KADER DÜĞÜMÜ

By M_Usluu

8.6K 795 452

Bir sevmenin, bir çift zümrüt yeşile bin defa dolacağını bilemezdi insan. Hayatını onu bulmak için adayacağın... More

KADER DÜĞÜMÜ
2.Bölüm: "İstisna"
3.Bölüm: "Ortak Acı"
4.Bölüm: "Sallanmayan Salıncak"
5.Bölüm: "Sarılınca Geçermiş"
6.Bölüm: "Ölümün Pençesinde"
7.Bölüm: "Karanlığa Kapanan Kapı"
8.Bölüm: "Kağıt Kesiği"
9.Bölüm: "Onunla ya da Onsuz"
10.Bölüm: "Elmalı Kurabiye"
11.Bölüm: "İdam İpinden Parmaklar"
12.Bölüm: "Güvenmek Ve Aldanmak"
13.Bölüm: "Sürpriz"
14.Bölüm: "Kar Küresi Mucizesi"
15.Bölüm: "Balığın Gözyaşları"

1.Bölüm: "Yara"

1.3K 90 22
By M_Usluu

KADER DÜĞÜMÜ

🔗

13.08.2023

🔗

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Her bir yorumunuz benim için çok önemli. Hepsini tek tek okuduğumdan ve hepinize ayrı ayrı cevap vereceğimden şüpheniz olmasın...

🔗

Açılmış bir gül kadar bütündür solmuş bir gül.
Dalından başlayan bahçeleri düşündürür.
Soğumuş özlemlerin uzak kutularından
Kucaklar bir kadını, bir anıya öptürür.
Yalnızlığının yorgun ılık uykularından
Alır onu tomurcuk günlerine götürür.

[ÖZDEMİR ASAF]

🎼
Kalben - Yara
Sezen Aksu - Masum Değiliz
Can Ozan - Sar Bu Şehri

Yara kanadı.
İçinden sadece kan akmadı.*

1.Bölüm: "Yara"

🔗

8 Ağustos 2026 - Konya

"Ülkenin durumu içler acısı, her yerde kan, ceset, parça parça uzuv görmekten halk isyanda. Bir çok Türk askerimiz dişe diş, kana kan bir çatışmadalar. Ölen şehitlerimiz için Allah'tan rahmet diliyor, aile ve yakınlarına baş sağlığı gönderiyorum. Düşmanları sınır dışı ettik fakat hâla köşede kuytuda saklanan bir çok hain var. Tek temennimiz onlarında bir an önce bulunup hak ettiği ölümü yaşamaları. Türkiye çok zor bir durumda ve eğer bu savaş durdurulmaz ise Türklerin artık yaşayacak bir ülkesi olmayacak."

Haber spikeri genç adam sustuktan sonra kameraman kan gölüne dönmüş sokakları kadraja aldı. Bir kız çocuğunun yerde boylu boyunca uzanmış bir cesede sarıldığını gördüm. Kaldırım köşesinde oturmuş ve kanlar içinde yatan adamı sarsıyor, ona sesini duyurmaya çalışıyordu. Kameraman görüntüyü yakınlaştırdı, kız çocuğunun tek derdi kanlar içinde yerde yatan adamdı.

"Baba!" dedi kız çocuğu. Bağırıyordu. "Baba lütfen kalk ayağa, annem bizi bekliyor! Baba, baba lütfen bir şey söyle!"

Sonra bir anda helikopter sesi yükseldi alanda, kameraman adam kıza seslenerek geri geri giderken kız çocuğu korkuyla başını kaldırdı, kamera hâla kadrajdaydı ve küçük kızla göz göze geldik. En az yedi yaşındaydı, uzun sarı saçları kabarmış ve kirlenmişti. Üzerinde beyaz bir elbise vardı ama elbisede görünen tek bir beyaz nokta kalmamıştı. Kir pas içindeydi ama o kadar tatlı bir yüzü vardı ki bakmaya doyulmayacak cinstendi. O an sanki saatlerce göz gözeymiş gibi hissettim, gözleri gözlerime uzanmış bir girdap gibiydi ama bu anı bölen şey yukarıdan kızın üzerine doğru bırakılan bombaydı.

