KADER DÜĞÜMÜ

By M_Usluu

8.7K 795 452

Bir sevmenin, bir çift zümrüt yeşile bin defa dolacağını bilemezdi insan. Hayatını onu bulmak için adayacağın... More

KADER DÜĞÜMÜ
1.Bölüm: "Yara"
2.Bölüm: "İstisna"
3.Bölüm: "Ortak Acı"
5.Bölüm: "Sarılınca Geçermiş"
6.Bölüm: "Ölümün Pençesinde"
7.Bölüm: "Karanlığa Kapanan Kapı"
8.Bölüm: "Kağıt Kesiği"
9.Bölüm: "Onunla ya da Onsuz"
10.Bölüm: "Elmalı Kurabiye"
11.Bölüm: "İdam İpinden Parmaklar"
12.Bölüm: "Güvenmek Ve Aldanmak"
13.Bölüm: "Sürpriz"
14.Bölüm: "Kar Küresi Mucizesi"
15.Bölüm: "Balığın Gözyaşları"

4.Bölüm: "Sallanmayan Salıncak"

608 70 21
By M_Usluu

KADER DÜĞÜMÜ

🔗

08.09.2023

🔗

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Her bir yorumunuz benim için çok önemli. Hepsini tek tek okuduğumdan ve hepinize ayrı ayrı cevap vereceğimden şüpheniz olmasın...

🔗

Serçe kadar yüreğimin,
gökyüzü kadar sancısı var.

[La Edri]

🎼
Cem Adrian - Kül
Fikret Kızılok - Gönül
Perdenin Ardındakiler & Mark Elıyahu - Uzaklara Savrulalım

Kader insanı yalnız bırakmazdı.
İnsan kaderi yalnız bırakmıştı.*

4.Bölüm: "Sallanmayan Salıncak"

🔗

Gözlerimi kapatmamla açmamın arasında çokta bir süre yoktu. Daha güneş doğmamıştı ama uzaklarda, ufka doğru yükselmeye başladığı yerde hafif bir kızıllık vardı. Pamuğu andıran bulutlar bile bu kızıllıktan nasibini almış, uçuk tonda bir turuncuya bürünmüştü. Hava soğuk olmasın yansıra rüzgarlıydı da. Esinti ile birlikte dans eden kiraz ağacının yaprakları, bir balerin gibi süzülürken bir kaç minik tomurcuk yere, çimenlerin üzerine düşmüştü.

Avuçlarımın arasında tuttuğum kupayı daha sıkı kavradım.

Uyku tutmamış ve erken uyanmıştım. Yatakta öylece uzanmaktansa kendime kahve koymuş ve güneşin doğuşunu izlemek için verandaya çıkmıştım. Bir çok şey düşünüyor gibiydim ama düşünmüyordum da. Aklım Araz da kalmıştı. En son ki hali gözümün önünden bir türlü gitmiyordu. Bakışlarında ki o özlem o kadar belirgindi ki kör olsam bile görebilirmişim gibi geliyordu. Onun da özlem duyduğu bir annesi vardı. Annesinin neden öldüğünü merak ediyordum. Ölmüş müydü bilmiyorum ama yaşıyorsa bile Araz onu görmüyor olmalıydı.

Avuçlarımda tuttuğum kupadan bir yudum alarak boğazımdan aşağıya akmasına izin verdim. Sıcak kahve boğazımdan aşağıya bir demir çubuk gibi inerken titremiştim. Vücudumdan geçen ürperti hissi bir an kendime gelmeme sebep oldu. Ayaklarımı sandalyenin üzerinden verandanın üstüne indirdim.

Neydi onu bu kadar düşünmeme sebep olan? Ne kadar olmuştu ki tanışalı onu bu kadar önemsiyordum? Evet onun yanında güvendeydim, onunla bir şeyler paylaşmış, bir şeyler konuşmuştum. Ama onu düşünüyor olmam canımı sıkıyordu. Onu düşünmek istemiyordum. Onu düşünmemeliydim.

Yabancı bir maddeydi o benim için. Baruttu. Yakıcıydı. Patlayıcıydı. Ben ise onun tepkimeye girdiği zaman kötü sonuçlar ortaya çıkaracak her şeydim. Acıydım bir kere. Varlığım yaradan başka bir şey vermezdi.

Gün doğana kadar veranda da oturarak kahvemi yudumladım. Acıkmaya başladığımda içeriye girip kahvaltı hazırlayarak Timdekiler için yaptığım poğaçalardan atıştırdım. Mutfağı toplayarak odama girdiğimde yapacak bir şeyim olmadığı için bütün gün boyu kitap okuyarak geçirdim.

Saat beş olmak üzereydi ki sıkıldığım için dolabın önünde kıyafet bakınıyordum. Telefonumdan bir bildirim sesi yükseldi. Anında dolabın kapaklarını kapatarak yatağın üzerinde ki telefonumu alarak bildirimin kimden geldiğine baktım. Araz, mesaj atmıştı.

Komutan Bey:

Yarım saat sonra oradayım, Öğretmen hanım.

Mesajı görüldü olarak bırakıp kapattım. Üzerime giymek için tekrar dolabın karşısındaki yerimi aldım. Giymek için seçtiğim bol paça, koyu mavi kot pantolonumu ve kırmızı, düğmeli kazağımı yatağın üstüne çıkardım. Lavaboya girerek işimi hallettikten sonra elimi yüzümü yıkayarak dişlerimi fırçaladım.

Odama döndüğümde oyalanmadan üstümü değiştirerek hızlıca hazırlandım. Saçlarımı açık bıraktım. Perçemlerimi düzelttim. Çantamın içinden nemlendiricimi alarak dudaklarımı nemlendirirken zaten kıvrık ve gür olan kirpiklerimi daha da ortaya çıkarmak için hafif bir maskara sürdüm. Son olarak ise yumuşak özlü bir çiçekli parfümü boyun çevreme sıkarak kapağını kapattım.

İşte şimdi hazırdım.

Çantamın içine telefonumu ve parfümümü koyarken dış kapının önüne çıkarak botlarımı giyip kapıyı kilitledim. Anahtarı çantama koymak için verandanın basamaklarından bir kaç tane inmiştim ki duyduğum tekerlek sesi ile eş değer olarak adımlarımı da hızlandırdım. Çit kapısından dışarı çıkmıştım ki siyah cip önümde durdu. Arkadan dolanarak yolcu koltuğunun kapısını açıp koltuğa yerleştim.

"Selam."

Ona dönerek bakmam ile kısa bir an bocaladım. O da aynı şekilde karşılık verirken sadece dudaklarını oynattığını algılayabilmiştim. Sesi şuan kulaklarıma ulaşmıyor gibiydi. Üstünde ilk defa beyaz bir gömlek vardı. Gömleğin kolları dirseklerine kadar özenle katlanmış, göğsünden iki düğmeyi açık bırakmıştı. Kol kasları gömleğin altından o kadar belliydi ki neredeyse 'ben buradayım, hey!' diye bağırıyordu. Saçları her zamanki gibi dağınık olmasına rağmen büyük bir uyum içindeydi. Dağınıklık daha çok yakışıyordu bu bir gerçekti. Gömleğin altından görünen buğday teni bir başak gibi parlıyordu.

Gözlerimi kırpıştırarak onu süzerken arabanın hâlâ hareket etmediğini fark ettiğimde yüzümü buruşturarak kendime saydırdım. Neden süzüyorsun adamı, Baha? Birde gözlerini kırpıştırıyormuş, yok bir de hiç kapatmasaydın! Allah'ım ben akıllanmam, sen yardım et bu bir tahtası eksik kuluna.

"Çok beğendiysen sana verebilirim." Sırıtarak kurduğu cümle bir an ona bön bön bakmama sebep oldu. Yanlış anladığımda ise gözlerimi kocaman açarak far görmüş tavşan gibi baktım ona. "Gömlek," dedi yanlış anladığımı fark ettiğinde. Gerçi yanlış anlamam için bilerek söylemiş gibi bir yüz ifadesi vardı ama olsun.

Ne diyeceğimi bilmediğim için başımı öne eğerek kızaran yanaklarımı gizlemek için kazağımın ucu ile oynamaya başladım. Buram buram sandal ağacı ile karışmış barut kokusu genzimi sanki nefes almamı engelleyen bir ilaç gibi yakıyordu.

Utandığımı anlamış olacak ki nihayet, arabayı çalıştırarak evin önünden uzaklaştık. Asfalt yola gelene kadar sadece kazağımın ucu ile oyalandığım için onun ne yaptığını göremiyordum. Sadece ara sıra öyle yoğun bakıyordu ki fark etmemek neredeyse olanaksızdı. Gözleriyle derimin altını görüyor gibi bakıyor, sanki ne yaşadığımı bilen bir ifade ile tekrar önüne dönüyordu. Tabi bunlar benim uydurmacam da olabilir emin değildim.

Araç askeriye binasına yaklaştığında demir kapı iki yana önünde silahla bekleyen asker tarafından açıldı. Araz yanından geçtiğimiz kapıyı açan askere karşı, "Sağ ol, Recep," diyerek selam verdiğinde aynı karşılığı alarak girdik içeriye.

Etrafta yine asker kaynıyordu ve şuan hepsinin odak noktası neredeyse bizdik. Biz? Biz hangi biz oluyordu acaba? Ben öyle bir biz görememiştim çünkü. Şu aralar yeni yeni saklandığı yerden konuşmaya başlayan beynime göz devirerek kapıyı açtım. Araz çoktan inmiş beni bekliyordu. Yanına giderek yürümeye başladığımız da ilk defa yan yana yürüyorduk. Önceden olsa resmen benden on adım önde giderdi. Yürümüyordu gerçi, koşuyordu sanki.

Birlikte binaya girene kadar bütün askerler Araz'a selam verdi. Hepsi sadece bir saniye kadar bana bakıyor sonra sanki yanlış bir şey yapıyor gibi tekrar Araz'a dönüyordu.

"Ne izleyeceğiz biliyor musun?"

Yandan bir bakış attı. Gözlerinde sinsi bir parıltı mı vardı onun? Üst katın merdivenlerinin önüne geldiğimizde durdu. O durunca bende durdum. Yürümeye başladı. Merdivenlerin yarısına kadar tırmandı. Sadece on santim yanında onu takip ediyordum. Merdivenlerin ortasında birden tekrar durduğunda anlamayarak başımı kaldırıp ona baktım.

"Ne yapıyorsun?"

Omuz silkti. "Hiç."

"Araz," dedim dişlerimin arasından.

Şaşkın bir bakış attı. "Efendim?"

"Eğer yürümeye devam etmezsen geri dönerim."

Kaşlarını kaldırarak merakla baktı. "Nereye dönersin?"

"Ait olduğum yere."

"O kadar kolay mı?"

Kaşlarımı çattım. "Ne kolay mı?"

"Ait olduğun yere gitmek..."

Bir süre sadece bakıştık. Onun amacı neydi? Dalga mı geçiyordu? Tekrar konuşmak için dudaklarını araladı ama üstten gelen bir askeri gördüğümde ondan önce davrandım.

"Pardon, bakar mısınız?"

Genç asker elinde tuttuğu kâğıtlardan başını kaldırarak bana baktı. Gözleri bir an dudaklarıma kaydı ama hızla tekrar gözlerime baktı. "Buyurun?"

Kısa bir an düşündüm. Sineme salonu var mıydı ki burada? Sonuçta kocaman askeriye, bir zahmet olsundu. "Sineme salona ne tarafta acaba?"

Asker sanki ona savaşı ben başlattım demişim gibi baktı. Sonra yeni fark etmiş gibi Araz'ı gördüğünde anında selam verdi.

Araz tıslar gibi bir ses çıkardı. "Sen işine bak Mete, hanım efendi benimle." Sonra sanki kolumu tutacak gibi oldu ama vazgeçti. "Hadi, yürü."

İkiletmeden önden giderken Mete dediği askere ters bir bakış attım. Sanki cevabı olmayan bir soru sormuştuk. Ölür müydü cevap verse. Üst kata geldiğimizde Araz bir adım arkamdan geliyordu. Duraksadığımı gördüğünde, "Dümdüz devam et," dedi.

Koridorda ilerlemeye devam ederken bir odanın kapısından içeri sıra halinde giren askerleri gördüm. Kapının üzerinde büyük harflerle Konferans Salonu yazıyordu. Sinemayı orada izleyeceğimizi anlayarak sıraya girdim. Araz hemen arkamdaydı. Önümde kısa saçlı bir kadın asker vardı.

"Ne izleyeceğimizi gerçekten bilmiyor musun?" diye sordum omzumun üstünden Araz'a bakarak. Kokusu yine burun deliklerimden içeri sızıyordu. Başını eğmiş bana bakarken gözleri yüzümde, yanaklarımda, kirpiklerimde ve çenemde gezindi. Bakışlarında sanki ucu kör bir bıçak vardı ve bıçak baktığı yerleri deşiyordu. Sessiz kaldığında, "Beni duyuyor musun?" diye sordum.

Başını salladı.

"Ne dedim peki?"

"Korku filmi."

Dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. "Öyle bir şey demedim."

"Öyle bir şey dedin demedim zaten, soruna cevap verdim," dedi sakin bir tonda. "Korku filmi, Korku filmi izleyeceğiz."

Bu sefer gülme sırası ondaydı. Yüzüm şoktan donmuştu. "Şaka?" dedim sorar gibi. "Şaka değil mi?"

Yüzü oldukça ciddiydi. Cevabı gibi. "Hayır, ben şaka yapmam."

"Ama evde yaptın." Tatlımla ilgili zehirleneceği konusunda yapmıştı.

"Askeriye de yapmam," dedi sıraya kısa bir bakış atarak. Sıra bize gelmişti.

Kapıdan içeri girip oturacak yer bakındım. "Neden, yasak mı?"

"Meslek icabı."

Arkada oturacak yer çoktu ama o ön tarafa yönelince içimi bir korku kapladı. Salon kocamandı. Ön tarafta sahneyi hazırlayan bir kaç asker vardı. İçerisi dışarıya göre daha karanlıktı ve ben oldukça korkak bir insan olarak titriyordum.

"Arkaya oturalım mı?" diye sordum fısıltı ile. Araz beni duydu mu bilmiyorum ama ekranda yüzü kocaman, sivri dişleri kanla kaplı bir kadın belirdiğinde bastım çığlığı. Panikle ne yapacağımı şaşırdım ve önümde kim varsa kafamı sırtına gömerek saklandım.

Etraf sessizleşti. Tir tir titriyordum. Başımı kaldırıp sessizli anlamak için hiç bir girişimde bulunmadım. Bulunamadım. Utançtan yeri boylamak üzereydim. Koskoca bir tabur askerin içinde korkudan çığlık atıyordum. Ne için? Dişlerinden kan damlayan bir kadın için!

Kime yapışmıştım bilmiyorum ama, "Bırakma beni lütfen," diye mırıldandım. Sarıldığım beden kaskatıydı ama bunu umursayacak durumda değildim. "Dışarıya çıkmak istiyorum."

"Baha," dedi sarıldığım beden. Bu ses Araz'ın sesiydi. Sarıldığım kişi Araz'dı. Başka bir askere sarılmadığım için sevineyim mi yoksa Araz'a sarıldığım için üzüleyim mi bilemedim. Zaten utanıyordum. Neden her şey benim başıma geliyordu?

Devam etmesine izin vermeden, "Sus," dedim. Sesim korkudan titriyordu. "Çıkar beni buradan lütfen."

Beni yönlendirmesine izin vererek avuçladığım gömleğine daha sıkı sarıldım. Beni salondan çıkardı. Hatta başka bir odaya bile girdik ama ben hâlâ onu bırakmamıştım. Sanki ondan ayrılırsam o kadını tekrar görecektim.

"Baha," dedi bir kez daha. Sesinde eğlenen bir ton vardı. "Seni salondan çıkardım. Neden hâlâ gömleğimi çekiştiriyorsun?"

Ateşe değmiş gibi irkilerek kendimi geri çektim. Ona bakamayacağım için beni getirdiği odaya baktım. Burası bir revirdi. Perdeler ile bölünmüş bir çok kısımdan oluşuyordu. "Çok kötüsün," diye mırıldandım kısık bir sesle. "Korkacağımı bilmene rağmen beni buraya getirdin."

