursa senin için de çok daha iyi olur."

"Tugay..."

"Bu arada ben de arabayı hızlı kullanmayı severim ama sen istemezsen yavaş kullanırım." Canım acıdı. "Her neyse, bu çok saçmaydı."

"Tugay, ben,"

"Her an öldürülme korkusu olmadan bir restorana gitmek mesela? Bir bara gidip delicesine dans etmek? Sen özgürlüğü seviyorsun, tek başına da olsan bir yılbaşı gecesi çıkıp kendi başına eğlenecek kadar hem de. Sana bunları verebilir birisi. Noel babayı sevdiğini bilebilir mesela." Duraksadı. "Ama bunlara saçma dememesi gerek ve sen ne söylersen söyle dinlemeli."

Pencereyi kapattığında içeriye girdi ve komodinin üzerindeki sigara paketinden bir tane çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi ardından ucunu yakarken çakmağı komodinin üzerine attı. Dikkatli bir şekilde onu izliyordum ve bunun farkında olduğunu biliyordum, tamamen sessizleşti. "Benim kastettiğim bütün bunlar değildi," dedim.

"Ama senin için iyi olacaklar bunlar," diye yanıtladı hızlı bir şekilde. "Gezmeyi, dans etmeyi, arkadaş gruplarını... Hepsini seviyorsun hatta hepsine hayranlığın var ama yaşayamıyorsun." Sigarasından büyük bir duman çektikten sonra tavana doğru üfledi ardından birkaç kez daha bunu tekrar etti ve sonrasında omzunun üzerinden bana baktı. "Eğer benimle tanışmasaydın baban öldükten sonra bu ülkeden kaçıp gider miydin?"

Soru karşısında durakladığımda "İzin verilmezdi ki," dedim afallayarak. "Yani o zaman Kerem olurdu ve diğer insanlar bir şekilde..."

"Avukat," dedi baskın bir sesle. "Kaçar mıydın, kaçmaz mıydın? Çünkü ikimiz de iyi biliyoruz, sen kaçmak istersen kimse seni tutamaz."

Dürüst bir şekilde "Bilmiyorum," dedim. "Seninle tanışmadan önce daha az kendimin farkında bir insandım. Beni bu yaptıklarıma sen zorlamadın ama beni aynaya döndüren de sendin. Babamın ardından intikam uğruna bir yola mı çıkardım yoksa çekip gider miydim, bilmiyorum."

Başını ağır ağır salladı. "Anladım."

"Neyi?"

Cevap vermedi ve sonrasında sigarayı parmaklarının içinde döndürüp avcunun içinde söndürdüğünde "Hey," diye inledim ve uzanıp sağ elini tuttum. "Ne yapıyorsun sen?"

Bir anlık afalladı, bana baktı ardından eline baktı ve yutkunduğunda "Ben," dedi duraksayarak. "Alışkanlık." Avcunu açtığında sönmüş izmarit yere düştü, avuç içinde hafif bir yanık izi kaldı. "Hapishanede gizli gizli içildiğinde bu şekilde söndürüp saklıyordum," dediğinde kendisi de yaptığının şaşkınlığındaydı çünkü artık özgürdü. "Boş bulundum, özür dilerim, utandıran bir hareketti."

Kötü hissetmemesi için "Anladım," dedim ve sağ eline uzanıp avcunun içine üfledim. "Yine de bence insanlar sigarayı avcunun içinde söndürmemeli, efendin olarak söylüyorum." Güldürmeye çalıştım ama gülümsemedi. "Bir daha bunu yapma lütfen."

Avcunun içine bakarken büyük bir nefes verdi ardından "İşte," dedi ağzının içinde. "Belki gittiğin yerde avcunun içinde sigara söndürmeyen normal bir insanla tanışırsın."

Başımı iki yana salladığımda "Ben sigaranın yanığından bile korkan insanları sevmem Tugay Demir Çeviker," dedim. Gözlerimiz kesişti. "Fakat senin de kendi canını böyle yakmana izin vermem."

Gülümsemesi hüzünlüydü. Protez eli havaya kalktı, yanağıma yerleştirdi ardından yaklaşıp alnımdan öptüğünde bir kez daha derin bir nefes verdi. "O halde sen varken sigarayı avcumun içinde söndürmemem gerektiğini bileceğim," dedi. "Söz veriyorum."

Gözlerimi kapattığımda kalbimin acısı sanki o bana dokunduğunda birkaç saniye de olsa geçmişti. Deliliğim durulmuştu, Eftalya Atalar'ı sanki yeniden görmeye başlamıştım ya da bunu istiyordum.

"Benimle uyuyacaksın değil mi?" dedim geriye çekilip yüzüne bakarak.

İlk önce sessiz kaldı ardından ikileme düştüğünü bakışlarından anladım. Onun gibi başımı omzuma düşürdüğümde o da aynı şekilde karşılık verdi ve zorlukla gülümsediğimde gözlerinin içi parladı.

Omzumdan hafifçe iteklediğinde sırtım yatakla buluştu, Tugay ise yatağın sol tarafına geçip altındaki eşofmanından da kurtuldu. O giyinik yatmayı sevmiyordu, bunu anlamıştım sadece siyah boxerıyla kaldı.

Yorganı omzuma doğru çektiğimde yanıma uzandı, sağ kolunu yorganın içinden üzerime doğru attı ve kendine çektiğinde vücudum yine onun vücuduyla bir bütün oldu. Dizlerimi daha fazla kendime doğru çektiğimde kucağında ufacık kalmıştım, kalçam kasıklarına yaslıydı. Bütün sıcaklığını hissediyordum.

Çenesi saçlarımın tepesine dokundu, nefesini hissettim. Sağ eli, elimin tersini tuttuğunda parmakları parmaklarımın içine geçti. Sıkıca tuttuğunda elimi çevirdi, kaldırıp avcumun içinden öptü ve sonrasında ellerimizi göğüs kafesimin olduğu yere yerleştirdi, kalbimin attığı yere.

"Uyumayacağını biliyorum," dedim tedirgin bir sesle. "Bunu yapma çünkü kabusların yaşadığımız hayattan daha korkutucu olamaz ve beni mahvedemez."

Sessiz kaldığında eli elimi daha sıkı tuttu. Gözlerimi kapattım, günlerdir uykuya karşı direniyordum fakat şimdi öyle yorgun hissediyordum ki, direnmek neredeyse imkansızdı.

"Tugay," dedim uykulu bir sesle.

"Efendim güzelim?"

"Anneme ne oldu?"

Yutkundu. "Babanın yanına gömüldü çünkü baban bunu isterdi."

"İsterdi," dedim tekrar ederek. "Umarım hâlâ istiyordur. O zaman ikisi de Ölüm Timi'nin mezarlığında mı?"

"Evet," dedi Tugay.

"Marco'ya teşekkür etmem gerekecek."

"Hiç gerek yok," diye mırıldandığında sesi sakindi.

Gözlerimi kapattım, birkaç büyük nefes verdim ve sonrasında "Peki ya," dedim fakat kelimeler ağzımdan dökülmedi çünkü dökülürse yeniden ağlayacağımdan korkuyordum, Meryem'in adını anamıyordum.

"O yoktu," dedi söylediğimi anlayarak. "Bir oyun da olabilir, emin değiliz."

"Yani," dedim acıyla ve gözlerim yeniden doldu. "Meryem yaşıyor olabilir mi?"

"Evet," dedi Tugay bir kez daha.

Başımı iki yana salladığımda nefesim kalbime batıyordu. "Bu imkansız gibi geliyor," dediğimde burnumu çektim.

"İmkansızlıklar bile," dedi kulağıma doğru. "İmkan dahilinde, eğer Tugay Demir Çeviker var ise." Bu cümleler güven vermişti, garipti. "Uyu, uyu ki yarınlarını güzelleştireyim, ilk önce sen iyileş sonra bizi iyileştireyim."

Silik bir şekilde başımı salladığımda nasıl devam edebileceğimi hiçbir şekilde bilmiyordum ama uyumaktan da başka bir çarem yokmuş gibi geliyordu. Hatta önümüzdeki bütün günlerde de uyuyabilirdim, gözlerimi açtığımda ise bütün bunlar bitmiş olurdu.

"Tugay," dedim bir kez daha.

"Efendim?"

"Beni yarın Sinan'ın yanına götürebilir misin?"

Kısa bir sessizlik oldu, o sessizlikte her ne düşündüyse bu beni tedirgin etti. O iyiydi değil mi? Ona da bir şey olmamıştı. Olamazdı. Olmamalıydı.

"Tamam," dedi Tugay, fısıldayarak. "Götüreceğim."

Gözlerimi kapattım, çok uzun bir süre kapattım ve sonrasında uykuya dalmadan önce "Tugay," dedim bir kez daha.

"Efendim canımın içi?"

"Masal biliyor musun?"

Duraksadı ardından "Ben," dedi. "Kendi yarattığım masalları..." Sustu, tedirgin hissetmişti. "Yarın senin için yeni bir masal bulacağım."

"Tugay," dedim yeniden.

"Efendim?"

"Bir gün," dedim zorlukla konuşarak. "Noel babayı heyecanla beklediğim bir yılbaşında karşılıklı şarap içer miyiz?"

Cevabını duymadım ya da hatırlamıyordum çünkü onun sıcacık kollarında uykuya daldım, protez olan eline sımsıkı sarılarak üstelik.

🥺

Bir silah, tam alnıma yaslı duruyordu. "Seç," diyordu o ses. "Tugay mı?" Bakışları Meryem'e döndü. "Meryem mi? İkisinden birisini seçmezsen, ikisini de öldüreceğim."

Sağ tarafımda Tugay duruyordu, dizlerinin üzerine çökmüştü  ve bakışları benim üzerimdeydi. Başını iki yana salladığında ne söylemek istediğini biliyordum, beni seçmemelisin diyordu.

Gözlerim soluma döndüğünde Meryem'i gördüm, onun da bakışları korkuyla benim gözlerimdeydi. Düştüğü bu çukurda çektiklerinin acısını kaldırabilmek neredeyse mümkün değildi.

"Ben," dedim titreyen bir sesle. "İkisini de seçemem, bunu yapamam."

"O halde," dedim adam, sert bir sesle ardından bir an bile düşünmeden tıpkı annemde olduğu gibi, tek bir kurşunu ilk önce Meryem'e isabet etti ve kanlar içinde kaldı ardından silah Tugay'a döndü.

"Özür dilerim," dedi, ölmeden önce son kurduğu cümle buydu.

Ve tek bir kurşun onu da öldürdüğünde Tugay'ın cansız bedeni önüme yığıldı.

O artık yoktu, hiç var olmayacaktı ve biz artık ne olursa olsun, birleşemeyecektik.

Bağırmak istediğimde eller ağzımı kapattı, ağlamak istediğimde gözlerimi de bir örtüyle karanlığa mahkum ettiler. Çırpınmak istediğimde kollar, sıkıca beni kavradı. Artık kaçabilmek mümkün değildi, kurtulmak imkansızdı.

Ben hem Tugay'ın hem de Meryem'in ölümüne boyun eğen bir aptaldım.

Avcumun içinde acıyla gözlerim açıldığında kendime gelebilmek için etrafıma baktım ve yatakta olduğumu fark ettim. Gördüğüm bir kabustu ve dün Tugay'a kurduğum cümlenin tamamen saçmalık olduğunu fark ettim. Bu kabus, hayatımdan bile daha kötüydü.

Sol elime baktığımda sımsıkı tutmaktan avcumun içine tırnakların battığını gördüm, onun acısıydı. Yutkunduğumda önüme gelen saçımı arkaya doğru attım ardından yanıma baktım.

