FÜG

By klclygmr

2.5M 210K 143K

Bu kurgu tamamen bana aittir ve tüm hakları saklıdır. . . . . . . Kapak: pinterestten alıntıdır. More

TANITIM
1.BÖLÜM
2.BÖLÜM
3.BÖLÜM
4.BÖLÜM
5.BÖLÜM
6.BÖLÜM
7.BÖLÜM
8.BÖLÜM
9.BÖLÜM
10. BÖLÜM
11.BÖLÜM
12. BÖLÜM
13. BÖLÜM
14. BÖLÜM
15. BÖLÜM
16. BÖLÜM
17. BÖLÜM
18.BÖLÜM
19.BÖLÜM
20.BÖLÜM
21.BÖLÜM
22.BÖLÜM
23.BÖLÜM
24.BÖLÜM
25.BÖLÜM
26.BÖLÜM
27.BÖLÜM
28. BÖLÜM
29. BÖLÜM
30.BÖLÜM
31.BÖLÜM
32.BÖLÜM
33.BÖLÜM
34.BÖLÜM
35.BÖLÜM
36.BÖLÜM ~
37.BÖLÜM
38.BÖLÜM
39. BÖLÜM
40. BÖLÜM
41.BÖLÜM
42.BÖLÜM
43.BÖLÜM
45.BÖLÜM
46. BÖLÜM
47.BÖLÜM ~
48.BÖLÜM
49. BÖLÜM

44.BÖLÜM

35.4K 2.9K 4.3K
By klclygmr

Son bir haftanın sabah rutinini bozmadan, yatağımdan adeta sürünerek kalktım. Uyuşuk bedenimi tembelce balkona sürüklerken içimdeki sıkıntıya engel olamıyordum. Beynim, iki ucu paslı bir makasın arasına sıkışmış gibiydi. Bir el, makası sıkıyordu ve acıtarak beynimi parçalara ayırıyordu. Sonra parçalar tekrar bir araya geliyor, paslı makas bir kez daha acıtarak kesiyordu. Binbir parçaya bölünmüş gibiydim.

Balkona çıktım ve hamağın üzerine yerleştim. Gökyüzü iç karartıcı bir şekilde siyah bulutlarla çevriliydi. Kolumu balkonun soğuk trabzanına yaslarken bir an ürperdim. Hava kapalı, soğuk ve fazla kasvetliydi.

İçimde hissettiğim şeyin sebebi tam olarak neydi bilmiyorum. Gördüklerim, duyduklarım ve hissettiklerim. Zihnimde canlananlar kafamın içinde koca bir boşluk oluşturmuştu. Kendimi o bilinmezlik boşluğuna sarkıtmış, deli gibi sallanıyordum. Ayağa kalkıp masanın üzerindeki su şişesine aldım. Minelerimin suya ihtiyacı vardı. Kendimi iyi hissetmesem de onları ihmal etmiyordum. İlk çiçeğin suyunu verdikten sonra ikincisine geçerken kapım tıklatıldı.

"Şeker, açar mısın güzelim."

Rüzgâr gelmişti. Şişeyi tekrar masanın üzerine koyduktan sonra kapıya yöneldim. İnsanın başı, vücuduna ağır gelir miydi? Geliyordu. Başımı taşımakta zorlanıyordum. Sarsak adımlarla kapının önüne geldim ve kilidi açtım. Kapının kolunu çevirip açmamı beklemeden Rüzgâr benden önce davrandı ve kapıyı açtı.

"Günaydın sevgilim."

Her zaman olduğu gibi sahte bir enerjiyle içeri girdi. Belli etmemeye çalışıyordu ama o da iyi değildi. Benimleyken insan nasıl iyi olurdu ki?

"Günaydın," dedim ve ona arkamı dönüp tekrar balkona yöneldim.

"Artık kapıyı kilitlemesen mi?" diyerek peşimden gelmeye başladı. Son bir haftadır güne başlarken kurduğu ikinci cümle buydu. Hiç sıkılmadan her gün bu durumdan şikayet ediyordu ama beni zorlamak da istemiyordu.

Artık odamda olduğum süre boyunca kapıyı hep kilitli tutuyordum. Rüzgâr dahil hiç kimse benden izinsiz odama giremiyordu artık. Balkona çıktım ve tekrar su şişesini elime alıp mineleri sulamaya başladım.

"Buna hiç su vermedin mi?" dedi minelerden birini eline alarak. "Kurumuş."

Elinde tuttuğu saksıya baktım boş gözlerle. Küçücük, kuru bir dal vardı saksının içinde.

"Verdim Rüzgâr," dedim saksıyı elinden alıp yerine koyarken. "Çiçek bu, kuruyabilir."

Diğer çiçekleri de sulamamı beklerken hiç konuşmadı. İki eli cebinde sadece beni izledi. Son çiçeğin de suyunu verdikten sonra boşalan şişeyi masanın üzerine bıraktım.

"Şeker," dedi odaya yöneldiğim sırada. Durdum ve yüzüne baktım. "Bugün hava çok güzel," dedi uzanıp ellerimi tutarak. "Çıkalım mı biraz?"

Dönüp güzel dediği havaya baktım. Güzel değildi. Kara bulutlar tepemize kadar yaklaşmış, sanki biraz sonra üzerimize çökecekti. "Bu hava mı güzel Rüzgâr?" dedim başımla açık alanı işaret ederek. "Birazdan yağmur yağar."

"Yağmur mu?" Dönüp bir kez daha baktı kuşkuyla. "Bir tane bile bulut yok. Üstelik buraya bu mevsimde pek yağmur yağmaz."

Ellerimi Rüzgâr'ın ellerinden çektim ve trabzanlara tutunarak etrafı seyretmeye başladım. Kötüydü, kapalıydı ve çok sıkkındı hava. Kara bulutlar her an büyük bir gürültüyle üzerimize felaket yağdıracak gibiydi ama Rüzgâr görmüyordu. Rüzgâr benim gördüğüm hiçbir şeyi görmüyordu. Dün yaptığı elektroşok terapisinden sonra da, ondan iki gün önce yaptığında da aynısı olmuştu. Bir hafta içerisinde iki kere yaptığı terapiden sonra gördüğüm kadını Rüzgâr görmemişti. Ama ben gördüm. Zeynep abla iki terapide de kanlı canlı karşımda duruyordu.

Zeynep abla, yirmi yıllık hayatımın ilk kara bulutuydu.

Altı yaşındayken beni kandırarak gönderdiği o evden geri gönderildiğimde çok sinirlenmişti. Neler yaşadığımdan haberi yoktu, haberi olsa da umurunda olmazdı. Nefret ettiği çocuk geri dönmüştü ve bu durum Zeynep ablayı çok öfkelendirmişti. Gerçeği bilsem hiç gitmezdim ama Zeynep abla, 'Annene o evin adresini verdim, seni oradan alacak' demişti, ben de hemen inanmıştım.

İlay'ın babası, sırtına batırdığım bıçaktan sonra Meral teyzeyle konuşup beni geri götürmüştü yurda. Meral teyze çok üzüldü, çok ağladı. Beni göndermek istemedi çünkü o çok iyi bir kadındı. Çok merhametli, anne olmayı hak eden bir kadındı ama kocası öyle değildi.

Serhat amca, çocuk Şeker'in ikinci kara bulutuydu.

Hayatıma çöken ikinci kara bulutun, İlay'ın babası olduğunu anladığım geceden beri iyi değilim. Rüzgâr'la gittiğimiz restoranda Gözde'den gelen mesaj ve beraberinde zihnimde çakan şimşekler... Kara bulutların birbirine çarpması sonucu zihnime yağan, felaketim olan anılarım...

Yemeğe gittiğimiz günün sabahı, uyanır uyanmaz Serhat Atalar ve ailesini araştırmaya başladım. Gözde'nin, Rüzgâr'a gönderdiği mesajda gördüğüm isimler kötü bir tesadüf olabilirdi. Emin olmam gerekiyordu.

İnternette birçok haber vardı aile hakkında. Ama haberler çoğunlukla İlay hakkındaydı. Sosyetelerin magazin sitelerinde çokça yer edinmişti. İlay'ın olduğu fotoğraflarda değişen tek şey, yanındaki adamlardı. Hakkında çıkan aşk dedikodularının hepsini reddeden İlay, kalbinin sahibinin çocukluk aşkı olduğunu söylemişti. Rüzgâr'dan bahsediyordu. Rüzgâr, İlay'ın çocukluk aşkıydı.

İnternetteki bazı haberlerde, Serhat ve Meral Atalar çiftinin eczacı oldukları yazıyordu. Kısa bir süre eczacılık işi yaptıkları, daha sonra küçük bir medikal şirketi kurdukları, zamanla işleri büyüterek Atalar Medikal Şirketlerini kurdukları da haberler arasındaydı. Meral teyzenin bazı geceler işe gittiğini hatırlıyorum. Bazı geceler de Serhat evde olmuyordu. Eczanelerin haftanın belli günleri nöbetçi olduğunu düşününce bu mümkün görünüyordu. Ancak aklımın almadığı bazı şeyler vardı.

İlay benden üç yaş büyüktü. Bu demek oluyor ki ben o eve gittiğimde altı yaşındayken, İlay dokuz yaşındaydı. Ancak o evde bulunduğum süre boyunca benden başka çocuk yoktu. Üstelik çocukları olmadığı için beni evlat edinmişlerdi. İlay da tıpkı benim gibi evlatlık olabilir mi diye bütün gün internet üzerinden araştırma yaptım. Bu üç kişiyle ilgili yapılan kücücük haberleri bile defalarca kez okudum.

Aileyle yapılan bir dergi röportajında gördüğüm haberle kafamdaki taşlar yerine oturdu. Röportaj da Serhat'ın söylediğine göre, İlay önceki evliliğinden olan kızıydı. Annesinin vefat etmesi sonucu öz babası Serhat ve üvey annesi Meral, İlay'ı yanlarına almışlardı. Meral teyze ise bu konu hakkında, 'Onu kendim doğurmuş gibi seviyorum. O kadar güzel bir çocuktu ki, beni kırmayarak Ceren olan adını İlay olarak değiştirmeyi kabul etti,' demişti. Defalarca kez okuduğum bu haber sayesinde emin olmuştum.

Bu aile, o aileydi.

Bu adam, o adamdı.

"Biraz Dilara'yla vakit geçirmek istiyorum Rüzgâr," dedim ve odaya girdim. Bir haftadır kimseyi odama almadığım gibi, kendim de odamdan hiç çıkmamıştım. Rüzgâr'ın ve Koray'ın bütün çabalarına rağmen kendimi odaya kapatmıştım. Kendi içimde bir mücadele halindeydim. Hatırladıklarımı Rüzgâr'a anlatıp anlatmamak konusunda yaşadığım kararsızlık beni boğuyordu.

Anlatsam ne olurdu? Rüzgâr o adama ne yapardı? Pekii o adam benim varlığımdan haberdar olunca bana ne yapardı? Daha kötüsü bu uğurda Rüzgâr'ın başına neler gelirdi düşünmek bile istemiyorum. Üstelik bunları benden başka kimse bilmiyordu. Kanıtım var mıydı? Yoktu. Altı yaşında başıma gelenlerin bendeki tek kanıtı, ruhuma bıraktığı derin yaraydı. Yaralamıştı Serhat beni. Ömrümün sonuna kadar kanayacak derin bir yara açmıştı ruhumda.

Serhat'ı polise şikayet etmeye kalksam bile, kanıtım olmadığı için hiçbir şey yapılmazdı. Böylesine itibar sahibi bir adamın böyle bir şey yaptığına kimseyi inandıramazdım. Aklı sürekli firar eden biri olarak, bana Rüzgâr'dan başka kimse inanmazdı. Rüzgâr'ın bilmesi de onun başını belaya sokmaktan başka bir işe yaramazdı.

"Daha ne kadar sürecek bu?" diyerek arkamdan geldi ve belime sarıldı. Kollarını sıkıca bedenime sararken saçlarıma gömdü yüzünü. "Ne zamana kadar konuşmaktan kaçacaksın?"

Sırf Serhat'la ilgili hatırladıklarımı öğrenecek korkusuyla Rüzgâr'ı gece bile odama almıyordum. Anlatmaktan kaçtıklarımı, beni uykuda hipnoz ederek bile öğrenebilirdi. Kaçtığım şey konuşmak değildi, Rüzgâr'a konuşmaktı. Aslında biriyle konuşmaya, içimdekileri dökmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacım vardı ama Rüzgâr olmazdı. Keşke Güneş yanımda olsaydı.

Kollarının arasından çıkmadan ona döndüm. Yine çok yorgun görünüyordu ama gülümsüyordu güzel gözleri. Kim bilir içinde ne mücadeleler veriyordu ama bana yansıtmamaya çalışıyordu. Alnıma küçük bir öpücük kondurdu ve, "Seninle sohbet etmeyi çok özledim," dedi.

O gece bana anlattığı şeyler arasında bu yoktu. Rüzgâr bilmiyordu çocukluğumda uğradığım istismarı. Terapilerde o babayı neden sevmediğimi sorduğu zaman geçiştirmiştim. Anlattıklarına bakılırsa hipnozdayken de söylememiştim, bilmiyordu. Bilmesine de gerek yoktu. İnsan sevgilisine böyle bir şeyi nasıl anlatırdı?

Başımı göğsünden kaldırdım ve yüzüne baktım. "Sana çok güzel bir sürprizim var," dedi gülümseyerek. "Yarın bir yere gideceğiz, çok beğeneceğin bir yer."

Hiçbir yere gidecek halde değildim ama itiraz etmedim. Beni mutlu etmek için elinden geleni yapıyordu. Bense ona sorun çıkarmaktan başka hiçbir işe yaramıyordum. "Tamam," dedim gülümsemeye çalışarak. "Ama bugün bana izin ver."

Bugün Güneş'le görüşmek istiyordum. Koray'la aralarında yaşanan gerginliğin sebebi olarak onunla konuşmam lazımdı. Belki Koray benim yüzümden kırmıştı onu ve Güneş bu yüzden beni aramıyordu. Beni sevgilisiyle ayrılmasına neden olan kişi olarak gördüğü için tepkiliydi belki. 'Aklı karışmış' demişti Koray. Aklını karıştıran şey neydi? Ya da kimdi bunu bilmek istiyordum. Efsun'un söyledikleri de vardı tabii. Cümlesini tamamlayamasa da bir şey ima etmişti ve benim bunu öğrenmem gerekiyordu. Efsun'dan öğrenemezdim çünkü Rüzgâr sebepsiz bir şekilde Efsun'un işine son vermişti. Numarası da yoktu ben de. Zaten olsa da bu konuyu konuşmam gereken kişi Efsun değil Güneş'di.

"Tamam güzelim," dedi sıcacık bir tebessümle. "Bugün serbestsin ama yarın benimsin."

Tamam anlamında başımı salladım. Bugün odamdan dışarı çıkıp biraz olsun kendimi toparlamak istiyordum. Güneş'le konuşup kafamdaki soruların en azından birini halletmeye ve yarın için moral depolamaya ihtiyacım vardı.

***

Rüzgâr gittikten sonra kahvaltımı yaparken Güneş'i kaç kez aradım bilmiyorum. Saatlerdir telefonu meşguldü. Bu kadar uzun süre kiminle konuşuyordu anlamak mümkün değildi. Ona bir türlü ulaşamıyordum. Kahvaltımı yaptıktan sonra ılık bir duş aldım ve çıkar çıkmaz bir kez daha Güneş'i aradım. Hâlâ meşguldü. Evet, her zaman geveze bir kızdı ama hiç bu kadar uzun telefon görüşmesi yaptığına şahit olmamıştım. Kafamda bir ihtimal vardı ama bu çok düşük bir ihtimaldi. Güneş beni engellemiş olamazdı.

Olabilir miydi?

Üzerimi giyinip odadan çıktım. Kendi telefonum dışında başka bir telefondan aramak istiyordum Güneş'i. Böylelikle beni engelledi mi yoksa bu benim kafamda kurduğum saçma düşüncelerden biri miydi anlamam gerekiyordu. Rüzgâr'ın ya da Koray'ın telefonundan arayamazdım. Koray, Güneş'i arayacağımı duysa çok üzülürdü. Rüzgâr keşke Efsun'u işten çıkarmasaydı. Onun telefonundan arayabilirdim ama artık Efsun yoktu.

Kimin telefonundan arayacağımı düşünürken kendimi Tuna'nın odasının önünde buldum. Kapı aralıktı. Çekingen bir kaç adım atarak kapının önüne geldiğimde Tuna beni gördü.

"Şeker, girsene," dedi masasından kalkarak. Aralık olan kapıyı iterek odaya girdim. Umarım Rüzgâr beni burada görmezdi. Tuna'dan hiç hoşlanmıyordu.

"Merhaba, Tuna," diyerek bir kaç adım attım.

"Seni görmek ne güzel," diyerek yanıma yaklaştı.

"Efsun'a bakmaya gelmiştim ama yok galiba," diyerek yalan söyledim.

"Evet," dedi ellerini ceplerine koyarak. "Sevgilin hiçbir sebep göstermeden onu işten çıkardı."

Rüzgâr'ın, Efsun'la bir sorunu yoktu. Muhtemelen Koray ona, Efsun'un bana anlattıklarından bahsetti ve Rüzgâr da Efsun'un biletini kesti.