Korkuyla ayağa sıçrayarak ağzımı kapattığımda televizyon ekranı karararak kapandı. Sanki hızlı bir koşu bandındaydım da nefes nefese kalmıştım. Çığlığımı bastırmak için dudaklarımın üzerine bastırdığım avcumu kalbime yasladım. Kalbim göğüs kafesimi tırmalıyor, vücuduma kan pompalamaya çalışan zavallı kalbim kendini az önceki gözler gibi çaresiz hissediyordu.

"Ne yaptığını zannediyorsun Baha, işkence mi ediyorsun kendine!"

Babamın yüksek çıkan sesi ile kendime geldiğimde titreyen vücudumu kontrol ederek ona doğru çevirdim. Öfkeli ve heybetli vücudu ile karşı karşıya kaldığımda hızlı bir adımda ona giderek kollarımı boynuna doladım. Sessiz bir cümle vardı bu eylemimde; Geri çekilme, lütfen geri çekilme. Hıçkıra hıçkıra zehrimi akıtırken babam çoktan bir kollunu belime sarmış diğer kolunu da destek olmak için omzuma atmıştı. Bu bir anlık bir korku ile yapılmıştı ama babam ilk kez engel olmamıştı. Ona sarılmama izin vermişti, uzun zaman sonra, ilk kez.

Gözlerimi sımsıkı kapatsam da az önceki kızın gözleri bir türlü gitmiyordu zihnimin içinden. Elektrikleri gitmiş evin birinde, odanın içinde tek başına yanan bir mum gibi cızırdıyordu gözleri zihnimde. Açık pencereden esen rüzgar mumu söndürmek için uğraşıyor, kızın gözleri gölgelenerek dalgalanıyordu. Oysa o kızın gözlerinde kendi gölgelerimden de izler yakalamıştım.

"Baba," dedim kısık bir sesle. "Ne zaman bitecek bu savaş, ne zaman kavuşacak ülkemiz eski gücüne. Git gide sanki her şey daha kötü oluyor, hiç bir haber kanalı gerçeği yansıtmıyor. Anneler ölüyor, babalar ölüyor, çocuklar ölüyor..." Çocuklar ölmesin, onlar daha çok masum. Onların güzel gelecekleri olsun, küçücük yaşta dünyanın bu kadar berbat bir yer olduğunu öğrenmesinler. Ben öğrendim onlar öğrenmesin.

"Şişt," dedi babam beni susturarak, omzuma bir öpücük kondurup geri çekildiğinde ıslık kirpiklerimi kırpıştırarak geri çekildim. İki elini birden omuzlarıma yerleştirerek sıvazladı. Ben buradayım diyerek avutmadı. Ben yanındayım bir şey olmaz demedi. "Her şey yoluna girecek Baha, sen sadece dua et. Dua et ki, Allah askerlerimize dayanma gücü versin. Sen dua et ki, Allah halimize acısın," dedi.

Başımı sallayarak onayladığımda ıslanan yanaklarımı kurulayarak başımı göğsüne yasladı. Bir süre ben sakinleşene kadar o şekilde kaldık, bu süre boyunca gözlerimi kapatmamaya çalıştım. Sonunda sakinleştiğime karar vermiş olacak ki ayrıldık. Erzak yardımı geldiğini için camiye uğrayacağını söylediğinde onunla gitmek istediğimi söylesem de izin vermedi. Hemen gidip geleceğini söyleyerek evden çıktığında arkasından kapıları ve pencereleri kilitlememi tembihledi. Korkudan zaten evde pencere açamadığım için sadece kapıyı kilitledim. Tekrar salona döndüğümde koltuğa yıkılır gibi oturdum ve gözlerimi televizyonun siyah ekranından çekemedim.