"Nereden bilebi-"

Sözünü kestim. "Eve gitmek istiyorum."

"Hayır, eve git-"

Öfkeyle tısladım. "Sana beni eve götür dedim."

Sessiz kaldı. Tam onayladı ve beni eve götürecek diye düşünürken o arkasını döndü. Perdelerden birini açarak beyaz örtüler ile kaplı bir yatağa uzanarak kollarını başının altında destekledi. Şaşkınlık ile onu izlerken birde gözlerini kapatınca kendimi bir anda yanında buldum.

"Araz," dedim sert bir sesle. "Eve gitmek istiyorum. Hemen kalk oradan."

Umursamadı bile, omuzlarını kaldırıp indirdi. "Sinirlisin ve bir mızmız kız çocuğu gibi eve gitmek istediğini söylüyorsun. Biraz sakinleş, öyle götürürüm."

"Onu beni buraya getirmeden önce düşünseydin."

"Yaşlıyım ben," dedi önce ki atışmalarımızdan birini öne sürerek. "Unutuyorum böyle arada işte. Kafa mı kaldı söyleyecek. Otur biraz. Yoruldum."

"Dalga mı geçiyorsun benimle?"

"Haşa," dedi büyük yüreklilikle. "Ben kim, seninle dalga geçmek kim?"

"Kes şunu!"

"Bir şey yapmıyorum ki."

"Bir şey yapmıyorken de çok şey yapıyorsun."

"Ne yapayım yani?"

"Götür beni."

"Otur yerine dedim sana."

"Bende götür beni evime dedim."

"İyi," dedi. "Bekle o zaman biraz daha."

Ne dersem diyeyim ikna edemeyeceğimi bildiğim için sessizce ondan en uzak yatağa gittim oturdum. Perdeyi çekerek beni görmesini engelledim.

Öfke ile bir şeyler homurdanırken parmaklarım ile oynadım. Bir yerden sonra sesim kısıldı ve gözlerim doldu. Sessiz sessiz ağlarken dizlerimi kendime çektim ve olduğum yerde küçücük kaldım. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama perde birden açılınca irkilerek başımı kaldırıp gelene baktım. Araz beni gördüğünde burnumu çekerek tekrar başımı dizlerime yasladım. Kısık sesle bir küfür savurdu. Önüme eğildiğinde bir elinin avucunu yatağın sağ tarafına bastırdı. "Neden ağlıyorsun?"

Cevap vermedim. Sinirliydim çünkü benimle dalga geçilmesinden hoşlanmıyordum. Buraya geldiğimizde ve ben ona ne izleyeceğimizi sorduğumda cevap verseydi bunların hiç biri olmayacaktı.

"Baha," dedi ısrarla. "Bana bakar mısın, lütfen?"

Bir kez daha burnumu çektim. Ona cevap vermek istemiyordum. "Bahacığım," dedi bir kez daha, sabırla. "Konuşmayacak mısın benimle? Nerede senin sinirlenince çıkan patilerin?"

Sinirle başımı kaldırıp ona baktığımda aslında bilerek sinirlenmemi istediği anladım ama geç kalmıştım. Bilerek yapmıştı. Sinirlenmem için öyle demişti. "Benimle dalga geçmeyi kes, komik değilsin!"

"Gerçekten de değil miyim?" diye sordu yaklaşarak. Aramızda kalan azıcık mesafeye bakarak geri çekildim. Halimi gülerek izledi. "Olsun, sen benden daha komiksin."

"Sen nasıl bir askersin ya, git başımdan." Ayağa kalkarak yanından geçtiğimde odadan çıkarak aşağıya inen merdivenlere yöneldim. Arkamdan gelirken, "Nasıl bir asker miyim?" diye sordu. "Güçlüyüm, kaslıyım, kibarım, naziğim, kısacası dosta sevgi düşmana korku salıyorum. Tabi sen nasıl görüyorsun bilemem. Sahi, söyle bakayım nasıl bir askermişim ben?"

Her merdiven basamağında aklıma gelen bir şeyi söyledim. "Kötü. Kaba. Kırıcı. Küstah."

"Yok kaka," dedi sinirle sesini yükselterek.

Sonra birden ne yaptığını fark ettiğinde etrafına bakarak ona şaşkınca bakan askerlere döndü. Kaşlarını çatarak onlara bakarken hızla başını önüne eğen askerler, korku ile Araz'ın tam tersi yönde ilerlediler.

"Ha birde korkutucu," diye ekledim o tekrar bana bakınca. Gözleri sinirle bana bakarken merdivenleri inmeye devam ettim.

"La havle la havle," dediğini duydum arkamdan. Sanki az önce ağlayan ben değilmişim gibi sırıtarak askeriye binasından dışarıya çıktığımızda ellerimi kotumun ceplerine sokarak ona döndüm.

"Nerede senin Timin?"

"Buralarda bir yerdedirler. Hayırdır?"

Tek kaşını kaldırıp sorduğu soru ile onu sinir etmek için omuz silktim. "Sohbet edecektim."

Çenesi sinirle kasılırken bu halini keyifle izledim. Oh olsundu. Az önce benimle eğlenirken beni umursamamıştı. Bahçe de çok asker yoktu ve büyük ihtimalle film izliyorlardı. Hava epey kararmıştı. Sanki yağmur yağacak gibi bir hali vardı.

"Benim sohbet sarmıyor herhâlde?" dedi alıngan bir sesle.

"Yani," dedim ağız ucuyla.

Bu onu daha çok sinir ederken çenesini sıvazlayarak bir kaç saniye etrafa baktı. Kahverengi gözleri hava karardığı için daha koyu bir hal almıştı. Rüzgardan uçuşan saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken ifadelerini izledim. Kaşları çatmış ve düşünceli bir yüz ifadesi ile bahçeye bakınıyordu.

"Madem sıkılıyorsun, seni evine bırakayım o zaman."

Düz tutmaya çalıştığı sesi ile yanımdan geçip giderken cipe doğru ilerledi. Arkasından gelmediğimi fark ettiğinde, "Ne bekliyorsun orada, daha fazla sıkmayalım seni," dedi sinirle.

Bir şey demeden yolcu koltuğuna oturarak askeriyeden çıkmayı bekledim. Araba demir kapıdan çıkarak otobana yol aldığında içeride sessizlik hakimdi. Fazla ileriye gitmiş olabileceğimi düşünerek sessiz kaldım.

Cip orman yoluna girdiğinde araba sarsıldı. Bir an ne yapacağımı bilemeyerek kapının koluna sarıldım. Araz kısa bir an bana baksa da bakışları üzerimde fazla oyalanmadı. Çit kapısının önüne vardığımız da araba yavaşça durdu.

Ufak bir tereddüt etsem de ona dönerek, "Kahve içmek ister misin?" diye sordum.

Karanlıkta parlayan gözleri alayla kısıldı. İki eli de direksiyonu sıkıca kavramıştı. Yüzümü sorduğum sorudan emin olmak ister gibi uzun uzun inceledi. "Benim gibi sıkıcı bir adamla gerçekten kahve mi içmek istiyorsun?"

"Hayır. Yanlış anladın beni Araz." Herkes beni yanlış anlasa da onun beni doğru anlamasını istiyordum. "Bak, ben sadece seninle-,"

Konuşmama izin vermeden elini kaldırarak beni susturdu. Tek susturduğu ben değildim. Ruhumu da susturmuştu aslında. "Seni kırmak istemiyorum, eve gir lütfen."

Ben zaten kırılmış bir insanım diyemedim. Benim parçalarımı toplayıp tekrar yapıştırsan yine tamir edemezsin diyemedim. Ben hiç bir şey diyemedim. Öylece ona bakarken kalbimde ufak bir sızı oluştu. O sızı aslında kırıklardan ibaretti.

"Şaka yapmak istemiştim," diye mırıldandım. Duymadı bile beni. Çantamı omzuma takarak arabadan aşağıya indim. Bir kez olsun arkamı dönmeden çit kapısından içeri girerken, çimenlerin üzerinde ses çıkararak ilerledim. Kiraz ağacının önünden geçiyordum ki ufak ufak yağmur damlaları çiseleyerek yüzüme düştü. Emin olmak için avuç içimi gökyüzüne doğru kaldırdım. Bir kaç damla yağmur avuç içi çizgime doldu ve kırıklarım tekrar kanadı.

Düşen omuzlarımdan aşağıya süzülen çantamın kolu ile çanta yeri boyladı.

Ben bir gecede bu kadar yalnız kalmamıştım. Ben zaten yıllardır yalnızdım.

Orada bedenim sırılsıklam olana kadar durdum. Artık uyuşan bedenimin titremelerini bile hissetmiyordum. Ben o gün bir kez daha yüzleştim gerçekle; Kader insanı yalnız bırakmazdı. İnsan kaderi yalnız bırakmıştı.

•••

Boğuk boğuk gelen sesleri sadece bir rüyadan ibaret sanıyordum. Ama artık baygınlık geçirdikten sonra gelen ani aydınlıkta birinin bana seslendiğini duydum. Tepki veremiyordum ama zaten vermekte istemiyordum. Sadece uyumak istiyordum. Uyumak ve bir daha uyanmamak.

Ses yavaş yavaş bilincime uyanmamı söylerken, yaptığım tek şey titreyen bedenime kollarımı daha sıkı sarmama sebep oldu. Titriyordum ama bunu durduracak iradeye sahip değildim. Vücudum hem donuyor hem yanıyordu. Bir tarafımda buzlar varken diğer tarafımda lavlar vardı. Acı bütün vücudumu uyuşturmuş gibiydi.

His yoktu. Hisler vardı.

Yattığım yer kapıya her vuruşunda sarsılıyordu ve bu bedenimin de sarsılmasına sebep oluyordu. "Baha," diyordu ne zamandan beri burada olduğunu bilmediğim biri. "Baha, orada mısın? İçeride misin? Ses ver, Baha! Orada mısın, beni duyuyor musun?"

Kendimi zorlayarak ağzımı oynattım ama kulaklarıma ulaşan tek şey mırıldanmadan ibaretti. Sesler devam ediyordu ama bilincim bir geliyor bir gidiyordu. Neden bu halde olduğumu düşündüm. En son arabadan inmiş ve kiraz ağacının önündeydim. Sonra, sonra yağmur yağıyordu. Saatlerce yağmurun altında nedeni bilmediğim bir şey yüzünden ıslanıyordum.

O kadar ıslanmıştım ki anahtarı nasıl yuvasına yerleştirmiş ve içeriye kendimi atabilmiştim bilmiyorum. Sonrası yoktu, sonrası bu haldeydim.

Küfür sesleri duydum. Biri kapıyı açmadığım her an daha fazla öfkeleniyordu. Karşılık vermek istiyordum ama bunu yapacak güç şuan ne bedenimde ne de dilimdeydi.

Sonra birden büyük bir sarsıntı oldu ve bir şeyin kırılma sesini ve devrilişini hissettim. Adım sesleri zeminde yankılandıkça iri bir beden bana doğru yaklaştı. Birinin adımı fısıldadığını ve yanıma çöktüğünü hissettim. Beni kollarının arasına aldı ve yüzüme yapışan saçlarımı geriye itti. Sıcak parmak uçlarını yüzümde hissederken, titremelerim daha da çoğaldı.

Hatırladığım en son şey ise, burnumdan içeriye sızan sandal ağacına karışmış barut kokusu olmuştu.

•••

Sıcak bir yerdeydim. Bedenim sanki pamuklara sarılmıştı. Gözlerimi izin verdiği kadar aralayarak gerçekliğe kavuşmaya çalıştım. Gördüğüm ilk şey beyaz, küçük gri lekelerle kaplı, rutubetli bir tavan oldu. Gözlerimi kırpıştırarak nerede olduğumu sorguladım.

Kolumda hissettiğim ufak sızı ile başımı koluma bakmak için kaldırdığım da serum takılı olduğunu gördüm. Bulunduğum yer hiç yabancı gelmiyordu. Ben askeriyenin revirindeydim. Ne olmuştu da buraya gelmiştim?

Doğrulamak için hareketlenmiştim ki perde açıldığında durmak zorunda kaldım. Araz kireç gibi olmuş bir yüz ifadesi ile uyandığımı fark edince dudağının kenarında ufak bir hareketlenme oldu. Nereden aldığını bilmediğim bir sandalyeyi alarak uzandığım yatağın kenarına çekip oturduğunda, "Daha iyi misin?" diye sordu pürüzlü bir sesle. Üzerinde üniforması vardı ve tamamen ıslaktı.

"Şuan iyiyim." Koluma takılı seruma baktım. "Ne oldu, nasıl bu hale geldim?"

Yüzünü buruşturdu. O an aklına gelince yaptığı bir şeydi sanki. Gözleri yüzümde gezinirken en ufak bir olumsuzlukta buna karşı çıkacak gibi bakıyordu. "Ne olduğunu hatırlamıyor musun?"

Olumsuzlukla iki yana salladım başımı. Bu halime tedirgin olarak bir bakış attı. Söyleyecekleri önemli bir şeymiş gibi oturduğu sandalyeden bana doğru eğildi. "Seni bulduğumda salonda yerde titriyordun. Üzerin ıslaktı," dedi. "Gece seni bırakırken, gitmeden önce biraz izledim. Yağmurun altında öylece bekliyordun. Zaten sinirliydim o yüzden çekip gittim. Ama geri geldiğimde sen içeriye çoktan girmiştin. Sabaha kadar ayrılmadım kapıdan ama artık okul zamanı olduğun da kapını çaldım. Hiç kimse açmadı. Bir çok kez seslendim sana ama duymadın."

Sonra olanı hatırlayarak, "Kapıyı kırdın," diye mırıldandım.

Başını salladı. "Seni o halde görünce çok korktum. Ben duygularımı gizleyen bir adam değilim, Baha. Sen o şekilde yerdeyken binlerce şey geçti aklımdan. Ama kuşkusuz en ağırı seni kaybetmekti."

Bir şey daha diyecek oldu ama ben başımı önüme eğince vazgeçti. Devam etmesini istemedim. Halimden oldukça utanıyordum zaten. "Özür dilerim," diye fısıldadım. "Neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyorum. Sadece yağmuru hissetmek istemiştim."

"Yağmuru hissedeyim derken az daha ölüyordun, Baha," dedi kaşlarını çatarak. Sinirlenmemesi için bir şey söylemedim çünkü haklıydı.

"Çocuklar evlerindeler mi?"

"Evet."

"Sen burada, başımda mı bekledin hep?"

"Evet."

"Neden gitmedin?"

"Nereye gitseydim sen bu haldeyken."

"Niye düşünüyorsun ki beni?"

"Cevap vermek zorunda mıyım?"

"Hayır."

"Vermiyorum o zaman."

"Sen bilirsin."

"Tabii ben bilirim."

Daha fazla dik duramayarak başımı yastığa koyduğumda diğer tarafa çevirdim başımı. Ona baktıkça içimde tarifi olmayan duygular yeşeriyordu. Halbuki ben iki hafta öncesine kadar tanımıyordum bile bu adamı. Serum bitene kadar ne o konuştu ne ben. Yerinden hiç kıpırdamadan beni izledi. Ben ise serumun damlayan ilacını.

Bir ara askeriyenin doktoru uğradı beni kontrol etmek için. Serumum bittikten sonra çıkabileceğimizi söyledi. Kapalı bir kadındı. Güzel yüzü ve çekik gözleri vardı.

Sessizlik artık baş ağrıtmaya başladığında gözlerimi kapatmıştım ki onun sesi beni kendime getirdi. "Dün için özür dilerim, eğer o kadar ters tepki vermeseydim belki de bu halde olmayacaktın."

Ona bakmak isteyen tarafıma karşı çıktım ve öyle düşünmesem de, ondan uzak durmak için dilime gelen zehri akıttım. "Belki de."

Sonrası daha çok sessizlikti. Göz ucuyla ona baktığımda yüzünde kabullenen bir ifade vardı. Bir şey demeden yanımdan ayrılarak gitti. Arkasından bakarken boğazıma büyük bir yumru oturdu. Ne nefes almama izin veriyor ne de yutkunmama müsaade ediyordu. Ellerim yatağın iki yanında yumruk halini alırken, gözlerimi sımsıkı kapattım.