"Öyle mi," dedim yalanımı devam ettirerek. "Bilmiyordum."

"Ne yapacaktın Efsun'u?" derken oturmam için koltuğu işaret etti. Koltuğa geçerken yüzüme düşen saçlarımı geriye attım.

"Onun telefonundan bir arkadaşımı arayacaktım." Tuna'nın odasında olmanın verdiği gerginlikle sırtımdan terler akıyordu. İçeri girerken aralık bıraktığım kapıya bakarken içimden kendime küfürler yağdırdım. Rüzgâr kapının önünden geçerse ve beni burada görürse düşüncesi geriyordu beni.

Tuna karşımdaki koltuğa yerleşirken gözleri elimdeki telefonuma kaydı. Neden kendi telefonumdan aramadığımı sorarcasına bakıyordu. Ne diyecektim ona? Aklıma mantıklı hiçbir bahane gelmiyordu. Çaresizce dürüst olmaya karar verdim ve, "Onu arıyorum, sürekli meşgul. Bir de başka telefondan aramak istedim," dedim.

"Güneş mi?" diye sordu sanki başka arkadaşım varmış gibi. Güneş'i nereden biliyordu?

"Evet," dedim başımı sallayarak. "Onunla konuşmam lazım ama ulaşamıyorum."

Arkasına yaslanırken cebinden telefonunu çıkardı. "Söyle numarasını."

Numarayı sormak yerine telefonu bana uzatması gerekmiyor muydu?

Telefonumdan bakarak Güneş'in numarasını söyledim. Tuna telefonuna Güneş'in numarasını tuşladıktan sonra ekrana dokunarak bir şey yaptı. Güneş'in numarasını telefonuna kaydetmiş olabilir miydi? Arama tuşuna bastıktan sonra telefonu bana uzattı. Telefonu Tuna'dan alır almaz ekrana baktım, Güneş yazmıyordu. Kaydetmemişti ancak telefonun sol üst köşesinde sarı bir ışık yanıp sönüyordu.

Telefonu kulağıma götürdüm. Tuna, masasına geçerken cebinden çıkardığı bir çift kablosuz kulaklığı kulaklarına taktı. Daha sonra masadaki bilgisayara bakarak bir şeyler yaptı. Sanırım bilgisayardan müzik açmıştı. Seni dinlemiyorum, rahat konuş mesajı veriyordu bana.

Kısa bir süre bekledikten sonra telefon çalmaya başlayınca içimde tuhaf bir sızı hissettim. Saatlerdir kendi telefonumdan aradığım ama meşgul olan Güneş'in telefonu, Tuna' dan arayınca meşgul değildi. Güneş benim numaramı engellemişti.

Dört kez çaldıktan sonra telefon açıldı. "Alo?"

Konuşup konuşmama konusunda kararsız kaldım. Beni neden engellemişti ki? "Alo?" dedi bir kez daha. Koray ve Efsun'un söyledikleri zihnimde yankılanmaya başlayınca boğazımda bir yumru hissettim. Tuna'nın gözleri ara ara bana dönse de müzik dinlemeye devam ediyordu. Bakışlarımı Tuna'dan çekip yere sabitledim.

"Güneş..." Sırf beni engellediği için bile telefonu yüzüne kapatabilirdim ama bunu yapmadım. Onunla konuşmam gerekiyordu.

"Şeker?" dedi şaşkın bir ses tonuyla.

"Güneş seni çok aradım ama ulaşamadım."

"Ne istiyorsun Şeker?" dedi buz gibi bir sesle. Bakışlarım Tuna'ya kaydı bir kez daha. Ona ne zaman baksam bakışlarını üzerimde buluyordum. Neyse ki müzik dinliyor, bizi duymuyordu.

"Koray'la ayrılmışsınız. Eğer benimle bir ilgisi varsa," deyince sözümü kesti. Sert nefes alış verilerini duyabiliyordum.

"Dünya senin etrafında dönmüyor Şeker," dedi sinirli bir şekilde gülerek. "Her şeyin seninle bir ilgisi olmak zorunda değil. O çok sevdiğin abin sana anlatmadı mı?" dedikten sonra duraksadı. 'Abin' derken Koray'ı kastetmişti. Koray'la olan dostluğumuzu bile kısmış mıydı gerçekten? Bir cevap bekledi ama bir cevabım yoktu. Güneş'in bu yarı alaycı, yarı sinirli tavrı karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Tek kelime etmeden onu dinliyordum.

Sessizliğimi fırsat bilerek konuşmaya başladı tekrar. "İnsan duygularına söz geçiremiyor. Çok denedim, kendi içimde çok mücadele verdim ama olmuyor Şeker. Her şeyi kendime bile inkar etmeye çalışırken kendimi Rüzgâr'ın kapısında buldum."

Son cümlesiyle altın vuruşu yapmıştı. Donup kaldım. Söylemem gereken çok fazla şey vardı ama tek kelime edemedim. Duyduklarım karşısında uyuşmuş gibiydim. Sırlarımı anlattığım, derlerimi paylaştığım, arkadaştan öte bir bağ kurduğum Güneş, Rüzgâr'a aşık olmuştu öyle mi?

'İnsan kalbine söz geçiremiyor' sözü, insanların yaptıkları yanlışa uydurdukları kılıftan başka bir şey değildi. Bir insana nasıl baktığınla ilgiliydi hissedeceğin duygu. Ben neden Koray'a aşık olmadım? O da her anlamda dört dörtlük bir adamdı ama ona aşık olmadım. Çünkü ona o gözle bakmadım. Göz nasıl bakarsa kalp öyle görür, öyle hissederdi. Aşık olduktan sonra zaten kalbine söz geçiremezsin. Sır, aşık olmadan öncesinde saklıydı.

Ben ona Rüzgâr'ı anlatırken o, Rüzgâr'la ilgili hayallere kapılmıştı. En yakın arkadaşım olarak ona Rüzgâr'ın iyi yanlarından bahsederken, kendisini Rüzgâr'ın yanında hayal etmişti. Pekii sonrası? Sonrası felaket. Hiç olmaması gereken birine kaptırmıştı kendini.

"Güneş sen Rüzgâr'a mı," dediğim anda bir kez daha sözümü kesti.

"O mükemmel biri, kusursuz," dedi son derece sakin bir şekilde. "Kendi gibi birini hak ediyor."

Sözleri çok yaralayıcı, çok kırıcıydı. Şu hayattaki tek arkadaşım olan biri nasıl benim sevgilime böyle bir gözle bakardı? Ona cevap vermek için dudaklarımı bile kıpırdatamadım. Dünyanın tüm yükü üzerime çökmüş gibi hissediyordum.

"Bir daha arama, numaramı değiştirmek zorunda bırakma beni," dedikten sonra telefonu yüzüme kapattı. Sanki suçlu benmişim gibi öfkeliydi bana karşı. Kendimi hiç böyle hissetmemiştim. Güneş'le olan dostluğumuz ve kardeşliğimiz koca bir yalandan ibaretti. Keşke bu şekilde anlatmasaydı. Kardeşliğimizin de dostluğumuzun da yalan olduğunu bu şekilde göstermeseydi bana. Sırtıma sayısız bıçak darbesi almış gibi hissediyordum.

Çaresizce elimdeki telefona bakarken, Tuna masadan kalkıp yanıma geldi ve tam karşımda diz çöktü. "İyi misin?" dedi yumuşak bir ses tonuyla. Gözlerimi telefondan çekip Tuna'ya çevirdim. İki kaşının arasında bir çizgi belirmişti. Bakışlarındaki hüznün sebebi neydi bilmiyorum. Tüm duygulardan arındırılmış bir şekilde boş gözlerle yüzüne bakıyordum. "Su ister misin?" dedi bu kez.

Cevap vermedim. Telefonu ona uzatarak ayağa kalktım ve, "Teşekkür ederim," dedim. "Telefonunu kullanmama izin verdiğin için."

Telefonu elimden alan Tuna'ya son bir bakış attıktan sonra kapıya yöneldim. Her geçen gün dertlerime yenileri ekleniyordu ama anlatacak bir kişi bile bulamıyordum. Güneş'i ararken içimde ufak da olsa bir umut vardı. Belki Koray başka bir şey ima etmiştir, belki Efsun yanlış anlamıştır düşüncesi... Arayıp her şeyi açıklığa kavuşturma ve yeniden yakın arkadaş olma umudu... Dünyanın en ezik insanıydım ben.

Kapıyı açıp tam odadan çıkacakken, "Şeker," diyen Tuna'ya döndüm. Bir kaç adım atarak yanıma geldi ve elini omzuma koydu. Neden bu kadar acıklı bakıyordu? Kulaklıktan müzik dinlediğini görmesem bizi duyduğunu düşünecektim.

"Üzülme," dedi omzumdan aşağıya doğru kolumu sıvazlayarak. "Hiç kimse için o güzel kalbini üzme."

Bilmeyen biri için bu kadar kolaydı üzülme demesi.

Tuna'nın odasından çıktıktan sonra koridorda yürümeye başladım. Son bir haftadır Dilara'yı da hiç görmemiştim. Hemşirelerle ona küçük notlar gönderiyordum çünkü benden haber alamayınca agresifleşiyordu. Tam iyi olmaya başlamışken, durumunun kötüye gitmesine gönlüm el vermiyordu ama kimseyi ziyaret edecek durumda değildim.

Dilara'nın odasının öne geldim ve kapıyı tıklattım. Her ne kadar o da hasta olsa da beni dinlerdi. Dinler ve en azından yorumlardı. Dilara son zamanlarda karşılıklı sohbet edilebilen biri olmaya başlamıştı. Arada bir aklı gidip geliyordu ama sohbet edilebiliyordu artık onunla.

İçeriden bir ses gelmeyince tam kapıyı açacaktım ki Aysun hemşire yanıma geldi. "Şeker?"

"Selam," dedim gülümsemeye çalışarak. "Dilara'ya gelmiştim."

"Dilara yok," dedi boynundaki kolyeyi parmaklarının arasına alarak. "Terapide."

"Ne zaman biter?" diye sordum bir umut. Hemen bitse ve gelse ne güzel olurdu.

Kolundaki saatine baktıktan sonra başını kaldırıp yüzüme baktı. "Yarım saate biter ama ondan sonra ailesiyle gidecek."

Gidecek mi? Bir hafta da iyileşmiş olması mümkün değildi. Üstelik Rüzgâr böyle bir şey söylememişti bana. "Nereye gidecek Aysun hemşire?" dedim panikle. Ben Dilara olmadan ne yapardım? Dilara ben olmadan ne yapardı pekii?

"Sakin ol," dedi gülerek. "Bugün kardeşinin doğum günüymüş. Terapiden önce sadece iki saatliğine izin aldılar Rüzgâr hocadan."

Bak sen şu Rüzgâr hocanın yaptığına. Aylardır odasından bile çıkmasına izin vermediği Dilara'yı göndermenin sırası mıydı şimdi? Hastanede kutlardık kardeşinin doğum gününü. Terapi merkezi bunun için gayet uygun bir yerdi.

"Anladım, tamam," dedim yüzümü asarak. Moralim yerleri süpürüyordu şu an. Dilara seçeneğim de elimden alınmıştı.

İçimi dökecek kimseyi bulamıyordum ama kendimi artık odaya hapsetmek de istemiyordum. Bu yüzden bahçeye çıktım ve boş boş yürümeye başladım. Temiz hava da yürüyüş yapmak her zaman iyi gelirdi. Bahçe bugün her zamankinden daha sakindi. Bir kaç hasta ve onlara refakat eden hemşireden başka kimse yoktu. Bu güne kadar bahçenin hep ön tarafında zaman geçirmiştim. Oya ağaçları ön bahçe de daha yoğundu. Ben de bahçeye genelde kitap okumaya çıktığım için hep ön bahçe de zaman geçirmiştim. Bugün bir değişiklik yapmak istedim ve arka bahçeye yöneldim.

Zamanım boldu. Hiç acelem yoktu. Yavaş adımlarla arka bahçeye doğru yürümeye başladım. Oldukça büyük olan bu hastanenin her bir noktasını ezbere biliyordum artık. Terapi merkezinden malzeme odasına kadar her yeri gezmiştim. Neden daha önce hiç arka bahçeye çıkmadım bilmiyorum. Burası da tıpkı ön pahçe gibi oya ağaçlarıyla çevriliydi. Terapi merkezinin ikinci çıkış kapısının bu cephe de olduğunu biliyorum.

Binanın arka tarafına geçtikten sonra terapi merkezininin çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladım. Eskiden sıkça indiğim terapi merkezine uzun zamandır hiç inmemiştim. Kapıya yaklaştığım anda arkamdan gelen tanıdık bir sesle olduğum yerde durdum.

"Bugün şanslı günümdeyim."

Arkama dönüp baktığımda Serkay'la göz göze geldik. Üzerinde siyah bir sweatshirt vardı ve kapüşonu neredeyse yüzünü kapatacak kadar indirmişti. "Serkay?"

Dudağının kenarında bir santimlik yarık vardı ve sol yanağı morarmıştı. Burnunun üzerine de büyük bir yara bandı yapıştırmıştı.

"Selam," dedi kapüşonunu biraz yukarı çekerek. Gözlerinin içi gülüyordu.

"Serkay bu ne hal?" Her ne kadar bakmamaya çalışsam da gözüm, yüzündeki ve vücudundaki hasarlı yerlere kayıyordu. Bana doğru yaklaşırken sol eliyle karının yanını tutuyordu. İki bileği de bir bandajla sarılmıştı ve yürüken biraz zorlanıyordu. Biri ya da birileri Serkay'ı fena halde okşamıştı olmalıydı.

"Önemli bir şey değil," dedi başını sallayarak. "Nasılsın Biricik?"

Siyasetçiymişim gibi bana sürekli soy adımla hitap ediyordu. O gün ağacın altında karşıma çıktığında da, terapiden önce yaptığımız sohbette de bana Biricik diye hitap etmişti.

"İyiyim," dedim omuzlarımı silkerek. "İznin bitti mi?"

"Ne izni?" dedi bana bir adım daha yaklaşarak.

"İzinli olduğunu söylediler. Aradık ama sana ulaşamadık. Sahafa gidecektik, sanırım unuttun," dedim bir kaşımı kaldırarak.

"Unutur muyum hiç," diyerek son adımını da attı ve kolumu tuttu. Kolumu çekerek elinden kurtardım ve geriye doğru küçük bir adım attım.

"Kimse beni aramadı," diyerek başını iki yana salladı. "Hastaneyle ilişiğim kesildi, kovuldum."

Rüzgâr bana Serkay'ın izinli olduğunu, Koray da dinlenmeye ihtiyacı olduğunu söylemişti. Yalan mıydı yani? "Bana öyle söylemediler," dedim kollarımı göğsümde birleştirerek. "Ben seni izinli zannediyordum."

"Hiçbir şeyden haberin yok Biricik," dedi başını omzuna doğru hafifçe eğerek. Üzüm karası gözleri çok mahsun bakıyordu. Benim yüzümden işsiz kalmıştı. Rüzgâr'ın, Serkay'ı benim yanımda görmek istemediği için işten çıkardığına eminim. Ona kızamıyorum çünkü böyle düşünmesine ben sebep olmuştum. Serkay'ı bir tehlike olarak görüyordu. O da kesin buna sebep olacak bir şey yapmıştı ve kovulmuştu.

"Her şeyi anlatacağım ama biraz daha zamanı var," dedi tıpkı Rüzgâr gibi. Belli ki bana Rüzgâr ve Koray hakkında bir şeyler anlatacaktı. Neden bilmiyorum ama anlatacağı şeyleri hiç merak etmedim. Yeterince derdim vardı ve yenilerini istemiyordum. Serkay kesin benimle ilgili bir halt yedi, Koray onu dövdü, Rüzgâr da kovdu. Nesini merak edecektim ki?

"Şu an buraya gelme sebebim sensin," dedi elini beline götürerek. Pantolonunun arkasına sıkıştırdığı bir kitabı çıkardı ve bana uzattı. "Kovulduğumdan beri her gün geliyorum ama seni bir türlü göremedim. Birlikte sahafa gidecektik ve sana bu kitabı alacaktık. Hastaneye girmem yasak olduğu için her gün gizlice şuradan giriş yapıyorum," diyerek arkasına dönüp biraz ileride bir noktayı işaret etti. "Sana ulaşmak imkansız. İyi ki geldin."

Geçen yıl okuduğum bir serinin son kitabıydı bu. Bir türlü bulamamıştım ve Serkay'la o gün terapiden önce yaptığımız sohbette bundan bahsetmiştim. Bildiği bir sahafta bu kitabı bulacağımızı söylemişti. Bana bu kitabı ulaştırmak için her gün gizlice buraya gelmesi beni biraz mahçup etti. Böyle bir riske girmesine gerek yoktu. Rüzgâr onu burada görse kim bilir neler olurdu?

"Teşekkür ederim," dedim mahçubiyetle. "Zahmet etmişsin."

Başını iki yana sallayarak gülümsedi. Daha sonra kontrol edercesine etrafa kısa bir bakış attı ve, "Şurada biraz sohbet edelim mi?" diyerek az ilerideki bankı işaret etti.

'Biraz sohbet edelim mi?' ne hoş bir cümleydi.

Rüzgâr'a yakalanma korkuma rağmen, "Olur," dedim ben de etrafa kısa bir bakış atarak. Küçük bir sohbetten bir şey olmazdı.