Tugay yoktu fakat hemen yanındaki komodinde saksıda çiçekler vardı. Nergis çiçeğiydi, güzelliği ve saygıyı temsil ederdi. Bütün yaşananlara rağmen kalbim heyecanla attığında uzanıp çiçeklere dokundum ve gülümsediğimi fark ettim aslında Tugay da beni nasıl gülümsetebileceğini biliyordu ve bu bambaşka bir şeydi.

Elim çiçeğin üzerindeki nota gittiğinde heyecanla zarfı açtım ve onun el yazısıyla karşılaştım.

Günaydınnnnnn! ,)

Bunu bir tek senin için yaptığımın farkındasın değil mi? Aramızda kalmalı bol n muhabbeti.

Bu sabah nergisleri sana layık gördüm, onlar da umarım sana layıklardır.

Anlamından ziyade hikayesini biliyor musun? Güzelliğinin farkında olmayan bir Tanrıça, tıpkı senin gibi.

Ben ise Echo'yum, o Tanrıçaya hayran olan ve mahkumu olmaktan gurur duyan. Söz verdiğim masalı buldum bizim için.

            "Bir yılbaşı gecesi umuyorum ki birlikte özgürlüğümüze,
Gücünle güç bulan, Tugay Demir Çeviker"

Elim Tugay'ın bana aldığı boynumdaki kolyeyi sıkıca kavramıştı ve heyecandan ne yapacağımı bilmiyordum. Çiçekleri sevmeyen hatta zerre anlamayan adam, şimdi çiçekleri araştırıyordu, benim bile bilmediğim hikayeleri önüme sunuyordu.

Hızlı bir şekilde komodinin üzerindeki telefonu elime aldım, kilidi açtığımda notlardaki o uzun yazıyla karşılaştım. Tugay benim için hazırlamıştı.

Bizi anlatan o masal:

Anne, Liriope harika bir kız çocuğu doğurmuş ve kahinin yanına götürmüş, kahin ise kızı Narcissus kendisini hiç görmez ise uzun bir yaşam süreceğini söylemiş çünkü çok güzelmiş ve bu güzellik zarar görebilirmiş.

Narcissus büyüdüğünde çok güzel bir genç kız olmuş, onu gören bütün erkekler aşık oluyormuş fakat o, kimseye ama kimseye yüz vermiyormuş. Bir yandan da kendisinin nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikri yokmuş bu yüzden kendisinin çirkin olduğunu da düşünüyormuş.

Dağ perilerinden Echo da Narcissus'un aşıklarından biriymiş. Günlerce kendini ona göstermek için çevresinde dolanıp durmuş ancak Narcissus onu fark etmemiş.

Tugay, ben onu tanımıyorken çevremdeydi ve ben bunu çok sonra fark etmiştim.

Echo en sonunda sessizliğe dayanamayarak konuşmaya karar vermiş. Ancak Tanrıça Hera tarafından lanetlendiği için Echo konuşamıyor, sadece kendisine karşısındaki kişinin söylediği son sözü tekrar edebiliyormuş. Yine de eğer Narcissus onu görüp güzel şeyler söylerse bunları tekrar edip aşkını ilan etme planlarıyla Narcissus'un karşısına çıkmış.

Narcissus tıpkı diğer herkese yaptığı gibi Echo'ya da tepkisiz kalmış, ancak Echo'nun aşkı bitmemiş ve yine sürekli onu izleyip durmuş. Birisi hiç güzelliğini göremiyor, diğeri de konuşamıyormuş.

Tugay bana kendimin farkında olmadığımı belli etmeye çalışıyordu, o ise çoğu zaman sessizliği tercih ediyordu.

Bir gün Narcissus kendisini görmemeye artık tahammül edememiş ve tepki vermiş. Nemesis ise bu baş kaldırıya karşılık eğer kendisini görürse onun çok büyük bir ceza alacağını söylemiş.

Narcissus, onları dinlememiş ve ormanda dolaşırken kendisini görmek için göle eğilmiş ve kendi yansımasını görmüş. Karşısındaki güzelliğe o kadar hayran olmuş ki su başından ayrılmak istememiş ve ona güzelliğini fark ettiren aslında yansımadaki Echo'nun bakışlarıymış. O bakışlar, Narcissus'un ne kadar güzel olduğunu belli ediyormuş.

Günlerce kendi yansımasına bakmış durmuş, dokunmak istemiş dokunamamış, Echo'yla konuşmaya çalışmış konuşamamış ve imkansız da olsa o an Echo'ya aşık olmuş, her şey için ise çok geçmiş. Nemesis'in cezası o an devreye girmiş, ayrılamadığı göletin başında kederinden yitip gitmiş ve vücudu nergis çiçeğine dönüşmüş. Nergis, çiçeklerin en güzeliymiş çünkü Narcissus'un ruhunu taşıyormuş.

Echo ise Narcissus'un göletin başında beklediğini ve yavaş yavaş öldüğünü görse de tek kelime edememiş çünkü lanetliymiş. Narcissus öldükten sonra Echo, yürüyüp dağları ve mağaraları dolaşmış. Kederinden ne bir damla su içmiş ne de tek lokma yemek yemiş. Böylece o da en sonunda ölüp doğaya karışmış ve birisi ne zaman dağlara ve mağaralara seslense rüzgarın sesiyle karşılık vermiş, Narcissus'u ne zaman özlese gökyüzünden kar olarak yere düşmüş. Narcissus ise onun toprağında ölümsüz olmuş ve birbirlerini tamamlamış.

Kurak topraklar ise hiçbir zaman onların bulunduğu ülkeye uğramamış çünkü Echo biliyormuş, eğer toprak kurak olursa Narcissus solup gidecek, yok olacak ve tamamen ölecekmiş.

Sonrası, Tugay'ın kendi dilinden dökülenlerdi.

Senin için topraklarımı daima canlı tutacağım, Narcissus, söz veriyorum. Yeter ki solup gitme, sen solup gidersen asıl o zaman kuraklaşır toprak.

Gözlerimin dolması tamamen saçmalıktı biliyordum ama bunu engellemek mümkün bile değildi. Düşündüğümden çok uzun bir süre o notta yazılanları defalarca ama defalarca okudum ardından çiçeklere baktım.

En sonunda yataktan çıktığımda banyoya ilerledim. Çok kısa bir duş aldığımda Tugay'ın havlusunu kullandım. Aynaya bakmadan saçlarımı taradığımda dişlerimi fırçaladım ve sonrasında saçlarımdan sular damlarken havluyla duştan çıkıp odaya döndüm. Kendime bir şeyleri düşünmemek için verdiğim süre, az önce gördüğüm çiçeklerin büyüsünü bozmaması içindi.

Bakışlarım valizin içindeki çiçekli elbiselere kaydığında yüzümü buruşturdum ve iyice karıştırdığımda en altta kalan siyah pantolonumu çekip çıkardım. İç çamaşırımı giydikten sonra pantolonu giydim, onun üzerine ise hiçbir şey bulamadığımda Tugay'ın dolabını açıp siyah, bol bir kazağı üzerime geçirdim. Saçlarımı örmek için hamle yaptığımda bundan vazgeçtim çünkü bundan sonra saçlarımı hep Tugay örsün istiyordum. Ayaklarıma çoraplarımı giyip siyah botları da geçirdiğimde çoktan üşümeye başlamıştım.

Saçlarımı kurutmadan yatağın üzerindeki telefonu almak için uzandım ve o anda, sağ komodinin üzerindeki çerçeveyi gördüm. Tugay'ın annesi ve ikiziyle olan çocukluk fotoğrafının yanında, babamın anneme verdiği fotoğraf duruyordu, kan izleri tam olarak temizlenmese de silikleşmiş bir şekilde. Çerçevenin içindeydi ve hemen baş köşede duruyordu. Tugay, kendi aile fotoğrafının yanına koymuştu.

Zorlukla nefes aldığımda hızlı bir şekilde arkamı döndüm ve gözlerimi kapattım. Neden o fotoğrafa bakarken bile suçlu hissettiğimi bilmiyordum fakat ağırlığı omuzlarıma çöktüğünde telefonu cebime sıkıştırıp odadan çıktım.

Merdivenin basamaklarını inerken aşağı kattan gelen konuşmaları işitebiliyordum ama şu an öyle dinlemek istemiyordum ki, sanki kulaklarım tıkalı gibiydi. Son basamaktan indiğimde Tugay'ın, "Öyle bir akşam yaşatacağım ki," dedi, sert ve öfke dolu bir sesle, "diğer güne uyanmak bile istemeyecekler. Öyle bir geri döneceğim ki, bu dönüşümü en çok benden nefret edenler unutamayacak." Dün gece benim saçlarımı ören, çorba içiren kollarında uyutan o adam gitmişti, yerine öyle acımasız bir adam gelmişti ki, tarif edilemezdi.

Büyük bir nefes verdiğimde kapıdan içeriye girdim ve herkesin salonda olduğunu gördüm. Beni gördükleri an, ayağa kalktıklarında tek ayağa kalkmayan kişi Marco'ydu. Tugay ise zaten ayaktaydı. Herkese şöyle bir baktıktan sonra başımla selam verip içeriye girdim.

Tugay, üzerime giydiklerime, ıslak saçlarıma baktı ve sonrasında duruşunu dikleştirdi.

"Avukat," dedi Marco diğer taraftan. Elbette ki elinde mandalinası vardı. "Ne denir, bilmiyorum, yani..."

"Hiçbir şey," dediğimde başımı sallayıp gülümsemeye çalıştım. "Birilerinin ölmesine alıştım." Hayır, alışmamıştım.

Marco, dikkatli bir şekilde yüzüme baktı ardından "Alıştın mı, bilmiyorum," dedi sakin bir sesle. "Fakat başka bir şeyden eminim." Gözlerini kıstı. "Sen Adnan Atalar'ın kızısın, o adamın kızı olmak zaten başlı başına güç demek." Sesindeki hayranlık beni şaşırtmıştı.

"Babamı tanıyor muydun?" diye sordum. "Çünkü o da güçlü olsaydı şu an aramızda olurdu öyle değil mi?"

Marco gülümsedi. "Emin ol, Adnan Atalar, geçmişte attığı her adımla geleceğe iz bırakmıştır. Ölmüş olması, burada olmadığı anlamına gelmez."

Ya artık geri zekalıydım ya da Marco, bir şeylerin imasını yapıyordu. "Anlamıyorum, Marco," dedim gözlerimi devirerek. "Artık aptalın tekiyim, lütfen bana tane tane anlatır mısın?"

"Belki başka bir gün," dediğinde masaya uzattığı bacaklarını aşağıya indirdi. "Şu an sırası değil."

Yüzüne baktım ardından diğerlerine bakışlarım döndü. Red, yani artık red olmuştu çünkü kırmızıya dönmüştü, Gamze, Javier, Ufuk, Omar, Helen... Hepsi yüzüme öyle mutsuz bakıyordu ki, ne şekilde görünüyorsam bu onları mahvetmiş olmalıydı.

Tugay'a döndüğümde "Ben hazırım," dedim sakin bir sesle. "Çıkalım mı?"

Tugay'ın üzerinde siyah boğazlı kazak vardı, altında ise siyah pantolonu. Kumral saçları dağınıktı, gözleri uykusuz görünüyordu fakat bana baktığında uykusuzluğu ışıkla örtülüyordu sanki. Dikkatimi çeken başka bir detay ise eldivenleri yine elindeydi, bunun ne demek olduğunu biliyorduk.

Tugay, bir işler çeviriyordu.

