KADER DÜĞÜMÜ

By M_Usluu

8.7K 795 452

Bir sevmenin, bir çift zümrüt yeşile bin defa dolacağını bilemezdi insan. Hayatını onu bulmak için adayacağın... More

KADER DÜĞÜMÜ
1.Bölüm: "Yara"
2.Bölüm: "İstisna"
3.Bölüm: "Ortak Acı"
4.Bölüm: "Sallanmayan Salıncak"
5.Bölüm: "Sarılınca Geçermiş"
6.Bölüm: "Ölümün Pençesinde"
7.Bölüm: "Karanlığa Kapanan Kapı"
9.Bölüm: "Onunla ya da Onsuz"
10.Bölüm: "Elmalı Kurabiye"
11.Bölüm: "İdam İpinden Parmaklar"
12.Bölüm: "Güvenmek Ve Aldanmak"
13.Bölüm: "Sürpriz"
14.Bölüm: "Kar Küresi Mucizesi"
15.Bölüm: "Balığın Gözyaşları"

8.Bölüm: "Kağıt Kesiği"

361 42 52
By M_Usluu

KADER DÜĞÜMÜ

🔗

14.11.2023

🔗

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Her bir yorumunuz benim için çok önemli. Hepsini tek tek okuduğumdan ve hepinize ayrı ayrı cevap vereceğimden şüpheniz olmasın...

🔗

Cam kırıkları gibidir
bazen kelimeler;
ağzına dolar insanın.
Sussan acıtır,
konuşsan kanatır.

[OĞUZ ATAY]

🎼
Mert Demir - Acı Veriyor

Mavi Gri & Ufuk Beydemir - Vazgeç Artık Rüyalarımdan
Mavi Gri & Ozan Bayraşa & Simge - Bir Şehri Sevmek
Fleurie - Love and War

Düşeriz ve yaralanırız.
Yaralanırız ve kalkamayız.*

8.Bölüm: "Kağıt Kesiği"

🔗

On bir gündür. Tam tamına on bir gündür hayatım hiç bu kadar monoton geçmemişti. Yaşama sebebimi kaybetmiş gibi hissediyordum. Bir amacım yokmuş gibiydi. Sanki ellerime konulan o mucize kaybolup gitmişti. Oysa geleceğini biliyordum. Bilmesem bile inanmak istiyordum.

Günlerim aynıydı. Uyanıyor, sabah aktivitelerimi yapıyor, bir şeyler atıştırıyor -bu genelde ekmek arası peynir oluyor- okula gidiyordum. Okul yolunda benimle uğraşan bir Araz yoktu. Recep iki gündür okula bırakıyor sonra da almaya geliyordu. Tek bir sohbet ettiğimiz yoktu. İstediğim de bu değildi zaten.

Onu yıllardır tanıyordum da, o kadar alışmışım ki on bir gün zor dayanmıştım. Kâbuslarımda geri dönmüştü. Uykusuzluktan göz altlarımda koyu mor halkalar oluşmuştu. Hiç sevmediğim o mor renk yine gelmiş ve hayatımın baş köşesine oturmuştu. Uyuyamıyordum çünkü uyanamamaktan çok korkuyordum. Geceleri uyumadan önce iki bardak kahve yapıyordum. İkincisini içtiğim için değil, belki Araz erken döner ve benimle birlikte içer diye. Ne zaman döneceğini bilmiyordum. Bilmediğim gibi kimseye de soramıyordum. Koltuğa uzandığım an bütün geçmiş tavanda bir filmmiş gibi akıp gidiyordu. Gözlerimi kapatıyordum ama film hâlâ devam ediyordu. Film bitmeyecekti çünkü filmin sonu acı doluydu.

Acılı sonlar geriye acı bırakırdı.

Acı ise her zaman hatırlanırdı.

Kendimi iyi hissettiğim tek an şüphesiz onun bana bıraktığı nottu. Notu okuduğum her an o yanımdaymış gibi başımı sallıyor sonrasında kendimi kollarının arasında nefes alıyormuş gibi hissediyordum. Yanınızda olmasını istediğiniz biri, o yanınızda yokken bile size sarılıyor gibi hissedebilir miydiniz?

Bu nasıl olurdu bilmiyordum ama onu beklemek gidişini izlemekten daha zordu.

Saçmalıktı ona bu kadar kısa bir sürede alışmam. Sanki hayatımın en önemli parçasını kaybetmişim gibi hissediyordum. Önemli parçam. Araz. Onun yanımda olmasını öyle delice istiyordum ki bu isteğe karşı gelemiyordum.

Yavuz Araz Karakartal.

Araz Karakartal.

Yada sadece Araz.

Üçü de aynı kişiydi ve ben üçünü de özlüyordum.

Okuldan eve döndüğümde kitaplığından bir kitap seçmiştim ama başlayamamıştım. Ne zaman ilk sayfasını açsam bir şey bunu yapmama engel oluyor, kendimi onu beklerken buluyordum. Sanki ancak o gelirse bunu yapabilirmişim gibi geliyordu. O evinde yokken eşyalarına dokunmak istemiyordum.

Çocuklar çoktan servisine binmiş ve evlerine yol almışlardı. Recep beni bırakırken almaya gecikeceğini söylemişti. Bu zamanı bir şeyler karalayarak geçiriyordum. Parmaklarımın arasındaki siyah kurşun kalem, beyaz kağıdın üzerinde anlamsız bir kaç karalama sonucu şekillenmeye başlamıştı. Ne çizdiğimi son ana kadar bende bilmiyordum ama işim bittiğinde ortaya çıkan görüntü beni gerçekten şaşırtmıştı. Gözlerim kocaman olmuş bir şekilde kağıda bakmaya devam ederken korna sesi ile irkilerek kağıdı hızlıca kırmızı kapaklı defterimin arasına sıkıştırdım. Çantamı koluma taktığımda defteri göğsüme bastırarak sınıfın çıkışına yürüdüm.

Okuldan çıkıp beni bekleyen araca bindiğimde, Recep’le birbirimize sadece baş selamı vermiştik. Recep, Araz’dan küçüktü ve benim yaşlarımdaydı. Fakat o kadar soğuk bir yapısı vardı ki yanında ama aynı zamanda yanında değilmiş gibi hissettiriyordu.

Araba harekete geçtiğinde göğsüme bastırdığım defteri dizlerimin üzerine bıraktım. Sırtımdaki yaralar artık hareket ettiğimde ağrımıyordu. Bileklerimde ki izlerde tamamen kaybolmasa da eskisi kadar göze batmıyordu. Yorgun ve çökmüş gözlerle yolu izlerken Araz’ın nerede olduğunu düşünüyordum. O gün evden çıktıktan sonra hiç bir şekilde haber alamamıştım. Bir şekilde -bu nasıl oluyor bilmiyorum- iyi olduğunu, hayatta olduğunu hissediyordum. Bu düşünce bir an kalbimi sızlattı. Ona bir şey olma düşüncesi gerçekten de kalbime keskin bir ağrının girmesine sebep oluyordu.

Lojmanda, Araz’ın evinin olduğu binanın önünde durduğumuzda vedalaşarak indim arabadan. Yine aynı ruhsuz tepkiyi verdi Recep. Alışmıştım. Artık bunu sorun etmiyordum. Binaya girip merdivenleri çıkarken, çantamın içinden evin anahtarını aradım. Sonunda bulduğumda yuvasına yerleştirerek çevirdim. Kapıyı iterek ayakkabılarımı çıkardığımda içeriye girdim. Girişteki portmantoya elimdekileri bıraktıktan sonra ceketimi de çıkarıp astırmıştım. Evi o kadar benimsemiştim ki artık yabancılık çekmiyordum. Belki de burası onun olduğu için böyle hissetmeme sebep oluyordu. Her şeyi ile o kadar yabancı ve bir o kadar da tanıdıkken nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Duygularım; yolun sonunu bilmeden trene binen bir çocuk gibiydi. Yolun sonunu göremiyordum ama o trene binmekte çok arzuladığım bir şeydi.

Kader bizi bir araya getirmişti sonuçta, bunun bir sebebi olmalıydı. Birbirinden habersiz iki ayrı şehirlerde yaşayan insanlardan da olabilirdik ama kader bizi burada birleştirmişti. Ankara’da. Türkiye’nin kalbinde.

Açık saçlarımı omzumdan geriye ittiğimde Araz’ın odasına girdim. Üç gün önce kızlara kıyafetlerimi almak için eve gitmek istediğimi söylemiştim ama kesin bir dille karşı çıkmışlardı. Bade ise sonunda dayanamayarak kendi gitmiş, tüm kıyafetlerimi valizime doldurup buraya getirmişti. Neredeyse her gün, işleri bittikten sonra buraya geliyor ve sıkılmamam için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlardı. Onlarla konuşurken gerçekten de hiç sıkılmıyordum.  İkisinin de farklı ama eğlenceli yanları vardı. Aynı Koray ve Emin gibiydiler.

Yatağın üzerinde açık bir şekilde duran valizimin içinden kırmızı bir badi ve gri bir eşofman altı aldım. Üstümdekilerden kurtularak üzerimi değiştirdiğimde lavaboya girerek elimi yüzümü yıkadım. Salona geçtiğimde biraz kestirmek için koltuğa uzandım. Bu olaylardan sonra gerçekten de çok fazla kilo vermiştim. Zaten savaştan sonra yeterince zayıflamışken bu son olay beni tamamen dibe çekmişti. Giydiğim kıyafetler bir buçuk ay öncesine kadar bir beden büyükken şimdi üç beden büyüktü. İçinde kayboluyordum resmen.

Gözlerimi kapattığımda istediğim tek şey yarım saat bile olsa kabussuz bir uykuydu. O gittiğinden beri bir günüm bile kabussuz geçmemişti. Fakat öyle olmadı. Gözlerimi açtığımda üzerimdeki tişört sırılsıklamdı. Hızlı soluklar almaya devam ederken uzandığım yerden doğrularak ayağa kalktım.

Etrafın karanlık olması kaşlarımı çatmama sebep olduğunda dikkatli adımlarla duvardaki düğmeye bastım. Işıklar yanmadı. Bir kez daha bastığımda yine yanmadı. Sinirle saçlarımı çekiştirdim. Sakin olmaya çalışarak loşta olsa görebildiğim kadar koltuğun üzerindeki telefonumu aldım. Ekrana dokunduğumda şarjın %1 oluğunu gördüm. “Kahretsin!”

Yutkunarak odadan çıkıp mutfağa doğru ilerledim. Huzursuz düşünceler boğazımdaki dikenli tellere takılarak havada asılı kaldılar. Mutfağa girdiğimde çekmeceleri karıştırarak mum aramaya başladım. Bütün çekmeceleri didik didik ararken mutfağın içinde benim nefesim dışında bir nefes daha hissettim. Olduğum yerde donakalırken biri arkamdan bana doğru yaklaştı. Korkudan titremeye başladığımda alnımda biriken terleri hissediyordum.

“Sence de çok uzun bir zaman olmadı mı?” diye sordu her gece kâbuslarıma giren o kadının sesi. Sesi ince ve tizdi. Mide bulandırıcı gülüşünü görmesem de biliyordum. O gülüş yıllardır sakladığım karanlık rafların arasında duruyordu. Unutmam mümkün bile değildi. Nefesi saç diplerime vurarak saçlarımı titretirken enseme soğuk sivri bir bıçağın dayandığını hissettim. “Güzel, Baha,” diye fısıldadı kulağıma. Midem kasıldı. Bıçağın ucunu enseme bastırdığında derimde açılan kesiği hissettim. Gözlerim dolmaya başladığında bir damla kanın ensemden sırt kemiklerimin ortasına doğru ılık akışını anımsadım. “Hâlâ korkuyor musun benden, benim küçük öğrencim?” Diğer eli ile saçlarımı ayırarak dudaklarını boynuma yaklaştırdı. “Küçük Baha,” diye mırıldandı. “Benim tatlı, küçük balığım. Hâlâ seviyor musun balıkları?”

Zihnimin aldatıcı bir oyunu muydu bu? Nasıl bu kadar yakınıma girmiş olabilirdi ki? Başımı iki yana sallayarak yumruklarımı sıktım. “Sen gerçek değilsin,” dedim titreyen sesimle. “Sen şuan burada değilsin.”

“Buradayım minik balığım. Senin için her zaman burada olacağım,” dedi. “Cehennemin bir köşesi ikimiz için ayrıldı. O adamın seni kirlerinden arındırabileceğini mi düşünüyorsun? Ne yazık! Gerçekleri bilse seni sever mi? Sen kirli bir çocuksun. Senin nefes alışverişin bile günah. Babanın söylediklerini unutma. Acısın sen. Varlığın bile acı senin.”

“Değilim!” diye bağırdım. “Ben kirli falan değilim! Rahat bırak beni!”

Omzumdan çevirerek kalçamı tezgaha yasladığında bedenim şiddetle titremeye başladı.

Ve sonunda acı bir çığlık.

Göğsüm hızla inip kalkarken yattığım yerden fırlayarak ayağa kalktım. Etrafa bakarken göz yaşlarım sicim gibi yanaklarımdan çeneme doğru süzülüyordu. Omuzlarım sarsılarak ağlarken olduğum yere çökerek inledim. Korkudan hâlâ şiddetle inip kalkan göğsüm ve sanki az sonra duracakmış gibi atan kalbim zıtlık içerisindeydiler.

Yumruk halini alan ellerimle tırnaklarımı avuç içlerime geçirdim. Avuç içimde yarım ay şeklinde olan tırnak izlerini hissedebiliyordum. “Lütfen!” diye inledim. “Lütfen, yeter artık!”