Her şey üç yıl önce, seçim sonuçlarının belirlenmesinin ardından başlamıştı. Seçimi kazanan başkana karşı olan dış ülkeler ülkemizi savaş altında bırakmıştı; Türk halkı ile kedinin fare ile oynadığı gibi oynamıştı. İlk başta sonlanır diye beklediğimiz savaş devam etmiş, yüzbinlerce can vermiştik. Bir çok aile gibi askerlerimiz de şehit düşmüştü. İlk yılda hedefleri küçük yerleri tamamen yok etmekti, maalesef bunu başarmışlardı. Artık ülkemizin küçük şehirlerinin çoğu onların elindeydi. İkinci yıl bir çok erzak depolarını patlatmış, bahçelere zehirli ilaçlar sıkıp çiftçinin geçimine engel olmuşlardı. Üçüncü yıl, yani şuan ki amaçları da iletişimi kesmekti. Yavaş yavaş ve kökten bitirmek istiyorlardı Türkleri. Fakat bunu başarmak o kadar da kolay değildi. Evet, belki en gelişmiş ülkelerde ilk sıra değildik ama teknoloji ağımıza o kadar çabuk sızamamışlardı.

Kendilerinden kısaca KAG örgütü diye söz ediyorduk; Kara Azap Gölgeleri. Kendilerine verdikleri ad buydu.

Başkanın nerede olduğu bilinmiyordu ve halk iki tarafa bölünmüştü. Bir taraf kaçırıldığını iddia ederken diğer taraf onun kendini kurtardığını, halkı değersiz görerek yardım etmediğini söylüyordu. Ben ise hepsinden farklı düşünüyordum, başkan bir yerde ve bizi kurtarmaya, halkımızı ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Kaçırılmadığından emin olmamı sağlayan tek şey sanırım hâla yaşıyor oluşumdu çünkü eğer birileri onu kaçırmış veya öldürmüş olsaydı ülkemiz çoktan yerle birdi, tabi şu anki hali de yerle bir saymazsak.

Dış devletlerden askerler yeni yeni gelmeye başlamıştı çünkü saldırıyı yapan hainler yollardan olduğu gibi hava sistemlerini de çökertmişlerdi. Halimize acıyan insanlar canlı yayından bağış yardımı açıyor biraz da olsa yiyecek bir şey elde etmemize yardım ediyorlardı. Yük kamyonları otoban yolunu değil orman yollarını kullanıyordu. Ülkede güvenli yerler olarak metro, cami ve yıkılmak üzere olan enkazı ayakta duran binaları kullanıyorduk. Ve bazen şansı olmayan çocuklar -yetişkinlerde oluyor- kaldığı ortam yüzünden ölüyordu. Şehir artık cesetler yüzünden koku altındaydı. Böyle devam ederse bulaşıcı hastalıklarda yayılacaktı.

Konya da artık bir merkez yoktu. Bir yıl önce hava saldırısı sebebi ile Selçukludan, Meram Kayadibi köyüne taşınmıştık. Bulunduğum ev tek katlı ve camiye yakın olduğu için burayı seçmiştik. Acil bir şey olursa diye karşı köy iki gündür ilaç stokuna başlamıştı. Babam bunu duyar duymaz ihtiyacımız olan bir şeyler almak için gitmişti ama hüsranla geri dönmüştü. Daha kendisi sıraya giremeden çoğu şey alınmış ona ise sadece bir yara bandı kalmıştı.

Yara bandını bana uzattığında sadece gülümsemiştim. Çünkü yara bandının şuan ki yaraları kapatmaya yetmeyeceğini, ondan daha önemli şeylere ihtiyacımız olduğunu bilecek kadar büyümüştüm. Belki yedi yaşıma dönsem o yara bandı için saatlerce sevinebilir, sırf babam benimle ilgilensin diye bir yerlerimi kanatabilirdim ama ben artık yirmi üç yaşındaydım. Babasının onunla ilgilenmesini isteyen o çocuk artık yoktu. O çocuk dönmemek üzere gitmişti.