"Tamam," dedi Tugay ardından Red'e bir kafa hareketi yaptı. Red, salondan hızlı bir şekilde çıktı ardından elinde bir sandviçle döndüğünde gözlerimi devirdim. Tugay, sandviçi eline aldığında "Çıkalım," dedi bana. Diğerleri bizi izliyordu biliyordum hatta belki yan yana bile olmamamız gerekiyordu fakat bugün ikimizin de rol yapacak hali yoktu. Kapıdan çıkmadan önce Tugay "Marco," diye seslendi, dönüp bakmadan. "Konuştuğumuz gibi."

"TDÇ," dedi, o da arkamızdan. "Aşk meşk işlerine koştururken dükkanı bana devrediyorsun, dikkat et de dolandırmayayım seni." Kısık bir konuşma sesi geldi ve sonrasında Marco "Aşk meşk diyeceğim, ne diyeceğim," dedi. "Düzeyli ilişkinizin bir tanecik meyvesi ne zaman geliyor mu diyeceğim?"

Başımı iki yana salladığımda dış kapıya doğru ilerledik. O sırada Tugay, kapının yanındaki dolabı açtı ve içinden siyah montumu çıkarıp bana giydirdi. Diretmeden üzerime giydiğimde bir kez daha dolaba eğildi ardından pespembe bir bereyi kafama geçirdi. "Tugay," dedim bereyi çıkarmak isteyerek. "İstemiyorum."

"Saçların ıslak," dedi kaşlarını çatarak. "Ayrıca bere olarak sadece bunu almışım kendime. Başka bir çaren yok." Pespembe bere.

Yüzümü ekşittiğimde "Yalana bak," dedim. "Kendine pembe bere mi aldın yani?" Başımı dolabın yanındaki aynaya doğru eğdiğimde gözlerimi kocaman açtım. "Ve bu berenin kedi kulakları var!"

Tugay, başını omzuna doğru yatırdı. "Kedileri seviyorum, o yüzden."

"Beni kandırıyorsun," dedim kaşlarımı çatarak. "Senin için aldım demen yeterliydi."

"Hayır," dedi başını iki yana sallayarak. "Kendime aldım."

"O halde bir gün sen de tak ve örgütünle toplantını öyle gerçekleştir."

Gözleri kocaman açıldı ardından öksürmeye başladığında tek kaşımı havaya kaldırdım. "Sen," dedi ve sonrasında kapıyı gösterdi. "Renklerin cinsiyeti yoktur hanımefendi fakat bana pembe renk yakışmıyor ya, sen ise renkleri seviyorsun, öyle simsiyah giyinmekle olmaz."

"Delirmişsin sen. Her şeye bir cevabın var ve manipülatifsin." Kapıyı açtığımızda ters ters ona baktım. "Ve sen de üzerine bir mont almazsan..."

"Yine ölüm tehdidi geliyor galiba," dedi korkuyormuş gibi. "Hemen alıyorum, komutanım."

Gözlerimi devirdiğimde gülümsedim ve dışarıya adım attığımda buz gibi hava yüzüme çarptı. Sabahın ilk ışıklarıydı, hafif kar yağışı vardı ve uzakta iki tane araç duruyordu. Tugay, kapıyı kapattıktan sonra sırtımdan destek vererek beni siyah olan araca doğru yürüttü. Botlarım karlara batarken yürümekte zorlanıyordum.

Arabanın yanına geldiğimizde Jeep'in yolcu koltuğunu açtı ve geçmem için bekledi. "Hep böyle nazik bir adam mıydın?" diye sordum yarı imalı yarı ciddi. "Yoksa bu bana mı özel, merak ediyorum."

Yolcu koltuğuna oturduğumda o da sürücü koltuğuna geçti ve saçlarını karıştırdıktan sonra daha fazla dağılmasını sağladı. Sakal tıraşı olmuştu, yüz hatları daha fazla ortaya çıkmıştı ve fazlasıyla çekici görünüyordu.

Arabayı çalıştırmadan önce "Kabalıktan hiç hoşlanmam," dedi o da yarı alaylı yarı ciddi. "Bana saygılı davranan herkese saygılı davranırım."

"Peki saygısız davrananlar?"

Gözlerini kıstı ve motoru çalıştırdıktan sonra "Hmm," dedi kısık bir sesle. "Öldürüyorum."

Güldüğümde arabayı hareket ettirdi. "Derya'ya da böyle nazik miydin?"

Tugay'ın kaşları çatıldı ve cebindeki sandviçi çıkarıp bana verdi. "Yesene, aç gidemezsin."

"Soruma cevap vermedin ve konuyu değiştiriyorsun."

"Çünkü konuşmaya değer görmüyorum," dediğinde kaşları daha fazla çatıldı. Ben de ona karşı gelmeyerek sandviçi kağıdından çıkardım ve bir ısırık aldım. Uzanıp torpido gözünü açtı ve oradan da elma suyunu çıkardı.

"Aa," dedim şaşkınlıkla. "Elma suyunu çok severim."

"Biliyorum," dedi kısık bir sesle.

"Nereden biliyorsun?"

İlk önce söyleyip söylememek konusunda kararsız kaldı fakat en sonunda "Üniversitedeyken kütüphaneye her gittiğinde yanında elma suyu oluyordu," dedi.

Şaşkınlıkla "Buna dikkat ettin öyle mi?" dedim.

"Ben her şeye dikkat ederim," diye ucu açık bir yanıt verdi.

"O halde Derya'nın en sevdiği içecek neydi?"

Bakışları bana döndü. "Bu konuyu açmanın nedeni nedir?" Sesi oldukça ciddiydi. "Bu konu beni rahatsız ediyor."

"Merak ediyorum," dedim sandviçten bir ısırık daha alırken ama tadı nefis olsa da ben sanki saman yiyordum. Zaten o anda da bu soruları sormamın nedenin kafa dağıtmak olduğunun farkındaydım. "Hayatına giren ve sevgilin olan her kadına aynı mısın yoksa bu bana mı özel, bilmek..."

Gülümseyerek yüzüme döndü. "Bir daha söyle."

"Neyi?" dedim elma suyundan bir yudum içtikten sonra.

"İlk söylediğini."

Anladığımda yutkunmakta zorlandım. "Hayatına giren," dedim dudaklarımı ıslatarak. "Ve sevgilin olan..."

Daha geniş bir şekilde gülümsedi. "Yakıştı ağzına," dedi, "benim sevgilim olduğunu söylemek. Bunu bir ara art arda bana söyle fakat yüzünle yüzüm arasında mesafe bile olmasın, öyle çok daha net anlarım."

Utanmayı hiç beklemiyordum ama yanaklarım kızardığında gözlerimi kaçırdım ve ön camdan dışarıya baktığımda konuyu değiştirmek için "Çiçek için," dedim. "Teşekkür ederim ve o hikaye için... Yani bunu ben bile bilmiyordum. Çok etkilendim hatta Echo için üzüldüm."

"Neden ki?" dedi. "O halinden memnun."

"Ama aşkından ölmüş."

"Ama aşkı için ölmüş," dedi. "Aşkını yaşatmak için ölmüş. Ve aslında ikisi de ölümsüz olmuş. Toprak kurak olmadığı sürece Narcissus hep canlı kalacak, Narcissus hep canlı kaldığı sürece toprağı yani Echo'yu besleyecek. Birbirlerini tamamlıyorlar, birisi yok olursa diğeri de yok olur." Yola bakan ela gözleri bana döndü. "Tıpkı bizim gibi, güzelim. Ben Echo olmaktan çok memnunum."

Gülümsediğimde sandviçten bir ısırık daha aldım. "Ama yine de acaba Narcissus konuşsaydı son söylediği cümle acaba ne olacaktı ve Echo neyi tekrar edecekti? Bunu hep merak edeceğim."

Tugay gülerek "Senin kalbini deleceğim, diyebilir" dedi. Kendimi tutamayıp güldüğümde kıkırtım arabanın içini doldurdu. "Sonuçta Narcissus da durmadan öldürmekle tehdit ediyor olmalı."

Araba, evden çok uzaklaşmamıştı ve Tugay, oldukça yavaş kullanıyordu. Klimayı sonuna kadar açtığı için saçlarım neredeyse kurumak üzereydi ve sandviçim bitmişti, elma suyum da öyle. Uzanıp arabanın radyosunu açtığımda ve ses verdiğimde spikerlerin sesini işittim.

"Krallık'ın Resmi Gazete'de yayınladığı 32544 sayılı belgeye, 3231 karardan başlamak üzere yeni yasalar günümüzde yürürlülüğe girdi." Kaskatı kesildiğimde Tugay'ın direksiyonu kavrayan parmakları sıkılaştı, o ne olduğunu biliyor olmalıydı. "3231. karar, Polisler ve Askerler, kişi ayırt etmeden Krallık'a yemin edecek ve üzerlerinde onları takip eden bir chip yerleştirilecektir, bu chip onların can güvenliğini sağlamak içindir." Hayır, kendilerine bağlı kılmak için onları kendi adamları haline getiriyorlardı, aksi düşüncede olanları ise bu şekilde temizleyeceklerdi.

"3232. karar, bu ülke topraklarında yaşayan herkes, kadın erkek fark etmeksizin saçları tek tip üç numara kesilecek, olası bir savaş durumu için hazırlık sağlanacaktır." Kadınlar ve erkekler arasındaki ayrımı yıkmak, bu karara baş kaldıran kadınları ayıklamak istiyorlardı.

"3233. karar, ülke topraklarında yaşayıp hayatını idame ettiren herkesin kazancının 1/4'ü Krallık'ın yardım kuruluşlarına bağışlanacak, aşırı ürün satın alımlarına ambargo koyulacak, karneyle artık ekmek, yağ ve bakliyat ürünleri alınacaktır. Karnedekinden fazla ürün satın alınan ailelerin gelirlerinin 2/4'ü kesilecektir." Ülkede kıtlık başlamıştı, bunu gizliyorlar, göz boyayarak kazanılan paraya da el koyuyorlardı. Ayrıca açlık sınırının üstüne çıkmamak için ürünleri belirli ölçüde vermeye çalışacaklardı.

"3234. karar, Krallık'a ait bütün devlet dairelerinde sadece Krallık'ın yeminini etmiş ve Krallık tarafından izni olan kişiler çalışabilecek, güvenlik için karşıt düşüncedeki herkesin işine son verilecektir, bu şekilde gizlilik esas tutulacaktır." Kendisinden olmayan herkesi ekarte edecekler, geçinmek zorunda kalan insanları da bu şekilde kendilerine zorunlu tutacaklardı.

"3235. karar, ailelerdeki bütün erkek çocukları altı yaşından itibaren eğitim için Krallık'a teslim edilecek ve onurlu bir asker olarak yetiştirileceklerdir. Kız çocukları ise on dört yaşından sonra eğitim hayatını tamamlayarak kadın iş gücü gereken yerlerde çalışmaya başlayacaklar ve aile kurmalarına imkan verilecektir." Çocukların beyinlerini yıkamak, onlara kendilerinden başka hiçbir çıkar yolları yokmuş gibi hissettirmek istiyorlardı.

"3236. karar, ülkede artan ayaklanmalar ve direnişler dolayısıyla güvenlik için kadınların doğumu kesinlikle yasaklanacak, hamile her kadın 3236. kararın yürürlülüğe girmesinin ardından kürtaj yaptıracak ve her aileye sadece tek bir çocuk düşecektir, geriye kalan çocuklar ya Krallık'a teslim edilecek ya da çocuğu olmayan ailelere verilecektir." Kıtlık ve sefalet arttıktan sonra bez, mama, süt gibi ürünlerde yaşanılan sıkıntılardan dolayı kadınların doğum haklarını bile ellerinden alıyorlardı ayrıca şu an toplum ayaklanmışken yeni doğan çocukların bu zihniyetle büyümesini engellemeye çalışıyorlardı.