Eğer gerçekten düzgün bir geçmişim olsaydı bunların hiçbirini yaşamayacaktım. Bu yaşıma kadar hiç bir zaman böyle şeyler hissetmemiştim. Okuldaki öğretmen arkadaşlarımla bile çok konuşan biri değildim ben. Okula gider, dersimi anlatır, zil çaldığında eve dönerdim. Öyle canım sıkıldığında bile kimseyle konuşmazdım. Birine ihtiyaç duymazdım zaten. Ne zaman ağlasam yine kendim silerdim gözyaşlarımı.

Zaman geçip gitti. Askeriyenin doktoru bir kaç kez daha yanıma gelerek kontrol etti beni. İki saatin sonunda serumum bitti ve doktor artık gidebileceğimi söyledi. Yataktan doğrularak kalktığımda çantamı ve telefonumu ayak ucumda buldum. Üzerimde koyu yeşil sweetshırt ve siyah bir eşofman altı vardı. Bunları kimin giydirdiğini düşünürken, çantamı ve telefonumu alarak çıktım revirden.

Kapının önünde bekleyen asker beni görünce selam verdi. "Sizi evinize ben bırakacağım, Baha hanım."

O önden ben arkadan koridorda ilerleyerek aşağı kata indik. Hâlâ tam olarak kendimi toparlamış olmasam da olanca gücümü kullanmaya çalıştım. Askeriye çıkış kapısına gelmiştik ki bahçede siyah bir cip ve sıraya dizilmiş askerleri fark ettim. Daha dikkatli baktığımda ise onların Kartal Timi olduğunu gördüm.

Üniformaları ve silahları ile yan yana dizilmiş onlarla konuşan Araz'a bakıyorlardı. Araz'a baktığımda kısa bir an göz göze geldik. Soğuktu yine bakışları. Üşümeme sebep olacak kadar hem de. Sert duruşunu bozmadan hemen askerlere çevirdi başını. Bende önüme dönerek beni bırakacak askerin arabasına ilerledim.

Yolcu koltuğuna yerleşerek emniyet kemerini taktığımda asker aracı çalıştırarak bahçeden çıkarken, gözlerim Kartal Timini aradı ama en ufak bir izlerine bile rastlamadım.

Eve geldiğim gibi odama geçerek yatağa uzandım ve uyumayacağımı bile bile gözlerimi kapattım. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım bir süre. Ama kaç defa tekrarlasam da bir şeyler engel oldu. Nefes almaya çalıştıkça boğazım düğümlendi ve gıcık oluştu.

Daha fazla dayanamayarak gözlerimi açıp doğruldum. Pencereden dışarıya bakarken ağır adımlarla oraya doğru ilerledim. Pencereyi açarak derin nefesler almaya çalıştım. Dışarıda yağmurdan sonra kalan o temiz görüntü vardı. Toprak kokusu burnuma doldukça kendime geldiğimi fark ettim.

Burası bana iyi geliyordu, ben buradakilere değil.

Pencereyi kapatarak çıktım odamdan. Adımlarım dış kapıya doğru giderken kapının kolunu kavrayarak aşağıya indirdim. Verandada ki masaya oturarak uzaklara diktim gözlerimi.

İçimde söylediğim sözün ağırlığı vardı. Her ne olursa olsun o bunu hak etmiyordu. Hiç başlamadan bitirmesi onun için daha iyi olurdu. Ona büyük bir iyilik yapıyordum. Ben yıpranmış bir beden taşıyordum üstümde. Eğer yaşadıklarımı bilse beni istemeyebilirdi.

Gerçekten istemez miydi diye düşündüm içimden fakat hiç bir cevap değiştirmedi fikrimi. Biz olamazdık. O da bunu fark edecekti.

Kalp birbirine denk olanı seçmeliydi.

Benim kalbim ona ağır gelirdi.

•••

Yavuz Araz

Son hazırlıkları da yaptıktan sonra sıraya durmuş Time kısa bir bakış attım. "Her şey tamam mı? Hiç bir aksaklık istemiyorum. Girdikleri gibi çıkaracağız o itleri kazdıkları yerden!"

"Emredersiniz komutanım!"

Tim hep bir ağızdan beni onaylarken binadan çıkan kadını görmemle kısa bir an göz göze geldik. Hemen Time çevirdim başımı. Madem kaçıyordu kovalamayacaktım onu. Tam olarak ne yaşadığını bilmesem de gözlerinden bile belliydi acısı. O kanadı yaralı bir kuştu. Ben ise o yaraya merhem olmak itiyordum. Fakat az önce çok güzel yerimi bildirmişti bana. Her sözüyle. Her bakışıyla. Her duruşuyla.

Onlar daha arabaya binmeden tanka yerleşerek çıktık askeriyeden. Kısa bir süreliğine de olsa onu aklımdan çıkarmaya çalıştım ve işini bitirmek için gittiğimiz köpekleri düşündüm. Zehirliydi onu düşünmek. Öldürücü bir şekilde vücuduma yayıldığını hissediyordum.

Sınırdan ormana kadar çukur kazarak köstebek gibi ilerliyorlardı şerefsizler. Biz ise onları kazdığı toprağa gömecektik. Ormana uzak bir yerde aracı durdurarak indik aşağıya. Ortak ağa bağlı kulaklık sistemimizi aktifleştirerek silahlarımıza sarıldık. Sert adımlarla ama ses çıkarmadan etrafı tarayarak ilerlerken, Koray konuştu kulaklıktan. "Ciddi ciddi kendi mezarlarını kazıyorlar şerefsizler. Hiç uğraştırmayacaklar bizi belli."

Emin'in gülüş sesi duyuldu. "Uğraştırsa ne olacak sanki? Türk Askeri ile baş edebilecekmişler gibi."

Hava hâlâ aydınlıktı. İlk önce kazdıkları yeri bulacaktık. Hava karardıktan sonra ise sonlarını getirecektik.

"Komutanım?" dedi Erinç, ciddiyetle. "Baha hanım nasıl? Fidan doktor ile konuştunuz mu?"

Kısa bir an duraksadım. Benim durduğumu gören Tim oldukları yerden bana döndüklerinde yürümeye devam ettim. "Konuştum," dedim düz bir sesle. "Ağır bir şeyi yok. Sadece ufak bir üşütme. Orman tarafı buraya göre daha soğuk. Serum onu kendine getirmiştir. Bir şeyciği kalmaz yarına kadar."

"Nasıl oldu ki bir anda?" dedi Koray. "Sinemaya geldiğinde oldukça iyi duruyordu."

Sinema günü aklıma gelince dişlerimi sıktım. Eğer o gün belki de teklifini kabul etseydim o hâle gelmeyecekti. "Tek derdiniz şuan Baha mı?" dedim sert bir sesle.

Uyarıyı alan Tim bir süre seslerini çıkarmadılar. Her ne kadar arkadaş olsak da burada konuşulacak şey miydi Allah aşkına? Laklak edecek ne zamanı ne de yeriydi. Aklı sıra alay edip geçeceklerdi. İyi düşmüştüm dillerine.

Bir iz bulmak amacı ile toprak zemini kontrol ederken, kısık sesli bir küfür savurdum. Yağmur yağdığı için toprakta ayak izlerimiz çıkıyordu ve bu olası bir tehlike yaratabilirdi. Gittiğimiz yerde sobelenir, gömeceğiz derken gömülürdük. Tabii ki şehit olmak hayalimdi ama bu kadar kısa süre de değildi. Daha savaş bitmeden şehit olmak mı? Allah büyüktü, atlatacaktık bu günleri de inşallah.

"Suskun," dedim Ömer'e. "Ayak izi bırakıyorsunuz koçum. Ağaç diplerine basarak devam edin."

Ömer onaylayarak dediğimi yaparken onda bu gün bir haller olduğunu fark ettim. Bedeni burada ama kafası burada değil gibiydi. Biraz daha ormanda ilerledik. "Çanak," dedim Emin'e. "Sinyal bilgilerini güncellemeyi unutma."

"Emredersiniz komutanım."

"Komutanım," dedi Erinç, yani Demir. "Biraz fazla sakin geçmiyor mu bu günler? Fırtına öncesi sessizlik var. Büyük bir planları olmalı, yoksa bu kadar sessiz kalmazdı bu itler."

"Her şey olabilir, Demir!" dedim bastırarak. "Salise geçmeden ölebiliriz de ama ne var biliyor musun? Bu savaşı bitirmeden ölmeyi yasaklıyorum size, duydunuz mu beni?"

"Emredersiniz komutanım!"

"Aferin asker." Devam edecektim ki ayağımın altında hissettiğim hareketlilik ile anında durdum. Ayağımı hafifçe oynatarak kontrol ederken aradığımız şeyi bulduğumuzu fark ettim. "Kartal Timi?" diye seslendim kulaklığa doğru. "Hedef bulundu. Yerlerinizden ayrılmayın."

•••

Hava kararana kadar bulunduğumuz alandan ayrılmadık. Haritadan konumlarımızı işaretleyerek askeriyeye bildirdim. Emin ve Koray yine tartışacak boş bir konu bulmuşlardı. Bunu kendilerini hazırlamak için yaptıklarını bildiğim için el mecbur sustum. Böyle yaparak hem dikkatlerini geliştiriyorlar hem de sıkılmıyorlardı.

"Susun lan artık," dedi Demir dayanamayarak. "Başlayacağım şimdi daha belli olmayan kadına alacağınız kaç taşlı yüzüğünüze de size de."

Evet. Kaç taşlı yüzük alacakları ile ilgili kavga ediyorlardı. Emin tek taşın daha şık durduğunu söylerken, Koray beş taşın daha gösterişli durduğunu savunuyordu. Farkında değillerdi ama evlilik teklifi etmeden önce o evlenme teklifini kabul edecek bir canlı bulmaları gerekiyordu. Canlı diyorum çünkü bir kadının bu iki geri zekâlı ile uğraşmak isteyeceklerini sanmıyordum.

Kadın demişken. Baha iyi miydi acaba? Her ne kadar uzak duracağımı söylesem de o kadında beni ona çeken bir şeyler vardı. Onu ilk gördüğümde de ilk dikkatimi çeken cesaretiydi zaten. Bir kadın için oldukça korkak olduğu kadar cesaretliydi de. Saçmaydı yani. Hem bu kadar korkak olup hem de bu kadar cesur olmayı nasıl beceriyordu?

Bundan üç ay öncesi aklıma gelince ister istemez gülümsedim. İnsan üzerinde etkisi de buydu işte. Dünyanın en mutsuz insanını bile güldürme gücüne sahipti. Bunu uğraşarak da yapmıyordu üstelik. En ufak bir cümlesin de bile saatlerce gülebilirdim. Ne ironi ama. İki hafta öncesine kadar işini aksatmayan, askeriyeden görevler dışında dışarıya adım atmayan ben, o kadının yanından bir saniye olsun ayrılmak istemiyordum.

Her an tetikteydim. Ona bir zarar gelirse bu zararın katıyla kendime geçeceğini sanıyordum. Tehlikeliydi yani. Tatlı dili bile mahvederdi insanı.

Resmen onu almak için gitmeye hazırlanan Tim de aksaklıklar çıkmasa tanıyamayacaktım onu. Yok yerden karşıma çıkmıştı. Bir melek gibi süzülerek konmuştu hayatıma. Renkleri getirmişti. Gökkuşağı çıkarmıştı yağmuru hiç dinmeyen gökyüzüme. Söylemiş miydim? Yağmurdan nefret ederdim. Aslında o gün Baha'yı almak için diğer Tim gidecekti. Fakat Timin acil bir görevi çıkmıştı ve gitmek zorunda kalmışlardı. Eğer Tim ile ilgili sorun çıkmasa biz o gün Konya'ya gitmeyecektik. Ali Albay yani babam bir anda Konya'ya gideceksiniz dediğinde şaşırmıştım.

Sonuçta sürekli yer değiştirmiyorduk. Şehirler arası gidip gelen Tim ayrıydı. Ama iyi ki biz gitmiştik. İyi ki biz getirmiştik onu buraya.

Öylece dalmış bir şekilde ağaçlara bakarken, ilerideki hareketlilik ile aklımdaki düşüncelerden anında kurtuldum. Dikkat kesilerek toprağa bakarken, tahta kapı gibi bir şey yukarıya doğru kaldırıldı. "Doğu yönünde, otuz metre uzakta bir hareketlilik var. Kaç kişi olduğunu say Çanak," diye fısıldadım kulaklığa. Daha kısık bir sesle de ekledim. "Allah gazamızı mübarek etsin kartallar."

"On yedi kişi, komutanım," dedi Emin fısıltı ile.

"Suskun ve Demir. Siz çevrelerini sarın," dedim gözlerimi tahta kapıdan ayırmadan. "Çanak sen geriden takip et. Anten sen arkama geç."

Herkes tek tek dediğimi yaparken silahımı daha iyi kavradım. Gece görüş gözlükleri gözlerimizde takılı olduğu için uzak mesafe olsa da iyi görüyorduk. Dikkatli baktığımda çıkan kişilerin buraya doğru geldiklerini gördüm. "Konumuzu belli etmeyin. Anten kafanı gizle." Saklandığım ağacın arkasına iyice gizlenerek ayaklarımı çalılıkların içine doğru uzattım. Silahımı hedefe doğrultarak biraz daha yaklaşmalarını bekledim. "Son otuz saniye."

İçimden geriye doğru sayarken en önden giden üç kişiyi hedefe aldım.

"Komutanım," dedi Çanak. "Birazını bize bırakın. Hepsini siz öldürürseniz bize leşleri sürüklemek kalıyor."

"Mızmızlık yapma, Çanak," dedim keyifle.

"Son on beş saniye," dedi Demir gergin bir sesle.

Son kez başımı kaldırarak açık verip vermediklerine baktım. Kimsenin yeri belli olmuyordu. Gururla gözlerimi kısarak hedefleri kontrol ettim. Derin bir nefesle göğsümü şişirdim. "Üç, iki ve bir."

"Atış serbest."

İlk üç kişiyi tek tek indirene kadar kimse durumu anlayamadı. Demir ise onların arkasındaki iki kişiyi indirdi. Sancak da iki kişi indirdiğin de hepsi etrafa kaçıştılar. Yedi leş tamamdı. Herkes olduğu yerden çıkarak ateş etmeye başladığında onlarda silahlarına davranmayı akıl etmişlerdi. Biraz erken oldu sanki ya.

Ormanda büyük bir savaş başlamış gibi ne kadar hayvan varsa olduğu yerden çıkarak kaçışmaya başladılar. Kuşlar konduğu dallardan uçuşarak ötüp uzaklaştılar. "Soysuzlar!" dedim dişlerimin arasından.

Çanak ve Anten birbirleri koruyarak ilerlerken, Demir olduğu yerden ateş etmeye devam ediyordu. Suskunu arayan gözlerim kısa bir süre sonra onu bulduğunda dehşete düştüm. İtlere çok yakındı ve bir kişi çoktan silahını ona doğru kaldırmıştı. O diğerini hedefe aldığı için ona doğrultulan silahı görmüyordu. Silah tutan elini hedef alarak ateşledim ve sonrasında acı dolu bir çığlık ile yüzümü buruşturdum.

"Kaldı dokuz," dedi Anten bağırarak. Diğerleri kendini koruyarak ilerlerken, Demir çok açık veriyordu. Onu korumak için arkasından ilerledim.

"Demir," dedim sesimi ona duyurmaya çalışarak. "Derdin ölmek mi lan?"

"Eğer emriniz olmasa ölmeyi isterdim Komutanım," dedi gururlu bir sesle.

"O zaman ne salak sokuk gibi hareket ediyorsun oğlum," dedim sinirle. "Korusana kendini."

Anten bir tane daha indirdiğin de Çanak da onu takip etti. "Kaldı yedi."

Son yedi akıllı davrandılar ve ateş etmek yerine kaçmayı tercih ettiler. "Bunlar salak değil komutanım," dedi Ömer. "Kaçtıklarına göre gittikleri bir yer var."