Gösterdiği banka geçip oturdum. Serkay'la elimdeki kitap hakkında sohbet etmeyi çok isterdim ama o kadar keyifli değildim. Kafamın içindekiler yüzünden son bir haftadır kitap bile okumamıştım. Kitabı yanıma bıraktım ve ellerimi göğsümde bağlayarak arkama yaslandım.

"Anlat hadi," dedi yanıma otururken. "Neden keyifsizsin?"

Dönüp yüzüne bakma gereğinde bulunmadan cevap verdim. "Bunu da nereden çıkardın?"

"Kitap seni hiç heyecanlandırmadı."

Başımı çevirip bankın üzerine bıraktığım kitaba baktım. Bu kitabı aylarca aramıştım. Ne internette ne de kitapçılarda yoktu. Bir serinin devam kitabını okuyamayınca kendimi yarım kalmış gibi hissediyordum. Bu yüzden artık kitap alırken tüm serileri aynı anda alıyordum ki yarım kalmasın. Son kitaba Serkay sayesinde kavuşmuştum ama heyecanımı kaybetmiştim. Bilmiyorum, belki de şu anki ruh halimdi bunun sebebi. Serkay haklıydı, aylarca aradığım bu kitap beni hiç heyecanlandırmamıştı.

"Biricik," dedi tamamen bana dönerek.

"Şeker," diyerek düzelttim ben de ona dönerek. "Bana soy adımla hitap etmen hoşuma gitmiyor."

Tekrar önüme döndüm. Güneş'in sözleri aklımdan çıkmıyordu. Rüzgâr'ın onu umutlandıracak tek bir hareketi olmamıştı. Benim olmadığım ortamlarda bir araya da gelmemişlerdi. Gelseler bile konu mutlaka ben olmuşumdur, başka türlüsü mümkün değildi. Güneş nasıl ya da ne ara bu hale gelmişti aklım almıyor.

"Şeker," diyerek elini omzuma koyan Serkay'a döndüm. Neyse ki adımı öğrenmişti. "Anlat bana," dedi baş parmağıyla omzumu okşayarak. "Konuşmak her zaman iyi gelir."

Biraz yana kaydım aramızdaki mesafeyi açmak için. Bana bu kadar yakın olması rahatsız ediciydi ama anlat diyordu. Beni dinlemek istiyordu. Ona dertlerimin hepsini anlatamazdım. Serkay'ın bile bilmemesi gereken şeyler vardı. Ama Güneş'le ilgili olanların bir kısmını anlatmak belki bana iyi gelirdi. Sonuçta Serkay'ı muhtemelen bugünden sonra bir daha görmezdim. Güneş'in söylediklerini bilmesinde bir sakınca yoktu. Belki beni rahatlatacak bir şeyler söylerdi.

Tamamen ona döndüm ve derin bir nefes aldım. "Benim bir arkadaşım vardı," dedim gözlerinin içine bakarak. "Çok büyük bir yanlış yaptı, çok üzdü beni."

"Kim?" dedi bir kaşını kaldırarak. "Ve sana ne yaptı?"

Sesinin tonu ve yüzündeki ifade beni biraz ürkütse de anlatmak istedim. İçimde kaynamakta olan volkanın küçük bir kısmını kusarak kurtulmak istedim. "İnsanın en yakın arkadaşı sevgilisine bakar mı? O baktı," dedim nefesimi bırakarak. Sebepsizce kalp atışlarım hızlanmıştı. "Kardeşim dediği birinin sevdiğini kendi kalbine koyar mı? O koydu."

Neden bu kadar heyecanlanmıştım bilmiyorum. Sanki kalbim boğazımda atıyordu. İki elimle yüzümü sıvazladım. Gözlerimden akmak için biriken yaşları geri göndermek istercesine başımı gök yüzüne kaldırdım havayı soluyarak. "Bunun ne kadar acı verici bir şey olduğunu tahmin bile edemezsin," dedim yüzüne bakarak. "Güneş çok canımı yaktı Serkay."

Göz yaşlarımı daha fazla tutamadım. İçimde biriken her şeyi, göz yaşlarım aracılığıyla dökmek istercesine ağlıyordum. Güneş bana bunu yapmamalıydı. Her şeye tamam ama bunu yapmamalıydı.

Ne kadar süre ağladım bilmiyorum. Serkay'a uzun uzun anlattım Güneş'le olan arkadaşlığımızı. Ve bana telefonda söylediklerinin her bir cümlesini defalarca kez tekrarladım. Tek kelime etmeden beni dinleyen Serkay, "Ağlama artık, lütfen," diyerek yüzümü kapattığım ellerimi tuttu. "Herkes yaptığının bedelini bir gün öder, hiçbir kötülük karşılıksız kalmaz."

Göz yaşlarım bile yüzündeki sert ifadeyi görmeme engel olamıyordu. Üzülme diyordu ama o da üzgün görünüyordu. Kaşları çatık, bakışları daha önce hiç olmadığı kadar karanlıktı. Gözümden akan yaşları sildikten sonra tekrar elimi tutmak için bir hamle yaptığı sırada telefonum çalmaya başladı. Elimin tersiyle gözümdeki son damlaları sildim ve cebimden telefonumu çıkardım.

Telefonun ekranında Rüzgâr'ın adını görünce Serkay'a baktım ve, "Rüzgâr arıyor," dedim panikle. Kendimi Rüzgâr'ın arkasından iş çeviriyormuşum gibi hissediyordum. Telaşla ayağa kalktım, telefon hâlâ çalıyordu. Serkay hiç istifini bozmadan yerinde oturuyordu.

"Sen git artık," dedim kolundan tutup yerinden kaldırarak. Telefon susmuştu ama saniyeler sonra tekrar çalmaya başladı. "Rüzgâr seni burada görmesin."

"Burada olduğunu söylemezsin," dedi umursamaz bir şekilde.

Bu kadar rahat ve umursamaz olması daha çok paniklememe neden oluyordu. Kolumdaki saati gösterdim. "Burada olduğumu zaten biliyordur. Bu saat sayesinde attığım her adımdan haberdar."

Telefonun ısrarlı çalışına kayıtsız kalamadım. Açmazsam daha çok merak eder, direkt buraya gelirdi.

"Alo?" Elim ayağım titriyordu resmen.

"Kırk beş dakikadır arka bahçede ne yapıyorsun merak ettim," dedi Rüzgâr. Bir kaşı havada bana bakan Serkay'a döndüm. Gitmemekte ısrarcıydı Allah'ın cezası.

"Hiç," dedim sanki beni görüyormuş gibi omuzlarımı silkerek. "Kitap okuyordum ama çıkıyorum şimdi."

"Çıkma," derken kapı kapanma sesi doldu kulaklarıma. "Geliyorum yanına." Allah kahretsin, geliyor işte.

"Tamam, gel," dedikten sonra cevap vermesini bile beklemeden telefonu kapattım. Serkay'ın hemen, şimdi yok olması gerekiyordu. "Buraya geliyor," dedim göğsünden iterek. "Hemen git buradan."

"Neden korkuyorsun bu heriften," dedi buz gibi sesle.

"Korkmuyorum, sadece tatsızlık çıksın istemiyorum," diyerek sesimi yükselttim. "Git lütfen."

"Tekrar geleceğine söz ver gideyim," dedi ve bana doğru bir adım attı.

"Saçmalama Serkay!" Sürekli onunla Rüzgâr'dan gizli buluşacağımı mı zannediyordu?

"Bu gece," dedikten sonra bir an duraksadı. Bir şey düşündü ve, "Bu gece bir işim var ama yarın gece saat on iki de seni burada bekliyor olacağım," dedi sanki teklifini kabul etmişim gibi.

"Sen delirmişsin," dedikten sonra bankın üzerindeki kitabı aldım ve Rüzgâr'ın geleceği yöne doğru koşmaya başladım. Bunun bir sonu yoktu. Sürekli onunla gizli gizli görüşmemi isteyecekti. Şu an bile onunla konuştuğum için pişman olmuştum. Hiç yüz vermemeliydim.

Elimde Serkay'ın verdiği kitapla koşarken, tam köşeyi döndüğüm anda Rüzgâr'la çarpıştık. Tam zamanında gelmiştim, eğer köşeyi dönmüş olsaydı Serkay'ı görecekti.

"Şeker?" dedi şaşkınlıkla. "Neden koşuyorsun?"

Boşta olan elimi kalbimin üzerine koydum. Kısacık bir mesafe koşmuştum ama yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Mesafe değildi, hissettiğim korku ve heyacandı sebebi. Rüzgâr kollarımdan tutarak beni yana iterek geldiğim yere bakmak istedi ama buna izin vermedim. Bir kolumu bedenine sardım ve, "Özür dilerim," dedim başımı göğsüne koyarak. "Hiç yapmamam gereken bir şey yaptım."

Bedeninde sarılı olan kolumu tuttu ve aramıza küçük bir mesafe koydu. "Ne oldu?"

Yaptığım yanlışı ona anlatmak istiyordum. Serkay'ın bahçeye girdiğini ve tekrar geleceğini söylediğini bilmeliydi. Acaba Serkay gitmiş miydi? Çok kötü bir suç işlemişim gibi hissediyordum. Eğer gitmediyse ve Rüzgâr onu burada görürse hiç hoş şeyler olmazdı. Kötü bir şey yapmamıştı, sadece beni dinlemişti Serkay. Tekrar gelse bile bir daha buraya gelip onu görmezdim olur biterdi.

Nefesimi kontrol etmeye çalışırken kendi içimde bir karar verme mücadelesindeydim. Çenemi tuttu ve başımı kaldırdı ona bakmam için. "Ağladın mı sen?" Kaşları çatılmıştı.

İlk panikle özür dilemiştim ve yapmamam gereken bir şey yaptığımı söylemiştim. Konuyu buradan nasıl çevirebilirim diye düşünürken aklıma ilk gelen şeyi yaptım ve elimdeki kitabı gösterdim. "Sen benim için bu kadar uğraşırken," dedim ve sertçe yutkundum. "Ben böyle psikolojimi olumsuz etkileyen kitaplar okuyorum Rüzgâr, özür dilerim," dedikten sonra elimdeki kitabı yere fırlattım. "Hiç okumamalıydım."

Daha aptalca bir bahane olamazdı ama aklıma başka bir şey gelmedi. Serkay'ın geldiğini ve bana söylediklerini bilmemeliydi Rüzgâr. İlk bir kaç saniye şaşkınlıkla yerdeki kitaba baktı ve, "Kitaba mı ağladın?" dedi şaşkınlığını sürdürerek.

"Evet," dedim başımı sallayarak.

"Seni bu kadar ağlatan kitabı merak ettim," diyerek yerdeki kitaba uzanacağını anladığım anda, kitaba bir tekme atarak daha uzağa fırlattım.

"Kızın en yakın arkadaşı sevgilisine aşık olmuş Rüzgâr," derken aptal gibi tekrar ağlamaya başladım. "Düşünebiliyor musun? En yakın arkadaşı, hatta tek arkadaşı."

Eğer bir gün dünya gerizekalılar ödülü diye bir ödül çıkarılırsa kesinlikle bana verilmeliydi. Aynı anda hem kendini kurtarıp hem de yerin dibine batırmak sadece bana özgü bir şeydi.

Hiçbir şey söylemedi. Sadece yüzüme baktı. Ben ona bakamıyordum çünkü kırdığım ceviz yüzünden daha çok ağlamaya başlamıştım. Burnumu çeke çeke, göz yaşlarımı koluma sile sile ağlamaya devam ettim. "Tamam," dedi ve omuzlarımdan tutup beni kendine çekti. "Ağlama artık."

Bir süre onun kollarının arasında ağlamaya devam ettim. Sırtımı okşayarak ve saçlarıma küçük öpücükler kondurarak susmamı bekledi sabırla. Kalan son göz yaşlarımı da Rüzgâr'ın göğsüne akıttıktan sonra derin bir iç çektim ve geri çekildim. Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda, kaşları çatık ve düşünceli gördüm onu.

"Bir süre kitap okumaya ara vermem gerekiyor," diyerek yalanımı sürdürdüm. Kitap yüzünden ağladığıma ikna olmalıydı. Yüzümü ellerinin arasına aldı şefkatle. Kıp kırmızı bir burun ve ağlamaktan şişmiş gözlerle ona bakıyordum. Bir şey söylemek ister gibi bakıyordu yüzüme. Konuşmuyordu, konuşmadan önce söyleyeceklerini tartıyordu sanki. "Biraz uyusam iyi olacak," dedim ondan önce davranarak. Yalan söylediğimi anlamış olması ve hesap sormasından korkuyordum.

"Bir tanem," dedi baş parmaklarıyla yanaklarımı okşayarak. Anlatmakta zorlandığın ve içini kemiren şeyleri içinde tutma. Kimseye anlatmak istemiyor musun? Anlatma. Ama içinde de tutma. Banyoya gir, suyu aç ve suya anlat. Su alıp götürsün hepsini. Derdine derman olmaz, sana bir çıkış yolu sunmaz ama rahatlatır."

O kadar çaresizdi ki suskunluğum karşısında. Odama girip bana uykuda hipnoz da yapamıyordu. İçimi kemirenleri öğrenip çare olamamak üzüyordu onu.

"Tamam," dedim ve başımı hafifçe çevirip yanağımdaki eline küçük bir öpücük kondurdum. "O zaman gidip suyla biraz sohbet edeyim."

Kaç saat sürerdi bilmiyorum. Belki de sabaha kadar sürerdi suyla yapacağım hasbihal. Ona içimde tuttuğum her şeyi anlatacaktım. Güneş'i, Serhat'ı, Zeynep ablayı, Serkay'ı ve Rüzgâr'ı. Rüzgâr'la ilgili içimde tuttuğum kötü bir şey yoktu. Benim için ne uğraşlar verdiğini, ona olan sevgimi ve ne kadar mükemmel bir adam olduğunu anlatacaktım. Ne de olsa su aşık olamazdı.

Rüzgâr'ın kolunun altına girdim ve birlikte yukarı çıktık. Odama doğru ilerlerken kapının önünde Koray ve Gözde'yi gördük. Koray elindeki çantaları yere bıraktı ve cebinden telefonunu çıkardı. Tam bu sırada bizi gören Gözde, "Geldiler," diyerek Koray'ı dürttü heyecanla.

Koray dönüp bize baktı ve, "Şeker'im," dedi ve kollarını açarak bana doğru gelmeye başladı. "Ben de seni arıyordum."

Rüzgâr'ın kolunun altından çıktım ve bu kez bedenimi Koray'ın kollarına bıraktım. Beni sıkı sıkı sardı, alnıma öpücükler kondurdu ve saçlarımı bir birine kattı sevinçle. Bir hafta boyunca terapiler dışında odamdan çıkmıyor olmama çok üzülmüş, beni dışarı çıkarmak için bildiği bütün maymunlukları yapmıştı.

"Gözde'yle sana harika şeyler aldık," dedi yere bıraktığı çantaları göstererek. Gözde'nin de elleri doluydu. Abisinin yanağına küçük bir öpücük kondurduktan sonra bana döndü Gözde.

"Seni çok özledim Şeker," dedi ve elindekileri Rüzgâr'a verdikten sonra boynuma sarıldı.

"Ben de seni çok özledim," dedim kollarımı bedenine sararken. "Nasılsın Gözde?" Rüzgâr'a odamın anahtarını verdim kapıyı açması için.

"Seni gördüm çok çok daha iyi oldum," dedi son derece enerjik bir şekilde. Gülümseyerek karşılık verdim. Gözde tıpkı abisi gibi çok tatlıydı.

"Şeker'im hadi gel," diyerek odanın kapısından içeri giriş yapan Koray'ın arkasından biz de girdik. Koray ve Rüzgâr ellerindeki alışveriş çantalarını yatağımın üzerine bıraktı.

"Saçlarıma yorum yapmadın," dedi Gözde. Başını iki yana sallayarak saçlarını savurdu havalı bir şekilde. Nesine yorum yapacağımı bilmez bir şekilde Rüzgâr'a baktım.

"Saçlarının renginin yönünü değiştirmiş," dedi Rüzgâr gülerek. Dönüp tekrar Gözde'ye baktım. Hâlâ bir değişiklik göremiyordum. Yönünü değiştirmek ne demekti?

Gözde omuzlarını düşürerek yüzüme baktı. "Sarı olan tarafı siyah, siyah olan tarafı sarı yaptım Şeker, sen de farketmedin."

Farkedilecek gibi değildi ki. Renkler aynıydı ama sadece yönleri değişmişti. Hangi renk hangi tarafta nereden bilecektim ben? Ayrıca ne gerek vardı böyle bir şeye anlamadım. "Ah, evet," dedim işaret parmağımla önce sarı, sonra siyah kısmı işaret ederek. "Şimdi anladım."

"Bırakın Gözde'nin saç faciasını," diyerek çantaları yatağın üzerinde ters çeviren Koray'a cırladı Gözde. "Ya Koray abi!"

"İki saattir trip atıyor," dedi çantadan çıkan büyük bir kutuyu eline alarak. "Abi nereden biliyim ben hangi tarafta ne renk vardı, onu mu ezberledim." Haklı.

"Abim farketti ama," diyerek abisine sarıldı Gözde. Rüzgâr, Gözde'nin burnunu sıkarak daha bir sıkı sardı kollarını. Bu ikisinin aralarındaki kardeşlik ilişkisine bayılıyorum.