Yirmi üç yaşında ve mesleğine aşık biriydim. Hem mesleğine hem de çocuklara aşık biri olarak okulu özlemiştim ve Ankara'dan beklediğim mektubun artık elime ulaşmayacağına boyun bükmüştüm. Mektup neredeyse bir haftadır yoldaydı ama ne gelen vardı ne de giden. Tabi babamın bundan haberi yoktu ve kesin dille karşı çıkacağından adım kadar emindim. Her zaman olduğu gibi istediğimi yapmış ve izin alma işini sona bırakmıştım. Belki biraz kızar, bağırırdı ama bana kıyamazdı. Çocuklara olan ilgimi biliyordu ve bu yüzden üzmek isteyeceğini sanmıyordum. Ne saçmalıyorum, bu koca bir saçmalıktı. Babam öğrenince hiç bir şey demeyecekti. Belki de sevinirdi bile.

Okullar neredeyse üç yıldır hiç açılmamıştı, açılsa bile ailelerin çocuklarının son yemek çantalarını hazırlayıp boyunlarına takacağından pekte emin değildim. İki ay önce Ankara'da bir okulun açıldığı duymuş, gönüllü öğretmenlerin çağrıldığının haberini almıştım. İki aydır her şeyi öğrenmiş ve belgelerimi hazırlamış, bir ay önce belgelerimi göndermiş, bir haftadır ise geri dönüş mektubunu bekliyordum. Geleceğine dair pek bir umudum kalmamıştı ama umut umuttu. Çocuklarına umut veren bir öğretmen olarak ilk onlardan vazgeçmek benim için çok zordu. Bir çok öğrencimi kaybetmiştim ama daha fazla olmasına asla izin vermeyecektim.

Tahta kapının hafifçe tıklatılması ile yayıldığım koltukta sıçradığımda bakışlarımı boşluktan ayırdım. Duvardaki saate baktığımda babamın dönmek üzere olduğuna kanaat getirerek ayaklandım. Ev tek katlı, bir salon, iki yatak odası, bir mutfak ve bir lavabodan oluşuyordu. Salon direkt kapıya açıldığı için çok fazla oyalanmadan kapının arkasına geçtim. "Kim o?" dedim kısık bir sesle. Her şeye hazırlıklı olmalı, kendimi korumalıydım. Bir süre kapının ardından ses gelmedi, tam paniklemeye başlamıştım ki Yaman abinin sesini duydum; "Korkma Baha, baban gönderdi. İşi biraz uzayacakmış, git yanında dur korkmasın dedi. Sana bakmak için geldim."

Kilidi indirerek kapıyı hafifçe araladım. Yaman abi imamın oğluydu, imam gibi onun da bir çok kez yardımı dokunmuştu mahalleye. Benden dört yaş büyük olduğu için çekinsem de ondan bir zarar gelmeyeceğine kendimi inandırmaya çalışıyordum. "Babam nerede? İyi değil mi?" Onu görür görmez soruya tuttuğumda dudaklarını birbirine bastırdı. Bunu genellikle ben konuştuğumda gülmemek için yapıyordu. Fazla korkaktım ve babam yine bir yere gittiğinde Yaman abi gelmişti, babamla kendimize oluşturduğumuz şifre gibi kapıyı çalmadığı için kapıyı açmamıştım.

Tabi onu da telaşlandırmıştım ve kapının hazin sonunu hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz. Kırmıştı. Bu yüzden bunu öğrenen Yaman abi de kapıyı babamla bulduğumuz şifre gibi çalıyordu.

Bir uzun, üç kısa.

"Endişelenme bu kadar, yarım saate dönerim dedi. Nereye gittiğini bilmiyorum, müsait miydin?"

Mahcup bir ifadeyle kapıyı geçebileceği kadar açtım. "Kusura bakma, senide sorguya çeker gibi oldu. Geç lütfen."

Yaman abi ayakkabıları ile içeriye girdiğinde bende onu takip ederek kapıyı kapattıktan sonra içeriye girdim. Salondaki üçlü koltuklardan birine oturduğunda bende karşısına oturdum.