Ağlamaya devam ettim. O kadar şiddetliydi ki ağlamam hıçkırık seslerim odanın içinde yankılanıyordu. “Yoruldum anne! Çok yoruldum!” diye bağırdım. Yaşamayan bir insana derdini anlatmak ne kadar da zordu o ân. “Çok yoruldum. Öyle çok yoruldum ki yanına gelmek istiyorum! Al beni yanına! Lütfen, lütfen al beni yanına!”

Acıdan kıvranırken midem bulanıyordu. Elimi ağzıma bastırarak susmaya çalıştım. Ayak parmak uçlarımdan saç diplerime kadar zonkluyordu bütün damarlarım. Başıma giren ağrı yüzünden parmaklarımı saçlarıma geçirdim. Öne arkaya sallanarak tırnaklarımı derimin içine batırırken göz yaşlarımda boğulacağımı hissettim. “Yeter, lütfen yeter...” diye inledim. “Lütfen, lütfen, lütfen...”

Gözlerimi kapatarak başımı geriye attığımda dudaklarımı birbirine bastırdım. Küçük Baha yanıma çökmüş beni izlerken elini saçlarıma geçirdiğim ellerime sardı. “Yalvarırım anne,” diye fısıldadım. “Yalvarırım al beni yanına...”

İlk kez; hiç bu kadar ölmek istediğimi hatırlamıyordum. Yalvarışlarım, yakarışlarım dudaklarımdan dökülürken sesim gittikçe zayıfladı. Yere devrilerek dizlerimi kendime çektim. Sayıklamalarım eşliğinde ağlamaya devam ederken telefonum çalmaya başladı. Hiç bir şey umurumda değildi. Sadece yattığım yerde yok olmak istiyordum. Yok olmak ve hiç var olmamış olmak...

•••

Gözlerimi açtığımda sersemletici bir korku filminin içinde gibiydim. Ruhumun sızlayan kabukları sökülmüş ve tekrar kanamaya başlamıştı. Yarayı paslı bir iğne ile dikerseniz sonuç asla değişmezdi. Yara bir süre sonra dikişi atar, kanamaya eski kaldığı yerden ve daha fazlasıyla akmaya başlardı. Benim yaram o paslı iğne ile kapanmıştı. Dikişini bile ben atmışken, yaranın bana olan nefreti her gecen gün daha da büyüyordu.

İlk önce ne düşündüm hatırlamıyorum. O kadar halsizdim ki kendimi zorlayarak duşa girebilmiştim. Kıyafetlerimi çıkarmadan öylece suyun altına girdiğimde tenimi aşındıran su bir kırbaç gibi bedenimi yakıyordu. Suydu ama yakıyordu işte.

Acısın, diye fısıldıyordu babamın sesi.

Dayan, diyordu annem. Sesi bile net değildi aslında.

Yanındayım, diyordu biraz sonra Araz. Korkma, ben varken kimse sana dokunamaz.

Su fıskiyeden üstüme akmaya devam ederken ayaklarımdaki dermanın çekildiğini hissettim. Duvara tutunarak yere çöktüğümde ıslanan kıyafetlerim bedenime yapışmıştı. Dizlerimi kendime çekerek sakinleşmeye çalıştım. Acısın... Dayan... Yanındayım... Bütün hücrelerim beynimde toplanmış ve kaos toplantısı yapmaya başlamışlardı. Onları susturmamın imkanı yoktu çünkü yıllardır susan bir insan için onları da susturmaya gücüm yetmemişti.

Kendimi daha iyi hissetmeye başladığımda üstümdeki kıyafetlerden kurtuldum. Hızlıca yıkanıp suyu kapattığımda bedenim rüzgârda sallanan bir yaprak gibi titriyordu. Duştan çıkıp kollarımı çıplak vücuduma sardığım da kenarda evden getirdikleri havluma sarıldım. Araz’ın odasına girdiğimde yatağın üzerindeki valizden iç çamaşırlarımı çıkarıp giydim. Sarıldığım havlu ile saçlarımın ıslaklığını aldığımda kalın bir kazak ve siyah bir taytı da vücuduma geçirdim. Valizin küçük fermuarlı gözünden en kalın olan yünlü çorabımı alarak ayaklarıma giydiğimde yorgun bir nefes aldım.

Lavaboda ki dağınıklığı topladığımda saçlarımı tarayarak tepemden topladım. Mutfağa girip ocağa su koyduğumda bir bardak çıkarıp tezgaha bırakmıştım ki kapı çaldı. Kafamdaki düşünceleri toparladım ve koridoru geçerek kapının önüne geldim. Gözetleme yerinden dışarı baktığımda Bade ve Fidan doktoru gördüm. Yüzüme sahici olduğunu düşündüğüm bir gülümseme yerleştirerek açtım kapıyı. “Hoş geldiniz.”

Bade agresif hareketlerle ayakkabılarını çıkarıp kenara koyduğunda, Fidan doktor gülümseyerek, “Hoş bulduk, Baha,” dedi. İçeri geçmeleri için kenara çekildiğimde kabanlarını çıkarıp askıya asarak salona geçtiler.

“Kahve yapıyorum kendime, sizde içer misiniz?” diye seslendim kapıyı kapatıp mutfağa geçtiğimde.

“Olur, içeriz,” dedi Fidan doktor.

Onlar içinde bardak çıkardım. Bardaklara döktüğüm kahvenin üzerine kaynayan sudan eklediğimde içeriden gelen konuşma seslerini duyabiliyordum. Bardakları tepsiye yerleştirdiğimde mutfaktan çıkarak hâlâ konuşmaya devam eden ikilinin yanına vardım. “Onun ağzını burnunu dağıtmalıydım da dua etsin albay yanımızdaydı,” dedi Bade sinirli bir şekilde konuşarak.

“Adam bir şey dememiş ki,” dedi Fidan doktor. “Neden pansumanı bu kadar geciktirdiğini sormuş sadece. Sen direkt terslemeseydin adam inat etmezdi zaten Bade.”

“Ona ne canım,” dedi Bade çıkışarak. “Onu ne ilgilendirir? İşini yapsın geçsin! Ben soruyor muyum o önlüğü nasıl hakkettin diye?”

“Abart,” dedi Fidan doktor şaşkınca.

“Kim bu adam?” diye sordum onlara bardakları verdikten sonra kendi bardağım ile koltuğa oturduğumda.

Bade öfkeli bir soluk alırken Fidan güldü. “Yeni gelen doktor,” dedi açıklayarak.
“Ne olmuş ki?”

“Kendini beğenmiş,” diye homurdandı Bade saçlarını geriye ittirip.

Fidan doktor baş örtüsünü düzelterek bana döndü. “Bu gün revire gitmiş Bade, ben çay almak için dışarı çıkmıştım. Kolundaki yaraya ne zamandır baktırmıyordu intihap kapmış. Yaman doktor da neden bu kadar geciktiğini sorunca Bade de öfkelenmiş. Adam da altta kalmamış yapıştırmış cevabı. Baya sesler yükselince de olay Albay’a kadar uzamış. Albay da Yaman doktoru haklı bulunca çıldırdı.” Gözü ile Badeyi işaret etti. “Hal bu. Askeriyeden çıktığımızdan beri sövüp sayıyor.”
“Neden sinirlendin ki bu kadar?”

Bade sorduğum soruya karşı gözlerini büyüttü. “O adamın tek işi yanına gelen hastalar ile ilgilenmek. Hayır sana ne, ne oldu da bu kadar gecikmişim! Alt tarafı bir sıyrık yani, yap pansumanını bak işine!”

“Tamam.” Ellerimi kaldırdım teslim olarak. “Sinirlenme hemen.”

“Hatırladıkça kafamı suratına gömemediğim için çıldırıyorum,” dedi Bade. “Albayın odasından çıkınca da alay eder gibi gülmez mi? Sanki en profesyonel doktor kendisi. Pabucumun doktoru!”

Sanki o anları tekrar yaşıyormuş gibi yüz hatları gerilirken bu kadar öfkelenmesine bir anlam verememiştim. “Yaman abinin kötü bir amaç için böyle söylediğini düşünmüyorum, Bade,” dedim ciddiyetle. “Eminim sadece sana yardımcı olmaya çalışıyordur.”

“İstemez,” dedi elini sallayıp geçiştirircesine. “Onun yardımına kaldım sanki.”

“İşinde iyi bir doktor, Yaman abi,” dedim yatıştırmaya çalışarak. “Babası çok engel oldu kendi mesleğini devam ettirsin diye ama o hiç vazgeçmedi. Doktor olmak için bütün ailesini aldı karşısına. Öyle büyüklük taslayıp, insanların işine karışacak biri değil yani. Sen yanlış anlamışsındır.”

“Babası ne iş yapıyor ki?” diye sordu Fidan doktor araya girerek.

“İmamdı,” dedim.

“Ha belli. Bir Nas, iki Felak ile almış o önlüğü,” dedi Bade kahvesinden içerek. İster istemez kendimi gülerken bulduğumda Fidan doktorda eşlik ediyordu. “Gül sen gül,” dedi Bade, Fidan doktora. “İçin içini yiyordur şimdi senin ama sesini çıkarmıyorsun, fındık faresi.”

Fidan doktorun gülümsemesi yüzünde asılı kalırken boğazını temizledi. “Ne alaka şimdi?”

“Ne alaka şimdi mi?” diye sordu Bade. “Neden sürekli telefonunu kontrol edip duruyorsun o zaman?”

Fidan doktor yakalanmış gibi gözlerini kaçırdığında merakla Bade’ye bakıyordum. “Kızım ben sana demedim mi hata yapıyorsun diye,” dedi Bade, Fidan’a. “O zaten aşktan darbe almış bir adam, bir daha bu illete düşer mi sanıyorsun? Tekrar bu duyguyu hisseder mi sanıyorsun? Her gün gözlerinin içine bakıyorsun seni görsün diye ama o seni duymuyor bile.”

“Bade,” diye mırıldandı Fidan doktor çekinerek. “Lütfen...”

Bir Bade’ye birde Fidan doktora baktım. Konunun nereye geleceğini o kadar merak ediyordum ki can kulağı ile onları dinliyordum. “Ne oluyor?” diye sordum Bade’nin neden Fidan doktora böyle bir imada bulunduğunu anlamayarak. “Kör kütük aşık oluyor ne olacak,” dedi Bade sanki bu Fidan doktorun hatasıymış gibi.

“Kime?”

“Erinç’e.”

İçtiğim kahve boğazıma kaçarken öksürerek kapattım ağzımı. “Görüyor musun?” diye sordu Bade, beni Fidan doktora göstererek. “Adamın ismi bile yetiyor destur çekmeye.” Kocaman olmuş gözlerle Fidan doktora bakarken o donmuş gibi yere dikmişti gözlerini. “Yani,” dedim Erinç’in durumunu bilir kişi olarak. Şimdi Bade’nin neden bu kadar üstüne gittiğini anlamıştım. O da biliyordu. Erinç zaten sevdiğini kaybetmişti, bir kez daha birini sevebileceğini -her ne kadar aşkının büyüklüğünü bilmesem de- sanmıyordum. Mert bir adamdı ve sevdiği birini kolay kolay unutacak biri değildi. “Bu kesinlikle senin suçun değil tabii. Sonuçta bu senin isteğinle olan bir şey değil ki. Kim seçebilir seveceği insanı? Seçim şansı sunulmuyor ki.”

“Neden yaşamış gibi konuştuğunu anladım ama anlamamış gibi yapacağım,” dedi Bade bana da sataşarak.

Yanaklarıma toplanan kanı hissettiğimde utançla kaçırdım bakışlarımı. Ne demek istediğini anlıyordum ama cevap vermek için her şeyden emin olmalıydım. Zaten yeterince kapanmamış yara varken bir yenisini -hele de bu konu aşksa- kaldıramazdım. Ben bile yeni yeni alışıyordum bu amansız duyguların sebebine.
Sınır tanımayan bir adamdı Araz. Olan sınırı bile tek darbesi ile yok ediyordu zaten. Bu güne kadar hiç bir şekilde kendini bana göstermekten kaçmamıştı. Her tarafıyla saklı bir kutuydu ama o kutunun içini görmeme engel olmuyordu. Onu tamamıyla, bütün sınırlarıyla, olduğu gibi görmeme izin veriyor, sanki beni bir şeye hazırlıyordu. Elbette her insanın korkuları olacaktı. Ben en çok karanlıktan korkuyordum mesela. Onun da korktuğu bir şey olmalıydı. Bunu bana gösterir miydi bilmiyorum ama o gün bile şimdiden yanında olacağımı hissediyordum. “Hey,” dedi dalıp gittiğimi fark eden Bade. “Orada havalar sıcak galiba, baya bir ısınmışa benziyorsun.”

“Neden sürekli bana sataşıyorsun?”

Sırıttı. “Eğlenceli oluyor.”

“Hadi ama,” Biten bardağımı orta sehpanın üzerine bıraktım. “insanlara sataşarak bundan keyif alamazsın.”

Omuz silkti. “Kafan dağılsın diye uğraşıyorum. Bıraksak gelene kadar Araz, Araz, Araz, diye pencere kuşuna döneceksin.”

“Yok öyle bir şey,” dedim yutkunarak. Pencereden yolu izlediğimi bilmelerine imkan yoktu. O kadar dikkat etmiştim. “Sen anca kendini kandır,” dedi Bade. Belli bu sefer okları bana yönlendirmişti. “Nereye kadar kaçacaksın merakla bekliyorum. İlla bir yerde yorulup bırakacaksın. Kim kaçabilmiş aşktan da sen kaçacaksın!”