"Saçların yıpranmamış," diyerek yanına gittim ve sarı olan kısımdan bir tutamı elimin içine aldım. "Siyahı sarıya çevirmek saçı çok yıpratır."

"Şeker'im bak," diyen Koray'a bakamadım.

"Harika bir kuaförüm var," dedi Rüzgâr'ın kollarının arasından çıkarak. "İstersen yarın birlikte gidelim." Uzandı ve saçlarımın diplerine dokundu. "Dip boyan gelmiş."

"Şeker'im, bunu görmen lazım."

Bir süredir kendimle hiç ilgilenemiyorumdum. Saçlarımın dipleri çıkmıştı. Buklelerim de sönmeye başlamıştı. "Gerek yok, kendim hallediyorum," dedim. Bukleler için kuaföre gidiyordum ama şimdi sırası değildi. Rengini ise kendim ayarlıyordum. Daha önce bir kere kuaföre boyatmıştım ama saçlarımı mahfetmişti. Benden başka hiç kimse istediğim tonu tam olarak ayarlayamıyordu.

"Şeker'im, bak bu-"

"Bence boyaya gerek yok," diyerek yanıma geldi Rüzgâr. Parmaklarını saçlarımın diplerinde gezdirdi ve, "Kendi rengi daha güzel," dedi. Sanırım ilk kez saçlarımın rengini değiştirmemi söylüyordu. Saç rengimi değiştirmek gibi bir niyetim yoktu ama Rüzgâr'ın saçlarımla ilgili yorum yapması hoşuma gitmişti.

"Şeker'im bi' bak be."

"Hayır ya, bu renk ona çok yakışıyor," diyerek atıldı Gözde. "Şeker'i başka bir saçla düşünemiyorum." Parmaklarını saçlarımın arasında gezdiririrken bakışları hayranlık doluydu.

"Abi başlayacağım saçınıza da renginize de!" Koray kolumdan tutup beni Rüzgâr'ın yanından çekti ve yatağa oturttu. "Bak kız şunlara."

Çantaların hepsini yatağın üzerine boşaltmıştı. Sayısını tahmin edemeyeceğim kadar oje, ruj ve güzellik uğruna kullanılan bütün malzemelerden vardı. "Şunları ben seçtim," dedi bir kenara ayırdığı ojeleri göstererek. "Sen seversin böyle renkleri."

Siyah dışında bütün renklerden ikişer tane almıştı. "Şunu da ben seçtim," dedi kapağını açtığı büyük bir far paletini bana uzatarak. Gözlerim dolmaya başlamıştı. "Şunları Biskrem seçti, ne işe yaradıkları bilmiyorum."

"Ya Koray abiii!" Gözde sinirle yerinde tepindi.

"Göster ne işe yaradıklarını," dedi sırıtarak.

"Şeker zaten biliyordur," diyerek Koray'ın elimdeki malzemeleri aldı ve bana uzattı Gözde.

"Abi al şu kardeşini." Gözde'yi yana itti ve önümde diz çöktü Koray. Rimel, eyeliner, allık, fondöten ne varsa hepsini özenle komodinin üzerine koydu. "Sen sonra istediğin yere koyarsın," dedikten sonra bana döndü ve, "Eksik bir şey var mı Şeker'im?" dedi. "İstediğin başka bir şey varsa söyle hemen gidip alayım."

Bu adam aldatılır mıydı? Bu adam üzülür müydü? Bu adamın kalbi kırılır mıydı ya! Daha fazla kendimi tutamadım. Gözlerimden yaşlar süzülürken uzandım ve boynuna sarıldım. Her şeyin en güzelini, mutluluğun en yücesini hak eden canım Koray'ım. Güneş'e olan kızgınlığım daha da artmıştı. Kalbi kırıktı, üzgündü ama beni mutlu etmek için elinden geleni yapıyordu. Böyle güzel bir kalbi vardı. Beni mutlu etmek için kendi dertlerini bir kenara atacak kadar güzeldi kalbi.

Koray, Gözde ve Rüzgâr'la birlikte yatağımın üzerinde sohbete daldık. Rüzgâr beni yanına çekerek yatağın başlık kısmına yaslanıp oturmak istedi ama Koray'ın radarına takıldı. "Git kendi kardeşine sarıl," diyerek onu yanımdan kaldırıp kendisi oturdu yanıma ve kolunu omzuma attı. Rüzgâr da mecburen Gözde'ye sarıldı karşımıza geçerek. Kahve istedik, sohbeti daha da ilerlettik.

"Koray abi," dedi Gözde ayağının ucuyla Korayın ayağına dokunarak. "Bir arkadaşım var, instagram'da senin fotoğrafını görmüş."

"Ee," dedi Koray umursamazca.

"Çok beğenmiş seni," diyerek kıkırdadı Gözde.

"Normal," dedi kahvesinden bir yudum alarak. "Genelde beğenirler."

Dönüp yüzüne baktım. Kaşlarının kavisini kaldırarak kibirli bir ifadeyle kahvesini hüpletiyordu.

"Numaranı istedi, seninle tanışmak istiyor," derken Rüzgâr'a iyice yaslandı Gözde. Rüzgâr tıpkı benim gibi hiç konuşmadan onları dinliyor, arada bana kaçamak bakışlar atıyordu.

"Kaç yaşında?" diye sordu Koray.

"Benimle yaşıt işte, sınıf arkadaşım."

"Olmaz," diyerek boşalan kahve fincanını komodinin üzerine bıraktı. "Çok küçük."

"Küçük mü?" Rüzgâr'ın kolunun altından çıktı ve bize biraz yaklaştı. "Abimin yanında böyle konuşma."

Rüzgâr, anne ve babasından daha çok karışıyordu kardeşine. Gözdenin, suratına taktıracağı küçük bir piercing için bile günlerce Rüzgâr'a yalvardığını biliyorum.

"Sarışın, mavi gözlü," dedi elini Koray'ın dizine koyarak. Koray'ın en büyük zaafıydı bu. Sayısız kusuru bile olsa, sarışın ve mavi gözlü kızlar her zaman bir adım önde oluyordu onun için.

"Kızım olmaz dedim." Yalancı bir sinirle kaşlarını çatarak Gözde'ye baktı. "Çoluk çocukla mı uğraşacağım?"

Gözde sinirle yerinde tepindi ve bana çevirdi gözlerini. "Şeker bir şey söylesene."

Aslında ikisi de haklıydı. Gözde'yle aynı yaşta olan biri Koray'a göre çok küçüktü. Ama Rüzgâr'la benim aramdaki sekiz yaşlık farkı düşününce Gözde de haklıydı. Sekiz yaş farkla sevgili olunuyorsa on yaş farkla da olabilirdi. Tabii böyle bakarsak, on yaş oluyorsa on iki de olurdu. On iki oluyorsa on beş de... Amaan püfftt! Bunun bir sonu yoktu ki.

Koray'ın kolunun altından çıktım ve bağdaş kurarak Gözde'ye biraz yaklaştım. Rüzgâr'la yanyanaydılar. Önce Gözde'ye daha sonra Rüzgâr'a baktım ve, "Yaklaşın," dedim. Rüzgâr'ın yüzünde muzip bir gülümseme belirdi ve bana doğru yaklaştı. Gözde de, Koray'a sinsi bir bakış attıktan sonra yaklaştı. Üçümüz kafa kafaya vermiştik. Sadece ikisinin duyacağı bir tonla, "Ben ona birini buldum ama şimdilik bilmemesi gerekiyor," dedim ve işaret parmağımı dudağıma götürerek şimdilik susmaları gerektiğini imâ ettim. Gözde'nin gözleri heyecanla büyürken, Rüzgâr bir an Koray'a baktı gülümseyerek.

"Ne konuşuyorsunuz kızım?" diyerek kolumdan tutup beni yanına çekti Koray. Onun için imkansız olan gelin adayından şimdilik bahsedemezdim. Bilse beni çiğ çiğ yerdi. Hiçbir anlamda Koray'ın kriterlerine uymuyordu bizim esmer bomba Dilara. Üstelik belli etmemeye çalışsa da korkuyordu Koray ondan. Korkuyordu, tipi değildi ve hastasıydı. İmkansız gibi görünüyordu ama şu hayatta benim en sevdiğim şeydi imkansızı, imkanlar dahiline sokmak. Koray ve Dilara, benim yeni ship'imdi.

Bu kez işim çok zordu, hem de çok zor. Dilara son zamanlarda iyiye gidiyor olsa da, daha önümüzde uzun bir yol vardı. Tam anlamıyla iyileşmesi gerekiyordu. O zamana kadar Koray kendine yeni bir sarı çiyan bulmazsa bu ikisini baş göz etmek boynumun borcuydu artık. Dilara'nın, Koray'a karşı boş olmadığını hissediyordum. Dilara çok güzel bir kızdı. Sadece bizim sarı sevdalısı kırmızı pancarın ilgisini çekmeye ihtiyacı vardı.

"Zor diye bir şey yoktur," dedim Koray'ın sorduğu soruyu es geçerek. "İmkansız biraz zaman alır."

Rüzgâr ve Gözde kafamdaki ismi bilmemesine rağmen sırıtırken, hiçbir şeyden haberi olmayan kırmızı turp anlamaz gözlerle bana bakıyordu.

***

Dün misafirlerimi uğurladıktan sonra duşa girip suyla yaptığım uzun sohbetin ardından, kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Koray istediğim renkteki saç boyasını alıp bana getirmişti ve saçlarımın diplerini boyamıştım. Bir süre bekledikten sonra duşa girdim ve saçlarımdaki boyayı yıkadım. Daha sonra Rüzgâr'ın tavsiyesine uyarak duştan çıkmadım ve saatlerce ağlayarak içimi dökmüştüm suya. Serhat'la ilgili hatırladıklarımı, Güneş'in bana yaptığı kalleşliği, Serkay'la arka bahçede yaptığımız gizli sohbeti ve Rüzgâr'a olan kara sevdamı. Her şeyi anlattım ve bu bana çok iyi geldi. Kendimi kuş gibi hafiflemiş hissediyordum. Rüzgâr'ın verdiği akşam ilacımı çok geç saatte içmiştim. Saat kaçta yatağa girdim, kaçta uykuya daldım bilmiyorum.

On beş dakika önce sevgilimden gelen mesajla hazırlanmaya başladım. Yarım saat sonra çıkacağımızı ve hazırlanmamı söylemişti. Bugün beni götüreceği yeri çok merak ediyordum. Koray'la çıktığımız alışverişte aldığımız, küçük pembe gül desenleri olan krem rengi elbiseyi üzerime giydim. Sanırım Koray'la birlikte aldıklarımız arasında en işe yarayan şey bu elbiseydi. Etek boyu kısa değildi ama göğüs kısmı birazcık açık olan bu askılı elbiseyi almak için bile yarım saat dil dökmüştüm Koray'a. Bir insanın alışverişe giderken yanına almaması gereken tek şey, Koray'dı. Her şeye bir kusur buluyor, insanı deli ediyordu.

Sönmüş saçlarımı bukle belirginleştirici krem ve sprey yardımıyla şekillendirdikten sonra makyaja geçtim. Abartılı olmayacak şekilde elbiseme uygun hafif bir makyaj yaptıktan sonra hazırdım. Dün Koray ve Gözde'nin bana aldıkları makyaj malzemeleri sayesinde kendime dayak atmaktan kurtulmuştum.

Çekmeceden parfümümü çıkarıp her yerime boca ettim. Güzel kokmak da güzel olmanın bir parçasıydı. Aynanın karşısında olağanüstü güzelliğimi hayranlıkla seyrederken kapım tıklatıldı.

"Şeker."

Rüzgâr'ım gelmişti. Parfümü tekrar çekmeceye koyduktan sonra heyecanla kapıya yöneldim. Önce son bir kez saçlarımı düzelttim daha sonra kapıyı açtım.

"Hazır mısın?" derken beni baştan aşağıya süzdü ve sorduğu soruyu gülümseyerek kendisi cevapladı. "Hazırsın."

"Evet," dedim ellerimi arkamda birleştirerek. "Hazırım."

Bakışları ışıl ışıldı. "Çok güzel görünüyorsun," dedikten sonra eğilip dudaklarıma dolu dolu bir öpücük kondurunca kendimi geri çektim. "Rüzgâr!"

Rujum dudaklarına bulaşmıştı. Elimle dudağına bulaşan ruju silmeye başladım. Hafif bir gülümsemeyle kıpırdamadan dudaklarını silmemi bekledi. "Vanilyalı," dedi gülümsemesini daha da büyüterek. "Bayılırım." Elimle silmeye çalışıyordum ama onun dili benden daha hızlıydı. Sanki dudaklarına bulaşan şey ruj değil de vanilyalı dondurmaydı.

"Rujumu bozdun," diyerek kaşlarımı çattım. Elbisemle uyumluydu, çok yakışmıştı. "Tazelemem lazım." Ona arkamı dönüp gidecekken bileğimden tutup durdurdu ve kollarının arasına hapsetti beni. Sırtım göğsüne çarpınca biraz heyecanlanmış olabilirim. "Gerek yok," dedi kulağıma fısıldayarak. "Onu da bozarım nasıl olsa."

Ne yani, onlarca rujum vardı ve ben rujsuz mu gidecektim? "Olmaz," dedim kollarının arasından kurtularak. "Rujsuz çıkmam, ruj benim yeşil çizgim."

Küçük bir kahkaha attı. Hemen makyaj malzemelerinin olduğu çekmeceyi açtım ve az önce sürdüğüm rujun rengine yakın, vanilyalı olmayan bir ruj aramaya başladım. Elime bir ruj aldım ve üzerini okudum. Vanilyalı yazıyordu. Başka bir ruj aldım, onun da üzerinde vanilyalı yazıyordu. Hızlı hızlı çekmecenin içini karıştırdım. Rujların renkleri farklıydı ama hepsinin üzerinde vanilyalı yazıyordu.

"Gözde neden hepsini vanilyalı almış?" diyerek sitemle Rüzgâr'a döndüğümde, iki elini de ceplerine koymuş keyifle güldüğünü gördüm. Rüzgâr'a bakarken göz bebeklerim şüpheyle kısıldı. "Sen mi söyledin?" Söylememiş olsun.

Soruma cevap niteliğinde gülümsemesi daha da büyüdü.

"Sen söyledin," dedim başımı ağır ağır sallayarak. "Rüzgâr bu yaptığın çok ayıp." İnsan kardeşine böyle bir şeyi nasıl söylerdi? Edepsizlikle sınır tanımıyordu artık.

Çaresizce çekmeceden aldığım bir ruju dudaklarıma sürdükten sonra çantama koydum ve odadan çıktık. Rüzgâr'ın dudaklarıma attığı muzip bakışlardan nasıl kaçacaktım bilmiyorum. Koridorda asansöre doğru ilerlerken Rüzgâr'ın o çok sevdiği, her gün düzenli olarak görmek için can attığı Tuna'yla karşılaştık.

"Selam," dedi bana göz kırparak. "Bugün nasılsın Şeker?"

Tam Tuna'ya cevap vereceğim anda Rüzgâr benden önce davranarak araya girdi. Az önceki keyifli halinden eser yoktu, çok kötü bakıyordu Tuna'ya. "Kaşına gözüne dikkat et," dedi dişlerinin arasından. "Yerlerini değiştirmek zorunda bırakma beni."

Tuna geriye doğru küçük bir adım atarken yüzündeki o alaycı gülümseme yerini koruyordu. Rüzgâr'a cevap verme gereğinde bile bulunmadan bakışlarını bana çevirdi ve, "Eskiden bu kadar gergin değildi," dedi başıyla Rüzgâr'ı işaret ederek. "Mesleğinin gerektirdiği gibi son derece sakin bir uzmandı ama," deyince Rüzgâr ani bir hamle yaparak elimi bıraktı ve Tuna'nın yakasına yapıştı.

Bir eli sıkıca Tuna'nın kolunu tutarken diğer eli yakasındaydı. "Rüzgâr ne yapıyorsun?" diyerek koluna yapıştım. Tuna hareketsiz bir şekilde öylece duruyordu ama sorun şu ki, bu halde bile yüzündeki o sinsi gülümseme yerini koruyordu. Rüzgâr'ı çıldırtmaya çalışıyordu sanki.

Rüzgâr bana dönüp, "Bekle burada," dedikten sonra Tuna'yı çaprazımızdaki odaya doğru itmeye başladı.

"Rüzgâr bırak lütfen," diyerek bir kez daha koluna yapıştım. Bu sinirle Tuna'ya içeride kim bilir ne yapacaktı? Neydi bu ikisinin arasındaki sorun? Tuna neden Rüzgâr'a böyle davranıyordu? Dün Güneş'i aramak için odasına girdiğimde hali, tavrı hiç böyle değildi. Rüzgâr olmadığı zamanlar gayet normal bir adamdı ama Rüzgâr'ı görünce çok sevimsiz bir adama dönüşüyordu.

"Bırak lütfen," diyerek koluna asılmaya devam ediyordum. Tam odanın kapısından içeri girecekken sinirle bana döndü ve, "Bekle burada dedim!" diye bağırınca olduğum yere çivilendim. Bana neden bağırıyor ki?

Tuna'yı yaka paça odanın içine savurduktan sonra kapıyı sertçe kapattı.