Evde ikram edebileceğim bir şey olmadığı için parmaklarımla oynamaya başladığımda gözlerim televizyonun ekranına kaydı. Siyah ekranda yansımama bakarken Yaman abi sessizliği bozarak konuşmayı tercih etti; "Mektup gelmedi mi? Bir hafta oldu yola çıktığı haberini verdiklerinde."

Üzüntüyle bakışlarımı ona çevirdim. Uzun boylu ve yapılı biriydi, siyah gür saçları alnına dökülmüş, her zaman olduğu gibi ona olgun bir hava katmıştı. Saçları gibi siyah gözleri gözlerimdeyken başımı önüme eğdim. "Evet, bir hafta oldu yola çıkalı. Bir umut bekliyorum işte."

"Babana gelince mi söyleyeceksin?"

"Evet, kesin bir sonuç almadan söylemek istemiyorum. Hem biliyorsun, izin vermezdi haber verseydim. Bir kesin sonuç olsun elimde ona göre söyleyeceğim."

"Yine de izin vermeyecek ama, biliyorsun değil mi?"

"Maalesef," diye mırıldandım ve bir kez daha televizyonun siyah ekranına baktım. "Sabah ki haberi izledin mi? Kaldırım kenarındaki ceset, başında ağlayan kız çocuğu... Sonra kızın üstüne düşen bomba..."

Cevap vermediğinde bakışlarım onu buldu, dikkatle yüz ifademi izlediğini gördüğümde tekrar televizyonun ekranına baktım. "Gözleri hâla gözlerimin önünde duruyor sanki, tam gözlerimin içine baktı biliyor musun? Göz göze geldik, yani gözlerini kapatmadan önce... son kez."

"Baha," dedi 'Yapma' der gibi. "Eğer dışarıdaki olanlara üzülerek yaşayacaksak direkt ölelim, kendini kaybetmemeye çalış, kimsenin elinden bir şey gelmiyor. Bari sen kendinde ol, hem kabul mektubu geldiğinde oradaki çocuklara bu halde mi ders anlatacaksın? Onlar ne halde kim bilir, sence onlarla bu şekilde iletişime geçersen umutları ne olacak? Yaşanan şeyler bizden çok onları etkiliyor."

"Düşünüyorum, gerçekten düşünüyorum Yaman abi. Tek bir çıkış yolu arıyorum, karanlıktan aydınlığa geçmek için tek bir çıkış yolu arıyorum. Fakat bazen gerçekten de işte sonumuz böyle olacak diye düşünüyorum, haksız mıyım, her şey ortada."

"Sonumuz nasıl olacaksa olsun savaşarak ölmeye razıyım ben, senin tek amacın çocuklar olsun."

"Öyle zaten," diye mırıldandım kısık bir sesle.

"E, o zaman neden kendine bunu yapıyorsun?"

"Her şey çok üstüme geliyor."

"Bunu da atlatacağız, biliyorsun."

"Umarım."

Yaman abi ile biraz daha dertleştik, o her zaman konuşup derdimi paylaşabileceğim biriydi benim için. Bir yarım saat geçti, babam geldiğinde elleri erzaklar ile doluydu. Yaman abi gitmesi gerektiğini söylediğinde babam biraz daha kalmasını istedi. Onlar salona geçtiklerinde bende erzakları mutfağa taşıyıp yerleştirdim. Peynir, zeytin, kuru bakliyat, un ve biraz da süt. Meyve de vardı ama onların yardımdan gelmediğini biliyordum. Çevremden duyduğum kadarı ile köyün girişinde yaklaşık bir aydır burada kalan bir kadın vardı. Kadın yurt dışından gelmişti ve babamla arasında ne vardı bilmiyordum ama babam sürekli yanına gidip geliyordu. Bunu ona soramazdım çünkü çekiniyordum. Hem sorsam tersleyebilirdi. İki yabancıdan farkımız yoktu. Aynı evin içinde farklı taraflara açılan kapı gibiydik. Uzak ve mesafeli.