Gittikleri yönü kafamdaki harita da hesaplarken çıldıracak gibi oldum. Gittikleri yönde Baha'nın evi vardı. "Tim, acele etmeliyiz," dedim sesimde ki telaşı gizlemeden. "Yönleri Batı. Baha'nın evine doğru ilerliyorlar." Sesim ormanda çığlık gibi yükselirken herkesin ufak bir şok yaşadığına şahit oldum. Baha çok kısa bir süre de onlara da sevdirmişti kendini. Herkes kaçanların arkasından ilerlerken, kendimi riske atmadım ve cebimdeki telefonu çıkarak hızlı hareketlerle düşünmeden onu aradım.

İkinci çalışta aramam cevaplandığında hızlıca konuştum. "Baha, telefonunu ve çantanı al uzaklaş evden! Orman yolunun tam tersine ilerle. Otobana ulaştığında arkana bakmadan devam et. Askeriye arabası yolda. Anahtarı tekerleğin içinde. Arabaya geç ve bizi bekle."

"Araz," dedi korkudan titreyen sesi. Dişlerimi sıktım. "Neler oluyor? Ormandan silah sesleri geliyor. Onlar siz misiniz? İyi mi herkes?"

"Sen sadece dediklerimi yap, Baha," dedim acele ile. "Araba kullanmayı biliyor musun? Ehliyetin var mı?"

"Ehliyetim var ama uzun zamandır kullanmıyorum," dedi panikle. Kapı açılıp kapanma sesi duyduğumda bir kaç el silah sesi de gelmişti telefondan.

Konuşmaya devam ederek ilerledim. "Baha, güzelim, arkana hiç bakmadan git. Biz yanına geleceğiz. Sen sadece kendini düşün."

"Araz," dedi ağlamaklı bir sesle. "Korkuyorum."

"Korkma, ben geleceğim," dedim koşmaya devam ederek. Onun da koştuğunu nefes seslerinden anlıyordum. "Sakın arkanı dönme. Arabaya geç ve beni bekle güzelim. Söz veriyorum sana geleceğim. Şimdi kapatmam gerekiyor."

Aramayı sonlandırarak cebime attım telefonu. Hızlı koşmanın sonucunda çatışma yerine geldiğimde son üç kişinin kaldığını gördüm. Demir ve Suskun aynı ağacın arkasından ateş ederken, Çanak ve Anten etraflarını sarmışlardı. Şuan Baha'nın evine sadece on dakikalık bir uzaklıktaydık.

Hedefime aldığım şerefsizlerden birine tam ateş edecektim ki beni fark eden diğeri silahını bana doğrultarak ateşledi. Kolumun yanından bir şey sürtünerek geçti. İnlememek için dişlerimi birbirine geçirdim ve ağacın arkasına çöktüm. Sıyırmıştı.

"Demir," dedim sert bir sesle. "Onların leşlerini istiyorum. Kaçmalarına izin verme."

Olduğum yere iyice saklanarak koluma baktım. Ufak bir sıyrıktı ama kan gittikçe üniformama yayılıyordu. Bu görüntü gülümsememe sebep oldu. Cebimdeki bıçağımı çıkararak pantolonumun paçasından uzun bir parça kestim. Dişlerimi sıkmaktan çenem uyuşmuştu. Kestiğim parçayı sıyıran kurşun yarasanın olduğu yere sararak düğümlediğimde iki ucunu da iyice sıkarak kan akışını önledim.

"Tim," dedim yutkunarak. Alnımda ter tabakası oluşmaya başlamıştı. "Onların leşlerini istiyorum!"

"Komutanım," dedi Çanak hızla. "Vurulmuşsunuz siz. Ne zaman oldu? Yeni mi? İyi misiniz?"

Diğerleri de bir kaç bir şey söyledi ama silahımı kavrayarak doğruldum. "Kaç kişi kaldılar?"

"Son bir," dedi Demir. Sesi hâlâ gergindi. "Siz iyi misiniz?"

"Ufak bir sıyrık, ne büyüttünüz lan!" dedim söylenerek. "İşinize bakın!"

"Emredersiniz komutanım."

Başımı çıkararak etrafı kontrol ettim. İlerde bir ağacın arkasında gördüğüm hareketlilik ile silahımın hedefine onu aldım. Olduğum yer ona göre daha karanlık olduğu için beni fark etmemişti.

Ve son atış, son leş.

Derin bir nefes alarak silahımı indirdim. Olduğum yerden çıkarak diğerlerine de çıkmalarını emrettiğimde, "Çanak ve Anten, toplayın leşleri," diye bağırdım. "Hem bu sırada da alacağınız yüzüğü daha detaylıca tartışırsınız."

"Ama ko-,"

"Bana karşı mı geliyorsun asker?"

"Estağfurullah komutanım," dedi hızlıca Anten. Sırıtarak Koray'a baktım. Oda aynı şekilde karşılık verdiğinde leşlere doğru ilerlediler.

Arabanın olduğu yöne doğru yürüdüm bende. Ömer ve Erinç de arkamdan geliyorlardı. "Kazdıkları yere ekip gönderin. Mühimmat var mı kontrol etsinler."

Erinç beni onayladığında adımlarım biraz daha hızlandı. Ormanın çıkışına geldiğimizde biraz daha yürüdük. Sonunda otobana çıktığımızda ileriden bize doğru gelen aracın farları ile gözlerimi kıstım. Tam silahıma yönelmiştim ki camdan gördüğüm yüz ile dudağımın kenarı hafif yukarı kıvrıldı.

"Baha mı o?" dedi Erinç şaşkınlıkla.

"O, o," dedi Ömer de aynı şaşkınlık içerisinde.

Araç bizden biraz ileride durduğunda biraz sert durmuştu ve bu korkmama sebep olmuştu. Öne doğru atılmıştım ki Erinç'in gülme sesi ile ters bir bakış gönderdim ona. Ellerini teslim olur gibi havaya kaldırarak sustuğunu belli etti. Gülünçtü ki ölümden korkmayan ben bu kadına bir şey olacak olması ihtimaline bile korkar olmuştum. Sürücü tarafının kapısı açıldığında aşağıya inen bedeni ile hızla bize doğru ilerledi.

Aramızda üç adım kala durduğunda gözlerinin altının ıslak olduğunu fark ettim. "Ağladın mı sen?" Başını reddederek sallasa da gözlerinden düşen bir kaç damla yaş ile hiç inandırıcı gelmemişti gözüme. Tek kaşımı kaldırdım. İnandırıcı olmadığını o da fark etmiş olacak ki kabullenmek zorunda kaldı. "Korktum çünkü," dedi dudaklarını öne doğru büzerek. Çelikten farksız kalbim bu masum görüntü karşısında eridi. Bu halini benim gibi diğerlerinin de gördüğünü fark ettiğimde omzumun üstünden onlara doğru dönerek boğazımı temizledim. Uyarıyı alarak araca doğru ilerlediler.

O sırada Baha korku ile konuşunca ona döndüm. "Kolun kanıyor, Araz. Yaralanmışsın." Dokunmak için yaklaşmıştı ki hemen geri çektim kendimi. "Ufak bir sıyrık," dedim mırıldanarak. "İlk yaram değil merak etme."

Evet. Yirmi yedi yaşında bir askerdim. Günlerce dağlarda yatıp kalkmış, işkenceler görmüştüm. Sırtımda izi asla geçmeyecek, geçmesini de istemediğim onlarca yara vardı. Bunlar sırtımla sınırlıda değildi üstelik. Bedenimde, kollarımda, bacaklarımda. Babamın albay olmasının da bunda büyük bir etkisi vardı ancak hiç bir zaman bundan gocunmamıştım. Ben vatanımı korumak için yetiştirilmiş bir askerdim. Hiç bir yara, beni bayrağımı düşmana vermek kadar gocundurmazdı.

Önemsemiyor olmama sinirlenmiş olacak ki, "İlk olmadığı kanıyor olduğu gerçeğini değiştirmiyor," dedi sert bir tavırla. Kaşları çatmış ve zümrüt yeşili gözlerini yarama dikmişti. Bakışlarında ki çocuksu ifade ile yutkundum.

Aramızda ki üç adımın hatırına dua ettim. Eğer o üç adım olmasa bir saniye daha düşünmez kollarımın arasına çekerdim bedenini. Bir gün dedim kendi kendime içimden, bir gün hiç bırakmamak için sıkıca sarılacağım sana, Baha.

Yeminim olsundu, bu kadın benim başımı döndürdüğü her bir gün için bir kalp borçluydu.

Nazlıydı benim kalbim. İçine aldığını bir daha bırakmazdı.

•••

Baha

Zaman çok kısa bir an biz bu şekildeyken dursun istedim. İlk defa zamana karşı koymak ve ona karşı gelmek istedim. Gözleri gözlerimdeydi ama sanki el ele tutuşuyor, yürek yüreğe duruyorduk. Aramızda sadece dört adım vardı. Gerçi bu mesafe onun için üç de olabilirdi. Yaralandığı için üzülsem de sapasağlam karşımdaydı.

Sözünü tutmuştu.

İlk kez biri bana söz vermişti ve o sözünü tutan bir adamdı.

Kalbim hâlâ korku ile çırpınırken, evden nasıl çıktığımı bile hatırlamıyordum. Silah seslerini duyduğum gibi yataktan fırlamıştım ve çok geçmemişti ki Araz aramıştı. O telaşla bir çok kez güzelim demişti ve benim kalbim dört nala koşuyordu. Gerçek manada koşuyordu çünkü koşarak uzaklaşmıştım evden.

Ağlamıştım çünkü korkmuştum.

Ağlamıştım çünkü ona bir şey olacak diye endişelenmiştim.

Ağlamıştım çünkü ben yıllar sonra ilk kez babamdan sonra bir erkek için kalbimin atışlarının değiştiğini hissediyordum. Bunu başarmıştı. Dengelerimle oynamış, düzenimi bozmuştu.

"Susacak mısın böyle, öğretmen?" dedi düz bir sesle.

"Ne oldu, Baha'ya?" dedim küskün bir tavırla. Bunu anlık bir gafletle yapmıştım ve anında pişman olmuştum. Dudaklarımı birbirine bastırarak ona bakmaya devam ettim. Sessiz kaldı. Bir kaç saniye daha öyle kaldık. Yapmak istediği bir şey varmış gibi bana bakarken, iki yanındaki elleri yumruk halini almıştı.

Üniforması çamur içindeydi. Pantolonunun paçasında -büyük ihtimalle yarayı sarmak için kesmişti- kesik vardı. Saçları biraz karışmıştı ama bu görüntü onda hiç yabancı durmuyordu. Koyu tutamları her zaman ki gibi asi olmayı seviyorlardı.

Bir şey söylemeden yanımdan geçerek cipe doğru yürüdüğünde bende arkasından ilerledim. Üzerimde hâlâ revirdeki kıyafetler vardı. Stresten üşümeye başladığımı hissettiğimde yolcu koltuğuna yerleşmiştim. Araz da sürücü koltuğuna geçtiğinde kolunu hareket ettirmesi ile etkili bir küfür savurdu. Daha sonra mahcupça bana döndü. "Küfür için özür dilerim."

Kazağın bilek kısımlarını avuç içlerime hapsederken yandan bir şekilde gülmüştüm ona. Cip hareketlendiğinde biraz ilerlemiştik ki yolun kenarında iki siluet gördüm. Biraz daha yakınlaştığımızda ise onların Koray ve Emin olduğunu fark ettim. Onlar da arkaya yerleştiklerinde otobanda gitmeye devam ettik. "Kolun nasıl? Acıyor mu?" diye sordum merakıma yenik düşerek. Yüzünden hiç bir şey belli etmiyordu ama direksiyonu tutan parmak boğumları beyazlamıştı.

Dilini damağına vurarak reddetti.

"Nereye gidiyoruz peki?" diye sordum bu sefer.

"Tim askeriyeye geçecek. Bende lojmana geçerim." Sonra kısa bir ana bana baktı. Söyleyeceği şeyden çekiniyormuş gibi bir hali vardı. "Yanlış anlamazsan bir şey söyleyeceğim."

"Evet?"

Merakla onu beklerken yoldan ayırmadı bakışlarını. Dişlediği üst dudağını serbest bıraktığında derin bir nefes aldı. Sonra tek bir solukta, "Bu gün evde kalamazsın, benimle birlikte kal," dedi.

Şoktan kalakalırken kanın yanaklarıma hücum ettiğini fark ettim. Söylemesem de bende bu gün evde kalmamayı düşünüyordum. Korkak olduğumu söylemiştim. Silah sesleri ile uyandığımı düşünün? Normalde sızlanarak ağlamam gerekiyordu ama ben kendimden beklemediğim bir performans gösteriyordum şuan.

"Olur," dedim sesim titrerken.

"Üşüyor musun sen?" diye sordu kaşlarını çatarak.

Başımı sallayarak reddetsem de kollarımı göğsümde bağlamıştım ki, Araz homurdanarak ısıtıcıyı çalıştırdı. Normalden daha kısa bir sürede askeriyeye geldiğimizde, arkadakiler inince Araz kendi tarafındaki camı indirerek Timde ki askerlerine baktı. "Yarın iyice araştırsınlar orayı. Tek bir pürüz dahi istemiyorum."

"Emredersiniz komutanım!"

"Sizin yüzük işi ne oldu beyler, bir karar verebildiniz mi bari?"

Araz ondan beklemediğim bir şekilde Koray ve Emine sırıtırken olayı anlamayan ben sadece izliyordum. Benim dışımdaki herkes konuya müdavim olacak ki Ömer ve Erinç'te gülüyordu.

"Bunu isterseniz Baha'ya soralım komutanım?" dedi Emin ciddiyetle. Cümlede adım geçince daha da meraklanmıştım.

"Ne dönüyor şuan, biri bana da anlatsın?" dedim meraklı bir sesle.

"Önemli bir şey değil," dedi Araz geçiştirerek fakat Emin'e ölüm fermanını kendi elleri ile imzalamış gibi bakıyordu. "Yarın sabah hatırlat Çanak. Uzun zaman oldu tuvaletleri temizlemeyeli."

Son cümlesinin altında yatan ima ile gözlerini büyüttü Emin. Acıyarak baktım ona. Yardım dilenir gibi yanındaki arkadaşlarına döndü ama kimse ona bakmadı. En sonunda el mecbur karşı gelemeyeceğini anlamış olacak ki başını sallayarak onaylamak zorunda kaldı. Onlar arkasını dönerek binadan içeriye girerken, bizde lojmanın olduğu tarafa doğru ilerledik.

Cip yan yana sıralanmış dört katlı binaların olduğu yerde durduğunda Araz aracı en sonda ki evin önüne park etti. Kontağı kapatırken aşağıya inerek onu bekledim. Arabayı kilitleyerek yanıma geldiğinde eve doğru ilerledik. Giriş kapısına şifre girdi ve demir kapı kilit sesi ile açıldığında içeriye girerek merdivenleri tırmanmaya başladık. İkinci kattaki sol dairenin önünde durduğumuzda Araz cebinden çıkardığı anahtarı yuvasına yerleştirerek açtı kapıyı. Kenardan bir tuşa bastığında lambalar yandı. Önden girmem için kenara çekilirken, ayağımdaki ayakkabıları çıkararak usulca girdim içeriye. O da arkamdan gelerek kapıyı kapattığında eli ile ilerlememi işaret etti.

Uzun koridordan sağ taraftaki ilk odaya girdiğimizde tekrar kapının kenarından bir tuşa bastı ve içerisi aydınlandı. "Sen geç otur," dedi rahat bir şekilde. "Ben üstümü değiştirip geliyorum."

O arkasını dönüp giderken, "Yarana pansuman yapmamız gerekiyor," diye mırıldandım. "Mikrop kapabilir. Pansuman malzemen var mı?"

"Mutfaktaki ecza dolabında olması lazım, geliyorum bekle," dedi kapıdan çıkıp giderken.

Bende etrafa bakarak koltuğa doğru ilerledim. Salon çok sade ve açık renklerden oluşuyordu. Televizyonun yanında sekiz raflı bir kitaplık vardı ve kitaplarla doluydu. Gözlerim bir fotoğraf çerçevesi aradı ama hiç bir kareye rastlamadım. Açık kahverengi koltuğa geçerek oturduğumda kitaplıktaki kitapları inceliyordum. Bütün raflar doluydu ve en üstte üç koli daha vardı. Tahmin ediyordum ki onun içinde de kitaplar vardı.