"Şeker'im ne oluyor?" diyerek yanıma gelen Koray'a döndüm. Sanırım sesleri duymuştu.

"Tuna'yı dövecek bir şey yap," dedim asık bir yüzle.

"Haa," dedi umursamaz bir şekilde. "Ben de bir şey var sandım." Daha ne olacaktı acaba?

"Anlamadın herhalde," dedim omzuna hafifçe vurarak. "Kavga ediyorlar."

"Ya bir şey olmaz," dedi aynı umursamaz tavırla. "Alışkın onlar." Elini uzattı ve omuzlarımın arkasında olan saçlarımı boynuma doğru çekti. "Ne güzel olmuşsun kız."

Ellerimin tersiyle saçlarımı geriye attım. Bir kez daha saçlarıma uzandı ve az önceki gibi öne aldı saçlarımı. Yetinmedi, bu kez saçlarımı altlarından havalandırır gibi yaparak göğüslerimin üzerini kapattı ve, "Böyle daha güzel oldun," dedi gülümseyerek.

Ne yapmaya çalıştığını anlamadım sanki. "Koray!" diyerek gözlerimi kocaman açtım ve saçlarımı geriye attım. "Şimdi şurada soyunurum," deyince uzanıp ağzımı kapattı. Dediğimi yapacağımdan emin bir şekilde gözleri dehşetle büyümüştü.

"Tamam lan!" dedi usulca elini ağzımdan çekerken. "Karışmıyorum." Bi' zahmet.

"Duydun mu beni!" diye bağıran Rüzgâr'ın gür sesi kulaklarıma dolunca panikle odaya yöneldim.

"Kızım dur," diyerek kollarımdan tuttarak beni durdurdu Koray. Nasıl bu kadar sakin kalabiliyordu anlamıyorum. Yarı sinirli, yarı endişeli bir ifadeyle yüzüne bakıyordum. "Merk etme," dedi beni kollarının arasına alırken. "Tuna alışkın Rüzgâr'ın okşamalarına."

Tuna kimin umurundaydı? Ben Rüzgâr için endişeleniyordum. Ya onu öldürür de hapse girerse, o zaman ben ne yapardım?

Nihayet kapı açıldı ve Rüzgâr odadan çıktı. Koray'a kısa bir bakış attıktan sonra bana döndü ve, "Hadi çıkalım," dedi sakin bir şekilde. Belli ki Tuna'yı öldürmemişti. Öldürse bu kadar sakin kalamazdı. Ona cevap vermeden arkamı döndüm ve odama doğru yürümeye başladım.

"Şeker!" diye seslendi arkamdan ama ona bakmadım. Odamın kapısını açtım ve tam içeri giriyordum ki kolumdan tutup durdurdu beni. "Gitmiyor muyuz?"

Kolumu elinden kurtardım ve ona bakmadan odaya girdim. "Ben gitmiyorum, sen gidebilirsin."

"Neden?" dedi peşimden odaya girerek. Bir de soruyordu.

Dönüp sinirli bir şekilde yüzüne baktım. Şu an canım ağlamak istiyordu ama makyajım bozulurdu. Ağlamamaya çalışarak suratım asık bir şekilde ona bakmaya devam ettim.

"Şeker," dedi ve bir kaç adım atarak karşımda durdu. Kaşları hâlâ çatıktı, Tuna'ya olan siniri yatışmamıştı. "Tuna'yla aramda olan bir konu, haddini bildirdim sadece o kadar."

Hâlâ Tuna diyordu. Hââlâ Tuna diyordu. "Bana ne Tuna'dan," dedim omuzlarımı silkerek. "Sen bana bağırdın Rüzgâr, bana bağırdın." Tuna'nın yediği yumruklar ve Rüzgâr'ın ona sarfettiği yaratıcı küfürler umurumda bile değildi. Rüzgâr bana bağırmıştı.

Kendini sakinleştirmek istercesine gözlerini kapatarak nefesini bıraktıktan sonra, "Özür dilerim," dedi mahçubiyetle. Bence yeterli değildi. Biraz yalvarması gerekiyordu.

"İyi," dedim ve elimle kapıyı işaret ettim. "Şimdi çıkabilirsin."

Onunla ilk tanıştığımız zamanlarda bana sıkça bağırıyordu. Bağırdığı zaman ondan deli gibi korkuyordum. Rüzgâr sinirlenince gerçekten çok korkutucu bir adam oluyordu. Ama artık hangi koşulda olursa olsun hiçbir şekilde bana sesini yükseltmiyordu. Ne yaparsam yapayım sinirlenmiyordu bile. Ya da sinirini bana belli etmiyordu. Tuna'nın hangi sözü Rüzgâr'ı bu denli öfkelendirmişti anlamadım. Sanki Tuna söylememesi gereken bir şey söylemişti de, Rüzgâr onu susturmak için panikleyerek o sinirle bana bağırmıştı. Biliyorum, normalde asla yapmazdı ama yine de biraz yalvarsındı.

"Bir tanem," dedi yumuşacık bir ses tonuyla. "Eşeklik ettim, çok özür dilerim."

Kollarımı göğsümde bağlayarak ona arkamı döndüm. Bir adım attı ve karşıma geçti.

"Öküzlük ettim."

Bir kez daha arkamı döndüm. Bir kez daha tek adımla karşıma geçti.

"Hayvan herifin tekiyim," derken tekrar dönmemem için kolumu tuttu ama tek hamleyle kolumu elinden kurtardım. Başını omzuna doğru hafifçe eğerek yüzüme baktığını, gözümün kenarından görüyordum.

"Ne istiyorsun?" deyince başımı çevirmeden yüzüne baktım. "Söyle. Beni affetmen için ne yapmam gerekiyor?" Öyle masum bakıyordu ki sanırım affedecektim. Ama bu fırsatı kaçırmak da duygularıma ayıp etmek olurdu. Uzun zamandır aklımda olan ama bir türlü yapmaya fırsat bulamadığım şeyin tam zamanı gibiydi sanki. Bakışlarımı ondan çekip usulca şifonyere sürükledim, sonra tekrar ona baktım. Bir kez daha şifonyere sürükledim, ardından tekrar onun gözlerine. Benim yeşiller, şifonyer ve ballar arasında bir kaç kez git gel yaptı.

Kaşları usulca çatılırken bu kez onun bakışları şifonyere sürüklendi. Dudakları gülümsüyordu. Sadece üç saniye veriyorum. Beni kucaklayıp şifonyerin üzerine oturtması için sadece üç saniye dayanabilirdi. İçimden saymaya başladım.

Bir. Şifonyerden çektiği bakışlarını bana çevirirken biraz şey bakıyordu. Sapıkça.

İki. Gözlerini kıstı, son derece ağır hareket ederek alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Sonra alt dudağını aynı yavaşlıkla dişlerinin arasından kurtardı. Ay neden öyle şeyler yapıyordu?

Üç. Bana doğru küçük bir adım attı. Önce göğsümde bağlı olan kollarıma baktı, sonra şifonyere, daha sonra dudaklarıma. Geliyordu, hissediyorum. Yanlarda olan kolları hareketlendi, benim gibi göğsünde birleşti ve, "Sen beni öpmeye mi çalışıyorsun?" dedi ciddi bir ifadeyle. Kaşları neden hâlâ çatıktı? "Ağına düşüreceksin ve beni öpeceksin öyle mi?"

Ne?

Bakışları beni esefle kınıyordu.

"Ne münasebet ya!" dedim geriye doğru bir adım atarak. "Bir an bile aklımdan geçirmedim, bu nasıl bir hayal gücü?" Yüce Rabbim beni bir gün çarpacaktı.

"Üçe kadar sayıyorum," dedi içine üç harfli kaçmış gibi. "Ya o güzel ayaklarını kullanarak kendin gidersin, ya da kucakladığım gibi ben götürürüm seni arabaya." Bana doğru küçük bir adım attı ve elimi ayağımı aynı anda titremeye iten bir cümle çıktı dudaklarından. "Arabada olacakları da senin hayal gücüne bırakıyorum."

Ha?

Hı?

Ne?

Gözlerim dehşete kocaman açıldı. Olağanüstü zekam kurduğu son cümle karşısında tıkanıp kaldı. Aslında tıkanmadı, aklım çok sakıncalı şeylere kayıyordu şu an. Koray'ın bana yasakladığı ayıplı fantastik kitabın ilk yüz sayfasında bulunan bir sahne gözlerimin önünde canlanınca, Rüzgâr'a arkamı döndüm ve kapıya doğru koşmaya başladım. Güzel ayaklarımı kullanarak gidiyordum, hiç öyle şeyler yapmasına gerek yoktu.

Rüzgâr'ın arkamdan attığı gür kahkahayı umursamadan merdivenlere yöneldim. Asansörü bekleyecek vaktim yoktu, peşimden geliyordu Vampir Prens Vincent.

***

Yolculuğumuz boyunca dönüp Rüzgâr'ın yüzüne bir kez bile bakamadım. Ona bakmam ve konuşmam için birçok girişimde bulundu ama yapamadım işte. Uzun zamandır ilk kez Rüzgâr'dan utandığımı hissediyordum.

Bir alışveriş merkezinin önüne geldiğimizde arabayı durdurdu ve, "Biraz alışveriş yapmamız gerek," dedi. Gideceğimiz yerde acıkırsak yemek yaparız diye yemeklik malzeme almamız gerekiyormuş. Alışveriş merkezinin girişinde bulunan bir marketten, yemeklik, atıştırmalık ve içecek bir sürü şey aldık. Rüzgâr'ın alışveriş yapmak konusunda hiç ayarı yoktu. Sadece birkaç saat kalacağımız bir yer için biraz fazla malzeme almıştık.

Elimizde poşetlerle arabaya doğru ilerlerken, tam karşımızda bir mağazanın vitrininde bana göz kırpan bir elbiseye takıldım. Rüzgâr arabanın bagajını açtı, poşetleri bağaja yerleştirdikten sonra bana döndü ve, "On dakikalık bir yolumuz kaldı," dedi gülümseyerek.

Buraya gelmemiz de on beş dakika sürmüştü. Hastaneye yakın bir yere gidiyorduk yani. Saat de erkendi, acele etmeye gerek yoktu.

"Şey," dedim az önce bakıştığım vitrindeki elbiseye dönerek. "Aslında biraz daha dolaşabiliriz."

Baktığım yöne çevirdi başını. Rengi ve modeli o kadar güzeldi ki, onu üzerimde hayal etmeden duramıyordum. Rüzgâr bana döndü ve, "Sana çok yakışacak," dedikten sonra elimi tutup mağazaya yönlendirdi.

Mağazanın kapısından girer girmez, bizi siyah takım elbiseli ve oldukça yakışıklı bir adam karşıladı. "Hoş geldiniz efendim," dedi gülümseyerek. "Ben müşteri sorumlusu Memili."

Ne?

Adamın adını duyunca tamamen iradem dışında kıkırdadım. Rüzgâr'ın da garibine gitmiş olacak ki bana uyarıcı bir bakış atarken o da gülmemek için kendini zor tutuyordu. "Hoş bulduk," dedi adamın uzattığı elini tutup tokalaşırken.

Mağaza da başka çalışanlar da vardı ve kadın çalışanlar dahil hepsi siyah takım elbiseliydi. Her biri önüne bir müşteri katmış, güler yüzle ürünleri gösteriyordu. Bizim şansımıza da Memili düşmüştü.

"Şu vitrindeki elbise için geldik," dedi Rüzgâr. Memili önce vitrindeki elbiseye baktı daha sonra bana döndü ve, "Siz kabine gidip soyunmaya başlayın, ben hemen getiriyorum," dedi gülümseyerek. Rüzgâr'la bir an göz göze geldik. Elin yakışıklı Memili'si bana, 'kabine gir soyun, ben geliyorum,' demişti. djsdjsdj

"Ben götürürüm," dedi Rüzgâr.

Memili, Rüzgâr'a baktı ve başını iki yana salladı. "Üzgünüm efendim, kadınların kabinine siz giremiyorsunuz."

A haa!

Rüzgâr'ın, Memili'ye olan bakışları değişmeye başladı. Ellerini ceplerine koyarak küçük bir adım attı ve Memili'nin tam karşısında durdu. "Siz girebiliyorsunuz ama." Evet, cevap ver Memili.

Memili son derece rahat görünüyordu. "Biz personeliz," derken bana döndü ve minik bir tebessüm gönderdi. "Personel dışında kimse kabinlere giremez," dedi bakışlarını Rüzgâr'a çevirerek. "Kural böyle."

Hayatımda bundan daha haklı bir kural duymamıştım. Memili girmeliydi. Memili girmeli ve Rüzgâr'ı deli etmeliydi. Kıskanç Rüzgâr en sevdiğimdi.

Bu duruma üzülmüşüm gibi yaparak yüzümü astım ve acıklı bir şekilde Rüzgâr'a baktım. "Hay Allah, elbiseyi çok beğenmiştim ama sağlık olsun," dedim Rüzgâr'ın yanına gidip koluna girerek. "Denemeden alamam, hadi gidelim."

Memili, "Kural böyle," dedi kışkırtmamı destekler gibi. "Üzgünüm."

Yaşadığım dramın bir tarifi yoktu. Öyle üzgün görünüyordum ki, sanki dokunsalar ağlayacak gibiydim. Hayatım boyunca hiçbir elbiseyi bu kadar çok istememiştim, bundan sonra da istemeyecektim. Hayat ışığım sönmüştü, daha da gülmezdi gül yüzüm.

Evet, Rüzgâr şu an tam olarak böyle görüyordu beni. Üzgün, yıkık, bitik bir Şeker vardı karsısında ve bu bertaraf olmuş halime dayanamadı. "Geç güzelim sen kabine," dedi başıyla kabinlerin olduğu tarafı işaret ederek. "Elbisen birazdan geliyor."

Tık! Bir ses doldu kulaklara. Sönen hayat ışığımın yeniden yanma sesiydi bu. Heyecanla kabine doğru giderken durdum ve Memili'ye döndüm. "Bunu da denemek istiyorum," dedim bol dekolteli bir elbiseyi göstererek. "Bunu da, bunu da ve bunu da." Rengine modeline aldırış etmeden bir sürü elbise gösterdim Memili'ye. Zaten önemli olan renk ya da model değildi şu an. Dekolteydi. Seçtiklerimin her biri kumaştan yoksun, son derece açık elbiselerdi. Almak niyetinde değildim ama neden denemeyeyim? Neden Memili yardımıyla deneyip Rüzgâr'ı deli etmeyeyim?

"Hemen getiriyorum," dedi Memili. Rüzgâr'a bakmayı aklımdan bile geçirmedim. Eminim şu an kendi kendini yiyordu. Şahane bir duyguydu bu.

Kabine girdim ve soyunmaya başladım. Seçtiğim elbiselerin hepsi ya straplez ya da askılı olduğu için sütyenimi de çıkarmam gerekiyordu. Aksi halde çok çirkin dururdu. Önce elbisemi daha sonra da sütyenimi çıkarıp kalbindeki askıya astım ve beklemeye başladım.

Diğer elbiseleri değil ama vitrinde gördüğüm mürdüm elbiseyi kesinlikle almam gerekiyordu. Rüzgâr'ımın doğum günü yaklaşıyordu. Koray'la birlikte çok güzel bir doğum günü organize etmem, o günün de en güzeli ben olmam gerekiyordu. Yirmi dokuz yaşına giriyordu bal gözlerine yandığım.

Yarı çıplaktan bir tık daha çıplak bir vaziyette elbiselerin gelmesi beklerken, kabinin perdesi hafifçe aralandı ve bir el uzandı. Memili mürdüm elbiseyi getirmişti. Uzanıp elbiseyi aldım. "Teşekkür ederim Memili bey."

Elbiseyi elime alır almaz fakir ruhum devreye girdi ve elbisenin üzerinde fiyat etiketini aramaya başladım. Ben, her şeye rağmen alacağım ürünün fiyatını merak eden bir milyonerdim. Sağına, soluna ve arkasına baktım ama fiyat etiketi yoktu. Sanırım zenginler nasıl olsa fiyatına bakmadan alıyor diye fiyat etiketi koymamışlardı. Benim gibi özgün zenginlere büyük saygısızlık.

Elbisenin neredeyse kalçasına kadar uzanan fermuarını açtım ve içine girdim. Eteği yerleri süpürecek kadar uzun ve uçuş uçuştu. Belden yukarıya doğru daralan elbisenin askılarını omuzlarıma sabitledim ve ellerimi arkaya atarak fermuara uzandım. Fermuarın ucunu yakalamıştım ama yukarıya çekemiyordum.

Bu halde kabinden çıkıp Rüzgâr'ın yanına gitmem mümkün değildi. E nasıl gösterecektim? "Memili gözlerini kapatıp fermuarımı çekebilir," dedim sesli bir şekilde. Bu detayı Rüzgâr nereden bilecekti, kabine giremiyordu ki.

Ebisenin eteklerini topladım ve perdeyi hafifçe aralayarak kafamı uzattım. "Memili bey, fer-mu-aaa!"

Rüzgâr? Selvi boyuna kurban olduğum, olmayan evimin direği, göz bebeğim, bal böceğim. Onun burada ne işi vardı?

Yüz kaslarımı zora sokan büyük bir gülümseme kondurdum yüzüme. "O herife fermuarını kapattıracaktın öyle mi?" dedi gülümseyen yüzümü görmezden gelerek. Sanırım biraz sinirlenmişti.