"3237. karar, Krallık karşıtı her örgüt üyesi; yaş, cinsiyet, kurum, meslek fark etmeksizin suçüstü yakalandığı an, yargılanmadan idam edilecektir." Krallık, kendilerine karşı olan herkesi öldürmek istiyordu.

"Bu kadarı," dedim zorlukla konuşarak. "Bu kadarı çok fazla. Resmen insanların yaşamlarını ellerinden alıyorlar ve bunu yaparken yalanlar söylüyorlar." Bakışlarım Tugay'a döndüğünde hâlâ gergin bir şekilde yola baktığını gördüm. "Bu ülkede şu an kaç kadın vardır kim bilir, hamile olan? Belki de senelerdir o çocuğun olmasını bekleyen. Zorla o bebekler ellerinden mi alınacak? Peki ya altı yaşına gelmiş erkek çocukları? Besinsiz kalacak insanlar? Krallık'a zorunlu tutulan kişiler?" Başımı art arda iki yana salladım. "Nasıl hâlâ bu barbarlığı destekleyebilirler?"

"Çünkü barbarlar, kötülüklerini yalan ve manipülasyon maskeleriyle gizleyebilir," dedi Tugay. "Bir ülkeyi yakıp geçtiğinde ve bunu nefret için yaptığını söylediğinde herkes karşında dimdik durur, bir ülkeyi yakıp geçtiğinde bunu savaş için yaptığını söylediğinde bazı insanlar karşında durur ama bir ülkeyi yakıp geçtiğinde bunu sadece ısınmak için yaktığın ufacık bir kıvılcımdan başladığını söylersen herkes senin yanında durur." Yutkundum. "Vicdan en büyük manipülasyon kaynağıdır, barbarlar en çok vicdana oynar."

Kısa bir sessizliğin ardından "Haklısın," dedim. "Ve bu barbarlığın karşısında duranları da yok etmeye başlayacaklar, tamamen."

"Evet," dedi. "Eskiden yok etmiyorlardı asıl şimdi gerçekten yok edecekler çünkü gözleri döndü. Kaybetmek istemiyorlar, sadece BL örgütü destekleyenler değil, onlara karşı gelen de çok insan var artık. Ne yapacaklar? Zorunlu tutacaklar kendilerine ve emin ol, bir süreden sonra manipülasyonu da yalanı da bırakacaklar, gerçek kimlikleriyle herkesi vurup geçecekler." Yutkunduğunda sola doğru döndü. "O zamana kadar umuyorum ki, biz kazanmış oluruz."

Spiker sanki Tugay'ın bu cümlelerini bekliyormuş gibi "Bugün akşam, saat sekizde, Meydan'da ibret için yüce Krallık'a karşı gelen altı kişi, yargılanmadan idam edilecek," dedi. "Ve üç gün boyunca meydanda asılı kalacaklardır." Korkuyla irkildiğimde uzanıp hızlı bir şekilde radyoyu kapattım.

"Ve bu altı kişiden," dedi Tugay. "Dördü, çocuk."

"Ne?" Başını salladı ve başka bir yola döndüğünde araç hafifçe yavaşladı. "Orayı ateş altında bırakmak gerekir, hepsini yakmak gerekir, bu kadarı vicdansızlık!"

"Belki de istedikleri de Meydan'da bunu gerçekleştirirken BL örgütünün acımasızlığını gözler önüne sermektir?" dediğinde aracı durdurdu ve bana baktı, kaşlarım havadaydı. "Ve bir barbarı tanımak istiyorsan maalesef ki onun gibi düşünmen gerekir, güzelim. Ben çok uzun zamandır onlar gibi düşünüyorum."

"Aklından..." dedim, fısıldayarak. "Neler geçiyor?"

Tugay, gözlerini kıstı, parmakları önüme gelen saçlarıma gitti ardından elinin tersiyle yüzüme dokunduğunda "Eğer aklımdan geçen gerçekleşirse," dedi. "O zaman belki bir miktar ateşim harlanmayı bırakacak ama senin gördüğüm son gözyaşlarından sonra asla bir daha sönmeyecek."

"Tugay," dedim başımı sallayarak. "Benim yüzümden bir şey yapılmasını istemiyorum, bunu daha önce de yaptın ve onun ağırlığını taşımak... Bak, oldu ve bitti, bir savaştaysan elbette kayıplar vereceksin ayrıca o kayıplar..."

Tugay, çenemi tutup hızlı bir şekilde bana yaklaştı ve dudakları dudaklarımın hizasındayken "Önce sen," dedi. "Önce sen güzelim, sonra intikam ve en son özgürlük. Ama önce sen artık."

Burnu, burnuma dokunurken nefesi dudaklarımı yalayıp geçiyordu. Yanaklarım ısındığında "Bu kez," dedim. "Gerçekten korkutuyorsun çünkü geçer sefer çok ileri gitmiştin. Onlara ne yapacaksın?"

Gülümsediğinde geriye çekildi, bakışlarını ayırdığında ise o kötü adamı ela gözlerinde gördüm. "Geçen sefer mahkumdum, şimdi bileklerimde kelepçeler bile yok. Özgür bir Tugay Demir Çeviker. Durdurabilene aşk olsun." Tek kaşını havaya kaldırdı. "Tabii sen durdurmazsan."

"Ya!" dediğimde hafifçe omzundan itekledim ve emniyet kemerimi açtım. Gözlerim hemen yanında durduğumuz tek katı, ahşap eve kaydığında "Burada mı?" dedim heyecanla.

"Evet," dedi. "Fakat konuşmak yasak çünkü hala dinleyici takılı."

"Ne? Neden?"

Omzunu indirip kaldırdı. "Öyle gerekti."

"Ne demek öyle gerekti?" Öfkeyi hissettim. "Ona hâlâ güvenmiyor musun? Bu da ne demek?"

Tugay, boğazını temizledi ardından üzerime doğru eğilerek kapımı açtı. "Ben seni bekliyorum."

Kaşlarım çatıldı, yüzüne uzun bir süre baktım fakat o bana bakmak yerine keskin gözlerle camdan dışarıya baktığında hiçbir şey söylemeden sertçe arabadan indim ve aynı sert adımlarla eve doğru ilerledim. Buradaki kar daha diz boyundaydı, daha soğuk bir yerdi ve etrafta bu ev hariç başka hiçbir ev yoktu. Öyle ki, insan geçtiğini bile düşünmüyordum. Sinan için harika bir gizlenme alanıydı.

Kapının önüne gittiğimde elim kolum birbirine dolandı ve tam kapıya vuracağım sırada, ahşap kapıdan kilit sesi geldi ardından kapı aralandı.

Sinan'ın yüzünü gördüğüm an, kalbime uğrayan huzurun ve neşenin haddi hesabı yoktu, o da beni gördüğünde başını iki yana salladı, gülümsedi ve aynı anda gözleri de doldu. Konuşmak yasaktı ama sarılmak yasak değildi, bu yüzden onun öyle bir boynuna atıldım ki, kaybettiğim herkese sarılıyor gibi hissettim. Oradaydı, babam onu eğitiyordu, oradaydı, Meryem ile oyun oynuyordu, oradaydı, annem tarafından görmezden gelinse bile saygıda kusur etmiyordu. Hatta çoğu zaman annemi bile gülümsetebiliyordu.

Geriye çekildim, yüzünü ellerimin arasına aldım ve bir kez daha sarıldım. Sinan da bana o kadar sıkı sarıldı ki, yalnızlığını tamamen hissettim. Birkaç saniye sonra içeriye girdiğimizde beni yönlendirdi.

Ahşap evin içi sıcaktı, kapının iki adım ilerisinde bir koltuk, yanında bir masa ve televizyon vardı. Sağında mutfak yer alıyordu, mutfağın karşısında ise banyo vardı. Büyük ihtimal televizyonlu odanın diğer tarafında da yatak odası olmalıydı. Camlarına karlar vuruyor, çatı katındaki camda karlar dans ediyordu. İçinin bu kadar huzurlu olmasını beklemiyordum.

Beni koltuğa oturttuktan sonra hızlı bir şekilde mutfağa gitti ve demlenen kahveden doldurup bana getirdi, içine iki şeker katarak. Biliyordu, her şeyimi tanıyordu elbette. Kendine de kahve doldurduğunda şekeri önünden çektim ve onun şeker tüketmediğini belli ettim. İkimiz de güldük.

Karşıma oturduğunda onu inceledim. Kötü görünmüyordu, üzerinde temiz bir eşofman takımı vardı hatta sakal tıraşı bile olmuştu. Yeşil gözleri pek yorgun bakmıyordu, dinlendiğini bile söyleyebilirdim fakat bakışlarından anlıyordum, Meryem'i bilmiyordu, bilse böyle olmazdı. Yaşadıklarımdan bihaberdi. Belki de haberler annemi kaybettiğimi henüz söylememişti, Meryem'le beraber.

Ellerimi kaldırıp işaret diliyle "Nasılsın?" diye sordum.

"İyiyim," dedi hızlı bir şekilde. İşaret dilini bize babam öğretmişti, şimdi onun faydasını görüyorduk. "Tatil yapıyorum." Bir daha güldüğünde ona karşılık verdim.

"Seni," dedim ellerimi yavaşça hareket ettirerek. "Çok özledim." Sinan'ın yüzündeki gülümseme silindi, bakışlarına hüzün çöktü. "Hep yanımda olduğun o günleri çok özlüyorum. Varlığını çok özlüyorum." Yutkunduğumda şu an onun karşısında ağlamak istemiyordum ama artık kendimi tutabilmek konusunda pek de iyi değildim. "Mutsuz bir çocuktum ve sen benim çocukluğumun en güzel tarafıydın, Sinan." Yutkunduğunda tek kaşını havaya kaldırdı. "Seni de kaybetmek istemiyorum."

"Özür dilerim," dedi. "Yaşattığım her şey için. Eğer sana böyle hissettiren bensem, kendimden nefret etmeye hazırım."

"Hayır," dediğimde ellerim titriyordu. "Sana hep güvendim, şu anda da güveniyorum. Başka bir çaren olmasa bu yola girmezdin." Başımı iki yana salladım. "Zaten bunları konuşmak istemiyorum, ben sadece seni görmek istedim."

Sinan çok uzun bir süre yüzüme baktı ve en sonunda "İyi değilsin," dedi. "Ne oldu?"

Başımı önüme eğdiğimde gözlerimi kapattım ve gözümden akan birkaç damla yaş, yanaklarımdan süzüldü. Gözlerim kapalı öylece dururken buraya gelmenin de yanlış olduğunu fark ettim çünkü henüz iyi bile değildim, onu da üzmeye hakkım yoktu. Sinan'ın eli, çenemi tuttuğunda başımı kaldırdı ve göz göze geldiğimizde ağladığımı gördü. Burun delikleri öfkeyle açıldığında kaşları havalandı, nefesi hızlandı. Bakışlarında hem öfke, hem de ne olduğunu öğrenmek isteyen meraklı bir ifade vardı.

"Kaybettim," dedim ellerimi yavaşça hareket ettirerek. "Kaybettik, ailemizi. Tamamen."

Kastettiğimin babam olduğunu anladı, yutkundu ve büyük bir nefes verip "Adnan Baba, eminim bir yerlerde bizi izlerken gurur duyuyordur," dedi. Öylece yüzüne bakmaya devam ettim, hiçbir tepki vermeden. İlk önce hüznü gördüm ardından şaşkınlığı sonra öfkeyi ve en sonunda da dehşeti. "Ne oldu?" dedi titreyen eliyle.