Topuklarım havada, parmak uçlarımla zemine basarken, Araz kapıdan içeriye elinde bir çanta ile girdi. Üzerini değiştirmiş, siyah bir tişört ve siyah bir eşofman altı giymişti. Yüzü ve saçları ıslak olduğu için saçlarından damlayan su tişörtünü ıslatıyordu. Karşımdaki koltuğa geçip oturduğunda ilk yardım çantasını dizinin üzerine koydu. Koluna sardığı bezin düğümünü çözmeye çalışırken ağzından bir şeyler homurdanarak canının yandığını belli etti.

Kararsız bir kaç hareket sonrası oturduğum yerden kalkarak ona doğru yürüdüğümde başını oynatmadan gözlerini kaldırarak bakmıştı bana. Yanına oturduğumda ellerim uğraştığı düğümün üzerindeki ellerinin yerini aldı. "İzin ver ben yapayım."

Adem elması hareketlendiğinde dudaklarımı yaladım. Ellerini indirerek dizlerinin üzerine bıraktı ve rahat hareket edebilmem için sırtını çevirdi. Koluna bağladığı üniformasının uçlarını tutarak çözmeye çalıştım. Parmaklarım çıplak tenine temas ettiğinde teninin alev aldığını fark ettim. Düğüm bir kaç uğraş sonucu çözüldüğünde acıtmadan çıkardım. Son katman tenine yapıştığı için çıkarmak biraz daha zor oldu. Tamamen çekmek için hareket etmiştim ki Araz'dan ufak bir inilti duyduğumda anında durdum. "Acıdı mı?"

Başını sallayarak reddetse de pek inandırıcı değildi. Dudaklarımı yaklaştırarak yaranın üzerine üfledim nefesimi. Dizinin üzerindeki ilk yardım çantasının içinden yaranın etrafını temizlemek için pamuk ve tentürdiyot çıkardım. Bir kaç damla tentürdiyot döktüğüm pamuk parçasını yarasının olduğu yere yaklaştırdığımda, "Bu biraz canını yakabilir," diye mırıldandım. "Dayanmaya çalış."

Pamuk parçasını yaranın üzerine ufak bir hareketle dokundurmuştum ki bileğimi saran parmakları ile durmak zorunda kaldım. Bedeni azıcıkta olsa bana doğru dönmüştü ve bir kafa boyu yukarıda olan yüzü nefes almama engel oluyordu. Her nefes alış verişinde alnıma vuran sıcak nefesi bedenimi olduğu yere çivilerken bileğim parmaklarının arasında kaldı. "Baha," dedi. Sanki canını yakan kurşun yarası değil de benmişim gibi. "Hiç bir şey, senin canını acıttığım kadar acıtmıyor benim canımı."

"Araz," dedim zorlukla konuşurken. Beklemediğim için tedirgindim. "Lütfen böyle konuşma. Ne düşünüyorsun benim hakkımda bilmiyorum ama uzak dur benden. Yaklaşmaya, yanımda olmaya çalışma." Uzak dur benden, uzak dur geçmişimden.

Uzak durması gereken o mu yoksa ben miydim şuan onu düşünecek halde değildim. Bu kısacık konuşmada olsa biraz rahatlamıştım. Bileğimi tutan parmakları gevşedi. Dokunduğu yerlerde küçük küçük karıncalanmalar oluşuyordu.

"Hiç mi oluru yok?" Bunu bir umutla söylemişti ve küçük bir çocuk gibi görünmüştü gözüme. Kısa bir an düşündüm. Gerçekten de hiç mi yoktu oluru? Anında uzaklaştırdım bu düşünceyi zihnimden. "Yok," dedim acımasız bir sesle. "Olmayacak da."

Yüzünün aldığı şekle bakmak için kaldırdığım başımı görmeme izin vermeden bıraktı bileğimi. Hissettiğim boşluk hissi ile bileğime baktım. Dokunuşunu hâlâ aynı yerde hissetsem de artık eli orada yoktu. Kendimi yarasına odakladım. Pamukla güzelce temizledikten sonra sargı bezi ile sardım. Son kısmına açılmaması için bant yapıştırırken biraz bastırmak zorunda kaldım ama hiç umurunda değil gibiydi.

İşim bittiğinde kalan eşyaları çantanın içerisine koyarak fermuarını çektim. Yanından kalkarak tekrar oturduğum yere döndüğümde ilk yardım çantasını alarak çıktı odadan. Gözlerim etrafta boş bir çaba ile gezinirken midem yanmaya başlamıştı. Bu genelde stresli olduğum zaman olurdu ve stres mideme vuruyordu.

İçeriye tekrar döndüğünde elinde yastık ve battaniye vardı. Az önce yan yana oturduğumuz koltuğa elindekileri bıraktıktan sonra kısaca etrafa bakındı. Gözlerinin bana dokunmasını istemiyor gibiydi. "Sen burada yat, ben zaten odamda yatarım," dedi açıklayarak. "Eğer bir ihtiyacın olursa da odam koridorun sonunda ki oda. Çekinme yani, hafiftir benim uykum. Seslensen duymam belki ama kapıyı çalarsan duyarım." Düz bir şekilde konuşarak odadan çıkmak için arkasını dönüp lambaya uzanmıştı ki vazgeçerek çıktı odadan.

Benim için koyduğu eşyalara yönelerek uzandım koltuğa. Battaniyeyi bacaklarıma örterek tavana diktim gözlerimi. Koridorun ışığı söndüğünde kapanan kapı sesi ile derin bir nefes aldım. Koltuk her ne kadar rahat olsa da içimdeki sıkıntı kapanan kapının aksine açıldı.

Aynı evde fakat farklı odalarda olmamıza rağmen hâlâ onun varlığını yanımda hissedebiliyordum.

Yarım saat boyunca gözümü bile kırpmadan tavanı izledim. Baktığım yer tavandı belki ama tavandan başka her şeyi görüyordum orada. Yedi yaşımda, annemin ölümünü onun şehir değiştirdiğini düşünecek kadar küçüktüm. Dokuz yaşımda, öğretmenim tarafından tacize uğrarken bunun sevgi belirtisi olduğunu düşünecek kadar küçüktüm. On iki yaşımda ise, her şeyi fark etmeye başladığımda ben artık o ben değildim. Ve ben yirmi üç yaşına gelmiştim ama hiç büyüyememiştim. Bir yanım her zaman o okul koridorunda kalan küçük Baha'ydı. Bir tarafım her zaman küçük kalacaktı ve ben bunu her gece anlamak zorundaydım.

Aslında bir kadının en büyük düşmanın bir kadın olduğunu öğrendiğimde bir kadın bile değildim. Bunu o okul koridorunda öğrenmiştim ve asla unutmayacaktım.

Sıkıntıdan bir o tarafa bir bu tarafa debelenirken ufak bir patırtı duydum ve sonrasında Araz'ın olduğu kapı aralandı. Yavaş adımlarla koridorda yürürken uyumadığımı fark etmiş olacak ki bu tarafa doğru geldiğini hissettim.

Sanki bir saat önce yapılan o konuşma hiç yaşanmamış gibi, "Seni de mi uyku tutmadı?" diye sordu sakince.

O an kendimi çok kötü hissettim.

O beni hiç bir zaman kırmamıştı ama ben her zaman ona karşı duvar örmüştüm. Ördüğüm duvara her cümlesinde bir darbe indiriyordu ve ben şuan fark ediyordum. Üstüme düşen duvarların altında kalıyordum.

"Hı hı." Boğazından tatlı bir tını yükseldi. Sanırım gülmüştü. "Seni?" diye sordum.

"Beni de tutmadı," diye cevap verdi. "Kahve içmek ister misin?"

Şaşkınca sordum. "Bu saatte mi?"

"Kahvenin saati olmaz, Baha. İçmek istersin ve yaparsın."

Sanki anayasa kanunundan bir madde okumuş gibi sesini ciddileştirirken gülmeden edemedim. Sahi, ne çok gülüyordum ben bu adamın yanında böyle?

Peki o beni bu kadar güldürürken neden ben ona acı veriyordum. Birazcık da olsa ona karşı daha ılımlı davranmaya karar verdim. Çünkü görmüştüm. Ne yaparsam yapayım onu benden uzaklaştıramayacaktım.

Ve bu gün kaçıncı kez olduğunu bilmediğim bir şey daha fark ediyordum. Ben onun benden uzaklaşmasını istemiyordum ki. Ben sadece öğreneceklerinden sonra beni yargılamasından korkuyordum. O yönünü mutfağa çevirdiğinde ayaklarımı koltuktan aşağıya sarkıtarak oturdum koltukta. Önüme gelen saçlarımı omzumdan geriye iterek arkama yaslandığımda çok geçmeden elinde dumanı tüten iki kupa ile içeri girerek birini bana uzattı.

Uzattığı beyaz kupayı avuç içlerimle sıkıca tutarken siyah olan kupa ile karşımdaki koltuğa geçip oturdu. "Korktuğun için mi uyuyamadın?" diye sordu gözlerime bakarak.

"Doğrusunu söylemek gerekirse yabancı olduğum yerlerde uyuyamıyorum," dedim kısık bir sesle. Sonra yanlış anlamaması için ekledim. "Seninle bir ilgisi yok, kim olsa uyuyamazdım bu gün burada."

Gözleri yine bir uykuda gibi gezindi yüzümde. Sanki huzur bulduğu tek şey benmişim gibi. Toprak bakışlarında gördüğüm bir mezar vardı. O mezar bana aitti. O mezarda kendi yansımamı gördüm. O mezara kendi çocukluğumu gömdüm.

"Neden bu kadar kırgın bakıyor gözlerin?"

Sorusu beni bozguna uğratırken kaçırdım gözlerimi gözlerinden. Tek kaçırdığım gözlerim değildi. Sözlerimi de kaçırmıştım ondan. "Neden öyle dedin?"

"Bilmem." Omuz silkti. "Sana her baktığımda bir şeyler görüyorum gözlerinde. Bir çocuk veya bir siluet. Sanki oraya mahsur kalmışta kurtarılmayı bekliyor. Sonra tabi birden kayboluyor. İşte o zaman fark ediyorum bana baktığını. Gözlerini bana dikince kayboluyorlar."

Cevap verecek bir kaç sözcük dilimin ucuna kadar geldi ama dilimin ucunda kül oldu. Yutkunarak kahve bardağına indirdim bakışlarımı. Bir sözü beni saatlerce düşündürecek derinlikte ve incelikteydi. O kadar çok kitap okuduğu belli oluyordu ki betimleri kendini tasvir ediyordu sanki.

"Kitap okuduğun o kadar belli oluyor ki, bazen şaşırıp kalıyorum karşında." Gülmeye çalışarak kurduğum cümle kulaklarına ulaştığında yüzü parladı sanki.

"Oysa ben sana bakarken bile zihnim betimleme yapıyor gülüşünü."

İşte beni bir kez daha bozguna uğratan ikinci cümlesi de buydu. Gözlerim gözlerinde donakaldığım da ufak bir kahkaha attı. Dışarıdan nasıl göründüğümü merak etsem de ifademi toparlayamadım. Tek kaşımı sorgulayıcı bir ifade ile yukarı kaldırdım. "Bu sözlerle mi etkiliyorsunuz kadınları?"

Sırtını koltuğa iyice yaslayarak dilini dudaklarında gezdirdi. Islanan gül pembesi dudakları parlamıştı. "Sözlerimle etkilemek istediğim tek kadın şuan karşımda duruyor," dedi gizemli bir ses tonuyla. "Bunu size sormalıyım, etkileniyor musunuz?"

Gülmemek için büyük bir çaba harcadım fakat beceremedim. Dudağımın kenarı yukarı doğru kıvrılırken o ciddi ciddi bir cevap bekleyerek bana bakıyordu. "Araz, Araz, Araz," diye fısıldadım. Adını bir rüyada sayıklıyor gibiydim.

İç çekti. "Baha, Baha, Baha," dedi benim gibi. "Sen çok büyülü bir kadınsın."

Gerçekten de öyle mi düşünüyordu? Peki gerçekleri bilse bu fikri değişir miydi? Aslında büyülü olduğunu düşündüğü bir kadının bir bedenden ibaret olduğunu bilse ne tepki verirdi? Ruhum bedenimi terk etmişti. Ruhum yıllar önce o koridorda yapayalnız kalmıştı. Ama şimdi, o burada ve bana bakarken tam tersini hissediyordum. Sanki ruhum burada bir yerlerdeydi ve artık mutlu olmak istediğini söylüyordu.

Cevap vermedim. Oda bir cevap vermemi beklemedi zaten. Bu kadar konuşmamı bile mucize gibi görüyordu belki de. Kahvelerimizi yudumlayarak farklı bir kaç konu konuştuk. Bana istersem kitaplarından alabileceğimi söyledi. Tabii ki kabul ettim. Ne tarz kitaplar okuduğunu ve hangi satırların altını çizdiğini merak ediyordum.

Konuşma uzadı, kupalardaki kahveler tükendi.

Hiç bir şey düşünmeden sohbet etmenin, acaba beni yargılar mı diye düşünmeden geçirdiğim bu zaman bana var olduğumu hissettirdi.

"Sanırım sabah okula gidemeyeceksin."

Elimdeki bardağı almak için ayaklandığında bardağımı uzatarak almasını sağladım. O salondan çıkarken, arkasından bakarak düşünceler havuzunda kayboldum. Onunla sohbet etmek yatıştırıcıydı. Her konuda bir fikri vardı ve bunu paylaşmaktan çekinmiyordu. İlk başlarda kısa kısa cevap versem de konu ilgimi çektikçe açık açık konuşmuştuk. Onunla birbirimizi tanımaya yönelik bir konu olmadan konuşurken tedirgin değilim.

Gülen yüzü ile tekrar kapıda belirdiğinde eşlik ettim. "Bence yeterince konuştuk, artık uyusak iyi olur," diyerek omzunu kapının kenarına yasladı. Koltuğa uzanıp battaniyeyi üzerime çekerken gözlerimi ondan ayıramadım.

"İyi geceler, öğretmen hanım," dedi o da gözlerime bakarak.

Gülümsemeye devam ettim. "İyi geceler, komutanım."

Arkasını dönerek çıktı salondan. Kalan boşluğa daldı gözlerim bir süre. Belki de artık iyidir geceler...

•••

Gözlerimi mutfaktan gelen tabak sesleri ile araladığımda bir kaç saniye nerede olduğumu sorguladım. Dün gece aklıma geldiğinde ise istemsizce sırıtırken buldum kendimi. Her ne kadar uyumak için yatağıma giderken duyduğum silah sesleri ile korksam da daha sonrası benim için en güzel günlerden bile daha güzeldi.

"Bana bile bu kadar gülmedin. Ne var o tavanda bu kadar gülünecek?"

Araz'ın sesini duymam ile yüzümdeki gülümseme solarken, başımı kaldırarak sesin geldiği tarafa baktım. Kollarını göğsünde bağlamış, omzunu da kapıya yaslamış bir şekilde bana bakıyordu. Yüzünde meraklı bir ifade vardı ve yeni uyandığı için komik görünüyordu.

"Hiç," dedim kelimenin son harfini bastırarak.

"Pekala," dedi uzatmadan. "Okula geç kalmak istemezsin. Hadi kahvaltı yapıp çıkalım."

O arkasını dönüp çıkarken açılan belimi kapatarak kalktım koltuktan. Battaniyeyi katlayarak yastığın üzerine bırakırken elimi yüzümü yıkmak için salondan dışarı çıktım. Mutfağın yerini bilmiyordum ama yemeklerin kokusu burnuma gelince çokta zor olmamıştı neresi olduğunu bulmak. Kapıdan içeriye doğru baktığımda Araz ocağın önünde yumurta için tavayı koyuyordu.

"Lavabonu kullanabilir miyim?"

Omzunun üstünden bana doğru baktı. "Tabii ki. Koridorun sonundaki odadan bir önce ki. Acele et yumurtayı pişiriyorum!" İkinci cümlesinde çoktan ona arkamı dönmüş ve koridorda ilerlemiştim.