"Personel olduğu için," dedim perdeyi açıp ona doğru bir adım atarak. Hâlâ sırıtıyordum ama bu seferki biraz ıkınır gibiydi.

"Gir içeri," dedi buz gibi bir ifadeyle. Geriye doğru bir kaç adım attım ve kabinin köşesine sindim. O da içeri girdi, perdeyi kapattı ve bana doğru yaklaştı. Bence gereksiz yere abartıyordu. Memili bu mağazanın personeliydi ve bunun için görevlendirilmişti. Ben kurallara uyan bir kızım.

Rüzgâr'ın yasaklı bölgeye nasıl girdiğiyle ilgili kafamda birkaç senaryo canlanmıştı ama konuyu acilen değiştirmem gerekiyordu. "Elbisem yakışmış mı?" dedim yüzüme tontiş bir gülümseme kondurarak. Tontiş miydi? Başımı biraz çevirdim ve aynaya baktım. Evet, tontişti.

"Dön arkanı," dedi soruma cevap vermeden. Fermuarı kapatıp öyle yorum yapacaktı.

"Önce gözlerini kapat," dedim tontiş gülümsememi bozarak. Arka cephe tamamen ortadaydı, görmesine gerek yoktu.

Hiç itiraz etmeden gözlerini kapattı. Ben de ona arkamı döndüm. "Tamam, çekebilirsin."

Yüzüm duvara yapışacak kadar yakındı. Fermuarı çekmesini beklerken, sırtıma dökülen saçlarımı topladım. Fermuarın ucundan tuttu ve tek hamle de yukarı çekti. Saçlarımı serbest bırakıp Rüzgâr'a döndüm. "Şimdi nasıl?" dedim gözlerimi kırpıştırarak. "Yakıştı mı?"

"Çok yakıştı," dedi ama hâlâ suratı asıktı. Onu yumuşatacak en hızlı ve kolay yöntem aklıma geldi ve, "Yaklaş," dedim kaşlarımı çatarak. Zaten yakınımdaydı. Adım atacak kadar mesafe yoktu aramızda bu yüzden asıl kastettiğim şeyi yaparak hafifçe eğildi.

"Biraz daha yaklaş." Biraz daha eğildi.

"Azıcık daha." Zalimin oğlu gökdelen gibiydi.

Uzanabileceğim kadar eğilince gözüme kestirdiğim yere bakıp kaşlarımı biraz daha çattım. Dudağının kenarında minik bir çukur vardı. Sadece gülümsediği zaman ortaya çıkıyordu ama şu an suratı asıktı. "Biraz gülümser misin?" dedim gözlerinin içine bakarak. "Gamzeni öpeceğim, tam neredeydi bulamıyorum."

Bir an duraksadıktan sonra dudaklarının kenarı hafif kıvrılınca, çıkan çukurdan bir kez öptüm. Heyecanlanmasını istediğim kişi oydu ama ben ondan daha çok heyecanlanmıştım. Kalbim çok hızlı atıyordu ama geri çekilmedim, o da kıpırdamadı. Usulca bir kez daha öptüm yerini koruyan gamzesinden. Hızlı nefes alış verişlerim yüzünden biraz utanmıştım. Son bir kez daha öptükten sonra, "Tam üç kez öptüm gamzeden. Hadi barışalım," dedim ve kendimi geriye çektim.

Son derece ağır hareket ederek doğruldu ve, "Bir şartla," dedi.

"Kabul ediyorum," dedim daha şartını duymadan. Az önce ki soğuk bakışları sıcacıktı şu an.

"Söz mü?" dedi tereddütle.

"Söz, vallahi söz," dedikten sonra nihayet şartını merak ettim. "Şartın neydi bu arada?"

Omuzlarıma düşen saçlarımı parmaklarının arasına aldı ve, "Ben de senin gamzeni öpeceğim," dedi. Öpücüğün etkisiyle beyni sulanmıştı sanırım. Benim gamzem yoktu ki.

"Mümkün değil," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Gamzem yok ki benim."

"Var," dedi kendinden emin bir şekilde. Gerçekten beyni sulanmıştı. Yirmi yılık suratımı benden iyi tanıyordu sanki.

"Yok dedim Rüzgâr." Olmadığını kanıtlamak istercesine habeş maymunu gibi kocaman gülümsedim. "Gördün mü bak. Benim yüzümde bir tane bile gamze yok." Yavaş yavaş kalbim kırılıyordu, gamzem olmadığını hiç mi farketmemişti bu zamana kadar.

Geriye doğru ağır ağır adımlarken yaramazlık yapan küçük bir çocuktan farksızdı. Arkasını dönmeden perdeyi araladı ve, "Yüzünde yok," dedi çapkın bir gülümsemeyle. "Belinde var."

Ne?

Gülümseyen gözlerini benden ayırmadan kabinden dışarı çıktı. "Sevcan hanım, hanımefendinin elbiseyi çıkarmasına yardım eder misiniz," diye seslendikten sonra perdeyi kapatıp uzaklaştı.

Sevcan hanım kimdi? Memili bey neredeydi? Belimde gamzenin ne işi vardı? Hepsinden önemlisi, belimde olduğunu benim bile bilmediğim gamzeyi şerefsiz Rüzgâr nereden biliyordu?

"Rüzgâr!" diyerek kabinden dışarı çıkmak için bir hamle yaptığım anda perde tekrar aralandı ve, "Geldim efendim," diyen fıstık gibi bir kadın kabine girdi. Sesimi çıkarmadan içeri giren kadına arkamı döndüm.

Rüzgâr fermuarımı kapatırken gözlerini kapatmamıştı, bunu anladım. Anlamadığım şey, tüm normal insanların yüzünde olan gamze benim neden belimdeydi. Sevcan hanım fermuarımı açtıktan sonra kabinden çıktı. Elbiseyi üzerimden çıkardıktan sonra aynaya arkamı döndüm ve belime baktım. Rüzgâr haklıydı. Belimin sağ tarafında küçük bir çukur vardı. Ben bu güne kadar bunu nasıl farketmedim? Belimde gamze vardı ve Rüzgâr'a gamzemden öptüreceğime söz vermiştim. Allah beni kahretsindi.

***

Mağazadan çıktık ve yola koyulduk. Rüzgâr elbiseyi, verdiği adrese bir saat sonra getireceklerini söylemişti. Diğer elbiseleri denemek bile istemedim. Zaten almak gibi bir niyetim yoktu. Amacım Memili aracılığıyla Rüzgâr'ı kıskandırmaktı ama pek başarılı olamamıştım. Memili sırra kadem basmıştı.

On dakikalık yol boyunca Rüzgâr'ın pis sırıtmalarına maruz kaldım. Ve on dakika boyunca ağzından çıkan tek şey, 'Söz verdin,' olmuştu. Ona belimi öptüreceğimi zannediyordu. Bana göre şartın ne olduğunu bilmeden verdiğim söz geçerli değildi. Hiç belden öpülür müydü?

"Geldik," dedi arabayı durdurarak. Hastaneye yakın ama şehir merkezine biraz uzak bir yere gelmiştik. Yeşili iliklerine kadar hissettiren bir yerdi burası. Arabadan indik, bagajdaki malzemeleri aldık ve etrafı kalın duvarlarla çevrili üç katlı büyük bir eve geldik.

Bahçe kapısının önünde, orta yaşlarlada bir adam karşıladı bizi. "Hoş geldiniz efendim," dedi önce Rüzgâr'a daha sonra bana bakarak. Çok güler yüzlü bir adamdı.

"Hoş bulduk," dedikten sonra ellerimizdeki alışveriş poşetlerini adama uzattık. Bahçe kapısının hemen yanındaki güvenlik kulübesi dikkatimi çekti. Böyle bir yerde güvenlik önemliydi tabii.

Rüzgâr bana döndü. "Gel güzelim," diyerek elimi tuttu ve bahçe kapısını sonuna kadar açtı.

Şu an hayatım boyunca görebileceğim en güzel bahçeye giriş yapıyordum. Bahçenin ve evin görkemi karşısında hayranlığımı gizleyemedim. "Rüzgâr burası çok güzel."

Tam anlamıyla sanat eseri. Büyüleyici. Muhteşem.

"Kimin burası?" diye sordum.

"Bizim," dedi gülümseyerek. "İkimizin."

"Nasıl?" Onunla aynı evde yaşamayacağımı daha önce söylemiştim. Her sevgili aynı evde yaşamak zorunda değildi.

Aklımdan geçenleri hissetmiş gibi yüzümü ellerinin arasına aldı. "Eger bir gün," dedi duygu yüklü bir ifadeyle. "Benimle evlenmeyi kabul edersen, bu evde birlikte yaşayacağız. Senin hayalini kurduğun ev gibi olması için çok uğraştım."

Ben kabul ederdim ama anne ve babası müsaade etmezdi ki. Hayalim sadece bahçeli bir ev değildi, içinde Rüzgâr'ın da olduğu bir evdi. O da tıpkı benim gibi, içinde ikimizin olduğu  bir gelecek hayal ediyordu. Anne ve babası izin verse bile, ben iyi olmadan evlenmemiz mümkün değildi. Çantamdaki kimliğim bile sahteyken evlenmek hayalden ibaretti bizim için. Bu yüzden bir teklifte bulunmuyordu haklı olarak. 'Eğer bir gün' diye başlayan cümlesinin nedeni buydu. Evlilik teklifi etmek ve bunun için bir adım atmaktan önce iyileşmem gerekiyordu.

Elini bırakıp büyülenmiş bir şekilde bahçede yürümeye başladım. Bahçenin etrafını saran kalın duvarlar, pembe sarmaşık gülleriyle kapatılmıştı. Eve giden yolun iki yanı rengârenk mine çiçekleriyle süslenmişti. Bahçenin içindeki bu eşsiz kokunun sebebi mineler değil güllerdi. Minelerin eşlik ettiği yolu sonlandıran şey büyük bir yüzme havuzuydu. Bahçenin çeşitli yerlerinde oya ağaçları, her ağacın altında da iki tane tekli hasır koltuk vardı. Her yer öyle güzel, öyle cıvıl cıvıldı ki. Nereye bakacağımı şaşırmış bir şekilde ne evin yan tarafına geçtim. Duvara paralel bir şekilde dizilmiş küçük, ahşap kedi yuvaları vardı. Ancak yuvaların içi boştu, bir tane bile kedi yoktu. Arka bahçeye doğru ilerlerken gördüğüm şey karşısında çığlık attım. "Rüzgâr!"

Kocaman bir çilek serası. Heyecanla koşarak seraya girdim. Yanlarda, tavanda, yerlerde... Her yerde çilek vardı. Cennetten bir köşeydi burası! Çilekler o kadar güzel görünüyordu ki dokunmaya bile kıyamadım.

"Tadına bakalım," diyerek seraya giren Rüzgâr'a döndüm. Ağır adımlarla yanıma geldi. Tavandan sarkan bir çileği kopardı ve ısırmam için bana uzattı. Uzanıp küçük bir ısırık aldım. İnsan bunları yemeye kıyamazdı ama elinde kalan çileğin diğer yarısını hunharca ağzına attı Rüzgâr. "Biraz daha zamanı var," dedi yüzünü buruşturarak. Mayhoş tatlardan pek hoşlanmıyordu.

"Bence olmuş, hepsini yiyebilirim," dedim az önce yemeye kıyamadığım çileklere bakarak. Er ya da geç yenecekti sonuçta.

"Gel, daha bitmedi," diyerek elimi tuttu ve ömrümün geri kalanını geçirebileceğim seradan çıkardı beni.

Hâlâ arka bahçedeydik. İlerledikçe ağaçlar daha da yoğunlaşıyordu. Biraz daha yürüdükten sonra karşımıza çıkan şeyle bir çığlık daha attım. "Ya Rüzgâr!" Cam bir tünele bağlı, tamamı camdan oluşan bir kış bahçesi. Aman Allah'ım, bu çok fazlaydı.

Cam tünelden geçip dev bir fanusu andıran kış bahçesine girdik. İçerisi öyle güzel görünüyordu ki nereye bakacağımı şaşırdım. Şöminenin önüne koyulmuş büyük bir mider, kitaplarla dolu bir kitaplık, L şeklinde krem rengi bir koltuk, koltuğun önünde ahşap bir sehpa, cam kenarlarında büyük mumlar, hasır saksının içinde tavana kadar uzanan bir manolya, çift kişilik yatak ve jakuzi.

Yatak ve jakuzinin olduğu tarafa bakarken gözlerim azıcık büyüdü. Bu ikisini kullanmak akıl kârı değildi. Her yer camdı. Yatak ve jakuziye attığım dehşet dolu bakışları farketti Rüzgâr. Uzanıp sehpanın üzerinde duran küçük kumandayı eline aldı ve, "Endişelenme," dedi gülümseyerek. Kumandanın düğmesine bastı ve beyaz olan camlar saniyeler içerisinde biraz koyu bir renk aldı. "Şu an dışarıdan bakınca içerisi görünmüyor," dedi göz kırparak. "İstediğimiz zaman görünmez olabiliriz."

Edepsizlikte nirvana!

Gözümle görmeden beni inandıramazdı. Rüzgâr'a bakmamaya çalışarak dışarı çıktım. Tamam, bu yatakta asla yatmayacaktım. Jakuziyi kullanmam da imkansızdı ama yine de emin olmak istedim. Cam tünelden geçtikten sonra dönüp dev fanusta baktım. Evet, görünmüyordu. Gördüğüm tek şey, kapının hemen önünde durmuş gülümseyerek bana bakan Rüzgâr'dı.

"Görünmüyor," diyerek yanıma gittim.

"Görünmüyor," dedi ve elimden tutup beni kendine çekti. "İstediğimiz kadar özgür olabiliriz."

Ay bismillah. Bu muhabbet çok sakıncalı yerlere gidiyordu. Bedenime sardığı kollarının arasından sıyrılarak çıktım ve fanusun sağ tarafında olan ikinci cam tünele doğru yürüdüm. Bu tünel, kış bahçesini eve bağlayan yola açılıyordu.

"Bakalım evimizi beğenecek misin?" diyerek elini belime saran Rüzgâr'la birlikte tünelden eve giriş yaptık. Üç katlı evin arka bahçeye bakan cephesi, en üst kata kadar cam duvardan oluşuyordu. Ev öyle zevkli dekore edilmişti ki artık ağzımı da gözlerimi de sonuna kadar açmaktan yorulmuştum. Giriş kat, son derece şık mobilyalarla döşenmiş büyük bir salondan oluşuyordu.

"Zemin katta mutfak ve spor salonu var, oraya daha sonra bakarız," dedikten sonra elimi tutup üst kata yönlendirdi beni. Havaya uçurduğum evinin zemin katında da spor salonu vardı. Spor yapmayı çok seviyordu Rüzgâr.

Üst kata çıkarken, bizi girişte karşılayan adam, "Rüzgâr bey," diyerek yanımıza geldi. İçi dolu bir sürü elbise kılıfını kucaklamıştı. "Kurye getirdi, nereye bırakayım?"

"Giyinme odasına çıkar lütfen," dedi adama yol açarak. Sanırım mağazadan aldığımız elbise gelmişti. Biz sadece bir tane almıştık ama adamın kucağında bir sürü içi dolu kılıf vardı. Yukarı çıkan adamın arkasından merakla bakarken Rüzgâr bana döndü ve, "Diğer beğendiğin elbiseleri de aldım," diyerek açıklama yaptı.

"Rüzgâr ben o elbiseleri nerede giyeceğim?" dedim şaşkınlıkla. Onu kıskandırmak için gelişigüzel seçmiştim ve hepsi bir karış kumaştan ibaretti. "Hepsi çok açık," dedim gözlerimi kaçırarak. Koray ibretialem için kendini keser, yine de giydirmezdi onları bana. "İnsan içine çıkılacak şeyler değil."

Alışveriş konusunda gerçekten hiç ayarı yoktu. Kim bilir ne kadar para ödemişti giymeyeceğim elbiselere? Merdivenin sonuna geldik, durdu ve bana döndü. "Haklısın," dedi muzip bir gülümsemeyle. Omuzlarıma düşen saçlarımı geriye attı ve parmaklarıyla yanağımı okşadı. "Zaten insan içine çıkarmam, evde giyersin," dedikten sonra eğilip vanilyalı dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. "Muhtemelen üzerinde uzun süre durmazlar."

Ya yok artık! Resmen kelime oyunu yaparak içindeki vahşi adamı gösteriyordu bana. "Hep böyle edepsiz miydin?" dedim omzuna vurarak. Giyinme odasına elbiseleri bırakan adam yanımızdan geçerek alt kata inerken Rüzgâr beni bir odanın önüne getirdi. Soruma cevap vermemişti.

"Hep böyle edepsiz miydin?" diyerek sorumu tekrarladım. Bana söylediği sözleri, yaptığı jestleri İlay'a yapmadığından emindim. Onu hiçbir zaman sevmemişti. Ahu'yu kendinden uzaklaştırmak için İlay'la anlaşmalı bir ilişkileri olduğunu daha önce Rüzgâr'dan dinlemiştim. Her ne kadar aynı evde yaşamış, hatta aynı yatağı paylaşmış olsalarda İlay'ı hiç sevmemişti.  Başlarda bu bana pek mümkün gibi görünmüyordu. İnsan sevmediği biriyle neden aynı yatağı paylaşır ki diye düşünüyordum ama Rüzgâr'ı tanıdıkça daha iyi anlıyorum. Her şeye rağmen ilişkilerine bir şans vermişti Rüzgâr. Anlaşmalı başlayan bu birliktelik, İlay'ın saplantılı aşkı yüzünden başka bir boyuta evrilmişti ama yine de sevememişti Rüzgâr.