“Ona karşı gerçekten ne hissediyorsun, Baha?” Bu soru o kadar ani olmuştu ki birkaç saniye Fidan doktora bakakalmıştım. Midemin içinde hareketlenen kelebekler duvarlarıma çarparak uçuşurken kalp ritimlerimin temposunu bütün bedenimde hissediyordum. Avuçlarımı birbirine sürterek yutkundum. “O,” dedim Araz ile olan konuşmalarımız aklıma gelirken. “Canı yanarsa canım yanacakmış gibi, konuşmayı bıraksam sesim olacakmış gibi, kimsesiz bile kalsam hep yanımda duracak gibi. Saçma bir dürtü sürekli yanımda olmasını istiyor. Etrafımdayken ondan başka bir şey düşünemiyorum. Sanki yıllardır yanımda gibiydi ama şimdi daha yanımda gibi. Karşı koyamıyorum kendime. Onun yanında güvende hissediyorum kendimi.”

İlk kez onlara karşı bu kadar açık olduğumu hissettiğimde kalbimin etrafını bir anlık bir korku kapladı. Korku bir girdap gibi açılıp beni içine çekerken, gitmeden önce Araz’ın bana söyledi cümle bir yardım çağrısı gibi öttü zihnimde. Onlardan sana bir zarar gelmez, Baha. Bu biraz daha sakinleşmeme sebep oldu.

“Tamamlanmış gibi.” Gözlerimi Fidan doktora çevirdiğimde başımı salladım. “Her neyse,” dedim konudan uzaklaşmak için. “Öyle işte.”

“Hadi bir şeyler yapalım,” dedi Bade ortam onu açmamış gibi. “Tıkıldık üç kadın bir odaya yaren yolu gözlüyoruz sanki. Yok ben gözlemiyorum ama siz ikinizi bilemem. Dışarı çıkalım, ilçeye inelim. Biraz dolaşıp geri geliriz.”

Bize yaptığı imayı duymamış gibi, “Nereye gideceğiz?” diye sordum. Burayı hiç gezmemiştim. Araz ile birlikte ilçeye inmiştik ama belli yerleri görmüştüm.

Bade ayağa kalkarak sarı saçlarını geriye savurdu. “Karşınızda bir ikon duruyor ama siz iki içi geçmiş hâlâ oturduğunuz yerde kıçınızı büyütüyorsunuz,” dedi.
“Buluruz elbet gidecek bir yer. Ankara’nın suyu çıkmadı ya?”

Her şey bir anda gelişti. Bade beni giyinmem için odaya postaladığında onlarda giyinmek için evlerine gitmişlerdi. Kendimi ilk kez böyle bir ortamda rahat hissettiğim için düşünmemeye karar vermiştim. Düşünürsem dururdum. Düşünürsem vazgeçerdim. Düşünmedim. Ne istiyorsam onu yapmaya karar verdim.

Dolaptan daha düzgün bir şeyler bakındığımda nereye gideceğimizi bilmediğim için sade şeyler çıkarmıştım. Siyah boğazlı bir badinin altına dizleri yırtık boru paça bir pantolon giydim. Badinin üzerine de deri ceketimi giydiğimde saçlarımı dışarıya çıkararak tokamı çözdüm. Elimle gelişi güzel düzelterek kâküllerimi karıştırdığımda siyah botlarımı alarak salona girdim. Araz’ın bana verdiği telefonu alarak ceketimin cebine koyduğumda önüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırarak dış kapının önüne yürüdüm. Askılıktaki anahtarı almayı unutmadan dışarı çıktığımda botlarımı giyerek kapıyı çektim.

Merdivenleri inerken adım seslerim parkede yankılanıyordu. Ellerimi ceplerime sokarak binanın dışına çıktığımda karşımdaki görüntü gözlerimin kocaman olmasına sebep oldu. Bade siyah bir motorun üstünde, yanında, arabanın içinde duran Fidan doktor ile konuşuyordu. Üstünde beyaz bir crop, onun üstüne de beyaz bir deri ceket giymişti. Beyaz pantolonu ile siyah motorun üstünde o kadar güzel duruyordu ki neye uğradığımı şaşırmıştım.

Başını kapıya doğru çevirdiğinde ben hâlâ korku ile motora bakıyordum. Motorun üst kısmını okşayarak, “Bakma öyle kızıma,” dedi bir anne gibi. “Korkutacaksın onu.”

İşaret parmağım ile motoru gösterdim. “O şeyle mi gideceksin?”

“Tabii ki.” Elinde tuttuğu siyah kaskı başına geçirdi. Ön penceresini açarak arabayı işaret etti. “Hadi bin arabaya.” Başımı iki yana sallayarak basamakları inerken, “Acele et biraz!” diye homurdandı.

Fidan’ın olduğu arabanın yanına geldiğimde kapıyı açarak koltuğa oturdum. Fidan doktor ikimizin aksine çiçekli bir elbise giymişti. Başına taktığı elbisesi ile aynı renkte olan pembe şalı çok tatlı duruyordu. Beyaz teni ve çekik gözleriyle Japonlara benziyordu. Yan taraftan yükselen bir sesle başımı dışarıya çevirdiğimde Bade motoru çalıştırarak rüzgar gibi geçip gitmişti yanımızdan.

“Korkma,” dedi Fidan doktor şaşkınca dışarıya baktığımı gördüğünde. “Bizi onunla takip edecek.”

“Daha çok biz onu takip edeceğiz gibi duruyor.”

Küçük bir kahkaha atarak çalıştırdı arabayı Fidan. “Öyle de denebilir.”

Kısa bir sürede lojmandan çıkarak ilçeye indiğimizde, Bade motoru ile arkamızdan geliyordu. Dikiz aynasından arkaya baktığımda bir sağ bir sol yaparak kıvrak hareketlerle kendince eğlendiğini gördüm. “Çok değişik,” dedim Bade’yi kastederek.

Fidan doktor kısa bir an bana dönerek tekrar yola baktı. “Eğlenmeyi seviyor,” dedi. “Kendini anca bu şekilde dizginliyor. Ya çok enerjiktir yada bütün enerjisi bitmiştir. Arası yok. Ya siyahı sever ya beyazı. Farklıdır yani. Alışırsın sende zamanla.”

“Bizi nereye götüreceğini biliyor musun?”

“Bade bu,” dedi görünen köy kılavuz istemez der gibi. “Nereye gitmek istediğini şuan kendi bile bilmiyordur ama bulur bir yer.”

“Onunla daha önceden mi tanışıyorsunuz?”

“Biz Bade ile üç yıl önce tanıştık. Ben zaten buralıyım. Gönüllü olarak burada çalışmaya başladığında çok içine kapanık bir kızdı. Bir yıl boyunca neredeyse hiç kimse ile konuşmadı. Başta ailesi ile ilgili bir sorunu olduğunu düşündüm ama konu çok farklıymış.”

“Konu neymiş?”

Sıkıntılı bir soluk aldı. “Bade’nin hiç unutamadığı bir pişmanlığı var ve bu yüzden kendini suçluyordu,” dedi. “Bakma bu kadar canlı göründüğüne, kendini kontrol etmekte çok zorlanıyor. İyiymiş gibi yapmak artık iyiymiş gibi davranmasına sebep oldu. Bu onun yüzüne taktığı ikinci maske gibi bir şey. Benimle de ilk başlarda hiç konuşmazdı. Zaman geçtikçe yavaş yavaş alışmaya başladı. Yanında oldum çünkü biliyordum her ne yapmış olursa olsun onu sevmiştim. Bana hiç ummadığım bir anda yetişti ve yalnız olmadığımı hissettirdi. Onu ne yaparsa yapsın asla bırakmam. O benim buradaki tek sırdaşım.”

Sessiz kaldığımda Bade yanımdan geçerek önümüze geldi. Arkasından onu takip ederken sarı saçları rüzgardan geriye doğru savruluyordu. Motorun üstünde o kadar asi birine dönüşmüştü ki bu hali beni onun hakkında değişik düşüncelere itiyordu. “Peki Araz?” diye sordum dizimin üstündeki ellerim ile oynarken. “Onunla ne kadardır tanışıyorsunuz?”

Yüzünde sıcacık bir gülümseme belirdi. “Biz aslında Araz’la hiç tanışmadık,” dedi kısa bir an bana bakıp yola dönerek. “Biz onunla büyüdük.”

“Çocukluk arkadaşı mısınız?”

“O benim abim Baha, abim gibi demiyorum çünkü bana hiç bir zaman gibiymiş gibi hissettirmedi. Küçükken hiç ayrılmazdım yanından, o nereye ben orayaydı. Neredeyse bütün çocukluğum onunla geçti benim. Aynı şekilde onunda. Sina da hep bizimleydi ama Sina hiç bir zaman abi olarak görmedi onu.”

Onun ismini duymak bile yutkunmama sebep oldu. “Araz bunu biliyor mu peki?”

“Yavuz bildiği şeyleri bilmiyormuş gibi yapmakta çok ustadır,” dedi Fidan. “Bir kere bile karşılık vermedi Sina’ya. Onu benden ayırmıyordu ama her zaman bir sınırı vardı ona karşı. Bunları şuan aklındaki soru işaretlerinden kurtulman için söylüyorum. Araz sana gerçekten değer veriyor. İlk kez onu böyle görüyorum derken çok ciddiydim. Onu bu yaşına kadar hiç bir kız yada kadınla konuşurken görmedim. Varsa yoksa işiydi. Ama senin geldiğinden beri o eski Araz değil. Sana ne kadar değer verdiğini görebiliyorum.”

“Bende ona değer veriyorum,” dedim yanaklarım kızarmaya başlarken.

Keyifle güldü. “Ona ne şüphe zaten.”

Biraz daha ilerledikten sonra dağlık bir alana geldik. Yaklaşık yarım saattir yoldaydık. Bade yavaşlayarak sağ elini kaldırdığında bir yeri işaret etti. Fidan doktor anladığını belirterek ön farları açıp kapadı. Çok geçmeden durduğumuzda Bade kaskını çıkararak motordan aşağıya atladı. Kapıyı açarak dışarı çıktığımda soğuk hava bir tokat gibi çarptı yüzüme. Saçlarım uçuşarak önüme geldiğinde şehir ayaklarımızın altındaydı.

“Nasıl?” dedi yanıma gelen Fidan doktor. Hayranlıkla izledim belli yerlerinden ışıkları yanan şehri. “Harika!”

“Öyledir.”

“Sık gelir misiniz buraya?” diye sordum. Elinde siyah bir poşetle yanımıza gelen Bade arabanın ön kaputunun üstüne oturdu. “Kafa dağıtmak için çoğunlukla,” dedi bana. “Bu günde sizin bir şeyleri dağıtmaya ihtiyacınız var gibi.”

“Bir şeyi dağıtmak istemiyorum, Bade.” Elinde tuttuğu poşete ters bir bakış attı Fidan doktor. “İçecek misin?”

Bade gözlerini devirdiğinde içimde rahatlamak için büyük bir istek belirdi. Dudaklarımı ıslatarak ona bakarken Bade poşetin içinden bir şişe çıkararak kapağını açtı. Şişeyi kafasına diktiğinde cevabı sessizce vermişti. Fidan doktor kollarını göğsünde bağlayarak gözlerini ayaklarımızın altındaki şehre diktiğinde, Bade’nin bu halinden hoşlanmadığını anlamıştım. Bade şişeyi dudaklarından çektiğinde bakışları bana değdi. Yüzü rahatlamış gibi duruyordu. “İçmek istiyor musun?” diye sordu ona bakan meraklı bakışlarıma karşı.

“Hiç içmedim,” dedim nasıl bir tepki vereceğini düşünerek. Dudaklarında çarpık bir gülüş belirdi. Söylediğim söz sanki onu geçmişe götürmüş gibiydi. Mavi gözleri beni izlerken sarı saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. “Bende ilk başladığımda böyle söylemiştim.”

“Kaç yaşındaydın?”

“16.” Elindeki şişeyi bana doğru uzattı. “Eğer içeceksen hiç düşünmeden yap bunu. Eğer düşünürsen ikilemde kalırsın. İkilemde kalırsan doğruyu bulamazsın. Yavaş iç, çar-”

Şişeyi elinden kaptığımda hiç düşünmeden kafama dikerek büyük bir yudum aldım. Bade’nin sözü hareketim ile yarım kalırken içtiğim her neyse boğazımı öyle bir yaktı ki şişeyi geri çekerek öksürdüm. Gözlerim acıdan dolarken ekşi tadı yüzünden yüzümü buruşturmuştum. Elma tadı geliyordu ağzıma. 

“Sana yavaş iç demiştim,” dedi Bade gülerek beni izlerken.

“Evet,” diye söylendim. “Ben içtikten hemen sonra.”

Bade gülerek elimdeki şişeyi aldığında tekrar kafasına dikti. Ağzımı silerek derin bir nefes aldım. Bir kaç saniye ona bakarken oda benimle göz göze geldi. Kıkırdadık. Yavaş başlayan bu an gittikçe büyük bir kahkahaya dönüştü. Kendimi yanına attığımda bende kaputun üstüne çıkmıştım. Şişeyi elinden kaptığım gibi başıma diktiğimde acı tadını yok sayarak iki büyük yudum aldım. Elma aroması hoştu ama sonrasında ekşi bir tat bırakıyordu ağzımda. “Ne bunun adı?” diye sordum şişeye garip bakışlar atarken.

“Calvados konyak.”

“Yani?”

“Fransa’ya ait bir içecek. Calvados ilinde üretiliyor. Elma brendi yani. Elmalı konyak da denilebilir.”

Dediklerinden hiç bir şey anlamamıştım ama umursamadım. Midemde başlayan karıncalanma yüzünden başımı iki yana salladığımda, Bade şişeyi elimden çekip aldı. “Kendimi küçük bir çocuğa yanlış bir şey öğretiyormuş gibi hissediyorum.”