Ağlamaya başladığımda utançla başımı bir kez daha önüme eğdim ve dudaklarım aralandı bir şey söylemek için ama yasaktı. Ellerime baktım konuşmak için ama hareket bile ettiremiyordum. Kapana kısılmıştım, tek yapabildiğim şu an ağlamaktı. Konuyu değiştirip "Hiçbir zaman ihanet etmeyeceğini biliyordum," dedim. "Sen öyle birisi değilsin, herkes Krallık'ın yanında olur, sen olmazsın çünkü aileni onlar yüzünden kaybettin. Seni buna nasıl zorunlu tuttular bilmiyorum, ne yaşadın bilmiyorum ama sen yaşa diye çok çabaladım." Gözlerimden yaşlar akarken transa girmiş gibiydim. "Sen yaşadın." Daha fazla ağladığımda elimle ağzımı kapattım, ses çıkmasın diye. Bu kadarı gerçekten de çaresizlikti.

Sinan, ayağa kalktı ve elini saçlarına geçirdiğinde ne olduğunu anlamaya çalıştı ardından önümde çöküp bileklerimi tutup ellerimi yüzümden çekti, gözlerimin içine baktı, yine bakışlarından anladım. Soruyordu, Meryem iyi mi, diye. Biz bakışarak bile anlaşabiliyorduk onunla. Durdum, gözlerinin içine baktım ardından daha fazla ağladım. Başımı iki yana salladığımda elleri bileklerimi bıraktı ve kendisini yere bıraktığında adeta yıkıldı. Onun da gözleri dolduğunda dudakları aralandı, bir şey söyleyecek gibi oldu ve sonrasında yumruğunu kaldırıp vuracak bir yer aradı. En sonunda ayağa kalktığında bağıramadığı için koltuğa tekme attı sonrasında duvara yumruk ve kahve bardaklarını yere fırlattığında daha fazla ağladım. Acıdan çok öfke hissettiğini düşünüyordum ama gözlerimiz yeniden birbiriyle kesiştiğinde yanağından bir damla yaş düştü. Sertçe elinin tersiyle sildiğinde çenesi kaskatıydı.

O yıkılmıştı.
Ve onu yıkan da ben olmuştum.

Titreyen ellerini kaldırdı ve tek bir cümle kurdu: "Ben o yaşasın diye bu yükün altına girdim, beni onunla tehdit ettiler."

Daha fazla ağladığımda düştüğüm çukurdan ne kadar çırpınırsam çırpınayım çıkamayacağımı hissetmeye başlamıştım. Öyle bir tuzaktı ki, Sinan, Meryem koz alınarak tehdit ediliyordu ve sonucunda benim için de bir tercih haline getiriliyordu. Kaybeden ise üçümüz oluyorduk. Geriye kalan ise bir daha asla var olmayacak bir aileydi.

"Özür dilerim," dedim acıyla. "Koruyamadım." Sinan, sırtını bana döndüğünde ayağa kalktım ve yere dökülen kahveye baktım. Artık konuşmamız bitmiş görünüyordu, kendini benden gizliyordu, öfkesi bana mıydı yoksa yaşanılanlara mıydı bilmiyordum ama şimdi kendimi daha suçlu hissetmeye başlamıştım.

Hızlı bir şekilde dış kapıyı açtığımda ve kapatmadan arabaya doğru koştuğumda ayaklarım karlara batıp çıkıyor, nefesim kesiliyordu. Ona sarılmak harika hissettirmişti ve şimdi ondan gitmek kocaman bir yıkımdı ama emin olduğum bir şey vardı, yüzleşme için henüz hazır değildim.

Hıçkıra hıçkıra ağlayarak yolcu koltuğunun kapısını açtığımda ve oturduğumda ellerimi yüzümü yerleştirip çocuk gibi ağlamaya devam ettim. "Özür dilerim," dedim ağlaya ağlaya. "Mahvettim her şeyi. Buraya gelmemeliydim. O bizim için çabaladı, ben ise kardeşimi bile koruyamadım."

"Hey hey hey," dedi Tugay, ellerimi yüzümden çekmeye çalıştı ama utançla kendi içime yönelmiştim, bakmak istemiyordum. "Ne oldu? Anlat bana, hadi dinliyorum." Hiçbir şey söylemeden başımı iki yana salladım, sadece ağladım, hâlâ gözyaşı üretebilmem imkansızdı ama ben işte ağlıyordum. Sessizliğin ardından "Geliyorum," dedi Tugay, sabit bir sesle. "Sakın arabadan inme."

"Tugay," dedim gözlerimi açıp ona bakarak ama çoktan kapısını açmıştı. "Lütfen gidelim."

Tugay, yüzüme baktı ve sonrasında gözyaşlarımı gördükten sonra "Bana," dedi tane tane. "Beş dakika ver sadece, beş dakika."

Çırpınacak, karşı gelecek mecalim bile yoktu, öylece beni arabada bırakıp eve gitmesine ve kapıyı sertçe kapatmasına izin verdim. Yeniden ellerimle yüzümü kapattığımda bu gözyaşlarının son olması için kendime sözler verdim ama bu sözleri verirken bile ağlamaya devam ediyordum.

😔

Her şeyin son bulduğunu düşündüğün bir an vardır, eğer o an bir ışık gözlerini alırsa artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilirdin; o ışık ise daima ama daima umut olurdu.

Her şeyin son bulduğunu düşündüğüm o anın içindeydim. Omuzlarım düşüktü, gücüm tükenmişti, kendimi kaybetmiştim hatta artık kendimi Adnan Atalar'ın kızı olarak bile görmüyordum. Öyle kolay değildi benim gücümü tüketmek ama sonunda bunu başarmışlardı.

Fakat tek bir not kağıdı, o ışıktı; umudun ışığıydı.

Aracın içindeydik, Omar, Gamze ve Ufuk benim yanımdaydı, arkamızdaki araçlarda ise örgütün diğer üyeleri ve Ölüm Timi askerleri vardı. Tugay Sinan'la düşündüğümden daha uzun bir süre konuştuktan sonra geri araca gelmişti fakat benim ne konuşacak halim vardı ne de onu sorgulayacak mecalim. Sessizlik içinde eve dönmüş, o beni bıraktıktan sonra ortalıktan yok olmuştu.

Yarım saat önce ise Gamze'nin elime tutuşturduğu not kağıdı şimdi avcumun içindeydi.

"Benim canımın canı," diyordu notta. "Victor Hugo'nun dediği gibi, senin saç telin benim zincirimi koparacak kadar güçlüydü ama onların ölümüne sebep olacak. Kaldır başını, çeneni dik tut, sana herkesle beraber boyun eğmek için bekliyor olacağım."

Ne olduğunu bilmiyordum, tek hissettiğim kalbimdeki o umuttu. Giden kimse geri dönmezdi elbet ama cümlelerin intikam etkisi biraz da olsa bana kim olduğumu hatırlatmıştı.

Arabanın içinde de sessizlik hakimdi, radyonun sesi hariç. Halkın büyük bir kesimi yeni çıkan kararların ardından sokaklara dökülmüştü ve insanları dizginlemekte artık zorlanıyorlardı. Bir yandan da bu işlerine gelmişti biliyordum çünkü herkesi temizleyebileceklerdi hatta dakikalar sonra altı kişinin idamı birçok insanın sinmesine neden olacaktı.

Spiker, Eftalya Atalar'ın öldüğünü söylüyordu, sessizce terk edip gittiğini ve BL örgütünü yapayalnız bıraktığını. Onu destekleyenler de kimsesiz kalmıştı, insanlar gücünü kaybetmeye başlamıştı. Onlara sığınacak bir alan kalmadığını söyleyerek köşeye sıkıştırıyorlardı.

Öyle uzun zamandır sessizdik ki, çıkarabileceğimiz hangi çığlık halkın kalbindeki umut ateşini alevlendirirdi bilmiyordum.

Kimse bana hiçbir şey söylemiyordu, ben de kimseye sormuyordum. Yolları dopdoluydu, insanların çoğu yürüyor, kimisi ıslıklarla protesto ediyor, kimisi de Krallık yanlısı olarak dövüşmeye hazırdı. Bütün bu kalabalık ortasında ilerlemekte zorlansak da Meydan'a çıktığımızın farkındaydım.

"Gizlenmemiz gerekmeyecek mi?" diye sordum, yanımda oturan Gamze'ye. "Neden bu kadar rahatsınız?"

Ufuk ön taraftan "Çünkü Eftalya Hanım," dedi. "Herkes tek tip olduğunda kim olduğunuzu tanımakta zorlanırlar."

Kaşlarım havalandığında Gamze, önüme kar maskesini bıraktı. Hepimizin üzerinde siyah üniformalarımız vardı, maskelerimizi taktıktan sonra gizlenecektik elbet fakat yine de o Meydan'da hep beraber var olabilmemiz imkansızdı.

Eğer ki önceden bir plan tasarlanmadıysa.

Normal şartlarda birçok olayı çözebilirdim ama şimdi kafam öyle karmaşıktı ki, hiçbir düşünceye yetişemiyordum.

Kar maskesini alıp kafama geçirdiğimde bu kez Gamze, beyaz eldivenleri kucağıma bıraktı. "Ne?" dedim.

"Emir böyle," dedi Gamze, kar maskesini indirmeden önce göz kırpıp. "Sen beyazları takacaksın, biz siyahlar içinde olacağız."

"Ama," dediğimde yutkundum. "Böyle diğer herkesten ayrılmayacak mıyım?"

"Belki de olması gereken budur hayranı olduğum avukat Eftalya Atalar," dedi Omar geriye doğru bakarak. "Bugün hepimizin dönüm noktası ve başarılı olursak, kimse bugünü hafızalardan silemeyecek, yüz sene sonra bile bugün konuşulacak."

Heyecanlandığımı hissettiğimde belime sıkıştırdığım silah batmaya başlamıştı. "Başarılı olursak mı?" dedim şaşkınlıkla. "Yani başarısız olma ihtimalimiz var mı?"

En acımasız cümleler Gamze'den çıktı. "Kurucu yine kumar oynadı ve kaybederse başı urgana geçecek kişi, bugün o olacak."

"Gamze," dedi Omar gözlerini açarak.

"Ne?" dedim zorlukla nefesimi vererek. "Bu da ne demek?" Hiçbirinden ses gelmedi. "Biriniz söyleyecek misiniz? Bu da ne demek?" Yine hiçbirinden ses gelmediğinde cebimden telefonu çıkarıp Tugay'ı aramak istedim fakat bunun çok yanlış olduğunu fark ettiğimde Gamze'ye dönüp "Bu ne demek?" dedim bir kez daha. "Neden böyle bir şey yapsın?"

"Çünkü kumar oynamadan kazanılmayacak bir oyundu, avukat," dedi ve başını salladı. "Rahat ol, ben sonsuz bir şekilde güveniyorum, sen sevgiline güvenmiyor musun?"

"Gamze," dedi bu kez Ufuk uyarır bir ses tonuyla. "Bu kadar pervasız olma."

"Ne?" Kollarını bağlayıp kıkırdadı. "İkisinin sevgili olduğunu biliyoruz, kendi aramızda bunu mu saklayacağız?"

Gamze hep böyleydi biliyordum, örgütte de en fazla tevazu gösterilen kişiydi ama beni şu an ilgilendiren onun cümleleri değil, birazdan yaşanacaklardı.

Artık kulaklarım uğulduyor, korkudan kalbim hızlı atmaya başlıyordu. Ellerim buz kestiğinde beyaz eldivenleri ellerime geçirdim ve büyük bir nefes vererek kendimi toparlamaya çalıştım. Bu kadar çabuk etkilenmemeliydim her şeyden, daha sakin olmalıydım, yaşanan her şey beni bu kadar yıpratmamalıydı.

Peki ya dakikalar sonra o iskemlenin üzerinde Tugay'ı bir kez daha görürsem? O urgan bir kez daha boynuna geçerse ve bu kez ölürse?