Her şeyi yerleştirdikten sonra biraz meyve yıkayıp babamlara servis ettim. Babam ve Yaman abi savaşla ilgili bir şeyler konuşuyorlardı. Konunun beni ne kadar üzdüğünü bildikleri için mi bilinmez ben geldikten sonra konu değişti. Konuşmaları dinlemek aklımı yorduğu için bir süre sonra bende odama çekildim. Saat henüz öğle olmuştu, bu saatlerde genelde kitap okur ve ders çalışırdım. Öğretmenlik dışında ayriyeten kendimi geliştirmek üzere terzilikle uğraşıyordum ama bu pek mümkün değildi şuan. Dikiş makinam eski evimizde kalmıştı. Kumaş bulmakta çölde su aramaya benziyordu.

Kitaplıktan elime gelen ilk kitabı aldım ve yatağımın üzerine uzandım. Bir saat kadar kitap okudum, sıkılınca ders çalışmak için masanın başına geçtim. Not almaktı, tekrar etmekti derken üç saati geride bıraktım. Yaman abi gitmiş miydi bilmiyorum ama kapı sesine hiç dikkat etmemiştim. Dik oturmaktan rahatsız olan belimi esneterek geriye doğru hareketlendiğimde kapı çaldı. Kalbimin atışları değişmeye başladığında derin bir nefes alarak odadan çıktım. O sırada babam çoktan kapıya varmıştı. Salona doğru göz attığımda Yaman abinin gittiğini anladım.

Babam beni görünce tekrar odaya girmemi işaret etti. İsteksizce odaya döndüğümde duyabilmek için kapıyı hafif aralık bıraktım.

"Kim o?" dedi babamın sert sesi.

İlk önce tok bir ses işitti kulaklarım. Telaşsız ve kendinden emin bir duruşu vardı bu sesin.

"Türk Askeri. Önemli bir mektubunuz var bey amca."

Ve günlerdir beklediğim cevap kulaklarıma ulaştığında bedenimin parmak uçlarımda yükseldiğini hissettim. Az önce korkudan atan kalbim şimdi heyecandan atmaya başlamıştı. Sevinçten gözlerim sulandığında elimi kalbime götürdüm, şimdi sakin olması gerekiyordu. Öğrencilerime kavuştuğum da istediği kadar hızlı atma şansını verecektim ona.

Babam kapıyı açtı ve tekrar kapatmasını beklemeden odadan çıktım. Yüzümde engel olamadığım bir tebessümle ona doğru ilerlerken babam bana baktı. Yüzümdeki aptal gülümsemeye bir anlam ifade edememiş olacak ki elindeki zarfı incelemeye başladı. O sırada kapının önündeki yeni fark ettiğim iri asker konuştu.

"Umarım hayırlısı olur efendim, yarın sabah sekiz gibi yolda olacağız."

Konuşan asker ile kısa bir an göz göze geldik.

Bana bakıyordu.

Hemen kaçırdım bakışlarımı. Başına geçirdiği askeri kar maskesinden sadece gözleri görünüyordu. Arkasında ondan daha az rütbeli olan iki asker vardı. Üçünde de asker üniformaları vardı ve zaten heybetli görünen vücutları daha da iri görünüyordu. Öndeki uzun boylu askerin göğsüne takıldı bakışlarım. Büyük harflerle KARAKARTAL yazıyordu. Kısa sürdü bu bakışım. Hemen babama dönmüştüm tekrar ama o askerin bana baktığını hissediyordum. Yutkunarak kaçamak bir bakış attım.

Nefesim kesildi.

Doğruydu. Hâlâ bana bakıyordu.

Yüz ifadesini görmesem de kaşlarını çattığını sezmiştim.

Babam hiç bir şey anlamasa da askerlerle veda edip kapıyı kapattığında kalbim sanki avuçlarının içindeki zarfta atıyordu.