Küçük bir kahkaha attığımda aşağıya sarkan ayaklarımı salladım. Bade şişenin yarısına kadar içti. Şişeyi dudaklarından uzaklaştırırken dişlerini sıkarak başını iki yana sallayıp kendine gelmeye çalıştı. “Nasıl hissediyorsun?” diye sordu bana bakarak. Ellerimi arkaya yaslayarak başımı geriye attım. “Midemde bir şeyler hareket ediyor,” diye anlatmaya başladım. “Boğazımda ekşi mi, yakıcı mı bilmediğim bir tat var. Başım dönüyor gibide ama dönmüyor gibi de.”

“Tebrikler,” dedi Bade ellerini birbirine çarparak alkışlarken. “Sarhoş oluyorsun.”

“Korkmalı mıyım?” diye sordum yutkunarak.

“Korksan iyi edersin çünkü Fidan hiçte iyi bakıyormuş gibi hissetmiyorum,” dedi Bade. Arkasından görünen Fidan doktora baktım. Dediği gibi hiçte iyi bakmıyordu. “Eminim yarın bir ton laf edecektir. Salaksın Bade! Şımarıksın Bade! Biraz düzgün dur Bade!”

“Etmez ya,” dedim Fidan doktora masum bakışlar atarken. “Etmezsin değil mi, Fidan?”

“Birdi iki oldu,” dedi Fidan doktor, bize çocuklarını izleyen bir anne gibi bakarak. “Sanırım bu ihalenin sonu yine bana kalacak.” Bade’ye baktı. “Şimdiden söylüyorum. Eğer Yavuz bunu öğrenirse seni bir daha Baha’nın yanına yaklaştırmaz.”

“Yavuz da kimmiş!” dedi Bade omzunu omzuma yasladığında. Ürpererek geri çekildim. Bade bana kısa bir bakış atsa da devam etti. “Üçümüz arasında bir sır bu. Sen söylemezsen öğreneceğini sanmıyorum.”

Fidan doktor pembe şalını düzelterek umursamaz bir bakış attı. “Benim söylemeyeceğimi sana düşündüren ne?”

Korku ile aşağıya atladım. Dengemi sağlayamadığım için arabaya tutunduğumda son anda düşmekten kurtulmuştum. “Söylemeyeceksin değil mi?” dedim Fidan doktora bakmaya çalışarak  Başım felaket dönüyordu.

“Önce bir ayakta dur sen,” dedi Fidan halime bakarak.

“Kızlar,” dedim ne olduğunu anlayamadığım için. “Sizin de başınız dönüyor mu?” Bade kendini geriye bırakarak sırtını arabaya yasladı. “Biz değil dünya dönüyor, Baha.”

“Nasıl yani?” dedim alık alık. “Dünya döndüğü için mi biz dönmüyoruz?”

Kıkırdadı. “Hay akıllım,” dedi dili kayarken. “Dünya zaten döndüğü için dönüyoruz ya.”

“Bade,” dedim kaşlarımı çatarak. “Midem bulanıyor, kusacak gibiyim.”

Başını kaldırıp bana baktı. Kaşlarını çatmaya çalıştı ama beceremedi. “Sakın motoruma kusayım deme Yavuz’a söylerim seni!”

“Of!” dedim yere çökerek. Fidan doktora baktım. “Söylemeyeceksin değil mi?”

Fidan göğsünde bağladığı ellerini çözerek önüme çöktü. “İyi misin sen?” Elini kaldırıp önümde salladı. “Neden bayık bayık bakıyorsun?” 

“Bir anda dikti kafaya şişeyi, o kadar uyardım,” dedi Bade huysuz bir sesle.

“Bade,” dedim yutkunarak. “Fidan doktor bizi söylemeyecek değil mi? Yavuz ay Araz duyarsa çok kızar bana. Bir ton konuşur. Etek giydiğim içinde çok söylenmişti.”

“Bak bak,” dedi Bade, kıkırdayarak. “Yarın geleceği hali düşünmüyor da Araz’ı kızar diye üzülüyor.”

“Sus,” dedim saçlarımı geriye ittirerek. “Senin yüzünden Fidan doktor, Araz’a şikayet edecek bizi. Çocuk muyuz ki biz ? Alt tarafı üç yudum aldım.” Elimi kaldırıp üç parmağımı açık tutmaya çalıştım. “Üçtü değil mi?” Fidan doktora baktım. “Üç kaçtı Fidan’cım? Üç yuduma kızmaz ki, Araz...”

“Baha,” dedi Bade gülerek. “Çok mu tutuldun sen bu bizim Kara komutana?” Gözlerimin önü kararıyordu. Göz kapaklarımı açık tutmakta zorlanıyordum. “Yavuz, Araz, Kara,” diye mırıldandım. “Kaç tane adı var bu adamın ya?”

“Konuyu değiştirip durmasana,” dedi Bade keyifle. “Soruma cevap ver! Yaktın değil mi abayı?”

“Ne?” dedim dehşetle. “Yakmadım ben bir şey!” Fidan doktor büyük bir kahkaha attı. “Fidan,” diye seslendi Bade. “Abayı ne yapıyorlardı kuzum? Yakıyorlar mıydı, söndürüyorlar mıydı?”

“Ben ikinizi de yakacağım şimdi!” Fidan doktor sinirle ayağa kalktığında Bade’yi arabanın önünden indirmeye çalıştı. Bade iki eliyle de sıkıca yapışmıştı arabaya. “Yemin ederim Kara’ya söylerim seni Bade. İn çabuk! Bırak orayı! Kıracaksın sileceği!”

Kendimi zorlayarak arabadan destek aldım ve bedenimi yukarı çektim. Tutuna tutuna arabanın etrafında dolaşarak arka tarafa vardım. Kapıyı açarak kendimi koltuğa bıraktığımda, Fidan doktor zorlukla indirmeyi başarmıştı Bade’yi. Belinden sıkıca tutarak yürümesini sağladı. Arabanın arka kapısı açarak koltuğa oturttuğunda emniyet kemerini taktı. Başımı koltuğa yaslayarak Fidan doktora bakarken gözlerimin dolduğunu hissettim. “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım zorlukla. “Sanırım bu gün uyuyabileceğim.”

Kabuslar Araz gittiğinden beri bırakmamıştı peşimi. Ama şimdi uyuyabileceğimi hissediyordum. İçtiğim her neyse bütün vücudumu uyuşturmuştu. Beni duydular mı bilmiyorum ama gözümden düşen bir damla yaşı hızla silerek görmelerine engel oldum. Fidan doktor benim tarafıma geldiğinde emniyet kemerimi takarak kapıyı kapattı. Öne geçerek arabayı çalıştırdığında, Bade, “Kızımı tek başına bırakma orada,” diye mırıldandı. “Söyle birine alsın.”

Ofladığını duydum Fidan doktorun. “Tamam.”

Kısa bir sürede tepeden aşağıya indik ve geldiğimiz yola döndük. Saat kaçtı bilmiyorum ama uykum gelmişti. Koltukta yan dönerek başımı daha rahat bir pozisyona soktum. “Baha,” dedi yanımda benim gibi sus pus oturan Bade, kısık bir sesle. Zihnim perdenin arkasına gizlenmiş yaşananları sorgularken gözlerim uyumak için isyan ediyordu. “Hı?”

“Beni affedebilecek misin?”

Kaşlarım çatıldığında kelimeler gözümün önünde sislenerek kayboldular. Kendimi rahatlamış hissetsem de başım dönüyordu. Damağımda hâlâ o ekşi tat varken boğazımın kuruduğunu hissediyordum. Yarı açık gözlerle onu görmeye çalışırken o bana bakmıyordu. “Eğer bir gün beni affedersen bunu bana söyleme çünkü-,"

Devamını duyamadım. Duysam da anlamıyordum zaten. Uyku bir gece gibi üstüme çöktüğünde gözlerimi açık tutmayı bıraktım. Bedenim ilk kez deneyimlediğim bu duygu karşısında kendini kapattığında ona engel olmamıştım. Bir haftadır uyuyamadığım için umarım bu gün o günlere değecek kadar uyuyacaktım.

•••

Mide bulantısı ile gözlerimi açtığımda olduğum yerden kalkmaya çalıştım ama bu mide bulantımı bastıracak kadar büyük bir ağrının başıma saplanmasına sebep oldu. Elimi ağzıma kapatarak etrafa baktığımda yattığım yataktan hızla kalkarak lavaboya koştum. Midemde var olan her şeyi çıkardığımda boğazımda hâlâ o ekşi tat vardı. Musluğu açarak birkaç kez ağzımı çalkaladım. Tükürerek ellerimi kuruladığımda tezgaha tutundum.

Midem hâlâ bulanıyordu ama bedenimde felaket bir yorgunluk vardı. Bütün gün dayak yemişim de her yerim mor çürükler ile doluydu sanki. Derin bir nefes alarak yüzümü sıvazladığımda banyonun kapısı tıklatıldı. “İyi misin?” diye sordu Fidan doktorun uykulu sesi.

Neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. Kızlar gelmiş ve kahve içmiştik. Konuşup sohbet ederken Bade dışarıya çıkmak istediğini söylemişti. Rüzgârlı bir tepede arabanın üstünde oturduğumuzu hatırlıyordum. O kadar uykusuzumdum ki Bade’nin içtiği şeyi içmek için ne kadar istekli olduğumu anımsıyordum. Ama ondan sonrası yoktu. Sanki filmin o kısmından sonrasını kesip silmişlerdi zihnimden.

“İyiyim,” dedim yorgun bir sesle. Bir kez daha ağzımı çalkalayıp dışarı çıktığımda Fidan doktor duvara yaslanmış yarı kapalı gözlerle beni bekliyordu. Kapının açıldığını duyduğunda dikleşerek yüzümü inceledi. Birkaç saniye sonra yüzüne buruşturduğunda, “Berbat görünüyorsun,” diyerek olanca gücümün de içine etti. Saçlarımı geriye doğru tarayarak, “Abartma,” dedim.

“Hadi,” dedi önüme geçip yürüyerek. “Sert bir kahve anca toparlar seni.”

O mutfağa girdiğinde bende peşinden ilerleyerek sandalyelerden birini çekip oturdum. Kollarımı birleştirerek masanın üzerine koyduğumda alnımı da kollarımın üzerine bırakmıştım. “Bade nerede?” diye sordum. Yüzümü kapattığım için sesim boğuk çıkmıştı.

“O çoktan ayıldı işe gitti,” dedi bir şeyler ile uğraşırken. “Bende senin uyanmanı bekliyordum. Kahveni iç kendine gel öyle çıkacağım.”

“Saat kaç?”

“Sekiz olmak üzere.”

Kısa bir süre sonra karşıma geçip oturduğunda, “İç hadi,” dedi. Başımı zorlukla kaldırarak önüme koyduğu kahve bardağına ufak bir bakış attım. “Neden beni bekledin?” Kahveyi önüme çekerek ellerimin arasına aldım. “Bu halinle mi bırakmamı isterdin?” Yüzüne baktığımda o benim aksine oldukça ayık duruyordu. Yüzünde halimi suçlayan bir ifade olmasa da kendimi ondan utanırken buldum. “Kusura bakma,” diye mırıldandım kısık bir sesle. “O an o kadar karmakarışıktım ki ne yapmak istediğimi bilmiyordum.”

“Ne zamandır uyku problemin var?”

Bu kadar açık sözlü olmasına şaşırarak yüzüne bakakaldım. Fakat o hiç bir şekilde yargılamadan bana bakıyordu. Derin bir nefes aldım. Öyle bana balan herkes bunu fark ediyor muydu?  “Çok uzun bir zamandır.”

“Neden destek almadın?” diye sordu bir dost gibi. Endişeli olduğunu görebiliyordum.

Sesli bir nefes verdim. “Düzelmesi için bir beklentim yoktu.” Kahveden küçük bir yudum alarak içtim. Konuşmak kahveden daha iyi gelmişti. Üstümde akşamki kıyafetlerim vardı. Üstümü değiştirmek için bedenime dokunmadıklarını bilmek iyi hissetmeme sebep olmuştu. 

“Ne zamana kadar böyle olacaksın, eğer istersen sana yardımcı olabilirim,” dedi. “Tedavi için hâlâ şansın var. Uyku ilacı ile kısa bir sürede atlatabilirsin her şeyi. Burada sana yardımcı olacak bir kaç tanıdığım var. İstersen birlikte gidebiliriz.”

Gözlerine baktığımda orada sadece saf iyilik vardı. Masum bakışlarla bana bakarken onun kötü birisi olduğunu düşünmek ve kendimi ondan çekinirken bulmak içimi daraltıyordu. Araz onları tanıyordu, az çok beni de tanıyordu ve kendimi kötü hissedeceğim bir yerde bulunmamı istemeyeceğini biliyordum. Gitmeden önce onların bana bir kötülüğü dokunmayacağını bilerek, beni yalnız bırakmamak istemişti. 

Sessiz kaldığımda üstüme gelmedi. Söylemesem de daha fazla soru sormadığı için mutlu olmuştum. Yaptığı kahveyi azar azar içerken kendime gelmeye başladığımı hissediyordum. Hâlâ başımda ufak bir ağrı vardı ama bu abartılacak derecede değildi.

“Bir haber var mı?”

“Timden mi?” Başımı salladım. “Bade bir şey söylemedi. Kötü bir haber olsa arardı.”

Dudaklarımı büktüm. “Kötü bir şey olmaz değil mi?”

Sessiz kaldığında sorduğum soru onunda merak ettiği bir soru olmalıydı. Bakışları masanın üstünde gezinirken yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. Beyaz teni ve tombul yanakları ile çocuk gibi görünürken bir doktor olduğunu düşünmek hiçte kolay değildi. Derin bir nefes aldığında burun delikleri büyüyüp küçüldü. Onu karşımda küçük bir çocuk varmış gibi izledim bir süre. “Teşekkür ederim,” dedim biten kahve bardağını masaya bırakırken.