Yaşayamazdım. Tek kelime. Artık bu kadarını kaldıramaz ve yaşayamazdım.

Gözlerimi kapattığımda ellerimi yumruk yaptım ve ona güvenen tarafımı açığa çıkardım. Son zamanlarda kaybediyor olabilirdik, birbirimizle bile savaşıyor olabilirdik hatta sessizleşmiş bile olabilirdik ama o Tugay Demir Çeviker'di, mahkum olduğunda bile herkesi karşısında muma dönüştürürken şimdi öyle kolay kaybedemezdi.

Kaybedemezdi, kaybetmesine ama benim içimdeki bu korku, onun ela gözlerini canlı görene kadar asla geçmeyecekti.

"Burada inip yürüyelim," dedi Ufuk ve arabayı sola doğru çektiğinde ilerideki kocaman kalabalığı ve oraya doğru ilerleyen insanları gördüm. Genelde Krallık yanlısı insanlardı, eldivenleri olanlar ekarte edilmişti ve diğer taraftan yürütüyorlardı. Çekilen bariyerden de gördüğüm kadarıyla Meydan'ın ortasına sadece Krallık yanlıları geçebiliyordu.

Araçtan indiğimizde gökyüzündeki karlar durmaksızın yağmaya devam ediyordu fakat kalbim öyle ateş içindeydi ki, üşümek imkansızdı. Diğerlerinin peşine takıldığımda soldan, diğer insanlardan farklı olarak eldivenli diğerlerinin peşinden yürümeye başladık. Kalabalığın içinden sesler yükseliyordu, Krallık destekçisi insanlar, Krallık'ın marşını söylüyor, kahkahaları birbirine karışıyordu.

Önümdeki eldivenli, ele ele bir çift ise korkuyla onlara bakıyordu. Kadının sesini işittim. "Korkuyorum," dedi acıyla. "Bebeğimi benden alacaklar, ne yapacağız?" Eli karnına gitti, titriyordu ve eşi, onu kollarının arasına aldığında şakağından öptü.

"Konuşacağız, bebeğim, konuşacağız Arzu," dedi, sanki Krallık vicdanlıymış gibi. "Tutup seni öldürecek değiller ya, bulacağız bir çaresini. Senelerdir bu bebeği bekliyoruz biz."

"Yasin," dedi kadın ağlamaklı bir sesle. "Onlar kötü insanlar, laftan anlamazlar. Kaçmanın bir yolunu bulalım ya da BL örgütünden yardım isteyelim."

"BL örgütü bitti," diyen Yasin burnundan soluyordu. "Tugay Demir Çeviker öldü, Eftalya Atalar büyük ihtimal kaçtı. Kimsesiz kaldık. Bizim kaçabilecek başka hiçbir yerimiz yok, senin için gerekirse onurumdan vazgeçerim, kendimi Krallık'a adarım ama çocuğumuzu kurtarırım. Bana güven."

Yutkunduğumda kadın sessizliğe gömüldü, elbette ki bunun uçuk bir hayal olduğunun farkındaydı ama dile getirmek istememişti.

Tugay Demir Çeviker öldü, Eftalya Atalar ise kaçtı.

Eğer buradan kurtulabilirsem Arzu'nun bebeğini kurtarmak için elimden gelen her şeyi yapacaktım.

Bizden bu şekilde bahsetmeleri canımı yakmıştı, şimdi Tugay neyin kumarını oynuyorsa aynısını oynayabilecek güçte hissediyordum kendimi. Yıkılabilirdim, dağılabilirdim, delirebilirdim ama en sonunda döndüğüm kişi, avuçlarının içindeki güçle var olabilen o kadındı, bendim.

Kalabalığın gerisinde sol tarafta duvarın kenarında durduğumuzda bariyerler önümüzdeydi, bariyerlerin içinde ise yarım ay damgalı insanlar ellerinde pankartlarla Başkan'ın adını haykırıyorlardı. Çoğu zayıflıktan ölmek üzereydi, çoğunun elleri kolları yara içindeydi fakat vazgeçmiyorlardı. Çünkü beyinleri yıkanmıştı, yıkanan bir beyin temizlenmesi en zor olandı; anlamak zor değildi.

Bakışlarım kalabalıktan bariyerin diğer tarafındaki idam sehpalarına kaydı. Tam altı tane idam sehpası yan yana dizilmişti, urganlar hafif rüzgardan sallanıyordu ve bazılarının tahtası eskimişti. Görüntüler gözümün önünden geçerken sanki babamın nefesi hemen omzumun üzerindeydi, eli elimdeydi, gözleri benimleydi. Ölmeden saniyeler önce bana gülümsüyordu ve onuruyla ölüyordu. Tek fark şimdi vakit akşamdı, Meydan'ı sarı sokak lambaları aydınlatıyordu ve hava dondurucu derecede soğuktu.

Şimdi aynı idam sehpası karşımdaydı, belki de bir tanesi babamın öldüğü idam sehpasıydı diye düşünürken ortadaki idam sehpasının babama ait olduğunu gördüm çünkü öyle uzun uzun izlemiştim ki, köşesinin çatlak olduğunu ve üstüne silinmeyen kan lekelerinin geldiğini bile ezberlemiştim. Sol üst köşede kan lekeleri vardı.

Babamın idam sehpasıyla şimdi de Tugay'ı asmayacaklardı değil mi? Korkularından vazgeç Eftalya Atalar, dur artık, daha ne kadarını kaybedebilirsin?

"İyi misin?" Omar kolumu tuttuğunda dengemi sağlamak için duvardan destek aldığımı o an fark ettim. Onu onaylayarak başımı salladığımda gülümsemeye çalıştım ama bu da neredeyse imkansızdı. Eğer Tugay'ın kumarı istediği gibi gitmezse Ölüm Timi'ndeki ve Örgütteki herkes de ölecekti. Hatta az önce bebeği için endişe eden önümdeki kadın da. İçten içe artık herkesle sanki son kez görüyormuşum gibi vedalaşmak bir hastalığa dönüşmüştü benim için.

İdam sehpalarının arkasından araçlar görüldüğünde kapalı yoldan bize doğru gelmeye başladılar. Tam üç araç, sehpaların arka tarafında durduğunda kapılar birkaç saniye sonra açıldı ve içeriden beş tane Krallık üniformalı adam indi. Hepsi fazlasıyla korumalıydı ve olası her durum için tedbir alıyorlardı.

Krallık yanlıları mutlulukla çığlık attılar.

Sonrasında araçlardan idam edilecek kişiler indirilmeye başlandı. Bir, iki, üç, dört, beş ve altı. Altı kişi araçlardan indiğinde hepsinin ortak özelliği ellerindeki eldivenleri, mahkum üniformaları ve kafalarındaki çuvallarıydı. Hepsi BL örgütündendi. Kalabalıktan alkış sesi yükseldiğinde elim kalbime doğru gitti, Omar dönüp bana baktığında daha fazla ayakta kalamadığım için ona tutunmak zorunda kaldım.

Kafasında çuval olan insanlar idam sehpasına çıktığında Krallık'ın adamları da arkasına geçti ve onları dizlerinin üzerine çöktürdüler.

Meydandaki sesler tamamen kesildiğinde Krallık yanlıları büyük bir heyecanla o masum insanların ölümünü bekliyordu, ben ise Tugay'ı bekliyordum çünkü biliyordum, o bir yerden gelecekti ve bu insanları düştükleri çukurdan kurtaracaktı.

Gelmeliydi, burada olmalıydı. Benimle olmalıydı.

Elbette kafasına çuval geçirenlerden birisi Tugay değilse. Adamları inceledim, mahkumları. Tugay'la benzerlikleri olup olmadığını anlamaya çalıştım, bu çok kötüydü. Eğer onu son görüşüm o arabadaki halimse ağlayarak vedalaşmıştım, güçsüz bir şekilde.

Krallık'ın adamları, mahkumları iskemlenin önüne itekledi ve sağdaki adam, emri vermek için elini kaldırıp üçten geriye saymaya başladı.

Üç, iki ve bir...

Tam o esnada idam sehpalarının arkasındaki boşluktan bir patlama sesi geldi ve sonrasında gökyüzünde havai fişekler patlamaya başladı.

İşte şimdi başlıyordu!

Akşamın karanlığı havai fişeğin renkli ışıklarıyla aydınlandığında herkes büyük bir şaşkınlıkla gökyüzüne baktı. Gülümsediğimde etrafıma baktım, Tugay'ı görebilmek için ama başka havai fişekler de patlamaya devam etti, sonrasında ise geldiğimiz yoldan insan kalabalığı ortaya çıkmaya başladı. BL örgütünü destekleyen insanlar. Hepsi eldivenliydi, kadın ya da erkek fark etmeksizin, her köşeden çıktıklarında ve inanılmaz derecede kalabalık olduklarında Krallık yanlıları azınlık olarak kalmaya başlamıştı.

Havai fişekler patlamaya devam etti, insanlar her köşeden çıkıyordu ve bütün bunlara rağmen inanılmaz bir ölüm sessizliği vardı. Bakışlarım binaların çatılarına doğru döndüğünde Ölüm Timi'nin askerlerini gördüm sadece bu kadar da değildi, Krallık bir şekilde BL'nin baş kaldırı yapması için Meydan'ı seçmişti ama BL ve Ölüm Timi bunu kendi kazançlarına dönüştürmüştü. Artık hukuk yoktu, insanlar birbirini öldürmek için savaşıyordu.

Bakışlarım yeniden idam sehpalarının olduğu yere döndüğünde "Tugay," dedim Omar'a. "O nerede?"

Kalbim onu hissetti, bakışlarımı kalbim yönlendirdi ve o tarafa döndüm.

Tam o esnada Krallık'ın adamlarından bir tanesi sol elini yavaşça havaya kaldırdı, siyah eldiveni gördüm, tersini çevirdiğinde timsah amblemiyle karşılaştım; gözlerim irice açıldığında sağ eliyle eldiveni çıkarıp idam sehpasının üstüne astı. Dudaklarım aralıklı, nefesimi tutmuştum çünkü o sol el, Tugay'ın protez elinden başka kimsenin eli değildi. O idam sehpasının üzerindeydi ama bu kez avlanan değil, avlayan kişiydi.

Tugay sağ eliyle yüzündeki kar maskesini söker gibi çıkardığında güzel yüzü gözlerimin önündeydi, onun bakışları ise direkt o kalabalıkta beni bulmuştu, dudaklarında silik bir tebessüm vardı.

Altı kişi, idam sehpasında, arkasında Tugay ama bu kez yargılanan değil, onların diliyle onları yargılayan.

BL destekçileri alkışlamaya başladığında idam sehpalarının oradaki Krallık'ın diğer adamları yüzlerindeki koruma kar maskelerini çekip çıkardılar ve onları gördüğüm an, kalbim çok daha hızlı atmaya başladı. Marco, Giray, Javier ve... Sinan.

Krallık yanlısı olanlar kaçışmaya başladığında BL destekçileri alkışlıyor, Tugay'ın adını haykırıyorlardı. Önümde duran o hamile kadın mutluluktan ağlıyordu, eşi ise ona sarılmıştı.

Tugay Demir Çeviker ölmemişti ve şimdi bunu her anlamda insanlara kanıtlıyordu.

Gözlerim bu kez mutluluktan dolduğunda Marco, elindeki mandalinayı havaya atıp tuttu ve sırıtarak bana göz kırptı. Yanımdaki Omar ise gülmeye başladı.

Birbirlerine baktılar ve en sonunda önlerindeki adamlara döndüler ve tek tek çuvalları açmaya başladılar.

Javier'ın açtığı kişi, Başkan'ın bütün pisliklerini temizleyen avukatıydı.

Marco'nun açtığı kişi, Başkan'ın özel kalemiydi ve kararların çoğu onun zekasından çıkardı.