İlay'ın ölümü Rüzgâr'ı düşündüğüm kadar sarsmamıştı mesela. Evet, üzülüyordu. Zaman zaman dalıp gidiyordu. İlay'ın yasını bile tutuyordu. Bunun en belirgin göstergesi yüzündeki sakaldı. Günlerdir sakal tıraşı olmuyordu. Bu, bir çeşit yas tutma şekliydi. Yüzündeki kesmediği sakallarla 'Yastayım' diyordu ama normal hayatına da kaldığı yerden devam ediyordu. Bir insan, eskiden sevdiği birini artık sevmiyor bile olsa ölümünü bu kadar çabuk kabullenmezdi.

Sude için aynı şeyi söyleyemiyorum. Sude'yi sevmişti. Onunla ilgili sadece Gözde'den duyduklarımı biliyordum. Ne Koray ne de Rüzgâr, Sude hakkında tek bir şey söylememişti bana. Ama Gözde yeterince bilgi vermişti. Rüzgâr'ın, Sude'ye çok kapıldığını, üç yıl boyunca evli hayatı yaşadıklarını bilmem benim için yeterliydi. Sevmişti Rüzgâr, Sude'yi. Eski evinin yatak odasındaki aynayı da Sude'nin mi yaptırdığını sorduğum zaman, 'Sude bu kadar zevksiz değildi' derken ki yüz ifadesi gözümün önüne gelince yüzüm düştü. Şeker ne kadar zevkliydi ya da zevksizdi, bir fikri var mıydı acaba?

İki kere sorduğum soruya hâlâ cevap vermemişti. Hayır dese yalan olurdu, evet dese kalbim kırılırdı. Bu yüzden susuyordu. Daha fazla üstelemek istemedim ama moralim bozulmuştu.

"Burası misafir odası," dedi kapısını açtığı odayı göstererek. Daha sonra elimden tuttu ve misafir odasıyla aynı sırada olan üç odayı işaret etti. "Bunlar da çocuk odası." Dört odayı da sırasıyla gezdikten sonra üst kata çıkan merdivenlere yöneldik. Evin her bir noktası, en ince ayrıntısına kadar çok şık mobilyalarla döşenmişti. Her şey hayal bile edemeyeceğim kadar güzeldi ama moralim bozulmuştu. Keşke eşyaları birlikte seçmiş olsaydık diye içimden geçirirken son kata çıktık.

"Bu katta da yatak odası ve giyinme odası var," diyerek bana döndü. Yatak odasına girerken gülümsemeye çalışarak yüzüne baktım. İçimden geçen düşüncelere engel olamıyordum. Ben de yeterince zevkliydim. Neden tek bir eşya benim isteğime göre değildi. Evet, hepsi çok güzeldi. Ben de olsam aynılarını seçerdim ama seçerken ben de olmalıydım. Benim Sude ve rahmetli İlay'dan ne eksiğim vardı?

Yatak odasının tam ortasına geçip eşyalara bakarken Rüzgâr içimden geçenleri hissetmiş gibi arkamdan belime sarıldı. "Seni boş bir eve getirmek istemedim," diyerek saçlarımdan öpüp beni kendine çevirdi. "Daha sonra bunların hepsini, senin beğenip seçtiğin eşyalarla değiştireceğiz." Okunu kalbimin tam ortasına fırlattı aşk, şehvet ve seks tanrısı Eros Rüzgâr.

Sanırım şu an gözlerimde minik kalpler belirmişti. "Gerek yok Eros," dedim omuzlarımı silkerek. Kaşları usulca çatılırken dudaklarının kenarı kıvrıldı. "Ayy, Rüzgâr diyecektim." Bazen zihnimle dilim arasındaki bağlantıyı kontrol edemiyordum. Bunun için de bir terapiye ihtiyacım vardı.

"Herşey çok güzel," dedim sanki az önce içimden sitem etmiyormuşum gibi. Kollarımı bedenine sararak başımı göğsüne koydum. "Değiştirmek istemiyorum, hepsi böyle kalsın."

Yatak odasının her bir noktasını uzun uzun inceledim. Bahçeye bakan duvarın tamamının cam olması, yere oldukça yakın olan yatağın bu camın önünde olması, yatağın tam karşısına yerleştirilmiş jakuzi ve diğer bütün detaylar. Her biri son derece şık mobilyalardan oluşan odanın içinde beni en çok etkileyen şey, jakuzinin arkasında kalan duvarın neredeyse tamamını kaplayan, birbirine sarılmış iki ağaç tablosuydu. Bu, dört köşe bir çerçevenin içine sıkıştırılmış bir tablo değildi. Üç boyutlu bu ağaç tablosunu dikkatli bakmayan biri, odanın içinde gerçekten ağaç var zannederdi.

Tabloya hayranlık dolu gözlerle bakarken Rüzgâr yanıma geldi ve elini belime koydu. "Çınar ve ıhlamur," dedi başıyla dev tabloyu işaret ederek. "Hikayesini biliyor musun?"

Hayır dercesine başımı salladım. Çınar ve ıhlamur ağaçlarının bir hikayesi olduğunu bile bilmiyordum. Gülümseyerek elimi tuttu ve beni yatağa doğru yönlendirdi. Elimi bıraktı ve önce kendi yerleşti yatağa, daha sonra yanına uzanmam için eliyle yatağa iki kere vurdu. "Sana ıhlamur ve çınar ağaçının hikayesini anlatayım."

Yanına uzandım ve kolunun altına girerek ona sarıldım. "Baukis ve Philemon'un aşk hikayesi," diyerek anlatmaya başladı.

"Bergama'nın zengin ve bereketli ovasında insanlar çalıştıkça kazanır, toprağa bir ektikçe bin alır ve günden güne zenginleşip refah içinde yaşamaya başlarlar. Zenginleştikçe sevgide fakirleşir, evleri büyüyüp genişledikçe yürekleri daralır, kazançları çoğaldıkça cömertlikleri azalır. Gün geçtikçe tamahkârlık ve hırsa daha fazla kapılırlar. Hem tanrıları, hem insanları mutlu etmeyi ve paylaşmayı unuturlar.

İnsanların iyilik ve sevgilerinin tükendiği kentte, sevgiden eksiltip zenginliklerini arttıranlara inat, Baukis ve Philemon birbirlerine duydukları sevgiyi azaltmadan yaşayan mutlu bir çifttir.

Küçük bahçelerinde yaşamlarını sürdürmelerine yetecek kadar sebze ve meyve yetiştirir, Philemon'un ormanda topladığı odunların ısıttığı ocaklarının başında Baukis'in sevgiyle pişirdiği yemeklerini yerler. Birlikte oldukları için tanrılara minnetle dua ederek mutluluk ve huzur içinde günlerini geçirirler.

Zeus Olympos'da, Frigya Krallığının Bergama ovasındaki insanları düşünceli gözlerle izler. Verimli ovada yaşayan zengin kulları bir zamanlar tapınaklarını hiç boş bırakmaz, değerli armağanlarla onurlandırırken, son zamanlarda pek uğramaz olurlar.

Oğlu haberci tanrı Hermes'i yanına çağırarak, onunla tebdili kıyafetle iki yoksul köylü görüntüsünde ölümlülere bir ziyaret yapıp, tanrıları neden ihmal ettiklerini anlamak için yakından görmek ister.

İki fakir yabancı görüntüsünde evlerin kapısını çalmaya başlarlar. Fakat çaldıkları her kapı ya açılmaz, ya da açıldığı an yüzlerine kapanır. Tanrılara bir verip karşılığında bin dilek dileyen, kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyen bencil insanoğlunun, karşılık alamayacağı iki yoksula verebilecek bir dilim ekmeği bile yoktur.

Kimi yatacak yeri olmadığını söyleyip kapatır kapısını, kimi evindeki yemeğin ancak kendine yettiğini söyleyerek yol verir iki tanrıya. Çaldıkları tüm kapılar yüzüne kapanan Zeus ve Hermes son çare ormanın kenarındaki küçük kulübeye yönelirler.

Kulübenin kapısını açan Philemon karşısında iki tanrı misafirini görünce sevinçle buyur eder içeriye. Ocağın kenarına oturttuğu soğuktan titreyen misafirlerini ısıtmak için ateşi harlandırır, sıcak sularla ayaklarını ovup güzelce kurular. Baukis fakir mutfağında eline geçirdiği yiyeceklerle hızlıca pişirdiği yemeği masaya getirir. Bir yandan telaşla kendilerini ısıtıp doyurmak için bir o yana bir bu yana koşturan, diğer yandan kendileriyle tatlı tatlı sohbet eden bu sevgi dolu çifti hayranlıkla izler tanrılar.

Hep birlikte sofraya oturulunca Philemon şarap fıçısında kalan az miktar şaraba kupaları daldırıp misafirlerinin önüne koyar. Bardakları her boşaldığında fıçıya daldırdıkça, şarabın eksileceğine arttığını görüp şaşkınlık içinde kalır. Bu mucizeyi gören Baukis ve Philemon misafirlerinin sıradan insanlar değil birer tanrı olduklarını anlarlar.

Zeus yaşlı çifti ellerinden tutarak kulübeden çıkarır ve ormana doğru ilerler. Bir süre gittikten sonra durup arkalarına dönen Baukis ve Philemon'un, Bergama Ovasının sular altında kaldığını, sadece kendi kulübelerinin olduğu tepecikte ise bembeyaz mermerden bir tapınağın yükseldiğini görürler.

Zeus yaşlı çifte evleri olarak tapınağı gösterir ve, ''Ey iyi ve cömert insanlar! Dileyin benden ne dilerseniz!'' der. Bu yaşa kadar birbirlerinin aşkından başka bir şeyleri olmamış iki yaşlı insanın ne beklentisi olur?" dedi başını hafifçe eğip yüzüme bakarak.

"Aynı mezara gömülmek," dedim omuzlarımı silkerek. Bir ayağı çukurda yaşlı bir çiftin başka ne isteği olurdu?

Küçük bir kahkaha attıktan sonra devam etti.

''Tanrım ben asla Philemon olmadan yaşayamam, onu da bensiz bırakamam,'' der Baukis. Sevgiyle karısının ellerini tutan Philemon, ''Bizim en büyük mutluluğumuz birlikte olmamız. Ne karım gömüldüğümü görsün, ne de ben onu kucağımda mezara koyma acısını yaşayayım. Senden tek dileğimiz hayatta olduğumuz günleri birlikte geçirip, birlikte ayrılmak dünyadan.'' diye ekler. Baukis ve Philemon, kulübelerinin yerinde yükselen Zeus'un tapınağının rahip ve rahibesi olarak yaşarlar uzun süre.

"Uzun süre mi?" dedim şaşkınlıkla. "Hâlâ ölmediler mi?"

"Dinle," dedi burnumu sıkarak.

"Bir gün tapınağın önünde el ele güneşe çıkarlar artık yaşama zor tutunan bedenleriyle. Birden yere daha bir sağlam basar olur, kök salmaya başlarlar toprağa. Son kez aşkla bakıp sarılırlar insan bedenleriyle birbirlerine.

Yavaş yavaş dal vermeye başlarlar. Ulu bir çınara dönüşen Philemon, beş parmaklı bir ele benzeyen yapraklarıyla uzanır Baukis'in dallarına doğru. Baukis, önce kalp şeklinde yapraklar çıkarıp, sevgiyle bırakır Philemon'un el şeklindeki yapraklarının üzerine. Ardından mis kokulu sarı göbekli bembeyaz ıhlamur çiçekleri açar, şefkatle okşasın sevgilisi diye," dedikten sonra tam karşımızdaki dev tabloyu işaret etti.

"Ben çınar, sen ıhlamur. Sen güzel kokunla benim ıhlamurum," dedi ve saçlarıma yüzünü gömdü. Kokumu derin derin soluduktan sonra çenemi tutarak ona bakmamı sağladı ve dudaklarımızın arasındaki mesafeyi kapatmadan önce son kez fısıldadı. "Ben varlığımla ömrüm boyunca sırtını yaslayacağın çınarın."

Bambaşka bir boyuta geçiş yapmış gibi hissediyordum. Sözleriyle ruhumu okşamıştı. Bugün kendimi Rüzgâr sayesinde daha önce hiç olmadığım kadar iyi hissediyordum. Hayallerimi gerçekleştirmek için elinden gelenin fazlasını yapmış, beni dünyanın en mutlu kızı yapmıştı. İyiydi, hoştu ama hâlâ dudaklarımı bırakmamıştı. Vanilyalı rujun etkisinden midir bilinmez, şu an hunharca sömürüyordu dudaklarımı. Halimden şikayetçi değildim ve ben de ona karşılık veriyordum. İşin dehşet verici tarafıysa, şu an yatakta olmamızdı.

Daha önce hiç bu kadar uzun süreli öpmemişti beni. Nefesim kesilmek üzereydi. Elimle hâlâ çenemde olan eline dokununca usulca dudaklarını çekti ama durmaya niyeti yok gibiydi. Kolunu boynumun altından çekip başımın altındaki yastığı yatırınca, başım kendiliğinden yastıya düştü. Bakışları hiç hayra alemet değildi.

Bacaklarımın arasına girmek için bir hamle yaptı ama hafif aralık olan bacaklarımı birbirine öyle sıkı kapattım ki bunu yapamadı. Garip ama şu an hiç korku yoktu içimde. Titremiyordum da. Üzerime eğilerek yüzüme düşen saçlarımı iki eliyle yana çekti. Göğüslerimiz birbiriyle bütünleşmiş bir haldeydi.

Yüzümde olan parmakları elbisemin askısına uzandı ve onları biraz yana çekti. "Sana bordo renk çok yakışıyor," dedi boynuma küçük bir öpücük kondururken. Bordo mu? Benim hiç bordo kıyafetim yoktu ki. "Bir daha ki alışverişte alacaklarımızın hepsi bordo renkte olsun."

Yoğun vanilyaya maruz kalmanın yan etkilerini yaşıyordu sanırım. Ya da aklına başka bordolu biri gelmişti. Biraz düşününce aklıma direkt Ahu geldi. O sürekli bordo renk kıyafetler giyerdi. Üstelik hepsi oldukça dekolteli şeylerdi. "Beni hiç bordo kıyafet içerisinde görmedin Rüzgâr," dedim kaşlarımı çatarak. Şimdi de Ahu'yu mu hatırlamıştı?

"Bugün gördüm," dedikten sonra köprücük kemiğimden yukarıya doğru sürükledi dudaklarını. Rüzgâr renk körü olabilir miydi? Mürdüm elbiseyi bordo olarak mı görmüştü yani?

"O elbise bordo değil Rüzgâr," diyerek gülümsedim. "Mürdüm."

Dudakları kulağımın hemen altında bir noktaya gelince bir an ürperdim, kendimi çekmek istedim. İçim titremişti. Verdiğim tepki hoşuna gitmiş olacak ki gülümseyerek, "Hassas noktanı buldum," dedi. Öyle bir nokta mı varmış? Hadi hayırlısı.

Dudakları hassas noktan dediği yerde daha yoğun bir şekilde oyalanmaya başlayınca, yastığa iyice sinerek kendimi çekmek istedim. İçim gıcıklanıyordu. Gülümsemesi daha da büyüdü. Arsız bakışlarını gözlerime sabitleyince konuyu tekrar elbiseye getirerek dikkatini dağıtmak istedim. "O elbise bordo değil, mürdüm."

"Elbiseyi kastetmedim," diyerek elini üzerimdeki elbisenin askısına götürdü ve iyice indirdi. Elbisenin askısı omzuma inince ortaya çıkan sütyenime baktı edepsizce. İç çamaşırlarım bordo renkti. Kabinde fermuarımı çekerken ona bile bakmıştı öyle mi? O kadar kısa bir sürede hem belimdeki gamzeye hem de iç çamaşırımın renginin bana ne kadar yakıştığına dikkat etmişti.

"Edepsizsin," dedim indirdiği aslıyı tekrar yerine çekerek.

"Edepsizim öyle mi?" dedi kaşlarını kaldırarak.

Başımı salladım. "Vanilyalı ruj bağımlısı bir edepsiz."

Tekrar eğildi. Bu kez kendimi çekme seçeneğimi elimden alarak ağırlığını da üzerime vermişti. "Bağımlısı olduğum şeyin vanilyalı ruj olduğunu mu sanıyorsun?"

Evet. Kardeşini kullanarak bütün rujlarımı vanilyalı aldıran, olmayan babamdı sanki.

"Tüm edepsizliğimin sebebi sensin." Avına odaklanmış aç bir kurt gibi dudaklarıma bakıyordu. "Beni edepsiz yapan sensin ama henüz bir şey görmedin," diyerek dudaklarıma eğildi.

Ben ne yaptım şimdi? Edebimle uzanmışım şuraya. Futbol sahası gibi olan evi gezerken yorulmuştum ve biraz dinleniyordum. Ayrıca çok acıktım. Hani bana yemek yapacaktı?