“Ne demek. Rica ederim,” dedi ayağa kalkarken. “Sen biraz dinlen, benim eve geçip üstümü değiştirmem gerek.”

“Geçireyim-“

“Yok yok,” dedi itiraz ederek. “Ben çıkarım, zahmet etme sen.”

“Tamam.”

“Akşama görüşürüz,” dedi kapıdan çıkmadan önce. Arkasından bakarak beklerken kapının açılıp kapanma sesini duyduğumda ayağa kalkarak solana girdim. Kendimi koltuğa atarak şakaklarımı ovalarken odanın içinden bir telefon sesi yükseldi. Ellerimi çekerek sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken telefonumun ceketimin cebinde olduğunu hatırladım. Odama girip masanın üstündeki ceketimin içinden hâlâ çalmaya devam eden telefonumu elime aldığımda Yaman abinin dört kez aradığını gördüm. Dudaklarımı ıslatarak ne diyeceğimi düşündüm ama sonra vazgeçerek aramasını kabul ettim. “Alo?”

“Günaydın, Baha,” dedi enerjik bir sesle.

“Günaydın, Yaman abi.”

“Aradım seni de ulaşamadım. Bir şey soracaktım?”

Odamdan çıkarak salona girdim. “Dinliyorum.”

“İlk haftam olduğu için bu gün iznim vardı, kimse ile de pek tanışamadık,” dedi. “Eğer senin için sorun olmazsa ilçeye inelim mi diye soracaktım. Almam gereken bir kaç bir şey var. Senin de işin yoksa birlikte gidelim.”

Bir kaç saniye düşünerek sessiz kaldığımda, “Olur,” dedim. “Ne zaman gideceksin?”

Hızla, “Üstümü değiştirip çıkacağım evden,” dedi, arkadan birkaç hışırtı sesi de geldi. “Sende hazırlan bekliyorum aşağıda.”

“Tamam.”

Telefonu kapatarak koltuğun üzerine attığımda üstümü değiştirmek için Araz’ın odasına girdim. Dağınık yatağa ufak bir bakış attığımda derin bir nefes aldım. Araz gittikten sonra salondaki koltukta uyumuştum. Odasında tek başıma uyumak utanmasa sebep olmuştu. Neden bilmiyorum ama yatağında yatma düşüncesi karnımın ağrımasına sebep oluyordu.

Valizin içinden kiremit rengi bir kazak ve kot pantolon çıkardım. Üstümdekilerden kurtulup seçtiğim kıyafetleri giydiğimde saçlarımı dışarı çıkardım. Çıkardığım kıyafetleri katlayarak valizin kenarına koyduğumda odadan çıkıp salona döndüm. Koltuğun üstündeki telefonumu alarak portmantoya astırdığım çantamı ve ceketimi aldım. Evin anahtarını ve telefonumu çantamın içine attığımda dışarı çıkarak botlarımı giydim. Çantamı boynuma takarak ceketimi kollarımdan geçirdiğimde saçlarımı omuzlarımdan geriye atarak kâküllerimi düzeltim. Merdivenleri inerek aşağıya indiğimde binadan çıkarak karşıma baktım.  Yaman abi elinde tuttuğu telefonu ile uğraşırken beni fark ederek başını kaldırdı. Yaslandığı arabanın önünden doğrulduğunda gülümsedi.  “Selam.”

“Selam.”

“İlk önce markete uğrayalım daha sonra hallederiz diğerlerini.”

“Olur. Marketin nerede olduğunu biliyor musun?”

“Öğrendim.” Kaşlarını çattı. “Neden sürekli sorgu masasında gibi hissediyorum karşında?”

Gözlerimi kaçırarak boğazımı temizledim. “Öylesine sormuştum.”

“Şaka yapıyorum,” dedi üstelemeden. “Gidelim hadi.” Yolcu koltuğuna geçip oturduğumda emniyet kemerimi takarak arabayı çalıştırmasını bekledim. Kısa bir sürede lojmandan çıkarak otoban yoluna girdik. Sessizce akıp giden yolu izlerken aklım hâlâ bir haber alamadığım Araz’daydı. Bu günle birlikte on iki gün olmuştu ama hâlâ bir haber yoktu.

Kalbim sanki kötü bir haber alacakmışım gibi sıkışırken korkumu bastıramıyordum. Her an bir telefon gelecek ve ona bir şey olduğunu söyleyecekler gibiydi. Kötü düşünmek istemiyordum ama iyiyi de düşünmek için kendimi kandırmamalıydım.

“Okulda işler nasıl gidiyor?” diye sordu Yaman abi bir süre sonra.

“İyi gidiyor,” dedim boğazımı temizleyerek. “Askeriyede durumlar nasıl?”

Yaman abi soruma karşılık güldü. “Dünün aksine iyi diyebilirim.”

“Bir şeyler duydum,” diye mırıldandım. “Bir olay olmuş dün?”

Gözlerini kısarak bana baktığında omuz silktim. “Önemli bir şey değildi,” dedi sonunda. “Sanırım asker kadınlar hep böyle oluyor. Sadece yardımcı olmak istemiştim. Neye sinirliyse artık hanımefendi bana patladı.”

“Bade biraz değişik biridir,” dedim bu yönüyle daha yeni tanışmış biri olarak. Yüzüne baktığımda bakışları yoldaydı. Dudağının sol tarafı yukarı doğru kıvrıldığında, “Demek adı Bade,” diye mırıldandı kısık bir sesle.

“Ne geçiyor aklından?”

Omuz silkti. “Hiç.”

Sıkıntılı nefesler eşliğinde bir saat sonra Araz’la birlikte geldiğimiz marketin önünde durduğumuzda o gün canlandı gözlerimin önünde. Onlar için ev yemeği yapacağımı söyledikten sonra okul çıkışı markete gelmiştik. Tam kriz geçirmek üzereydim ki beni arabaya göndermiş ve sakinleşmemi sağlamıştı. Beni kriz anlarında sakinleştirmeyi nasıl başarıyordu bilmiyorum ama ilaç gibi geliyordu. Tek bir sözüyle bütün korkularımın önüne geçerken onun benim için gönderilmiş bir hediye olduğunu düşünüyordum. Bir dilek tutmamıştım ama Allah sessiz fısıltılarıma kör kalmamış onu bana göndermişti. Bilmiyordum, belki burada olmasa da başka bir yerde de karşılaşırmışız gibi geliyordu. O gelmese de ben onu bulurmuşum gibi hissediyordum. Okuduğum bir kitapta; Size ait olan sizi bulur diyordu. Sanki ona aitmiş gibiydim. Beni bulmuş ve birbirimizin olmuştuk.

“Baha?”  Yaman abinin sesiyle irkildiğimde marketin girişinde oyalanan bakışlarım ona döndü. Endişeli bir yüzle bana bakarken gözleri yüzümde gezindi. “İyi misin sen?” diye sordu. “Yüzün hiç iyi görünmüyor?”

“Karnım ağrıyor biraz, sanırım üşüttüm,” dedim. Ona yalan söylemek istemiyordum ama dümdüz de böyle böyle diyemezdim. “Eve gidince sıcak bir şeyler içer gelirim kendime.”

Kaşlarını çatarak bir kaç saniye yüzüme bakarken arabadan çıkarak derin bir nefes aldım. Elimi göğsümün üstüne yaslayarak başımı gökyüzüne kaldırdığımda havanın kapalı olduğunu gördüm. Kararmış bulutlar yağmur yağacağı haber verirken göğsümde büyük bir ağrı vardı. Bu ağrıya sebep olan dün Bade’nin de söylediği gibi içtiğim şey miydi yoksa başka bir nedeni mi vardı bilmiyorum ama kendimi kötü hissediyordum.

Yaman abiye ayıp olmasın diye dayanmak için kendimi zorladım. O da arabadan çıktığında markete girerek bir market arabası aldı. Reyonların arasında gezinerek bir şeyler alırken, arkasından ilerleyerek bu zamanın daha çabuk bitmesini bekliyordum.

“Sen bir şey almayacak mısın?” diye sordu meyve reyonunun önündeyken. Gözlerim portakal ve mandalina kasalarına kayarken gülümsemeden edemedim.

“Biraz meyve alacağım. Evde eksin bir şey yok zaten.” Arkasını dönüp bana kısa bir bakış atarken kenardan iki tane poşet aldım. Yaman abi limon alırken bende biraz portakal, biraz da mandalina seçerek poşetlerin içine koydum. “Bundan sonra nereye gidelim?” diye sordu. “Çarşı tarafında bir kaç yerin çalıştığını söylediler. Eğer istersen oraya gidelim, okul için bir şeyler bulursun belki.”

Meyve reyonunun önünden ayrıldığımızda, “Kırtasiye gibi bir yer bulsak iyi olur aslında,” diye mırıldandım.

“Buluruz giderken,” dedi. “Sen daha önce gelmiş miydin buraya?”

“Araz ile gelmiştik.” Başımı öne eğerek ayaklarıma baktım. “Onlar için ev yemekleri yapmıştım.”

Kasanın önüne geldiğimizde market arabasının içindeki eşyaları çıkararak kasaya koydu. “Alışmışsın buraya. Eskisi gibi yalnız görmüyorum artık seni,” dedi fark ettiği bir şeyi söyler gibi. Kasanın önündeki yaşlı adam eşyaları geçerken, “Bilmiyorum, sadece ayak uydurmaya çalışıyorum,” diye cevap verdim.

Benim elimdeki poşetlere uzandığında ona dogru kaldırdım. Sıcak teni soğuk ellerime değerken poşetleri aldıktan sonra hızla geri çektim ellerimi. Bakışları ellerime kaydığında titreyen ellerimi ceketimin ceplerine soktum. “Hâlâ değişmeyen şeyler var gibi?” Gözlerine baktığımda yüzünde ufak bir gülümseme vardı. Neyi kastettiğini bilmediğim için sessiz kaldığımda ücreti ödeyerek poşetlerle birlikte dışarı çıktık. Hava biraz daha kararmıştı.

“Yağmur yağacak sanırım,” diye mırıldandım gökyüzüne bakıp gülümserken. “Bu senin hoşuna gider,” dediğinde bakışlarım ona kaydı. Gözlerini kaçırdı. “Yağmuru seviyorsun ya. Ondan dedim.”

“Doğru.” Başımı salladım. “Yağmuru severim.” Eşyaları arabanın arkasına yerleştirdiğimizde yola devam ederek çarşının sokağına vardık. Yaman abi arabayı yolun kenarına park ettiğinde dışarıda bir sürü insan vardı. Dışarı çıkıp yürürken yanımızdan geçip giden iki yaşlı adamın konuşmalarına şahit oldum.

“Kızılay meydanında çatışma var diyorlar,” dedi göbekli olan. “Askerleri pusuya düşürmeye çalışıyorlarmış.”

“Kolay mı öyle Türk askeriyle baş etmek,” dedi bir diğeri de gözlüğünü düzelterek. “Allah güçlerine güç katsın. Tutuklarını altın etsin inşallah.”

Durarak omzumun üstünden onlara baktığımda kaşlarım çatılmıştı. Aynı konuşmayı Yaman abide duymuş olacak ki oda durdu. Yüzüne baktığımda yüz hatları gerilmişti. “Kızılay buraya ne kadar uzaktır?” diye sordum vereceği cevaptan korkarak. Sertçe yutkunduğunda gözlerini etrafta gezdirdi. “Yaman abi?” dedim korkuyla.

“2.5 kilometre var Ulusla arasında,” dedi ensesini ovalayarak. “Yarım saat uzaklıktadır.”

“Çatışma dedi adam. Çok olmaları gerek.” Sessizce fısıldarken kulaklarım uğulduyordu. Ellerim ceplerimin içinde yumruk halini alırken, Yaman abinin öfkeli soluklarını duyabiliyordum. Etrafımdaki insanlar hızlı adımlarla uzaklaşırken kafamdaki hiç susmayan o ses bile sessizdi.

“Baha,” dedi Yaman abi bana dönerek. Sesi tedirgindi. “Acilen gitmemiz gerek.”

“Ama-,”

“Ama yok,” dedi karşı çıkarak. “Şimdi gitmeliyiz.” Bir anda kolumdan tutarak arabanın olduğu yere doğru çekiştirirken, elini ceketimin üzerinden kolumda hissetmek midemin ağzına gelmesine sebep oldu. Bütün bedenim kitlenmiş gibi kalırken, Yaman abi bana dönerek neden durduğumu anlamak için baktı. Elini ateşe değmiş gibi geriye çekerken yüzündeki o afallamaya bizzat şahit oldum. “Özür dilerim,” dedi boğazını temizleyerek. “Bir anlık bir refleksle oldu. Özür dilerim.” Bir şey diyemeden bir anons sesi duyduk. Başımı kaldırıp sesin geldiği yöne baktım.

“Dikkat dikkat! Dikkat dikkat! Herkes güvenli bölgelere geçsin! Herkes güvenli bölgelere geçsin!” İnsanlar bağırıp çağırarak kaçışırken küçük bir arbede yaşandı. “Hemen bir yer bulmalıyız,” dedi Yaman abi sert bir sesle etrafa bakarak. “Allah kahretsin!”

Gözlerim kaçan insanların üzerinde gezinirken bir babanın kızını kucağına alarak arkasına bakmadan koştuğunu gördüm. Küçük kız yaşanan hiç bir şeye anlam veremediği için olsa gerek kollarını babasının boynuna sarmış ve ağlıyordu. “Baha,” dedi Yaman abi daha ılımlı bir sesle. “Hadi. Gitmemiz gerekiyor.”

“Tamam.” Yutkunarak arabanın olduğu tarafa baktım. “Gidelim.”