Giray'ın açtığı kişi, Başkan'ın yeni yardımcısıydı ve bütün karanlık işler ondan sorulurdu.

Sinan'ın açtığı kişi, Başkan'ın en yakını, bütün pisliklerini örten erkek arkadaşıydı.

Tugay'ın açtığı kişi, günler önce rehin aldığımız Başkan'ın erkek kardeşiydi.

Bir kişi kafasında çuvalla kaldığında ve çırpınmaya başladığında Omar, sırtıma dokundu ve beni o yöne doğru yürütmek istedi.

Tam o esnada, Tugay, sol protez elini öne doğru uzattığında beni davet etti. Şaşkınlıkla beraber heyecan kalbimi sıkıştırırken sanki bir robotmuşum gibi Omar'ın beni yönlendirmesine izin verdim ve idam sehpalarının önüne gittiğimde kalabalığa sırtım dönük olmasına rağmen insanlar bu kez de benim adımı haykırmaya başladı. Nereden tanıdıklarını düşünecekken aklıma eldivenlerim geldi fakat bakışlarım, Tugay'dan ve bana uzattığı elinden ayrılmıyordu.

Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım ve geri açtığımda elim, elini tuttu. Beni tek bir hamleyle idam sehpasına çıkardığında kafasında hala çuval olan adamın arkasına götürdü ve herkesin gözü önünde itaat edermiş gibi eğilip elimin tersini öptüğünde bakışlarını bakışlarımdan ayırmadı, dudakları elimin tersindeyken ise günlerdir duymadığım o kelimeler dudaklarından döküldü. "Sevgili avukatım, senin için hazırladığım gösteriye hoş geldin, güzel yüzüne kan gelmemesi için idam sehpasında onları sana itaat ettirdim, dizlerinin üzerinde. Beğendin mi?"

Alkışlar arttığında kalbim öyle hızlı atıyordu ki, bir gün idam sehpasını çıkabileceğime neredeyse emindim fakat bu şekilde olabilme ihtimalini hiç düşünmemiştim.

Babamın idam edildiği o sehpanın üzerindeydim, urgan benim için değil, önümdeki kafasında çuval olan adam için sallanıyordu ve hepsine bir adam düşerken bu altıncı adamı benim için ayırmışlardı.

Tugay, geriye bir adım attı, beni ön plana çıkardı ve ellerini önünde birleştirdi, efendisiymişim gibi. O öyle yaptığı an, kalabalıktan bazı insanların da bunu yaptığını gördüm. Karşımda öyle geniş bir kalabalık vardı ki, insanların bakışları benden bir an olsun bile ayrılmıyordu.

Kafamdaki kar maskesini yavaşça çıkarttığımda bu kadar insanın gözü önünde lekelerimle olmaktan utanmıyordum, bugün değildi, öyle ki, ben kar maskesini çıkardığım an kalabalıktan bir kadın sesi "Çok güzelsin!" diye bağırdı.

O kadın, az önce hamile haliyle ağlayan kişiydi, Arzu'ydu.

Çenemi kaldırdım, elim önümdeki adamın çuvalına doğru gitti ve büyük bir nefes verdikten sonra çuvalı çekip çıkardım. O an, o kalabalığa rağmen yüzümdeki şaşkınlığı gizlemeden bakışlarım Tugay'a kaydı; gözlerim kocamandı.

Önümdeki kişi, Başkan'dan başka kimse değildi.

Tugay ve Sinan o an eğilip birbirlerine baktılar ve imayla gülümsediler.

8 saat öncesi...

"Planın farkındasın değil mi?" diye sordu, Tugay işaret diliyle.

Öfkeli olan Sinan acıyla "Meryem," dedi. "Sana söylemiştim, ben onun için bu kadar şeyi göze aldım ve az önce Eftalya söyledi, o ölmüş."

Tugay kasıldı ardından "Meryem'den emin değilim," dedi yutkunarak. "Ve eğer yaşıyorsa zaten onunla, Nida'ya da ulaşacağız, sen sadece bana ayak uydur." Öne doğru eğildi, sanki fısıldayacak gibi halbuki sadece elleri hareket ediyordu. "Fakat bu bir kumar. İkimiz de kaybedebiliriz. Seni rehin alabilirler ve beni de idam edebilirler. Bu plan, bir yere kadar sadece ikimizin kontrolünde olacak, Sinan."

İkisini ilk kez birlik olacaklardı, Eftalya Atalar'ı yaşatmaya çalışmak dışında.

Ve bu birlik ya onların bağlarını sıkı tutacak ya da o bağın ebediyen yok olmasına neden olacaktı.

Sinan, burnundan öfkeli bir nefes verdiğinde kızaran gözlerle "Rehin alınmak da, ölüm de umurumda değil," dedi. "Planı gerçekleştirelim."

Tugay, Sinan'ın cesaretini takdir ediyormuş gibi baktığında sırtını koltuğa yasladı, çenesini havaya kaldırdı. "Krallık'a ulaşacaksın," dedi. "Ve sadece Başkan'la konuşabileceğini söyleyeceksin. Yanında onlarca koruma ordusu olması önemli değil, tek istediğim onu Riva'daki evine götürmen çünkü orası kontrolüm altında, en başından beri." Sinan dikkatli bir şekilde Tugay'ın ellerini izliyordu. "İkinci önemli görevin, Riva'daki kapının şifresini öğrenmen. Askeriyede hafızanın iyi olarak anıldığını biliyorum, Sinan. Giray söyledi. On haneli şifreyi ezberlemen yeterli." Sinan başını salladı, kendinden emin bir şekilde. "Bu ikisini gerçekleştirdikten sonra onlara senin şu an kaldığın evin adresini verecek, avukatla beraber burada yaşadığımı söyleyeceksin hatta diyeceksin ki, kendimden eminim, onları bulana kadar beni rehin alabilirsiniz." Sinan yutkundu. "Başkan senin yanında kalacaktır, adamlarını ise buraya gönderecek. Sen bu evden çıktıktan sonra bu evin altındaki mayınları devreye sokacağım ve onlar girdiği an patlatacağım, bu yüzden sevdiğin bir kahve fincanın varsa cebine sıkıştır."

Sinan dayanamayıp güldü, Tugay da karşılık verdi.

"Sen," dedi Tugay elleriyle hızlı bir şekilde. "Onların maşasısın, bizden korktuğuna ve kaçtığına eminler, bu yüzden ne söylersen söyle sana inanmaya hazırlar. Tek yapman gereken planı gerçekleştirip beni beklemen. Bunu da elbette seni dinleyen cihazı kullanarak yapacaksın. Biz seninle kavga edeceğiz, sen en sonunda o insanlardan yardım isteyeceksin, bizi satmak uğruna."

"Peki ya," dedi Sinan. "Ben şifreyi ezberleyemezsem ya da Riva'daki eve ikna edemezsem?"

Tugay, gözlerini kıstı ve dudaklarını büzerek "O halde," dedi korkutucu bir tebessümle. "İkimiz de el ele tutuşarak ölüp gideriz." Sinan, Tugay'ın pervasızlığına şaşırmıştı ama bir yandan da bu onu yeniden güldürmüştü. "Ölümle defalarca burun buruna gelince senin için komik bir şakadan ibaret oluyor, bilirsin."

Sinan, başını olumlu anlamda salladı.

"Peki ya plan tamamen gerçekleşirse?"

Tugay çenesini havaya kaldırdı. "Kimseyi bulaştırmadan," dedi. "Tek başıma, Başkan'ın koruması gibi aralarına sızacağım, hem de en yakın korumasının yerine." Sinan'ın gözleri kocaman açıldı. "Sonrasında geriye kalan herkese ulaşmak çok kolay olacak, buna Meryem ve Nida da dahil." Yüzündeki ifade değişti, keder çöktü. "Elbet yaşıyorlarsa eğer."

Sinan kasıldı, ayağa kalktı ve volta atmaya başladı. Korktuğu kendi ölümü değildi ve Tugay da bunun farkındaydı. "Bütün plan benim etrafımda dönüyor," dedi. "Ve ben başarısız olursam hepimiz yok olacağız."

Tugay, cebinden bir sigara çıkardı, dudaklarının arasına yerleştirdi ardından Sinan'a da uzattı. İkisi karşılıklı sigaralarını içtiklerinde "Avukatım sana güveniyor," dedi Tugay. "Ve o sana güveniyorsa bir bildiği vardır bu yüzden ben de şu an sana güveniyorum, Sinan." Başını salladı. "Bakma öyle, bir suç kralı olmam, sevgili avukatıma itaat etmediğim anlamına gelmez."

Şimdi...

Başkan'a nasıl ulaşabilmişlerdi? Onu nasıl avcunun içine alabilmişti? Öyle şaşkındım ki aralıklı dudaklarım kapanmıyordu. Başkan'ın ağzında örtü vardı ve sıkıca kapatılmıştı, bağıramıyordu bile. Ayakları çıplaktı, üzerinde mahkum üniforması vardı. Gözleri ağlamaklıydı, dizlerinin üzerindeydi ve itaat ediyormuş gibi bakıyordu.

"Ne demiştim sana?" dedi Tugay bana doğru kısık bir sesle. "Herkes önünde diz çöküp itaat edene kadar bir an bile durmayacağım."

Başkan bana bakıp başını iki yana salladığında gözlerimin önünden Meryem'in görüntüsü geçti ardından babamın ve sonra annemin... Sinan'ın yaşadıklarının, benim uğradığım işkencelerin... Tugay'ın çektiği acılar... Ülkenin geldiği durum. Bütün hepsi, şimdi kalbimdeki o acının yanında intikam duygusuyla alevlenmeye başlamıştı ve Başkan, ayaklarımın ucunda dizlerinin üzerinde bana yalvarıyormuş gibi bakıyordu.

Öne Başkan'ın kulağına doğru eğildim ve kısık bir sesle "Merhaba," dedim. "Ben Eftalya Atalar. Adnan Atalar'ın kızıyım, ezbere biliyordun zaten ama bir de bu şekilde ezberlemiş oldun."

Benim cümlelerimin ardından ilk hamle Javier'den geldi, avukatı sert bir şekilde ayağa kaldırdı iskemlenin üzerine çıkardı ve gözünü kırpmadan iskemleyi ittiğinde avukatın boynundan kırılma sesi geldi, meydanı ölüm sessizliği kapladı.

Sonraki hamle Sinan'ın, Başkan'ın en yakın arkadaşının iskemlesini itmesiydi, gözlerinde yaşlarla ayakları sallandı.

Giray, geriye bile saymadan hatta bizim bakmamıza bile fırsat vermeden Yardımcı'nın iskemlesini tekmelediğinde iskemle meydana doğru yuvarlandı, adamın ise boynu kırıldı.

Marco, özel kaleme doğru eğildi, mandalinadan bir parça uzatıp "Ölmeden önce bir parça ister misin?" diye sordu. "Vitamin, iyi gider." Adam şaşkınlıkla ona bakarken, Marco, gülerek adamın ağzını açtı ve mandalinayı ağzına tıktığında o da iskemleyi itti. Adam işkenceler içinde ölürken Marco elinde kanal son mandalinayı da ağzına attı.

Geriye Başkan ve onun erkek kardeşi kaldığında ikisi birbirine ağlayarak baktı, Tugay ise gülmeye başladı. Tam o esnada uzaktan silah sesleri geldi, Krallık'ı korumak için polisler geliyordu ve bizi yakalayacaklardı ama beni başka bozguna uğratan bir olay daha yaşandı. Polislere karşılık veren Ölüm Timi ya da Örgüttekiler değildi. Krallık tarafında gibi görünen polisler onlara savaş açtığında bariyerin önüne etten duvar ördüler. Son çıkan kararlardan sonra artık onlar da taraflarını belli ediyorlardı, Krallık kendi arasında bölünmeye başlamıştı.