Dediği gibi koridorun sonundaki ikinci kapıyı araladığımda koyu renklerden oluşan bir lavabo beni karşıladı. Musluğu açarak soğuk suyu avuçlarımın içine doldurdum. Bir kaç kez avuçlarıma doldurduğum serin suyu yüzüme çarparak kendime gelmeye çalıştım. Musluğu kapatarak doğrulduğumda aynadan bir kaç saniye yüzüme baktım. Gözlerimi, karşımda ki yansımamın gözlerinden olabildiğince uzak tutmaya çalıştım. Yüzüm her zamankinden daha canlı görünüyordu. Hatta yanaklarıma renk bile gelmiş diyebilirdim.

"Baha?" diye çağırdı mutfaktan Araz. "Çaylar soğuyor. Hadi."

Daha fazla oyalanmadan yüzümü kuruladım ve Araz'ın hazırladığı sofrayı merak ettiğim için hızlıca çıktım lavabodan. Mutfaktan içeriye girdiğimde elindeki çaydanlıkla çay bardaklarını dolduruyordu Araz. Masaya yaklaşarak karşılıklı konumlanmış sandalyelerden birini çekip oturdum. O da karşıma geçip oturduğunda gözlerini yüzüme dikerek ilk önce benim başlamamı bekledi.

Çay bardağını kavrayarak bir yudum içtim. Masada peynir, zeytin, domates-salatalık, yumurta ve ne ara aldığını bilmediğim iki tane simit vardı. Çay bardağını masaya bıraktığımda bir sonraki hedefim simitler oldu. Bir parça kopararak ağzıma attığımda en son ne zaman simit yediğimi düşündüm. Sanırım buraya gelmeden iki hafta önce, yardımdan gelen erzakların arasında gelmişti.

Tekrar çayımdan bir yudum alırken, Araz'ın beni izlemeye devam ettiğini fark ettim. Bardağı usulca masaya bırakırken boğazımı temizlemiştim. "Neden öyle bakıyorsun?"

Elini yumruk yaparak masaya yasladı. Yumruk yaptığı elinin üzerine de çenesini yaslayarak dikkatle bana bakmaya başladığında midemde oluşan karıncalanmayı geri plana atmaya çalıştım. "Bir şiir geldi aklıma," dedi düşünceli bir yüz ifadesi ile. "Onu düşünüyordum."

"Hangi şiirmiş o?" diye sordum merakla. Topraklarına karışmış ela harelerine bakarken, "Ben seninle çay içmek istiyorum," dedi naif bir tonda. Pamuk kadar yumuşak bir sesle kelimeler dudaklarından dökülürken ayırmıyordu ısrarcı bakışlarını gözlerimden. "Seni duymak, seni görmek, seni bilmek, seni yanımda hissetmek istiyorum... Sana şiir okumak istiyorum... Yazmaktan bıktım, usandım. Ben artık yazıları sana söylemek istiyorum. Küçük bir evde, büyük hayaller kurmak istiyordum. Sobanın yanında, seninle birlikte, üşüyen ellerimi çayın sıcaklığına bırakmak istiyorum. Ben aslında sevmek değil," dedi dudaklarını ıslatıp, "seninle yaşlanmak istiyorum."

Her bir sözü o kadar içtendi ki sanki şiir değil de yapmak istediklerini söylüyordu bana. Gözlerimi kaçırarak önüme dönerken boğazımı temizledim. Ses tonu ve okuduğu şiir o kadar uyumluydu ki bu kadar güzel şiir okuyan bir adam karşımda oturuyorken ne yapacağımı şaşırdım.

"Güzelmiş şiir," dedim karnımda ki sancıyı bastırmak adına.

"Öyle," dedi tutkulu bir sesle. "Özdemir Asaf'ın en sevdiğim şiirlerinden."

"Sever misin şiir okumayı?"

"Severim," dedi başını sallayarak. O bana bakarken, ben yarısı içilmiş çay bardağıma dikmiştim gözlerimi. "Bir şiirleri bir de gözleri güzel olanı severim zaten. Kitap okumayı da severim kitap okuyanı da. Şarkı dinleyeni de şarkı dinleteni de. Severim yani. Öyle sıkı kalıplarım yoktur." Daha fazla dayanamadan kaldırdım başımı. Göz göze geldik. "Her ne kadar yaşlı olduğumu iddia eden bir ufaklık olsa da çekinmem sevdiğimi söylemekten," dedi geçmişe ufak bir atıfta bulunarak.

Gözlerimi devirdim gülerken. "Baya alınmışsın sen bu abi konusuna," dedim vurgulayarak. Markette ki çıldırışı aklıma geldikçe daha çok keyiflendim. "Çok istiyorsan söyle çekinme. Abi derim bir daha sana. Üzülme yani."

"Baha," dedi gülerek fakat altında yatan uyarıyı çoktan anlamıştım. Masaya doğru eğilerek gözlerini kıstı. "Bazen çok cesur konuşuyorsun ama yediririm sana o cesur laflarını. Dilin işine gelince bülbül gibi de ötüyor maşallah. Bakma öyle masum masum bakıyorsun diye sana kıyamadığıma. Alırım aklını."

"Alsana," dedim çekinmeden.

Daha çok kısıldı gözleri. "Alırım," dedi fısıldayarak. "Sana ait ne var ne yoksa hepsini alırım. Kışkırtma beni. Karşında ilk okul çocuğu yok." Onaylamayarak dilini damağında şaklattı bir kaç kez. "O güzel kafan fazla masum düşünüyor," dedi ben hafiften kızarmaya başlarken. Sırıttı pislik. "Aldığım tek şey sadece aklın olmaz."

Utanarak simitten bir parça kopararak ağzıma attım. "Fazla şiirsel tarafınızdan kalkmışsınız bu gün belli, komutanım," dedim boğazımı temizleyerek. "Ama yemeğinizi yeseniz iyi olur, geç kalacağız okula."

Gülerek kaçışıma ortak oldu ve başını iki yana sallayarak kahvaltısına başladı. Utancın hat safa da olduğu bu konuşmayı bir daha hiç açmamak üzere kenara kaldırdım. Devamında sessiz bir kahvaltı sonrası o üzerini giyinmek için odasına giderken bende büyük ısrarlar sonucu mutfağı toparladım.

Kirli bulaşıkları yıkayıp duruladıktan sonra ellerimi tezgahın üzerindeki havlu ile kurulayarak mutfaktan çıkmıştım ki koridorun sonunda beliren üniformalı Araz ile kısa bir an duraksadım. Üniformasının kollarını düzelterek saçlarını geriye doğru taradı. Elleri saçlarının arasında mutfağın önündeki beni fark ettiğinde aynı duraksamayı o da yaşamıştı. "Önce beni eve yetiştirmen gerek," dedim kollarımı kaldırarak kıyafetlerimi gösterirken. "Bu kılıkla öğrencilerime ders anlatırsam pekte ciddiye almaya bilirler beni."

"Hadi o zaman," dedi duruşunu düzeltirken. "Çıkalım."

Kapıya doğru yürüdüğünde peşinden ilerledim. Evden çıktığımızda ben spor ayakkabılarımı giyerken o da postallarını giyiyordu. Kapıyı kapatarak merdivenlere yöneldiğimizde yan yana yürüdüğümüz için sallanan kollarımız birbirine sürtündü. Alan dardı. Ya arkasından ya da önünden gitmem gerekiyordu ama ikimizde yapmadık bunu.

Binanın çıkış kapısına vardığımızda büyük demir kapıyı açarak benim geçmemi bekledi. Kolunun altından eğilmeme gerek kalmadan geçtiğimde o da ben çıktıktan hemen sonra peşimden çıkmıştı. Cipin kapılarını açtığında ben yolcu koltuğa yerleşirken, Araz da sürücü koltuğuna oturup anahtarı kontağa takarak çalıştırmıştı aracı.

"Sormamam gerek biliyorum ama, dün ne oldu ormanda?" diye sordum merakla ona dönerken.

Kısa bir an bana baktı. Cevap beklercesine ona bakarken iki eliyle de kavradığı direksiyonu sıkıca tutmuştu. "Benimde bu soruya cevap vermemem gerek biliyorum ama madem artık benim himayem altındasın bilmen gereken kısmı sana söylemeliyim," dedi yolu kontrol ederek. Söylediği kelimeye takılsam da onu daha sonra sormaya karar verdim. "Dün bakanlık binasına bombalı saldırı düzenlemişler. Karargaha da mesaj yollamışlar. Öğrendikten sonra hemen saldırıya geçtik tabii. Yapan hainlere gereken ceza verildi ama şu var ki artık burası da tehlikeli ve daha dikkatli olmamız gerekiyor. O yüzden sadece bu kadarını bilmen yeterli. Gerisini Allah'a bırak. Benim haberim olmadığı sürece de evden bir adım bile dışarıya adım atma. Evin olduğu bölgeye gerekli düzenekler yerleştirildi ama gerekirse kapında nöbet bile tutarım. Sana bir şey olmasına asla izin vermem, endişelenme."

Son cümlesini korktuğumu gördüğü için söylediğini anlamıştım ama anlamadığım başka bir durum söz konusuydu. Madem orman bölgesi bu kadar tehlikeliydi o zaman neden tek başıma orada kalmama izin veriyorlardı? Bu direkt açık hedef olarak beni göstermek değil miydi? Neden beni lojmana yerleştirmemişlerdi? Benden sakladıkları yada benim bilmediğim bir şey mi vardı?

Sessizleştiğimi fark eden Araz direksiyonu tutan ellerinden benden tarafta olanını korkutmak istemeyerek dizime koydu. Hissettiğim dokunuşu titrememe sebep olsa da bunu beni sakinleştirmek için yaptığını biliyordum ama bu yine de kasılmama engel olamamıştı. Bunu oda fark etti. Elini dizimden çektiğinde yumruk halini almıştı. "Sana zarar vermem, Baha," dedi kısık bir sesle. Sesinden oluk oluk ona güvenmemi isteyen bir şefkat akıyordu. "Benden korkmana gerek yok. Benden kaçmana gerek yok."

Sözleri zihnimde kurşun etkisi yaratırken bütün bedenimin buza kestiğini hissettim. Zihnimdeki çark sesler çıkararak dönmeye başladı ve geçmişin karanlık kapısı gözlerimde belirdi. Benden korkmana gerek yok, Baha. Benden kaçmana gerek yok, Baha. Sessiz olmaya çalış, Baha. Bu senin de hoşuna gidecek, Baha. Ellerini kullanmayı dene, Baha. Eğer istediğimi bana verirsen seni ödüllendiririm, Baha.

"Hey, hey, nefes al!"

Araz'ın sesini duyana kadar arabanın durduğunu, bana doğru döndüğünü ve boğazıma yerleştirdiğim ellerimin üzerine kendi ellerini yerleştirdiğini fark etmemiştim bile. Nefes alamıyorum ve nefes nasıl alınır unutmuştum. Göğsüm şişiyordu ama nefesi dışarıya veremiyordum.

"Bana bak, bana bak! Bak ben buradayım, çek ellerini boynundan! Bana bak, Baha!"

Karanlığın ardından onun yüzünü gördüğümde gözlerim dolduğu için aslında onu net görememiştim. Elleri nefes almak için boynuma sardığım ellerimin üzerindeydi ve çekmeye çalışıyordu. "Kendine gel, boynunu sıkıyorsun. Çek ellerini!"

Tırnaklarımın içine dolan boynumda ki deriyi hissettiğimde beni kendine çektiğini ve sarıldığını fark ettim. Tırnaklarım boynuma baskı yapmayı bıraktı ve boynumda asılı kaldı.

Zihnim uyuştu. Gözlerimin önü hâlâ bulanıktı. "Sakinleş, nefes al," diye fısıldadı kulağıma doğru. Bulanık gören gözlerim ön camdan dışarıyı görüyordu. "Buradayım, yanındayım. Sakinleş güzelim."

Buradaydı, yanımdaydı. Araz buradaydı.

O kadın yoktu.

Araz yanımdaydı, o kadını yok etmişti.

Ellerinden birini başıma yasladı ve saçlarımı okşadı. O bana dokunuyordu. Ben onun dokunuşlarına tepki veremiyordum. Göğsüm şişiyordu ama ben nefes aldığımı hissedemiyordum. Göğsüm iniyordu ama ben yaşadığımı hissetmiyordum. "Yanımdaysan kimse zarar veremez sana, Baha" dedi şefkatle. Saçlarımı okşayan elinin verdiği his gözlerimi yummama sebep oldu. Bilmiyordu. Bilmiyordu en büyük zararı aslında kendime verenin ben olduğumu. Bilmiyordu. Bilmiyordu asıl tehlikenin şuan kendi kolları arasında olduğunu.

"Ne yaptın kendine böyle? Nasıl yaptın bunu kendine?"

Beni kendinden uzaklaştırdığında kollarının arasında cansız bir bebek gibiydim. Başımı dik tutacak dermanı kendimde bulamıyordum. Gözleri boynumda geziniyordu. Bakışlarının altında öylece dışarı bakmaya devam ettim. Gözyaşlarım sessizce yanaklarımdan süzülürken bütün sızı kalbimdeydi.

"Sana demiştim," diye fısıldadım donuk bir sesle. "Benden uzak dur-,"

"Sus, Baha," dedi sözümü keserek. "Lütfen sus." Bunu kendime nasıl yaptığımı fısıldarken ellerini saçlarımda gezdirmeye devam etti. Kimse bilmiyordu. Bunu kendime ben yapmamıştım. Bunu bana o kadın yapmıştı.

•••

Yorgun bakışlarımı arabanın ön camından dışarıda gezdirirken, tırnaklarımı diz kapaklarıma geçirdim. Diz kapaklarımı görmesem de yarım hilal izi şeklinde kızarıklıklar olduğundan emindim. Okulun önündeydik. Nefesim düzene girmiş, titremelerim azalmıştı ama kendimi hâlâ kötü hissediyordum.

Geçirdiğim kriz sonrası Araz benden ayrıldığında aracı eve sürmüştü. O araba da beklerken üzerimi değiştirmek için eve girip elime gelen ilk kıyafetleri üzerime geçirdikten sonra saçlarımı ensemde sıkıca toplarken duraksamıştım. Saçlarımı okşamıştı. Parmaklarının dokunuşunu hâla orada hissediyordum. Masanın üzerindeki çantamı alarak evden çıktığımda onu bekletmemek için hızlıca binmiştim cipe.

Şimdi ise okulun önündeydik. Hâla biraz zaman vardı çocukların gelmesi için. Ne o konuşuyordu ne de ben. Yaklaşık on dakikadır burada arabanın içinde sessizce bekliyorduk. Bir şeyler düşündüğünü ve beni anlamaya çalıştığını görebiliyordum. Direksiyonun üzerinde ritim tuttuğu parmakları hiç duraksamadan eylemini yapmayı sürdürüyordu.

Derin nefes sesleri ile göğsünü şişirip indirirken, bu seferkini daha şiddetli verdi. İstemsizce bakışlarım ona döndüğünde o da bana dönmüştü. Gözlerimiz kesiştiğinde göz bebeklerine yerleşen gölgeler benim yüzümdendi. "Hiç bir şey sormayacağım," dedi keskin bir sesle. "Hiç bir şey sormayacağım ve seni sıkmayacağım." Başımı sallayarak kabul ettiğimde biraz daha yaklaştı bana doğru. Aramızdaki mesafeye kayan gözlerim onu da aynı işlemi yapamaya yönlendirse de vazgeçmedi. Bir nefeslik mesafe kalana kadar yüzünü yüzüme eşitledi. "Ama bir gün," diye fısıldadı, ılık nefesi çeneme vuruyordu. "Anlatmak için birine ihtiyaç duyarsan benim her zaman yanında olacağımı bil. Kendini yalnız hissetme."

Ne olduğunu anlamama bile izin vermeden tekrar geriye çekildiğinde arabanın kapısını açarak aşağıya indi. Bir kaç saniye öylece arkasından baktım. Çocukların sesini duyduğumdaysa kendimi toparladım ve sahte bir gülücük yerleştirdim yüzüme. Çantamın askısını düzelterek aşağıya indiğimde arabanın arkasından dolanarak okulun giriş kapısının önünde, arabadan inen çocuklara baktım. Erinç kapının önündeydi ve onlara inmeleri için yardım ediyordu. Beni fark ettiğinde başıyla selam verdi. Aynı şekilde karşılık vermeye çalıştım.