Hızlı adımlarla insanların arasından geçerek arabanın olduğu yere doğru yürürken uzaktan gelen bir patlama sesi ile insanlar daha çok bağırmaya başladı. Yaman abi ile aramıza giren insanlar ile birbirimizden ayrılırken korku ile başımı kaldırıp onu görmeye çalıştım. Adımı seslenerek beni bulmaya çalışırken, omzuma sertçe çarpan adam yüzünden kendimi yerde buldum. Avuç içlerimde hissettiğim sızı inlememe sebep olurken, biri elimin üstüne basarak geçti. İnsanların öfkeli küfürleri ve çocukların korku dolu çığlıkları kulaklarımda çınlarken ayağa kalkamaya çalıştım. Zaten ellerimde yara varken tüm ağırlığımı avuçlarıma vermem daha çok inlememe sebep oldu. “Baha!” diyordu Yaman abi bağırarak. “Baha neredesin?!”

Ufak bir boşluktan yüzünü gördüğümde, “Buradayım!” diye bağırdım. Beni fark ettiğinde yüzündeki korku ifadesi dağıldı. İnsanları umursamadan iterek bana doğru gelirken bir tane daha patlama sesi duyuldu. Olduğum yerde irkilerek kollarımı kendime sardığımda Yaman abi yanıma varmıştı. “Gitmeliyiz,” dedi gözlerimin en içine bakarak. Başımı salladım. “Bu kalabalığın içinde birbirimizi kaybederiz,” dedi. İnsanlar yanımızdan geçerken bize çarpmak pahasına yollarına devam ediyorlardı. Yaman abi üstündeki ceketin bir kolunu çıkarıp bana uzattığında anlamayarak yüzüne baktım. “Bunu sıkıca tut,” dedi çaresizce. “Sana dokunamıyorum çünkü korkuyorsun. Bunu sıkıca tut ve bırakma. Arabaya varana kadar arkamdan ilerle.”

Yutkunarak ona bakarken gözlerimi kaçırdım, “Baha,” dedi yalvarır gibi. “Şuan değil. Şuan değil. Seni buradan çıkarmam gerek. Titriyorsun.” Zorlukla bana uzattığı ceketin kolunu kavradığımda derin bir nefes verdi. Arkasını dönerek yürümeye başladığında bende onu takip ettim. İnsanların arasından geçerek ilerlerken, Yaman abi başını etrafta gezdirerek olası bir tehlikeye karşı hazır ol da bekliyordu. Sonunda arabanın yanına vardığımızda ceketini tutmayı bıraktım. Benim tarafımdaki kapıyı açarak binmemi beklediğinde, oyalanmadan koltuğa oturarak, kapıyı kapattım. Yaman abinin arabanın önünden dolanarak sürücü koltuğuna oturuşunu izledim.

Beklemeden arabayı çalıştırarak yoldaki insan kalabalığını umursamadan ilerlemeye başladık. Titreyen bedenimi sakinleştirmek için gözlerimi kapattığımda dışarıdaki gürültüleri ve patlama seslerini işitebiliyordum. Gözlerimi daha sıkı kapattım ve başka şeyler düşünmeye çalıştım. Annemi düşündüm. Babamı düşündüm. Öğrencilerimi düşündüm. Her şeyi düşündüm ama hiç bir şekilde titremelerimde azalma olmadı. Elimi kaldırarak tırnaklarımı boğazıma sapladığımda tenimin yırtılışını umursamadan sertçe kaşıdım. Hissettiğim kesiğin sızısı rahatlamamı sağlarken derin nefesler alıyordum. Araz’ı düşündüm. Yüzünü, kıvrık kirpiklerini, dağınık koyu tutamlarını, her zaman nasıl hissettiğimi anlayan toprak gözlerine  karışmış ela harelerini. Bir süre sonra rahatlamaya başladığımı hissettiğimde gözlerimi açtım.

İnsanlar hâlâ kaçışırken başımı çevirerek camdan dışarı baktım. İleride bir binanın arkasından yükselen dumanları seyrederken bir patlama daha oldu. Artık savaş buradaydı ama asıl savaş kazanılmamış kalplerdi. Kazanılmayan her kalp zamanla kendi savaşını başlatmış, başlayan savaş kangren bir damar gibi ilerlemeye devam etmişti.

“İyisin değil mi?” diye sordu Yaman abi arabanın hızını arttırarak.

“İyiyim.” Değilim.

“Yalan söylemeyi bırak, Baha!”

“İyiyim, Yaman abi.”

Sert bir soluk alıp verdiğinde direksiyonu tutan parmaklarının kızardığını fark ettim. Soğuk parmaklarımı kotumun üstüne sürterek bakışlarımı önüme eğdim. Arabanın içinde bir kara delik gibi büyüyen sessizlik ile lojmana varana kadar hiç konuşmadık. Arabayı Araz’ın binasının önünde durdurduğunda kapıyı açarak dışarı çıktım. Yaman abi de arabadan çıkıp bagajı açtığında meyve poşetlerini alarak onu bekledim. Elindeki poşetlerle arabayı kilitlediğinde eve doğru yürüdük.

Biz daha binaya giremeden dışarı çıkan iki kadını gördüğümde yüzlerindeki ifade durmama sebep oldu. İlk önce Bade’ye baktım. Kısa bir an yanımda ben durduğum için duran Yaman abiye baktı. Kaşları hızla çatılırken bakışları tekrar beni buldu. Fidan doktora baktım. Gözlerinden yanaklarına doğru süzülen yaşları fark ettiğimde korku kalbimi büsbütün kapladı.

“Bir şey oldu...” diye fısıldadım sessizce. “Bir şey oldu? Ne oldu? Onlar iyi değil mi? Araz iyi değil mi?”

Bade başını salladı. “Erinç,” dedi yutkunarak. “Yaralanmış.”

Kalbim, göğsümün kemikleri arasında sıkışırken, Fidan doktor sessizce ağlamaya devam etti. “Nereye gideceksiniz?” diye sordum. “Durumu nasıl? Bir haber yok mu?”

“Kızılay da patlama olmuş,” dedi Bade. “Patlama sırasında Erinç açıkta olduğu için üzerine tuğlalar düşmüş. Ömer acil destek ekip istedi. Askeriyeye gideceğim.”

“Araz,” diye sordum hızla. “Ondan bir haber var mı?”

Fidan doktorun ağlayışı daha da şiddetlenirken, Bade bir kaç saniye ne diyeceğini bilememiş gibi sessiz kaldı. “Bade!” dedim korkuyla. İşte şimdi göğsüm nefes almamı engelliyordu. “Arazdan bir haber var mı? O iyi değil mi?” Bade başını salladı ve dik durmak için omuzlarını kaldırdı. “Yavuz’dan bir haber yok,” dedi. “Ömer onun hakkında bir bilgi vermemiş ama bu bilgileri vermesi gereken kişi Yavuz’du.”

“Gidelim,” dedim hızla. “Bende sizinle geliyorum.”

“Baha-,”

“Bende geleceğim, Bade. Buna engel olamazsın.”

“Tamam,” dedi ikna edemeyeceğini anladığında. Bakışlarım ellerimde tuttuğum poşetlere kaydığında, “Bana ver,” dedi Yaman abi. İkiletmeden ona doğru uzattım. “Ben bunları çıkarıp gelirim arkanızdan.” Minnetle baktım yüzüne. “Teşekkür ederim, Yaman abi.”

“Ne demek,” dedi gülümseyerek. “Abiler bu günler içindir.”

Arkamı dönerek Fidan doktorun arabasına ilerledim. Fidan doktor arkaya geçip oturmuşken, ben ön tarafa oturdum ve Bade arabayı çalıştırarak hızla lojmandan çıktı. “Neredeydin sen?” diye sordu Bade sinirle. “Bütün gün seni aradık ama ulaşamadık.”

“Telefonum çantamdaydı. Duymadım,” dedim mırıldanarak.

“Bir şey oldu sandım, Baha,” dedi Bade. Benim için endişelendiğini görebiliyordum. “Bize haber vermeden neden böyle bir şey yapıyorsun? Recep sizi görmese ne yapacaktım ben? Nasıl ulaşacaktım sana?”

“Üzgünüm,” diye mırıldandım. “Böyle olacağını düşünmemiştim.”

“Bir daha bizden habersiz bir şeye kalkışma,” dedi ikna olmayarak. “Yavuz seni bize emanet edip gitti. Gelse ve Baha nerede diye sorsa ne cevap verecektim ben?”

“Özür dilerim.” Tam bir şey söyleyecekti ki dudaklarını birbirine bastırdı ve sustu. Sarı saçlarını ensesinden toplamıştı ve üzerinde üniforması vardı. Konuşurken sinirlendiği içinde beyaz teni kızarmıştı.

İki dakikada askeriyeye vardığımızda, Recep geçmemiz için kapıyı açmıştı. Bade arabayı kenara park ettiğinde aynı anda aşağıya indik ve askeriyeye doğru yürüdük. Tam da o sırada dışarı çıkan Ali albay burnundan soluyordu. Bizi fark ettiğinde durdu. Tek tek hepimize baktı. bakışları en son bende durdu. Sessiz bir nefes verdim.

“Ekibi hazırla! Helikopter arkada çalışır vaziyette,” dedi sert bir sesle Bade’ye fakat bana bakıyordu. Gözlerini üzerimden çekmedi. “Takip et!” Arkasını dönüp tekrar içeriye girerken bir kaç saniye ne söylediğini algılayamadım. Bade’ye dönüp baktığımda başını önüne eğmişti. Fidan doktora baktım. Gözleri ile özür diler gibi baktı ve gözlerini kaçırdı. Ne düşünmem gerektiğini bilmeden basamakları çıkarken derin bir nefes aldım. İçeri girdiğimde bir asker bana eşlik ederek albayın odasının önüne kadar önümden ilerledi. Kapıdaki asker kapıyı açarak içeri geçmemi beklediğinde ellerimi önümde birleştirerek girdim odaya.

Ali albay yumruk yaptığı bir eli masanın üzerindeyken, sırtını tamamen koltuğa yaslamış ve masaya bakıyordu. Arkamdan kapı kapandığında sessizce ne olacağını bekledim.

“Geç otur!” diye emretti ilk kez ondan duyduğum sert bir sesle. Gerilerek dudaklarımı ıslattım ve masanın önünde bulunan iki koltuktan solda olanına oturdum. “Neden burada olduğunu biliyor musun?” diye sordu oğluna benzeyen gözlerini bana dikerek.

“Neden?”

“Oğlum yüzünden.”

“Ama-,”

“Aşk aptallıktır evlat,” diye kesti sözümü. Konuşmaya başladığında bana bakmıştı ama ben onun yumruk yaptığı eline bakıyordum. “Aşk insanı kör eder, ondan başkasını göremez olursun. Yavuz şuan bir savaşın ortasında ama aptal bir adam.”

“Albayım,” dedim sinirlenmeye başladığımı hissederken. “Bu konumda beni mi suçluyorsunuz?”

“Her ne konumunda olursan ol, o benim oğlum,” dedi Albay. “Şuan bir görevde ve onun düşünmemesi gereken tek şey arkasından bekleyen bir kadın. Sen buraya geldiğin günden beri ben oğlumu tanıyamıyorum. O eski Yavuz yok karşımda. Her ne oluyorsa buna engel olun. Ben karşımda zavallı bir adam görmek istemiyorum.”

“Araz,” dedim bakışlarımı yüzüne çıkarırken. “Araz burada olsa ve aynı cümleleri ona da söyleseniz size ne derdi?”

“Bak küçük hanım,” dedi Albay kaşlarını çatarak. “Kimse körü körüne ateşe gitmez. Onun ateşi sensin ve yolunuz hiçte çiçeklerle süslü değil. Durum bu haldeyken, vatan elden gitmek üzereyken sizin uyduruk üç günlük kalp çarpıntılarınızla ilgilenemem ben.” Uyduruk üç günlük kalp çarpıntısı...

“Buna siz mi karar veriyorsunuz?”

“Evet!”

Ayağa kalktım. “Aynı cümleleri Araz’a da söylediğiniz zaman bir daha görüşelim.” Arkamı dönerek kapının kolunu kavradığımda, “Benim konuşmam daha bitmedi,” diye hiddetlendi. Burada olmak istemiyordum. Bu konumda olmak istemiyordum. Sanki oğlunu ayartmışım gibi benimle konuşurken, kendimi aşağılanmış o ucuz kadınlar gibi hissediyordum. Ben hiç bir zaman ona karşı ilk adımı atmamıştım. Onun attığı adımları ise havada kesmiştim ve bu yüzden suçlanamazdım. 

Elimi kapıdan çektim ve Ali albaya döndüm. “Ben hiç aşık olmadım veya bunu hissetmedim Albayım,” dedim. “Fakat bildiğim bir şey var ki Araz’ın uyduruk üç günlük kalp çarpıntısı diye bahsettiğiniz kavramla uzaktan yakından alakası yok. Ve bildiğim bir şey daha var, oğlunuz, yani Araz, bir savaşın ortasında da olsa attığı adımlardan dolayı kimseye hesap vermez. Onu en azından bu kadar tanıdım. Eminim sizde oğlunuzu benden daha iyi tanıyorsunuz ki onunla değil benimle konuşmayı seçtiniz. Ama yanıldığınız bir yer var. Benim görünüşüme aldanıp hafife almayın. Sessiz insan içinde hiç sönmeyen bir ateş tutar, o ateşi var eden ise onu yakmaya çalışanlardır. Ben yandım ama asla yakmadım.”

Yüzündeki o ifade sözlerimin sonlanması ile dağılırken, Araz’a benzeyen -daha doğrusu Araz’ın ona benzeyen- suratında gurur dolu bir bakış belirdi. Dudağının kenarı usulca yukarı doğru kıvrıldığında kaşlarım hiç olmadığı kadar çatılmıştı. “Sen,” dedi yüzündeki ifadeyi dağıtmadan. “Tamda hayallerimdeki gibi bir gelin adayısın.”