Tugay yeniden gülmeye başladığında Başkan'ın gözünün içine baktı ardından "Seni uyardım," dedi. "Defalarca defalarca ve defalarca." Başını iki yana salladı dudaklarını birbirine bastırdı. "Ama sen anlamamak da direndin, yetmedi bana savaş açtın, o da yetmedi benim canımın canını yaktın." Tek kaşını kaldırdı. "Kafamın içinde defalarca seni öldürdüm, her türlüsünü yaşattım ama en makul olan neydi biliyor musun?" Bir anda erkek kardeşinin iskemlesini ittiğinde gözünün yaşına bile bakmadı, başını bile çevirmedi. Erkek kardeş işkence çeke çeke urganda sallanırken Tugay korkutucu bir şekilde gülümsemeye devam etti. "Seni kendi kazdığın kuyuda öldüreceğiz, hem de güvendiğin herkesle beraber." Protez olan sol elini öne doğru uzattığında keyifle "Merak etme," dedi göstererek. "Ben senin cesedini timsahlara bile yem etmeyeceğim çünkü o şerefe nail değilsin."

Gözü dönmüşlüğün kaçıncı evresiydi, bilmiyordum ama Omar haklıydı, bu yaşanılanlar, yangın çıkarmaktan çok daha büyüktü, senelerce konuşulacak bir meseleydi hatta hepimizin adı iyi veya kötü şekilde tarihte yerini alacaktı.

Beş adamın cansız bedeni şu an urganlarda sallanıyordu, yüzlerce insanın gözleri bizim üzerimizdeydi. İki kişiydik, Tugay Demir Çeviker ve Eftalya Atalar fakat gerçek olanı biliyorduk; biz gerçekten ne kadar kaybedersek kaybedelim sonucunda bir şekilde kazanmanın yolunu bulabiliyorduk.

Sıra bana geldiğinde Başkan'ın gözlerinden yaşlar akarken bana baktı, başını iki yana salladı ve ağzının içinde bir şeyler söylemeye çalıştı. Yüzümü buruşturduğumda acımayı bekledim, üzülmeyi ya da elimin titremesini, kendimi kötü hissetmeyi. O duyguların hiçbirisi bende olmadığı gibi tek hissettiğim nefretti, salt nefret. Ve öfke.

Başkan daha fazla yalvararak bana baktığında çırpınmaya başladı. Başımı omzuma düşürdüğümde "Şerefine dil uzattığınız Adnan Atalar," dedim. "Onurlu bir şekilde öldü ama siz son nefesinizi bile vermeden önce onursuzsunuz." Alayla gülümsedim. "Bak sen," dedim üstün bir sesle. "Bir gün o urgan senin boynuna geçmeyecek miydi? Kendi ellerinizle büyüttüğünüz canavarlar dişlerini geçirirken acır mı peki size?" Tiksintiyle nefesimi verdim. "Benim gibi babasını öldürdüğünüz kız çocukları bugün değil de elbet bir gün büyüyüp karşınıza çıkmayacak mıydı?"

"Daha fazla ağlamasını istersen ona işkence çektirebilirim, güzelim," dedi Tugay, sakin bir sesle. "Belki sol koluna veda etmek ister o da? Ne dersin?" Keyifle güldüğünde ben de ona katıldım, tıpkı babam ölürken onların güldüğü gibi.

Kalabalıkta silah sesleri vardı, insanların adımızı haykıran sesleri ve havai fişekler. Hepsi birbirine girmişti ama ben yine de kalbimin atışını kulaklarımda işitebiliyordum.

Gözlerimi kapattım, büyük birkaç nefes aldım ve o an, kapattığım gözlerimin karanlığında kendimi gördüm, bir camın ardından babamla konuşuyordum. Bana ihtiyacı vardı, onu mahvediyorlardı. Daha sıkı yumdum gözlerimi, annem kanlar içinde yataktaydı. Nefesim kesildi, Meryem henüz bebekti, onun sakat kalmasına neden olmuşlardı.

Hepsi içi içeydi ve artık öfke tüm vücudumdaydı, ellerimdeydi, karnımdaydı, bacaklarımdaydı ve sonrasında dudaklarımın arasından bir çığlık çıktığında gözlerimi açıp sert bir tekmeyi iskemleye vurdum, Başkan'ın ölümü bir idam sehpasında benim tarafımdan gerçekleşti, bu Tugay sadece bana değil, aileme de bir hediyesiydi.

Başkanın boynu urganın içinde sallanırken kırılmadı, ayakları çırpınmaya başladığında idam sehpası da titriyordu. Tıpkı babama yapmak istedikleri gibi. Gözleri karşıdaydı, kalabalıktaydı ve halkın gözü önünde, yüzlerce insanı idam ettiren Başkan, şimdi o idam sehpasında çırpınıyordu.

Bütün masum insanların intikamı, bir idam sehpasıyla alındı.

Son bir kez daha çırpındı ardından başı öne doğru düştüğünde ağzının kenarından kan gelmeye başladı. Çenemi havaya kaldırdığımda yutkundum ve dimdik durmaya çalıştım hatta çalışmama gerek yoktu; Tugay'ın sol kolu belime dolandığında o benim dengemi sağladı. Bir adım öndeydim, o ise arkamdaydı. Herkes ise saygıyla bana bakıyordu.

O sırada kalabalık bir BL grubu kocaman bir pankartı açıp karşıma geçtiler.

"Benim mahkumiyet zincirimi koparan tek bir saç telindi, beni kurtardın.
Canını yakanların boynuna dolanan urgan yine saç telindendi, onları yok ettin."

"BL ÖRGÜT KURUCUSU,
TUGAY DEMİR ÇEVİKER"

Hemen yanında başka bir pankart daha açıldığında bu pankartı açan kişi havaya kaldırdı.

"Masum insanların boynuna doladığın urganın bir gün senin de boynuna dolanacağını bilerek yaşa çünkü o zaman, korkuların içindeki kötülüğü dizginleyecek!"
"BL"

Başka bir pankart daha.

"Krallık benim beş yaşındaki kardeşimin açlıktan ölmesine neden oldu, ben ise şimdi onlara açlığıma rağmen baş kaldırıyorum!"
"BL"

Ve en çok canımı yakan.

"Gelecekte güneş doğacak mı bizler için? Eğer doğacaksa kaybettiğim her can için yaşamaya devam edeceğim çünkü onlara güneşin ilk doğduğu noktada veda edeceğim."
"BL"

Tugay'la bakışlarımız kesiştiğinde "Umarım," dedi. "Bu intikam, içini soğutmuştur." Bu intikam değildi, bu onlara yaşattığı cehennemdi. "Dilersen her saç teline, bir urgan."

"Bu kadarı gerçekten..."

"Çok fazlaydı," diyerek cümlemi tamamladı ve göz kırptığında bir tane daha havai fişek gökyüzünü aydınlığa boyadı. "Harika değil mi?" dedi sanki altı kişi az önce asılmamış, hemen yanımızda durmuyormuş gibi. "Senin için yaptırdım, seviyorsun havai fişekleri."

Silah sesleri, siren sesleri, insanların bağırışları, çığlıklar, isimlerimiz, her yer her yerdeydi ve o elbette ki bana havai fişeklerden söz ediyordu.

Normalde delirdiğini söylerdim ama bu kez "Evet, harikalar," dedim ben de gökyüzüne bakarak. "Bir ara da ben senin için böyle bir gösteri hazırlayayım, ne dersin?"

Bakışları bana döndüğünde ben de ona baktım ve aynı anda kahkaha attığımızda ne kadar korkutucu göründüğümüz ya da ne kadar delirdiğimiz umurumda bile değildi çünkü ben delirebileceğim kadar acı çekmiştim zaten. Belimden tutup beni kendisine sertçe çekti, dudakları şakağıma dokunduğunda gözlerimi kapattım ve onun temasının verdiği heyecanı yaşadım. Flaş sesleri geliyordu, insanlar bizim fotoğrafımızı çekiyordu ama umurumda değildi.

"Söylesene," dedi kulağıma doğru. "Neden böyle anlarda nefesini kesene kadar seni delicesine öpmek ve vücudunun her zerresini hissetmek istiyorum?"

"Tugay," diye fısıldadım fakat içimde gizlediğim bütün hisler şimdi tek tek açığa çıkıyordu.

"Ve sanma ki, bu kadarla sınırlı," dediğinde gözleri arkamdaki Sinan'la kesişti. "Sola dön, ileriye bak, seni bir şey bekliyor olacak."

Direkt o yöne döndüğümde Sinan da gülerek bana baktı ve elime bir dürbün tutuşturduğunda hızlı bir şekilde alıp gösterdiği yöne baktım. İlk önce bulanıktı ama sonrasında netleştiğinde dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu.

Meryem oradaydı, uzakta bir aracın içindeydi ve ölmemişti.

Gözlerimden yaşlar dökülürken bir kez daha güldüm ardından ağlamaya başladım. Sinan'la göz göze geldik ve onu çekip sarıldığımda o da bana sarıldı.

İlk defa zafer bu kadar yakın bir şekilde hemen yanımda nefes alıyor gibiydi, ilk defa kurtulacağımıza inanıyordum ve ilk defa bizim kazanacağımıza inancım tamamen yüksekti.

Ta ki Marco'nun, Tugay'a seslenmesinin ardından.

"Şuna bak," dedi bir not kağıdı uzatarak. Yüzü sirke satıyordu. "Bunu görmen gerekecek."

Tugay, yüzündeki gülümsemeyle notu elinden aldı ve okurken yüzündeki ifade tamamen değişti. Eğilip ben de notu okuduğumda aynı ifade artık bende de mevcuttu, zafer ise aslında hiçbir zaman bize uğramayacaktı.

"Babamı öldürdüğün için teşekkür ederim, planına ayak uydurmak büyük bir şerefti, beni o ihtiyardan kurtardın neyse ki.
Şimdi gösterin bittiyse sahne sırası bende çünkü oyun asıl şimdi başlıyor, aranızdaki benim canavarımla birlikte. Yediğin yemeklere bile dikkat et."

"X"

...

Bu bölüm, defalarca kez dönüp dönüp okuyacağım bölümler listesine eklendi efendim... O KADAR SEVDİM Kİ!

Sonrasına gelirsek... hm benc bunu şimdi düşünmeyelim ya........

Yani hayat bu....

Beni seviyorsunuz? Kabul edin artık?

Instagram: asliarslaan, beyazlekeofficial

Oylarınız ve yorumlarınız için sonsuz teşekkür ederim, hepsi motivasyon kaynağı.

Özgürlüğümüze ,)

Continue Reading

You'll Also Like

44.5M 2M 84
Korkmuyordum, ne karanlıktan, ne gürleyen gök gürültüsünden, ne de bana zarar verebilecek bir insandan. Çünkü ben karanlıktım, ben gürleyen göktüm...
858K 36.3K 26
Abimin arkadaşı akımını abimin arkadaşına uyguladım. Yaparken aklımdan geçen tek şey sürekli okuduğum kitaplardaki gibi olacak değil ya; Ayrıca tek b...
ZEVAHİR By Çiğdem

General Fiction

3.8M 205K 81
"Lütfen... Hayır," dedim adımlarım geri geri giderken. Buradan uzaklaşmalıydım. Silahtan, bağlı adamdan, karşımdaki gözü dönmüş adamdan... Hepsinden...
5.2K 326 19
Yıllar önce kurulan denge altüst oldu. Geçmişin karanlık ruhu uyandı ve şimdi hepsinden intikam almak için geri dönüyor. Bu yıkımdan sağ çıkabilece...