İlk inen Leyla etrafına baktı ve beni gördüğünde gözlerinin parladığını gördüm. Bu hareketi beni şaşırtırken bana doğru yürüdü ve önümde durdu. Ona bakmak için kafamı eğmiştim ki kollarını bacaklarıma sararak kafasını karnımın üzerine yasladığında dondum kaldım. Bedenim hareketi yüzünden kasılırken benim gibi diğerlerinin de şaşkınca Leyla'ya baktıklarını gördüm. Araz bile kaşlarını çatmış Leyla'ya bakıyordu. "Leyla," dedim ellerimi omuzlarına yerleştirirken.

Geri çekildiğinde onun boyuna indim ve yüzüne baktım. Başını kulağıma doğru yaklaştırarak, "Mehmet benimle arkadaş olmak istediğini söyledi," diye fısıldadı utangaç bir ses tonuyla.

"Ne güzel işte," dedim sorunun nerede olduğunu anlamaya çalışarak. "Neden kabul etmedin güzelim?" Onun için mutlu olmuştum. Gözlerini kırpıştırarak önüne gelen saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdığında, "Ama eğer kabul edersem benimle oyun oynamak ister," dedi çekinerek. Fısıldayarak konuşuyordu. "Onunla oyun oynarsam, Araz bana küsmez mi?"

İçten bir kahkaha attığımda Leyla neden güldüğümü anlamaya çalışır gibi kaşlarını çatarak kollarını göğsünde bağladı. "Leyla," dedim yüzümde hâlâ büyük bir gülümseme varken. "Mehmet ile arkadaş olabilirsin." Sır verirmiş gibi kulağına yaklaştığımda, kısık bir sesle sadece onun duyacağı şekilde konuştum. "Sen Mehmet ile oynarsın bizde Araz'la size eşlik ederiz. Küsmez o zaman Mehmet'le oynadığın için sana."

Leyla bu fikir hoşuna gitmiş gibi başını salladığında, arkasını dönerek Araza doğru ilerledi. Araza baktığımda gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Yüzünde Leyla'ya söylediğim şeyi duymuş gibi bir ifade vardı. Çocuklar tek tek içeriye girdiğinde dışarıda kalan Kartal Timi ve ben kısa bir süre bakıştık. Leyla, Araz ile birlikte kapının önünde fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı.

"Nasılsınız çocuklar?" diye sordum sessizliği bozarak. Hepsi de çocuk olmadıklarını belli eden bakışlar gönderseler de karşı çıkmadılar.

"İyi diyelim iyi olalım, Baha," dedi Koray.

Emin ve Koray omuzlarını birbirlerine yaslayarak yorgun gözlerle bana baktıklarında neden bu halde olduklarını anlamıştım. "Nedir bu yüzük meselesi?" diye sordum merakla. "Tuvalet temizleyecek kadar nasıl sinir ettiniz komutanınızı?"

"Sende mi be brutus?" diye sordu Koray yapay bir kızgınlıkla. "Sende mi sattın bizi?"

"Melek gibi adam," dedim ciddiyetle Araz'ı gösterirken. Leyla ile konuşuyordu ve onunla konuştukça şekillenen yüz hareketleri oldukça tatlıydı.

"Melek gibi adam mı?" dedi Emin sesini yükselterek fakat sesinin Araz'a ulaştığını ona arkası dönük olduğu için göremiyordu. Sanırım Leyla ile sınıfa gittiğini sanıyordu. "O melek ise ben huriyim lan, adam resmen ayaklı bomba. Siz bakmayın bu minnoş minnoş takılmalarına onun içindeki kara kartalı bir biz birde Allah bilir. Kanmayın böyle şeylere Baha hanım, sonunuzu hiç iyi görmüyorum vallahi billahi tallahi. Yalansa yalan deyin beyler?" Son soruya Emin'in arkasında olan Araz'ı gören Tim korkuyla, "YALAN," diye bağırdılar.

Araz bütün dediklerini duymuştu ve pekte iyi baktığı söylenemezdi. Koyu olan gözleri biraz daha koyulaşmış, ince fakat gür kaşları gözünün üstüne düşmüştü. Bu tepkiyi beklemeyen Emin ne döndüğünü biraz geç anlamış olacak ki olduğu yerde taşa kesti.

"Helvan neyli olsun, Çanak?" diye sordu Erinç mırıltı ile.

"Fıstıklı," dedi Emin yutkunarak. Bu hallerini gülerek izlerken, Araz iri elini sert bir hareketle Emin'in omzuna koydu. O kadar sert yapmıştı ki olduğu yerde sallandı Emin.

"Sohbetinize doyum olmaz beyler ama benim derse girmem lazım," dedim iki işaret parmağımla da okulu gösterirken. Araz ile kısa bir an göz göze geldiğimizde göz kırparak gülümsemişti. Arkamı dönene kadar yüzümü sabit tutmaya çalıştım ama siyah demir kapıdan içeriye girdiğimde ise yüzüm gül gibi aydınlandı.

Gülümsememi gizlemeye çalışmadan sınıfa girdiğimde herkes yerinde, kitapları önünde açık bir şekilde beni bekliyorlardı. "Nasılsınız çocuklar?"

Hep bir ağızdan konuşmaya başladıklarında masaya yerleşerek çantamın içindeki kırmızı kapaklı defterimi çıkardım.

"Dün neden gelmediniz, öğretmenim?"

Merve'nin sorduğu soru ile başımı kaldırıp ona baktım. "Rahatsızdım, biraz dinlendim ve şimdi çok daha iyiyim," diye cevap verdim. "Ne yaptınız ben yokken? Kitaba ve okumasına çalışanlar parmak kaldırsın?" Herkes parmağını kaldırdığında gururla baktım hepsine. "Peki o zaman." Ayağa kalkarak sıraların arasında gezindim. "Kim bana verdiğim ödevi hatırlatacak?"

Bir kaç kişi parmaklarını kaldırdığında gözlerim üzenlerin de gezinmeye başladı ve en son Mehmet'te durdum. "Evet, Mehmet. Seni dinliyoruz?"

"Yazmaya geçenler için yazı çalışmaları yapmalarını istemiştiniz," dedi Mehmet hızla. "Okumaya geçenler için ise bir kitap getirmelerini istediniz."

"Herkes getirdi mi peki kitaplarını?" Leyla masum bakışlarla yerinde kıpırdandığında onun getirmediğini anlamıştım. "Sen de getiren bir arkadaşının yanına geçebilirsin Leyla'cığım."

"Benim yanıma gelebilirsin," diye atıldı anında Mehmet. Leyla çekingen bir ifade ile Mehmet'e baktığında, Mehmet sırada yer açmış ve çıkarıldığı kitabı sıranın ortasına itmişti. Leyla izin vermemi bekleyen bir ifade ile bana bakınca başımı sallayarak onayladım. Yerinden kalkıp Mehmet'in yanın gidip oturdu.

"İlk dersimiz kitap okuma, bende yazı çalışmalarına bakacağım."

Kitabı olanlar getirdiği kitapları okurken yazı çalışması yapan öğrenciler için tek tek ödevlerini kontrol ettim. İlk kez bunu yapan bir kaç kişi öyle heyecanlıydı ki defterini incelerken ellerini çenesinin altına yerleştirmiş ve ilgiyle ne söyleyeceğimi beklemişti. Tabii ki onları incitecek bir şey söylememiştim. Heveslerini kırmak istemiyordum.

"Hepinize kocaman bir aferin," dedim coşkuyla tahtanın önüne geçerek. "Hepiniz büyük işler çıkarmışsınız. Eminim daha da güzel şeyler yapacaksınız." Hepsi yaptıkları ödevin hakkını almaları sevinci ile yan sırasındaki arkadaşları ile konuşmaya başladı. "Kitap okuyan arkadaşlarımızı rahatsız etmeyelim," diye uyardım yerime geçip otururken.

Gözlerim sıralarda gezinirken, Mehmet ve Leyla'nın oturduğu sırada duraksadı. Mehmet, Leyla okudukça sayfayı değiştiriyordu ama Leyla'yı izliyordu. Leyla ise ona bakan Mehmet'ten habersiz, sessizce çevrilen sayfaları okuyordu.

Mehmet, Leyla ile arkadaş olmaya çalışıyordu. Leyla ise Mehmet'in ona baktığını biliyordu ama bilmesini istemiyordu.

•••

Bütün dersler akıcı ve verimli bir şekilde sona erdiğinde çocuklar eşyalarını çantalarına yerleştiriyorlardı. Kırmızı kapaklı defterimi çantama koyup onları izledim. Leyla İlk dersin sonunda tekrar eski yerine geçmişti, Mehmet ise ara sıra kaçamak bakışlarla ona bakıyordu. Teneffüslerde onun sırasına gidip bir şeyler konuşuyorlardı ama Leyla konuşmayı kısa keserek benim yanıma geliyordu.

Benimle de pek konuştuğu söylenemezdi aslında, önümdeki sıraya geçip oturuyor ve teneffüs bitene kadar yerinden kalkmıyordu.

Çıkış zili çaldığında ilk benim çıkmamı beklediler. "Siz çıkabilirsiniz çocuklar," dedim gülümseyerek.

Tek tek sınıftan çıkmaya başladıklarında tırnaklarım masanın kenarında ritim tutmaya başladı. Gözlerim en sondaki köşe sıraya daldığında bir zamanlar tek başıma o arka sırada oturduğum günler hatırama düşerken yaşadıklarım gözümün önüne geldi.

Hiç bir zaman adımın hakkını vermemiştim. Kimse beni parmakla göstermezdi. Ben hep o arka sırada oturan, bütün sınıf tarafından dışlanan o kızdım. Babam annemi kaybettikten sonra hemen toparlanamamıştı, kendisini toparlayamadığı gibi beni de darmadağın etmişti.

Belki de acısı yüzünden bana daha sıkı sarılsaydı kollarının arasından kayıp gitmezdim.

Ben sarılmak ne bilmezdim. Babam sadece beni ağladığım zaman sarmalardı. O kadar şeyi yaşadıktan sonra sarılmayacak yaralar vardı ama ben hep, ben bir şey söylemeden beni anlamasını isterdim. Babam ise ona bir şey söylemediğim için hiç bir zaman iyi yada kötü olduğumu sormazdı. Önemsediğim için değil ama babam benim doğum günümü bile hatırlamazdı. Onun için sadece nefes aldığı sürece yaşayan ve koruması gerektiği biriydim. Ben onun için hiç bir zaman annesinden ona bırakılan hatıra değil, annesi tarafından artık olarak bırakılan biriydim.

Birinin bana seslendiğini duyduğumda başımı kapıya doğru çevirdim. Bütün sınıf dışarı çıkmıştı ve haliyle ben çıkmadığım için sınıfa gelen Araz bana sesleniyordu. Yüzüme neden sınıftan çıkmadığımı anlamaya çalışan bir ifade ile bakarken ayaklanarak derin bir nefes alıp çantamı boynuma taktım ve ona doğru adımladım. Kapıdan çıktığımda sessizce benim geçmem için kenara çekildi. Koridorda yan yana yürürken başım öne eğik olduğu için bana bakıp bakmadığını göremiyordum.

Okuldan çıktığımızda çocuklar ve Tim çoktan gitmişlerdi. Cipe bindiğimizde sessizce başımı cama yaslayarak dışarıyı izledim. Yağmur da ıslandığım gün sonrasında hava biraz ısınmıştı ve bu yüzden gökyüzü aydınlıktı. Geçtiğimiz yolda ilk defa fark ettiğim park dikkatimi çektiğinde daha dikkatli baktım. Okula çokta uzak değildi ve salıncak hariç hepsi kırık döküktü. Kaydırak, tahterevalli, dönerek oynanan bir kaç oyuncak daha. Hepsi tozlu ve kırıktı ama salıncaklardan bir tanesi sapasağlam duruyordu.

"Biliyor musun?" diye sordum hiç yoktan konuşarak. Sesim bana ait değil gibiydi. "Ben hiç salıncakta sallanmadım."

Ne tepki verdiğini görmedim ama neden bahsettiğimi anlamadığını biliyordum. Cip çoktan parkın olduğu yerden uzaklaşmıştı zaten.

"Neden?" diye sordu haliyle.

"Küçükken kimse benimle oynamak istemezdi," dedim gülümseyerek. "Bizim okulun yanında bir park vardı. Gerçi hâlâ olduğundan emin değilim. Okula hava saldırısı yapılmıştı. Büyük ihtimalle parka da sıçramıştır. Öğle arası geldiğinde herkes koştur koştur oraya giderdi. Bir gün ne olacak sanki dedim bende peşlerinden gittim. Herkes parka doluşmuştu. Hiç boş oyuncak kalmamıştı. Salıncağa baktığımda uzun bir sıra olduğunu gördüm. Bende sıraya girdim. Sıradakiler beni umursamadı bile. Sıra bana geldiğinde izinde vermediler. Korkak olsam da sinirlenince biraz çirkef oluyorum, kavga çıkardım. Hepsini ittim ve salıncağa ben oturdum. O kadar sevindim ki salıncak benim olunca ama fark edemedim, sınıfta benden neredeyse üç kat büyük bir çocuk vardı. Benden sonra o varmış sırada, salıncağa bindiğimi görünce öyle bir ittirdi ki salıncağı, demirleri tutmadığım için yere yüz üstü düşmüştüm."

"Hatta alnımda izi bile var," dedim ona dönerken. Kaşımın üstünü kapatan kâküllerimi kenara çekerek yaranın olduğu yeri gösterirken ona dönene kadar gerilen yüz hatlarını fark etmemiştim. Gözleri bir ok gibi gözlerime saplandığında neden öyle baktığını anlamayarak boğazımı temizledim. Alnımda ki yarayı gösteren parmaklarım havada asılı kaldı.

Gözleri kısıldığında cipi yolun kenarında durdurdu. Tek eli direksiyondayken bana doğru yaklaştığında yaramın olduğu yere bakıyordu. Boşta kalan eli havalandığında nasırlı parmak ucu iki santim uzunluğunda ince çizgi gibi görünün yara izimin üstünde dolaştı. Teninden yükselen soğukluk bir anda buza kesmeme sebep olmuştu.

"Çok acıdı mı?" diye sordu yüzünü buruşturarak. Sanki o acıyı kendisi hissetmiş gibiydi.

"Çok değil," dedim kısılan sesimle. Çok daha çok.

"Daha sonra?"

"Sonra babam geldi okula. Yüzüm gözüm kan içinde. Tabii ceza alan yine ben oldum. Neymiş kışkırtmışım. Dokuz yaşında bir çocuktan bahsediyoruz ama onlar sanki bir yetişkinmişim gibi beni suçladılar. O günden sonra hiç binmedim salıncağa. Kimsede sallamadı zaten."

Korkuyordum artık sallanmaktan. Ne zaman bir salıncak görsem düşeceğimi sanırdım. Eli yara izinin üzerinden uzaklaştığında geri çekildi. Gözlerinde her konuşmamızdan sonra oluşan bir boşluk vardı. O boşluğa her baktığımda kendimle tanışıyordum.

Ben insanlar için kocaman bir boşluktan ibarettim. Sanırım öyle olmaya da devam edecektim.

"Baban ne yaptı?" diye sordu. Ses tonunu ne kadar düz tutmaya çalışırsa çalışsın bakışları ele veriyordu sinirlendiğini. "Karşı çıkmadı mı seni suçlamalarına?"

"Babam mı?" diye sordum gözüm ön camdan dışarıya çevrilirken. "Onları haklı buldu. Hatta özür dileyip affedilmem için beni zorladı. Onun gözünde de hatalı bendim yani."

"Baha?" dedi nefesi göğsüne sıkışmış gibi. "Bu kadar şeyi neden tek başına yaşamana izin verdiler?"

"İzin vermek mi? Kimse benden izin almadı ki."

Gözleri gözlerim de yönünü kaybetmiş bir pusula gibiydi. Pusula yönünü kaybeder mi diye sormayın. Pusula bile bulamaya bilirdi bazen yönünü. Ve onun gözleri, pusulası, yönünü kaybetmişti.