Tükürüğüm boğazıma kaçmış gibi öksürürken, Ali albay keyifle kapıya doğru seslendi ve kapı açıldığında benim için su istedi. Yanaklarıma hücum eden kan tüm hücrelerimi harekete geçirirken şaşkınca Ali albaya bakıyordum.  “Helal evlat, helal,” dedi ve tek kaşını kaldırdı. “Az önce çeneni dikmiş ve bana diklenirken hiçte bu kadar utangaç değildin.”

“Ben,” dedim ve sustum. Beynimdeki cümleler dilimden dökülmezken, “Ben,” dedim bir kez daha. “Gitsem iyi olacak.”

“Söylediğinin aksine oğlumu çok iyi tanıyorum ve bu yüzden ilk seninle konuşmak istedim,” dedi Albay. Ayağa kalkarak ellerini arkasında birleştirdiğinde, gözlerimin önüne Araz’ın daha olgun hâli gelmiş gibi hissettim. “Gözlerindeki o ateşi kaybetme, çocuk,” dedi bakışlarını benden koparmadan. “Bir gün ateş söner ve geriye sadece küller kalır.”

“Siz...” Başımı iki yana sallayarak anın gerçekliğini sorguladım. “Siz söylediklerinizde ciddi değil miydiniz?”

Bana küçük bir çocuğa bakan baba gibi baktı. “Aşk insanı çoğu zaman aptallaştırır evlat, aptallaşmayan hiç bir insan, insan değildir,” dedi. “Uyduruk üç günlük kalp çarpıntısına gelirsek. O an doğaçlama yapmam gerekiyordu. Sonuçta ben bir öğretmen değilim.”

Gülecek gibi oldum. “Sanırım Araz’ın kime çektiğini şimdi daha iyi anlıyorum,” diye mırıldandım.

Ali albayında yüzünde bir gülümseme oldu fakat bu acı dolu bir gülümsemeydi. “Savaş var kime ne, barış olsa bize ne?” dedi içler gibi. “İnsan birazda bu günlerde anlıyor hakikati. İnsan zaten her an savaş içinde evlat. Savaşın olmadığı tek yer ahiret. Bizimde imtihanımız bu işte.” Gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama, “Ne?” dedi gülerek. “Afili edebiyattan anlamam ben, dağ adamıyım.” Omuzlarını kaldırdı. “Ben ayağıma değen taştan hesap sorarım, kalbimi attıran kadından değil.”

“Yok ya,” dedim sonunda rahatlayarak. “Sizde de var bir şeyler. Gördüm o ışığı ben.”

“Bir de dalga geçiyor,” diye homurdandı sert bir sesle. “Yürü git hadi. Kapıda deliren bir adet askerim var.”

“Geldiler mi?” diye soludum hızla.

Başını salladı.

Kapıya ufak bir bakış attım. “Gideyim mi?”

“İstersen kal, birlikte bir karşılıklı kahve içeriz,” dedi dalga geçerek. “Tövbe, tövbe. Yürü git hadi.”

“İyi günler.”

“Sana da gelin hanım, sana da,” dedi başını sallayarak.

Selam vererek kapıyı açtığımda hızla dışarı çıktım. Öne doğru bir adım atmıştım ki karşımda duran heybetli beden yüzünden olduğum yerde kalakaldım. Sandal ağacında kavrulmuş barut...

Başımı kaldırarak bedenin sahibine baktığımda topraklarına karışmış ela hareler bir çift gezegen gibi üzerime çakıldı. Burnum günler sonra onun kokusunu solurken, kalbimde şimşekler çaktıran adam ondan başkası değildi. Yavuz Araz Karakartal. “Duydum ki birileri çok uykusuzmuş,” dedi çatallaşmış bir sesle. Gözleri gözlerime değil, gözlerimin altındaki koyu mor halkalara bakıyordu. Nefesim kesilmişte o bana nefes olmuş gibi bir iç çektim. “Geldin...”Gözleri bütün ayrıntıları ile yüzümde gezindi. “Geldim...”

“Hoş geldin.”

“Hoş getirdin.”

Yüzü o kadar yorgun bir haldeydi ki içim sızladı. Başını eğerek kulağıma doğru yaklaştığında soluklarım hızlandı. “Eve geç ve gelmemi bekle,” dedi genizden gelen bir sesle. “Ufak bir işim kaldı. Bilgi verip evime geleceğim.” Evime derken bahsettiği evin dört oda bir çatıdan olmadığını biliyordum. “Birlikte dönsek,” diye mırıldandım yutkunarak. Başını geriye çekip kaşlarını kaldırdı. “Gelmeyeceğimden şüphen mi var?” Hızla iki yana salladım başımı. “Geleceğini biliyorum.”

“O zaman?”

Yüzüm düştü. “Sadece beraber gitmek istemiştim.”

“Baha,” dedi kısık bir sesle fakat sesi yaşadığımı hissettiren bir damar gibiydi. “Eve git güzelim. Beni bekle. Hatta ocağa kahve bile koy. Geleceğim. Yanına döneceğim.” Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına iteledim. “Tamam.”

Yanından geçip gitmeden önce son kez baktım yüzüne. Yanaklarında ve alnında is lekeleri varken gözleri bir an önce işini bitirmek ve yanıma dönmek ister gibi bakıyordu. Bir kez daha gözlerine bakmadan önüme döndüm ve yürüdüm. Biliyordum, bir kez daha baksaydım hiç bir şeyi umursamadan ona sarılacaktım. Askeriyeden çıktığımda Bade’yi kollarını göğsünde bağlamış halde beklerken buldum. Hava hâlâ kapalıydı ama yağmur görünürde yoktu. Bade beni gördüğünde hızla yanına yürüdüm. “Erinç nasıl? Durumu iyi değil mi?”

Yüzünü buruşturarak gözleri kaçırdı. “Bir haber yok. Az önce hastaneye kaldırdılar.”

“Fidan nerede?”

“O da onlarla gitti.”

“Tim? Onlar da mı gittiler?”

Bade konuşmak için ağzını açmıştı ki bakışları arkama kayınca bende baktığı yere döndüm. Koray, Emin ve Ömer her yeri toz içinde olan üniformaları ile dışarı çıkarken, hepsinin de yüzünde donmuş bir ifade vardı. Harabeyi aratmayan görüntüleri ile yanımıza geldiklerinde ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. “Bir haber aldınız mı?” diye sordu Bade zorlukla.

“Ambulansta bir kez kalbi durmuş,” dedi Ömer elleri yumruk halini alırken.

Boğazıma oturan yumruyu göğsümde de hissettim. “O iyi olacak,” diye mırıldandım öyle olmasını umut ederek. Ömer’in alaylı gülüşünü işittiğimde ona baktım. “Karşında yedi ve on yaş arası çocuklar yok, Baha,” dedi sert bir sesle. “Gerçi onları bile kandıramazsın artık. Çocuklara gelece dair umut vermekten vazgeç. Onları bu cehennemde bu şekilde kurtaramazsın. Biz bir masal kahramanı değiliz.” Gözlerim cümlelerinin etkisi ile titrerken yutkunamamıştım. “Beni mesleğimden mi yaralayacaksın, Ömer?”

Çenesi gerildiği an dişlerini sıktığını anladım. Bade ondan önce davranarak, “Hadi ben seni eve bırakayım, Baha,” dedi. Sessizce Bade’yi onayladığımda arabanın kilidini açtı ve yolcu koltuğuna geçip oturdum. O da yanıma geldiğinde arabayı çalıştırdı ve hiç oyalanmadan askeriyeden dışarı çıktık.

Beynim, kandan beslenen bir böcek gibi bütün hislerimi sömürürken yapabildiğim tek şey öylece yolu izlemek olmuştu. Ömer’i anlamıyordum. Benimle bir derdi varmış gibi davranırken, onun beni nereden vuracağını iyi biliyor oluşu canımı yakıyordu. Buna izin veriyor olmakta çabasıydı. Kendi başına hayatı sürüklenerek yaşayan bir insandım ben. Kimseye yanlış bir hareketim olmamıştı. Onun bu tavırları artık kendimde suç bulmaya itiyordu beni.

Lojmana vardığımda Bade’nin konuşmasına izin vermeden, “Bir haber alırsan ara beni,” dedim ve indim arabadan. Binaya girip üst kata çıktığımda kapının önünde meyve poşetlerim duruyordu. Çantamın içinden anahtarımı çıkarıp kapıya taktım. Ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girdiğimde kapıyı arkamdan kapatarak üzerimdeki yüklerken kurtuldum. Başım zonkluyordu. Meyve poşetlerini mutfağa bırakıp çıktığımda, ocağa su koymadım çünkü ikimizde biliyorduk ki kahve içmek için iyi bir zamanlama sayılmazdı.

Kendimi salondaki koltuğun üstüne bıraktığımda, ayaklarımdaki yorgunluğun azaldığını fark ettim. Dizlerimi kendime çekerek kollarımı üst vücuduma sardığımda hissizleşen göz kapaklarıma  engel olmadım. Karanlık; bir kundak gibi beni etkisiz hale getirirken aydınlık hiç olmadığı kadar uzaktaydı. Ve ben biliyordum ki aydınlık bana hiç uğramamıştı.

•••

Ne kadar süre uyudum bilmiyorum fakat gözlerimi açtığımda koltukta değildim. Saçlarımı omzumdan geriye ittirerek yattığım yerden doğrulduğumda üstüme örtülen örtü belime kadar indi. İçerinin lambası yanıyordu. Yeni uyanmanın etkisi ile bir kaç saniye alık alık kapıya baktım. Onun kokusunun işlediği bir odada uyumak daha iyi bir uyku çekmeme sebep olmuştu. Bunu şuan fark ediyordum çünkü ne zaman onun yanımda olduğunu hissettiren bir parçasını benimle olsa -bu kokusu, bakışı veya gülüşü- daha iyi uyuduğumu hissediyordum.

Yataktan kalkmak için hareketlenmiştim ki kapı açıldı. Başımı kaldırıp kimin geldiğine baktığımda içeriye giren Araz’ın üstsüz ve altında siyah bir havlu ile kapalı vücudu beni karşıladı. Bakışlarım ilk göğsünden başlayıp kasıklarına kadar uzanan yanık izinde duraksadı. Yara. Derindi. Yutkunamadığımı hissettim. Çıplak göğsünden havlusuna doğru süzülen damlalar sanki bir camın üstünden kayan yağmur damlası gibiydi. Elindeki havlu ile ıslak saçlarını kurulurken gözlerim ateşe tutulmuş gibi yandı ve bakışlarımı bir ok gibi önüme sapladım. “Uyanmışsın,” dedi sanki yeni fark ediyormuş gibi giysi dolabın karşısına geçerken.

Ayağa kalktığım gibi yavaş adımlarla kapıya doğru ilerledim. “İçerideyim ben,” diye mırıldandım kısık bir sesle.

Alaylı gülüşünü işittim. “Kalsaydın. Birlikte geçerdik.”

Bütün vücudum buz keserken, hızla kapıyı açarak dışarı attım kendimi. Göğsüm maraton koşusu yapmışım gibi hızlanırken, içerden gelen boğuk gülüşü ile resmen utançtan taş kesilecektim. Parmak uçlarımda yürüyerek lavaboya adımladım. Yüzümde engel olamadığım bir gülüşle dudaklarımı birbirine bastırdığımda kapının arkasına çökerek kollarımı bacaklarıma sardım.

İlk dikkatimi çeken yarası o olsa da vücudunun farklı yerlerinde de yaralar, çürükler ve darbe izleri vardı. Ama en belirgini ve en korkunç gözükeni göğsünden başlayıp kasıklarında son bulandı. Yaklaşık on dakika kadar sonra bir kapı açılıp kapanma sesi duyduğumda adım sesleri buraya doğru gelmeye başladı. Onun kapıya bakarken sırıtan ifadesi gözlerimin önüne gelirken midemin kasıldığını hissettim. Benim üzerimdeki bıraktığı etkiyi görmek her ne kadar onu keyiflendirse de bu benim gerileme sebep oluyordu.

Bu yaşıma kadar bir kez bile bu kadar yakınlaştığım bir adam olmamıştı hayatımda. İlk kez bu duyguları yaşayan biri olarak nasıl tepkiler vermem gerektiğini bilmiyor ve bu durumdayken kendimi utanç içinde buluyordum. Onunla yakınlaşmak bütün hücrelerimin adını haykırması ile eş değerdi. Bütün hücrelerim çığlık çığlığa adını haykırırken, kendimi onun olmadığı bir yerde düşünemiyordum. Bir yandan da biliyordum ki buradan bir süre sonra gittiğimde gitmemek gibi bir şansım yoktu. Babam orada tek başınayken -ben onunlayken bile yalnızdım- burada kalmaya devam edemezdim. Ama bir süreliğine kendimi akışına bırakmıştım. Önümüzdeki duvarları hâlâ tamamıyla kaldırdığım söylenemezdi fakat onun için kaldırdığım tuğlaların arkasından bana doğru uzattığı elini görebiliyordum. İki yolum vardı; İlk yolum bu şekilde olmaya devam edecekti ve onunla patlamalarla giden bir savaşın ortasında el ele olacaktım. İkinci yolum ise aramıza ördüğüm duvarın arkasından bana uzattığı elini asla tutmayacaktım.