"Bekle. Edepsiz Rüzgâr nasılmış uzun uzun göstereceğim sana," derken dudakları, dudaklarıma o kadar yakındı ki. Kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı. Burnunu fafifçe burnuma sürterken, usulca alt dudağımı dişlerinin arasına aldı. Sanki şu yaptığı şeyler beni yeterince heyecanlandırmamış gibi, sol eli usulca aşağıya kayınca sertçe yutkundum. Ne yapıyordu?

Dişlerinin arasındaki alt dudağımı hâlâ bırakmamıştı. Gözlerimin içine bakarak eteğimin ucunu parmaklarıyla kaldırdı. Rüzgâr şu an işkencelerinin başka bir türünü yaşatıyordu bana. Eteğimin altına giren elini bacağıma koyup yukarıya doğru sürüklemeye başlayınca tüm vücudumun uyuştuğunu hissettim. O el orada kalmalı, daha yukarı çıkmamalıydı.

Alt dudağımı serbest bıraktı ama uzaklaşmadı. Ilık nefesi dudaklarıma çarpıyordu. Eli son derece yavaş hareket ederek yukarı doğru sürükleniyor, titrememe neden oluyordu. Ruhumu şuracıkta teslim etmek üzereydim. Hissettiğim şey korku mu yoksa heyecan mıydı ayırt edecek halde değildim. Saç diplerimden ayak uçlarıma kadar uyuşmuştum. "İstiyor musun?" dedi boğuk çıkan bir ses tonuyla.

Ay neyiii?

Cevap vermedim. Kaskatı kesilmiş bir halde sadece gözlerine bakıyordum. 'İstiyor musun?' dediği şey aklımdaki şey miydi? Eğer öyleyse galiba evet. Ya da hayır. Ay bilemiyorum. Vücudumun verdiği tepki heyecandan mı yoksa korkudan mıydı onu bile bilmiyordum. Sanki bir tarafım isterken başka bir tarafım korkuyordu. Kendi içimde iki parçaya ayrılmış gibiydim. Bir yanım istiyorken, diğer yanım korkuyordu sanki. Evet desem ne tepki verirdi acaba? Hayır da denmezdi ki şimdi.

Hafif bir tebessüm kondu dudaklarına. Sessizliğimi evet olarak algılamış gibiydi. Ama hâlâ bir şey yapmıyordu, belki de hayır olarak algılamıştı. Öyleyse neden gülümsüyordu? İkiye bölünmüş bir şekilde ne yapacağını bekleyeceğime, isteyen yanıma kulak verdim. Ensesini kavrayıp onu iyice üzerime çektikten sonra, aralık olan dudaklarının arasına girdim ve öpmeye başladım. İkimiz de isteyen tarafımı tatmin etmek istercesine, büyük bir tutkuyla öpüşüyorduk.

Rüzgâr'ın, eteğimin altında olan eli yolun sonuna gelmiş gibi iç çamaşırımı kavrayınca vücudama müthiş bir elektrik akımı yayıldı. Tırnaklarımı panikle omuzlarına geçirdim ve onu sertçe üzerimden ittim. "Rüzgâr!"

Delicesine korkan tarafıma yenik düşmüştüm. "İstemiyorum," derken sesim haddinden fazla titremişti. Ağlamak üzereydim. İçimdeki korkuyla Rüzgâr'a karşı hissettiğim utanç duygusu birbirine girmişti. Ağlamak istiyorum.

"Tamam," dedi nefesini kontrol etmeye çalışarak. "Tamam, korkma."

Sarsılırcasına titreyen bedenimi geriye doğru çekerek doğruldum. Rüzgâr'ın yüzüne bakamıyordum. Yüzündeki hayal kırıklığını görmek istemiyordum. Bunu hak etmiyordu. Benim gibi birini hak etmiyordu Rüzgâr. Kollarımı kendi bedenime sardım, çok fazla titriyordum.

Yanıma geçti ve beni kollarının arasına aldı. Şimdi de ağlamaya başlamıştım. Allah'ım ben ne kadar berbat bir insanım. Sanki bana zorla bir şey yapmış gibi ağlamam çok saçmaydı. "Özür dilerim," derken hâlâ yüzüne bakamıyordum.

"Dileme," dedi elini yanağıma koyarak. "Özür dilemeni gerektiren bir şey yapmadın."

Yapmıştım. Her zaman yapıyordum. Biz hiçbir zaman bu evde normal çiftler gibi mutlu olamayacaktık. Ben hiçbir zaman normal biri olamayacaktım. "Geçmiyor, bitmiyor korkularım," diyerek başımı göğsüne yasladım. Kalbim deli gibi hızlı atıyordu.

"Aksine," dedi çenemden tutup ona bakmamı sağlayarak. "Az önce hiç olmadığın kadar cesur ve istekliydin."

Baş parmağıyla yanağımı okşamaya başladı. Hiç öyle hayal kırıklığına uğramış gibi bakmıyordu. Aksine, tam da istediği şeyi almış gibi gülümsüyordu gözleri. Aslında haklıydı. Bundan birkaç ay öncesine kadar bir erkeğe on metreden fazla yaklaşamıyordum bile. Bana dokunması şöyle dursun, gözgöze gelmeye bile korkuyordum. Onun bu rahat ve sakin hali beni de biraz sakinleştirmişti. Gülümseyerek karşılık verdim sözlerine.

"Böyle giderse," diyerek bakışlarını yukarı kaldırdı ve kısa bir süre düşündü. Daha sonra bakışlarını tekrar bana çevirdi ve, "Birkaç aya tamam bu iş," dedi gülümseyerek.

Yine utandırmıştı beni. Hep utandırıyordu ki zaten. Kimi zaman sözleriyle kimi zaman  davranışlarıyla beni utandırmaya bayılıyordu. En büyük eğlencesi olmuştu beni utandırmak. "Acıktım," dedim konuyu başka tarafa çekmek için. "Ölüyorum açlıktan." Yalan sayılmazdı. Saatlerdir hiçbir şey yememiştik. (Yemek olarak.)

Yataktan hızlı bir şekilde kalktım ve kapıya yöneldim. "Bu jakuziye ömrünün sonuna kadar tek başına gireceksin, bunu unutma," diyerek sağımdaki jakuziyi işaret ettim ve odadan çıktım. Yeni hayalim bunun tam aksiydi ama şimdilik bilmesine gerek yoktu.

"Bir kez bile tek başıma girmeyeceğim," diyerek arkamdan seslenince gülümsedim. Sanırım bu evde edepsizliğin kitabını birlikte yazacaktık.

***

Rüzgâr'ın benim için yaptığı yemeği yedikten sonra evden ayrıldık. Hiç ayrılmak istemesemde şimdilik böyle olması gerekiyordu. Hastaneye geldiğimizde bizi Koray karşıladı. "Neredesiniz abi kaç saattir?"

Rüzgâr'ı da beni de defalarca kez aramıştı ama telefonu açmamıştık. Küçük bir mesaj göndermişti Rüzgâr. Sanki Koray'ı sinirlendirmek istiyormuş gibi, 'İyiyiz merak etme,' diye bir mesaj atmıştı sadece. Sonrasında bir kez daha aradı ama inatla açmadık. Biraz meraklandırmaktan bir zarar gelmezdi.

"Evimizdeydik," dedim yanına gidip sarılarak. Sadece birkaç saat ayrı kalmıştık ama özlemiştim kırmızı mercimeğimi.

"Ne evi kızım?" diyerek beni kendinden uzaklaştırdı. Çok dehşet dolu bakıyordu.

"Bizim evimiz, Rüzgâr'la ikimizin evi," dedim gülümseyerek. Düşler alemini andıran güzel evimiz.

Koray gözlerini büyüterek Rüzgâr'a sert bir bakış attı. Dönüp Rüzgâr'a baktım, sırıtıyordu. Tekrar Koray'a döndüm. Bir kaşı havalanmış, başını ağır ağır sallayarak dudaklarını kemiriyordu. Bir kez daha Rüzgâr'a baktım. Daha büyük bir gülümsemeyle ve bir şeyi reddedercesine başını iki yana sallıyordu. Yine gözleri arasında bir köprü kurmuş, iki lafın belini kırıyorlardı.

"Çok güzeldi Koray," diyerek aralarındaki sessiz sohbeti böldüm. "Çok büyüktü, daha önce böylesini görmemiştim."

Sinirle elini yüzüne kapattı. Öyle sert kapattı ki şak diye ses çıktı. Sanki hamur yoğuruyormuş gibi ağzını, burnunu ve yüzünü sıkıyordu. Eziyet ediyordu suratına. "Ne yapıyorsun Koray?" diyerek elini yüzünden çektim. O güzel surat Dilara'cığıma lazımdı.

Sinirli nefes alış verişleri beni meraklandırmıştı. Rüzgâr'a döndüm ve, "Ne söyledin ona?" diye sordum. Artık gözleriyle ne söylediyse sinirlendirmiş Koray'ı.

"Kötü bir şey söylemedim," dedi gülerek. "Söylemiş olsam bu kadar sakin olur muydu?" Sakin mi? Neresi sakindi? Bıraksam kendi kendine yüz nakli yapacaktı.

"O anlatmaz, sen anlat, "diyerek koluma girdi Koray. "Merak ediyorum neler yaptınız?" Rüzgâr'a öyle sert bakıyordu ki.

"Benim odamda birlikte anlatalım," diyerek boşta kalan elimi Rüzgâr'a uzattım. Elimi tuttu ve küçük bir öpücük kondurdu. "Anlatalım güzelim."

Bir kolumda Koray, bir kolumda Rüzgâr'la birlikte odama doğru yürümeye başladık. Evimizin her bir detayını anlatırken jakuzi kısmını atlamıyı düşünmüyorum. Koray bu detayı bilmese de olurdu. Tam odamın kapısının önüne geldiğimiz anda bir ses doldu kulaklarımıza. "Rüzgâr Pekiner, Şeker Biricik, Koray Soykan ve Tuna Yıldırım."

Duyduğumuz sesle durduk ve arkamıza döndük aynı anda. Bir grup polis ve yanlarında hastanenin güvenlik görevlileri bize doğru yaklaşıyordu. Rüzgâr usulca kolumdan çıkınca başımı kaldırıp yüzüne baktım. Şaşkın görünmüyordu, sanki polislerin gelmesini zaten bekliyordu.

"Rüzgâr Pekiner," diyerek başını salladı kendini tanıtırcasına. Bu sırada bir güvenlik görevlisi  Tuna'nın odasına girdi. Sanırım Tuna'yı çağıracaktı.

Elinde telsiz olan, komiser olduğunu tahmin ettiğim kişi bakışlarını Rüzgâr'a çevirdi ve, "Serhat Atalar'ı öldürmeye teşebbüsten hakkınızda gözaltı kararı var," dedi.

Rüzgâr, "Arasaydınız gelirdim," dedi sakin bir şekilde. "Hastaneye kadar boşuna zahmet etmişsiniz."

Duyduklarımı algılamakta zorlanıyordum. Serhat Atalar'ı öldürmeye teşebbüs de ne demekti?

"Beyefendiyi alın," diyerek başıyla yanındaki memurlara Rüzgâr'ı işaret etti komiser.

Rüzgâr bize doğru döndü ve Koray'a bakarak başıyla beni işaret etti. "Sakın yalnız bırakma."

İki polis memuru Rüzgâr'ı aralarına alıp götürüyorlardı. Şoke olmuş bir halde arkasından bakakaldım. Rüzgâr, Serhat'a ne yapmış olabilirdi? Eğer gerçekten bir şey yapmışsa bile neden yapmıştı anlamıyorum. Hiçbir şey söylememiştim ki.

Tek kelime edemedim. Ne yaptın diyemedim, yaptın mı diyemedim. Kalbim sıkışıyordu, konuşamıyordum. "Komiserim," diyerek yanımaza gelen Tuna'ya bakmadım bile. Rüzgâr gidiyordu. Polisler Rüzgâr'ı götürüyordu.

"Sakin ol," diyerek bana sarıldı Koray. Dışarıdan bakınca sakindim, bir şey yapamıyordum ama içimde fırtınalar kopuyordu. Rüzgâr gerçekten Serhat'ı öldürmek mi istemişti? İyi ama neden? Hipnoz yapar da bana her şeyi anlattırır diye odama bile almamıştım onu. Hiçbir şey bilmiyordu.

"Ben Tuna Yıldırım," diyerek kendini tanıttı Tuna. Komiser, Koray ve bana döndü. "Siz de Koray Soykan ve Şeker Biricik," derken kendi kendini onaylarcasına başını salladı. Biz bir şey yapmamıştık ki, bize neden böyle bakıyordu?

Komiser yanındaki polislere döndü ve, "Bu üçünü de alın," dedikten sonra bize döndü.

"Bir dakika," diyerek bana daha sıkı sarıldı Koray. "Konu ne? Neden alıyormuşsunuz bizi?"

Karşımızda sırayla üçümüze bakan komiser, öyle bir şey söyledi ki. Dudaklarından öyle bir cümle çıktı ki, bedenimi taşıyan bacaklarımın  hissi kaybolmaya başladı. Beynime bir darbe aldım sanki.

"Güneş Alkın cinayeti," dedi. "Dün gece işlenen Güneş Alkın cinayetinin baş şüphelilerisiniz."

Dehşete kapılarak ellerimle kulaklarımı kapattım. Güneş? Bu duyduklarım gerçek olamazdı. Güneş ölmüş olamazdı. Nefesim kesildi, zihnim bulanıklaştı, bedenimi zar zor ayakta tutan bacaklarım son gücünü de kaybetti. Koray'ın panikle komisere söylediklerini duymuyordum. Tuna da polisler de kaybolmuştu görüş alanımdan. Bedenim yere yığılırken gözlerimin gördüğü son şey, bana doğru koşan Rüzgâr'dı.

***************BÖLÜM SONU************

Bölüm nasıldı bebekler?

Ablanız size her seferinde en uzun bölümü yazıyor ama siz bir alkışı çok görüyoruz. Öyle olsun.

Şimdi çokça sorduğunuz bir kaç konuya açıklık getirmek istiyorum. Daha önce üç kitap olarak ayarlamaya çalıştığımı söylemiştim. Şu an ikinci kitapta olduğumuzu da biliyorsunuz. İlk kitap 35. Bölümde bitiyor. ikinci kitap 36. Bölümde başlıyor. İkinci kitabın son altı bölümü kaldı. İlk kitaba göre bölüm sayısı az gibi görünse de öyle değil. Şu an her bir bölümün kelime sayısı, ilk bölümlerin neredeyse 5-6 katı uzunlukta.

Tabii ben her ne kadar üç kitap olarak ayarlamaya çalışsam da, kitabı bastırırken böyle olmaya bilir. Bir kitap için ortalama kelime sayısı tam olarak kaç bilmiyorum. Acemiliğim her konuda kendini gösteriyor sağolsun.

Bu bölümde belirtmedim ama Güneş'in ölümü de en az İlay kadar dehşet verici oldu. Detayları kısaca sonraki bölümde anlatacağım. Bu cinayetleri işleyenin kim olduğunu az çok tahmin ediyorsunuz değil mi? Bu bölümde bununla ilgili birkaç spoi saklı. Bakalım bulan çıkacak mı?

Şuraya YENİ BÖLÜM NE ZAMAN butonu bırakıyorum.

Burası TEORİ butonu olsun.

Burası HAYALET OKUR butonu olsun ama lütfen kimse bir şey yazmasın. Bu butona boş kalmak yakışır  👻👻👻

Burası KİTAP ÖNERİSİ butonu olsun. Ben size benim kitabımda başka kitaplardan bahsetmeyin derken, benim kitabımı başka kitaplarla kıyaslamayın demek istemiştim. Füg şu kitabın aynısı, şu karakter X kitabın karakterinden esinlenilmiş, gibi yorumları istemiyorum. Gerçekten çok sıktı bu muhabbet. Benim kitabım yakın zaman önce çalındı iddiasıyla kaldırıldığından beri bu tür bir yoruma denk geldiğimde tüylerim diken diken oluyor. Sevdiğiniz bir yazarı överek arşa çıkarın, sevdiğiniz kitaptan bahsedin ya da önerin. Bunda bir sıkıntı yok. Bu beni rahatsız etmiyor. Ama lütfen artık benim kitabımı başka kitaplara BENZETMEYİN. Bu kadar uğraşıyorum size özgün bir hikaye sunmak için ama siz böyle yapınca vallahi hevesim kaçıyor. Üzülüyorum.

Burası da ERKEK KEDİ İSİM ÖNERİSİ butonu olsun. Ben iki gün önce anneanne oldum ve hâlâ isimleri yok, bakın👇


Sizleri seviyorum. Allah'a emanet olun 💚💚💚





Continue Reading

You'll Also Like

1.7K 289 18
Sıradanların dünyasında, yüzyıllardır varlığını koruyan, geçmişin mirasını bugüne taşıyan ve en önemlisi güce olan saplantılığıyla tarihe adını yazdı...
1.2M 47.7K 52
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...
174K 12.4K 44
Hayır diye çığlık attım. Ben şizofren değildim. Herkesin ne kadar hayali arkadaşı varsa benim de o kadar vardı. Hem yalnızlaşmış çocukların hayali ar...
1.8M 94.5K 30
Cennetteki ırmağı kirleten her kötülüğe... "Vicdan, varlığında tedirgin ederken yokluğunda ağır gelirdi. En savunmasız anınızda içinizde yükselip tüm...