Kaybettiği yönde ben vardım.

O yönünü benim yanımdayken kaybediyordu.

Arabayı tekrar çalıştırdığında yolun devamını hiç konuşmadan geçirdik. O bilmiyordu ama benim beynim hiç susmuyordu; uyurken bile. Nefes alış veriş seslerimiz arabada iki canlı olduğunun tek kanıtıydı. Dönüp birbirimize bakmıyorduk bile.

Cip sonunda çitle çevrili evin önünde durduğunda elim kapının koluna uzandı. "Baha," dedi, Araz. Dönüp ona baktım. Toprak gözleri cehennemden daha sıcak bakıyordu gözlerime. "Artık yalnız değilsin."

Bu benim için, ben hep buradayım demekti. Bu, ben hep yanında olacağım demekti.

Söz mü, Araz, diye fısıldadı zihnim.

"Söz," dedi sanki zihnimdeki soruyu duymuş gibi. "Araz sözü."

Konudan alakasız, "Eğer işin yoksa kahve içelim mi?" diye sordum. Konuyu kapatmak istediğimi anlayarak başını salladı. Teklifim hoşuna gitmişti. Dudağının kenarı usulca yukarı doğru kıvrıldı. "İçelim," dedi gülümseyerek. "Ama önce bir kaç işim var. Onları halletmem lazım. Haber veririm ben sana geleceğim zaman. Ararım."

"Tamam o zaman, sonra görüşürüz," dedim kapıyı açıp aşağıya inerken. Kapatmadan ona doğru döndüm. "Allah'a emanet ol."

"Sende," dedi ama gözleri kısa bir an boynuma takıldı.

Bahçeden içeri girene kadar, kiraz ağacının önünden geçene kadar hatta verandanın basamaklarını tırmanana kadar gitmedi. Çantamın içinden çıkardığım anahtarı yuvasına yerleştirip çevirdiğimde omzumun üstünden ona döndüm. Camın arkasından beni izlerken göz göze geldik. Göz kırparak uzaklaştı evin önünden.

Ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdiğimde çantamı çıkarıp koltuğun üzerine attım. Kollarımı esnetip içeri adımlarken sehpanın üzerinde duran kitaba kaydı gözlerim. Ölü Kentin Morg Alfabesi. Sanırım bu kitap burada olduğum an boyu en iyi dostum olacaktı. Üzerimdeki ağırlıktan kurtulmak için duş almaya karar verdiğimde, odama girip giyinmek için siyah bir kazak ve gri bir eşofman altı çıkardım. Banyoya girip suyu normalinden biraz daha sıcağa ayarladığımda bedenim de ufak kızarıklar oluşana kadar güzelce yıkandım ve iki kez köpürttüm saçlarımı. Durulandıktan sonra musluğu kapatarak havluya sarıldım.

Odama girip üzerimi giyindikten sonra küçük bir havlu ile saçlarımı kurulayarak mutfağa girdiğimde su karnımı acıktırmıştı. Ekmek arası peynir domates yapıp güzelce doyurdum karnımı. Büyük bir bardak suyu kafama diklediğim de nefessiz kalana kadar kana kana içtim.

Sıcak sudan yumuşayan bedenimi salonda ki koltuğa attığımda çantamın içindeki telefonumu çıkarıp mesaj sayfasından adını buldum. Parmaklarım heyecanla dolaştı klavyenin üzerinde. Kısa bir an silmeyi düşündüm ama sonra vazgeçtim. Sonuçta kötü bir şey yapmıyordum. Gönder tuşuna bastım.

Baha Sungur:

Gelirken ilk yardım çantasını da getir. Yarana pansuman yapalım.

Telefonu indirip karnımın üzerine koydum. Üç dakikayı geçmeden bildirim sesi gelince kaldırıp ne olduğuna baktım. Cevap yazmıştı.

Komutan Bey:

Emriniz olur küçük hanım. Gelirken istediğiniz -ilk yardım çantası dışında- başka bir şey var mıydı acaba?

Baha Sungur:

Hayır.

Komutan Bey:

İyi. İki üç saate oradayım.

Telefonu kapatıp tekrar karnımın üzerine bıraktığımda gözlerimi huzurla yumdum. Yaşamak gerçekten de böyle mi hissettiriyordu? Nefes almak? Ciğerlerine doldurduğun havayı huzurla vermek?

Kendimi kuş gibi hafif ama dünya kadar da ağır hissediyordum. Başımı yastığa iyice yerleştirerek cenin pozisyonunu aldığımda iki elimi de yanağımın altına yerleştirdim.

Saniyeler dakikaları kovaladı. Gökyüzü laciverte büründüğünde içerisi de karardı. Yattığım yerden doğrularak salonun ışığını açtım. Banyo yaptığım için donduğumu hissetmeye başladığımda odama gidip kalın bir hırka alarak gri hırkamı kollarımdan geçirip içinde kalan saçlarımı dışarıya çıkardım. Dağılan saçlarımı elim ile tarayarak bir hizaya sokmaya çalıştığımda kâküllerim tamamen kurumadığı için kıvrık kıvrık olmuştu.

Odadan çıkıp salona girecekken tekerlek sesleri ile kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açıp dışarıya baktığımda Araz'ın cipi çitlerin arkasındaydı. Farları söndürüp aşağıya indiğinde eve doğru bakınca beni fark etti. Buradan bile gözlerinin içinin parladığını gördüğümde utanarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Büyük adımlarla bahçeden içeriye girdiğinde üzerinde siyah boğazlı bir kazak ve gri bir kot vardı. Saçları gökyüzü lacivertinin altında biraz daha koyu duruyordu. Asi tutamlar yine yerli yerindeydi. İnkar edilemez bir gerçekti ki dağınık saç ona çok yakışıyordu.

"Kapılarda karşılayacağını bilseydim daha erken gelirdim," dedi dalga geçerek.

Verandanın basamaklarını tırmanırken cevap verdim ona. "Arabanın sesini duydum. Kapının önünde beklemiyordum yani."

"Her neyse," dedi geçiştirerek. İçeri girmesi için kenara çekildiğimde eğilerek postallarını çıkardı. Kıyafetlerinin üzerinden ona ait kokusu burnuma dolduğunda içime çekmiştim. Doğrularak içeri girdi. Yanımdan geçip giderken arkasından baktım. Başımı iki yana sallayarak kapıyı kapattığımda bende peşinden ilerledim.

"Pansuman malzemesi getirdin mi?"

Karşı koltuğa geçip oturduğunda sorduğum soru ile yüzünü ekşitti. "Arabada unuttum ben onu, bir dakika bekle."

Yerinden kalkıp evden çıktığında bende kahve suyunu koymak için mutfağa gittim. Cezveye su koyup ocağın üzerine bıraktığımda raftan iki kupa çıkarıp tezgahın üzerine koymuştum ki su ısınana kadar geri geldiğinde tekrar eski yerine oturdu. Kaynayan suyu kupalara döktüğüm toz kahvenin üzerine döktüm. Onun kupasına iki kaşık da şeker eklediğimde karıştırıp salona girdim. Onunkini ona uzattığımda elimden alarak sehpanın üzerine bıraktı kupayı. Bende kendi tarafıma koydum kupamı.

Kenara bıraktığı ilk yardım çantasını elime aldığımda yanına geçip oturmuştum. Bana dönerek bakmaya başladığında, "Açsana kolunu, nasıl yapacağım böyle?" diye sordum.

Elimdeki çantayı yeni fark etmiş gibi geri çekildiğinde elini boğazlı kazağının ensesine dogru attı. "Hey, hey, hey," dedim ellerimi kaldırıp durması için. Elleri kazağının boynunda bana baktı. "Sadece kolunu açman yeterli," dedim düz tutmaya çalıştığım sesimle. "Üzerini neden çıkarıyorsun?"

Kazağının kol kısmı göstererek sırıttı. Fark ettiğim detay ile nefesimi tuttum. Kolları dar olduğu için yukarıya katlanması imkansız duruyordu. Yutkunurken gözlerine tırmandı bakışlarım. "Nasıl giydin sen bunu üzerine?"

Yüzünde muzip bir ifade belirdi. "Bunu çıkarırken göstermemi ister misin?" diye sordu göz kırparak.

Tükürüğüm boğazımda kaldı. Öksürerek gıcıktan kurtulmaya çalışırken bir anda yanağımda toplanan kan yüzümün kızarmasına sebep olmuştu. Tepkime ve kızaran yanaklarıma kısa bir bakış atıp kaldığı yerden devam etti kazağını çıkarmaya. Kasılan bedenim ile elim ayağım bir birine dolandı. Başından çıkardığı kazağı kucağına bıraktığında çıplak karın kaslarına ve omzuna bakamayacağım için sargılı koluna baktım. Sardığım sargı bezine bulaşan kanı görünce hareketlerindeki imalardan kurtularak ilk yardım çantasının içinden ihtiyacım olan şeyleri çıkarıp kenara koydum.

"İlk defa mı üstsüz erkek görüyorsun?"

Sorusuna karşılık ters ters yüzüne baktım. "Oradan bakılınca sürekli çıplak erkek kesiyormuşum gibi mi duruyor?

"Daha çıplak sayılmam ki?" dedi büyük bir alayla.

Dişlerimi sıkarak sert bir hareketle kolundaki bandı çekip çıkardım. Acıyla inlediğinde, "Kıyamam, çok mu acıdı?" diye sordum.

"Ne o?" dedi sırıtarak. "Üfleyecek misin?"

Masum bakışlarının altından beni izlerken az öncekinden daha sert bir hareketle sargısını çıkardığımda dişlerini sıkarak susmak zorunda kaldı. Yaranın üzerini pamukla temizleyip tentürdiyot damlattım. Her hareketimde inip kalkan göğsü görüş açımdayken ondan uzaklaşamamak çok zordu. Sargı bezi ile yarasını sardıktan sonra bant yapıştırdım ucuna açılmaması için. "İşte, bitti."

Çıkardığım eşyaları çantanın içine koyup sehpanın üzerine bıraktım. Ayağa kalkıp eski kanlanmış sargı bezlerini alıp çöpe atmak için mutfağa gittim. Geldiğimde Araz hâlâ üstsüz bir şekilde duruyordu.

"Yardım eder misin?" diye sordu gözleri ile kazağını işaret ederek.

Nefesim hızlanırken bunu ona belli etmemeye çalıştım. Önüne gelip kazağını elime aldığımda boyun kısmını kafasına geçirdim. Kaldırdığı kollarını kazağın içinden çıkardığında boğaz kısmından çıkardığı başını kaldırıp bana baktı. "Sağ ol."

"Önemli değil."

Yerime geçip oturduğumda derin bir nefes aldım. Ona bakmamak için kahve kupasını kavrayıp dudaklarıma yasladığımda eskisi kadar sıcaklığı kalmadığı için bir kaç kez art arda yudumladım. Ona bakmasam da beni izlediğini görebiliyordum.

"Kızardın mı sen sanki biraz?"

Üzerimdeki hırkayı gösterdim. "Hırkam biraz kalın o yüzden."

"Çıkar o zaman."

Kaşlarımı yukarı doğru kaldırdım. "İyi böyle."

"Sen bilirsin." Sehpanın üzerindeki kupayı alarak keyifle yudumladı. Gözleri öylece etrafta gezinirken sehpanın üzerindeki kitabı fark ettiğinde tekrar bana tırmandı. "Bitirdin mi?"

Başımı salladım.

"Beğendin mi?"

Tekrar salladım başımı.

"Konuşmayı unuttun herhalde?"

Bu sefer reddettim.

"Baha?"

Gözlerimi kırpıştırdım.

"Nasıl yapıyorsun bunu?"

"Neyi?" dedim sırıtarak. Yüzünde kocaman bir gülümseme olsa da sorgulayıcı bakıyordu.

"Bu kadar tatlı olmayı, bu kadar güzel olmayı," dedi mest olmuş bir ifadeyle. "Kendinin hiç farkında değilsin ve her hareketin öyle etkileyici ki aynaya hiç bakmadığını düşüneceğim artık."

Yüzümdeki gülümseme yavaşça soldu. Yerine acı bir tebessüm peyda olduğunda ben tam tamına on üç yıldır küstüm aynalara ama onun bunu bilmesine gerek yoktu. Aynalar tek düşmanım değildi sonuçta. Kendimi köşeye sıkışmış gibi hissettiğim bir andaydım. "Bir şey soracağım," dedim üstümdeki bakışlarından kurtulmak adına.

"Sor."

"İki gün önce buraya geldiğinde bir şey söyledin bana. Annenle ilgili." Sustum. Devam et der gibi baksa da yüzüne ciddiyet bulaşmıştı. "Annen hayatta mı?"

Çenesi kasıldı. Kupayı tutan parmakları titrer gibi olduğunda boğazını temizleyerek dik oturdu. "Hayır," dedi soğuk bir sesle. "Öldü." Hiç yaşamamış gibi.

"Anladım. Kardeşin var mı?"

Merakıma kaşlarını çatarak karşılık verdi. "Neden merak ediyorsun hayatımı, Baha?"

"Öylesine," dedim çekingenlikle. "Kusura bakma. Seni sıkmam istememiştim."

"Sıkmadın. Sadece..." Sesi az öncekine nazaran daha ılımlıydı. "Ailem hakkında konuşmayı pek sevmem. Seninle ilgili bir sorun yok yani. Yanlış anlama beni."

"Pekala." Dudaklarımın üzerine fermuar çektim. "Bir daha sormayacağım."

Sonuçta o bir askerdi değil mi? Öyle herkese hayatını ve ailesini anlatamazdı. Konuyu değiştirerek farklı bir konuya geçtiğinde sessizce onu dinledim. Nedense aklım hâlâ az önce ki soruda kalmıştı. Bir kardeşi olup olmadığını merak ediyordum. Bir ablası yada abisi? Bir kız kardeşi varsa ona nasıl davranıyordu? Eminim onu sinir ederdi. Kendi düşünceme gülerek bir yudum aldım kahvemden.

"Bu arada," dedi önemli bir şey söyleyecek gibi. "Haftaya köye gönüllü doktor gelecekmiş. İki gün sonra yola çıkacaklardı sanırım."

"Ne güzel," dedim sevinerek. "İhtiyacınız vardı zaten. Nerede kalacak peki? Ona da bir ev yaptırmışsınızdır herhâlde?" İmalı konuşmama gülerek kahvesinden bir yudum aldı. "Sana bunun cevabını daha önceden verdiğimi düşünüyorum," dedi kupayı dizine yaslarken. "Siz bir istisnasınız, Baha hanım."

"Bu sadece sizin gözünüzden öyle sanırım, Araz bey?" dedim şımarıkça.

İç çekti. "Bir kez benim gözümden görseydin kendini asla bu kadar acımasız olmazdın."

Kalbim söyledikleriyle sıcacık oldu.

Sanki salonda kocaman bir şömine vardı. O yanımdayken dört mevsimi bir kaç dakikada yaşıyordum. Bazen kış olup donduruyor bazen yaz olup eritiyordu. Bazen son bahar oluyor solduruyor bazen bahar oluyor açtırıyordu.

Ama en önemlisi. Onun yanındayken üzerine bir şey almana gerek yoktu. Zaten o toprak bakışlarının altında donmak imkansız bir şey olurdu. 

🔗

MEDİNE USLU

KADER DÜĞÜMÜ

🔗

Düşüncelerinizi ve merak ettiklerinizi buradan sorabilirsiniz 🧚‍♀

İletişim ve sosyal medya hesapları için;

@mail: uslumedine14@gmail.com
Tiktok: m_usluu
Instagram: medine_uusluu
X: M_Uslu04

Sevgilerle,
M.

Continue Reading

You'll Also Like

1.9M 111K 64
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
2.9M 30.1K 7
Not- Bu bir Asker kurgusudur. Sadece ön okuma yayında. "Başında Aşk" serisinin Semih ve Mihrem'in hikayesidir. Dağ Başında Aşk / Kurt ve Gamzeli Nöbe...
1K 112 16
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın Adıyla Hamd, âlemlerin rabbi yüce Allah'a mahsustur. Salat ve selam, hatemül enbiya, son peygamber, Muhammed(s...
1.6M 58.3K 56
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...