“Ne zamana kadar orada kalmayı düşünüyorsun, Baha?” Kinayeli çıkan sesi ile kendime geldiğimde sessizce beklemeye devam ettim. “Kapı kilitli değil,” dedi rahat bir şekilde. “Sen şuan kapının arkasındasın ama kapıyı açmam için bana engel olan hiç bir güç yok. Kapıyı aç ve dışarı çık, Baha.” Ellerimi bacaklarımdan çözerek ayağa kalktığımda kapıya döndüm. Günler sonra onun yüzünü doyasıya görecek olmak ve kokusunu solumak içimi sıcacık etmişti. “Hadi ama,” dedi. “Düşündüğün kadar sabırlı bir adam değilim ben. Kapıyı aç ve sana sarılmama izin ver.”

Sesi. Sesi bana bütün her şeyi yaptırabilirdi. Elim yavaşça kapının koluna uzandı. Nabzım parmak uçlarımda atıyordu. Kolu kavrayıp aşağıya çektiğimde açacak gücü kendimde bulamadım. Benim yerime Araz açtı kapıyı. Görüş açımda giyinmiş bir halde duruyorken derin bir nefes aldım.

Üstünde koyu lacivert bir kazak, altında ise siyah bir kot pantolon vardı. Saçları hâlâ ıslaktı ama çok belli olmuyordu. Kurulamış olmalıydı. Her şeye rağmen yoğun bakışlarına eklediği yorgun bir gülümseme ile baktı yüzüme. Gülümsemeye çalıştım fakat bu o kadar eğreti durdu ki vazgeçtim. Gözleri yüzümde bir tur attı ve tekrar gözlerime çıktı. Orada kendi yansımam artık yoktu ama orada bir yerde saklandığını her zaman bilecektim. “Neden böyle bakıyorsun?” diye sordu tedirgin olarak.

“Nasıl bakıyorum?”

Öne doğru bir adım attığında yutkunuşumun sesini duyduğundan emindim. “Korkuyor gibisin,” dedi ılık bir sesle. “Seni korkutan ne?” Ellerimi üzerimdeki kota sürterek terini silerken başımı öne eğecektim ama izin vermedi. İki parmağı arasına aldığı çenemi tutarak yukarıya kaldırdığında gözlerinden gözlerime kaymayı bekleyen milyonlarca yıldız vardı. “Eğme başını,” dedi başını eğip sıcak nefesini hissetmeme izin verdiğinde. “Dik tut omuzlarını. Kimseye gösterme kamburunu.” Sona doğru sesi sertleşirken titremeye başlamıştım. “Herkesin kamburu vardır, Baha. Yemin ederim elimde olsa bir saniye düşünmeden kendi sırtıma alırdım yüklerini. Ama buradayım işte, yüklerini tamamen alamam belki ama yanında olurum. Olmaz mı? Yanında olsam da geçmez mi?”

Sessiz kaldım. Cevap vermedim. Belki de cevaplar ikimizindi canını yakacaktı ve ben bunun olmasını istemedim. Hâlâ gözlerine bakmaya devam ederken sıkıntılı bir nefes verdi. “Bakma bana şöyle,” diye homurdandı. “O bakışlarına saman yolunu yerleştirmek isterdim ama bu kadarım. Bir adım önünde ama bir adım hep arkandayım. Sana yürü diye yeni yollar inşa edemem. Düşeceğimi bilsem de seninle yürürüm ama düşeriz, Baha. Düşeriz ve yaralanırız.”

Düşeriz ve yaralanırız.

Yaralanır ve kalkamayız. 

Cevap vermek için ağzımı araladığımda bunu bölen telefon sesi ile sıkıca birbirine bastırdım dudaklarımı. Araz öfkeli bir hareketle küfür mırıldanırken, elini cebine atarak ekrana bakmadan yanıtlayıp kulağına yasladı telefonu. “Söyle!” Bir kaç saniye karşı tarafı dinlediğinde gözlerinde şimşekler çaktı. “Geliyoruz. Ayrılmayın bir yere,” dedi ve elimden tuttuğu gibi koridorun başına dogru yürüdüğümüzde bir yandan da hâlâ telefonla konuşuyordu. “Fidan’ı almayın içeri. Bir şekilde ben gelene kadar engelleyin ameliyata girmesini.”

Duyduğum kelime bütün bedenimi titretirken kapının önündeydik. Araz telefonu kapattığında askıya asılı ceketimi alarak bana uzattı. “Dışarıda yağmur yağıyor,” diye açıkladı ben ceketimi aldığımda. Ceketimi giyerken oda arabanın anahtarını alarak kapıyı açtı. Saçlarım ceketin içinde kalırken çantamı da alarak dışarı çıktım ve ayakkabılarımı giyerek Araz’ın arkasından ilerledim. Binadan çıktığımızda yağmur çiseliyordu. Benden önce inen Araz, arabayı binanın önünde durdurduğunda bekletmeden bindim. Hızlı bir manevra ile lojmandan çıktığımızda ısınmayan ellerimi iki bacağımın arasına sıkıştırdım.

“Üşüyorsun,” dedi Araz arabanın ısıtıcısını çalıştırırken. “Üşüdüğünde bunu bana söyleyebilirsin, Baha.” Başımı çevirip yüzüne baktığımda sert bir yüzle yola bakıyordu. “Kimdi arayan?” dedim. “Ameliyat dedin?”

“Erinç,” dedi dişlerini sıkarak. “Çok kan kaybetmiş. Az önce hemşire kan verebilecek birilerini aradıklarını söyledi. Kan gruplarımız aynı.”

“Ne ki grubun?”

“AB Rh pozitif.”

“Başka bir şey demediler mi?” diye sordum merakla. Sıkıntılı bir nefes alıp verdi Araz. “Demediler.”

Sessiz geçen bir kırk beş dakikanın sonunda ilçeye geldiğimizde Mamak devlet hastanesinin önündeydik. Araz aracı park ettiğinde aynı anda dışarı çıkarak binaya yöneldik. Girişten içeriye girdiğimizde içeride sadece doktorlar ve hemşireler vardı. Çok acil olmadığı sürece ufak bir rahatsızlıkta geri gönderdiklerini duymuştum hastanenin.

Girişteki danışmana Erinç’in ameliyat edildiği katı sorduğumuzda kadın danışman cevap veremeden Emin’in sesini duyduk. Arkamızı dönerek selam duran Emin’e baktık. “Tam zamanında,” dedi Emin, Araz başıyla işaret verdiğinde rahat ola geçerek. “Hadi gidelim.” Arkasından ilerleyerek yürüdüğümüzde, “Fidan doktor biraz fenalaştı ve sakinleştirici yaptı hemşireler,” dedi Emin, Araz’a açıklama yaparken. “Bade yanında duruyor. Yaklaşık bir yirmi dakikadır uyuyor.”

“Erinç,” dedi Araz. “Durumu hakkında bir bilgi vermediler mi?”

“Kimse bir şey söylemiyor,” dedi Emin. “Kapıdan içeri elli kere girip çıkmışlardır ama kimse bir şey demedi.” Koridoru döndüğümüzde kenarda duvara yaslanmış bekleyen Ömer ve Koray’ı gördüm. Bizi fark ettiklerinde dikleşerek hazır ola geçtiler. Yanlarına vardığımızda, “Ben hemşireye haber vereyim,” diyerek Araz’a baktı Ömer.

Araz ona bakmadan başını salladığında kollarımı kavuşturarak olanları izliyordum. Hastaneler bana yabancı yerlerdi. Bu duvarları sevmiyordum. Koray’ın yanına giderek sırtımı soğuk duvara yasladığımda, Ömer hemşireyi çağırmak için hızla ilerlemeye başlamıştı koridorda. Kocaman harflerle kapının üzerinde yazan ‘GİRİLMEZ’ yazısını incelerken kimseden ses çıkmıyordu. “Korkmuyor musunuz?” diye sordum kısık bir sesle fakat üçünün de bana baktığını biliyordum.

“Bazen bizim demirden yapılmış olduğumuzu düşündüğünü düşünüyorum, Baha,” dedi Koray ciddi bir sesle. Şen şakrak biriydi Koray. Bu sesi gergin hissetmeme sebep oluyordu. “Tabii ki korkuyoruz. O içeride yatan adam var ya,” kapıyı işaret etti başı ile. “orada yatan adam birbirimize sırtımızı emanet ettiğimiz adam. Canımızdan önce yanımızdaki adamı düşünürüz biz. Kolay değil burada beklemek. Hayatlar her zaman toz pembe değildir.”

“Gerçekten hayatımın ton pembe olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordum yandan bir şekilde Koray’a bakarak. Koray kısa bir süre sessiz kaldığında bunun canımı acıtmaması gerekiyordu. İstediğim oluyordu işte. Herkes dışarıdan mükemmel bir Baha görüyordu. Üzülmemeliydim. Onların beni böyle küçük görmesi beni mutlu etmeliydi. Dışarıdan kendime çizdiğim bu görüntü ile onların karşısındayken, aralarında beni anlayan tek kişi Araz’dı. O biliyordu. Bilmese bile görüyordu. O benim pamuk prenses olmadığımı kendi gözleri ile defalarca görmüştü. Evet, ben bir pamuk prenses değildim ama o cadı her zaman ensemdeydi.

“Tam olarak bunu düşünmüyorum,” dedi Koray kendimle iç savaştayken. “Fakat insanlar canları için korkar. Askerler ise yanındaki adamı koruyamadığı için.”

“Anlıyorum.”

“Bah-,”

“Gerçekten anlıyorum,” dedim sözünü keserek. Başımı salladım. “Sonuçta ben bir asker değilim ve sizin yaşadıklarınızı sizin kadar iyi anlayamam.”

“Konu bizi anlayıp anlamaman değil.”

“Konu ne?”

“Konu hayatın bizi sınadığı bu korkular,” dedi sessizce. “Korku bir kabus gibidir, gerçek değil ama öyleymiş gibi hissettirir.” Değindiği konu bedenimi üşütürken yaslandığım yerden doğrularak Araz’a baktım. O zaten bir saniye olsun ayırmamıştı gözlerini benden. Bütün konuşma boyu bana baktığını biliyordum. Ne hissettiğimi anlıyordu. Beni anlayan ilk kişiydi. “Lavaboya gideceğim,” diye mırıldandım önüme dönerek. Bakışları böyle zamanlarda içimi deşiyordu. “Ben buradayım,” dedi baskın bir sesle arkamdan. Korkma, diyordu. Bunu anlamıştım.

Koridoru yürüyerek köşeye döndüğümde lavaboya girdim. Musluğu açarak ellerimi suya tuttuğumda ıslanan parmaklarımı boynuma sürttüm. Soğuk su az da olsa kendime gelmemi sağladığında derin bir nefes aldım. Kendime kısa bir süre verdim. Bu süre boyunca kendimi sadece olaylara odaklamaya çalıştım.

Düşünmem gereken ben değildim. Fidan doktordu. Erinç Demir’di. Bakışlarımı aynaya değdirmeden tekrar yanlarına döndüğümde Araz yaslandığı duvarda yoktu. “Kan vermek için şu odaya girdi,” dedi Emin başıyla iki kapı ötedeki odayı işaret ederek.

Başımı salladığımda yanlarından geçerek gösterdiği kapının önüne vardım. Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Kapıya uzanan elimle hafif aralık duran kapıdan içeriye baktığımda kulağıma dolan sesler kalbime bir kâğıt gibi kesik attı.

“O kadına acıdığını biliyorum, Yavuz,” diyordu Sina acımasızca. Ne ara gelmişti, ne ara onun yanında bitmişti bilmiyordum ama bir sonraki cümlesi en ağır depremlerden bile daha ağırdı benim için. “O kadınla olamazsın çünkü o sana yetemez. Boşuna peşinde gezdirip durma onu. Kendine bile yetersiz o kadın. Kadın bile değil doğrusu. Küçük bir çocuk o hâlâ.

O kadın; ben. Benim ona yetersiz geleceğimi söylüyordu ve vurduğu nokta gerçekten de yetersiz olduğum noktaydı. Sadece bir kaç saniye sonrasında kendimi koridorun ortasında buldum. Araz’ın bir cümle bile kurmasını beklemeden kapının önünden ayrıldığımda duyacağım şeyler kalbimin göğsümden çıkacakmış gibi atmasına sebep olmuştu.

Arkamdan seslenen Kartal Timi üyelerinin -ki bence beni umursadıkları bile yoktu- hiç bir dediğini duymadım. Hastanenin girişinin önüne çıktığımda hiç hesaba katmadığım bir şey oldu. Yağmur yağıyordu. Hem de bardaktan boşalırcasına. O an iki yolum vardı; İlk yolum bu şekilde olmaya devam edecek ve onunla patlamalarla giden bir savaşın ortasında el ele olacaktım. İkinci yolum ise aramıza ördüğüm duvarın arkasından bana uzattığı elini asla tutmayacaktım.

İkinciyi seçtim; Bana hiç bir zaman ilk yolu seçmeme izin vermemişlerdi zaten.

🔗

MEDİNE USLU

KADER DÜĞÜMÜ

🔗

Düşüncelerinizi ve merak ettiklerinizi buradan sorabilirsiniz 🧚‍♀️

İletişim ve sosyal medya hesapları için;

@mail: uslumedine14@gmail.com
Tiktok: m_usluu
Instagram: medine_uusluu
X: M_Uslu04

Sevgilerle,
M.

Continue Reading

You'll Also Like

2.5M 78.9K 59
İtalyan bir mafya... Başka açıklamaya gerek var mı? Ters köşelere doyamayacağınız. Her an şaşırarak sürükleneceğiniz bir kitap hayal edin.. Sonra oku...
1.7M 30.4K 34
Efsan zorla evlendirilmekten kurtulmak için Mardin'den İstanbul'a kaçar. Ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanacağını nerden bilebilirdi. İstanbul'u...
920 52 2
Buraya sonra tanıtım ekleyeceğim arkadaşlar... Beni mazur görün... +18 sahneler olur. Fesat anlamayın KDJDBSJD... Bu hikayenin içindeki konu ve isiml...
1.6M 57.1K 55
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...