Salona geçtiğimizde babamın zarfı açmasına izin verdim. Kapının önünde öylece onu izlerken babam zarfın yapışkanlı yerini yırttı. İçinden çıkan katlanmış kağıdı açtığında dikkatle tepkilerini izliyordum. Gözleri satırların arasında gezinirken kaşları okuduklarını sorgulayarak çatılmıştı. Nefesimi tutmuş ve bir şey söylemesini beklerken babam uzun bir süre sessizce kağıda bakmaya devam etti.

Sonuç neydi? Kabul edilmiş miydim? Kapıda ki asker ne demişti? Yarın sabah sekiz gibi yolda mı olacaktık? Stresten dudaklarımı kemirmeye başladığımda babam kağıdı oturduğu koltuğun köşesine bıraktı. Sessizce odadan çıkmadan önce söylediği tek şey ise; hayırlı olsun olmuştu.

Üzüntü ile arkasından bakarken ayaklarım benden izinsiz koltuğa yürüdü. Köşesinde açık bir şekilde duran kağıdı parmak uçlarımla kavrayarak okuyabileceğim bir hizaya getirdiğimde satırlar arasında göz gezdirdim.
Uzun zaman sonra gözlerimden dökülen sevinç yaşları ile koltuğa çöktüğümde kağıdı göğsüme bastırdım. Kabul edilmiştim, yarın yola çıkacaktık, çocuklara umut olacak onlar için elimden ne geliyorsa yapacaktım.

Yaklaşık yarım saat salonda öylece sevinçten ağlarken babam odasından hiç çıkmadı. Sevincin yanında kalan küçük bir boşluk babam için üzülürken içten içe beni anlaması için dua ettim. Sıcağı sıcağına üstüne gitmek istemiyordum ama benim de vazgeçemediğim hayallerim vardı. Söz vermiştim anneme, her ne olursa, her ne şartta olursak hayallerimin peşinden gidecek ve onun gibi başarılı bir öğretmen olacaktım.

Akşam olduğunda ve karanlık çöktüğünde salona ve mutfağa mum yaktım. Bu kesimde elektrik geceleri kesiliyordu. Yemek için pilav ve biraz da taze fasulye pişirdim. Babama seslendim ama o aç olmadığını ve gelmeyeceğini söyledi. Sofrada öylece tabaklarla bakışırken benimde iştahım kaçtı. Hiç dokunulmamış tabakları tencereye boşalttıktan sonra etrafı toparlayıp odama çekildim. Kıyafetlerim zaten hazırda bekliyordu ama bir sırt çantası daha hazırlamam gerekiyordu.

İhtiyacım olan şeyleri de hazırladıktan sonra kapının kenarına bıraktım sırt çantamı. Yanıma okumak için yeni başladığım kitabı ve bir ikide merak ettiğim kitapları seçmiştim. İşim bittikten sonra lavaboda kısa bir duş alıp üzerimi değiştirdim. Islak saçlarıma sardığım havlu ile birlikte odadan çıktığımda kapının alacaklı gibi çalınması ile olduğum yerde sıçradım.

Korku ile kapıya bakarken babamın kapısı açıldı ve bana hiç bakmadan, "Odana geç hemen," dedi kızgın bir sesle.

Bu saate hiç kimse birbirine gitmezdi. Yaman abi olduğunu sanmıyordum çünkü o da benim ne kadar çok korktuğumu bilir kapıyı bu kadar gürültülü çalmazdı. Yerimden kımıldamadığımı fark eden babam bir kez daha uyardığında el mecbur odama girdim. Sırtımı kapıya yaslayarak kulağımı dışarıya odakladım. Babam kapıyı açtı ve tanıdık hissettiren bir ses duydum. Bu sefer telaşsız değildi. Sesine hafif bir acele karışmıştı.

"Kusura bakmayın, bu saatte korkutmak istemezdim," dedi o ses. "Karargahtan bildiri geldi, hedefleri yarın çıkacağımız yola pusu kurmak. Bu yüzden bizde geceden çıkmaya karar verdik. Eğer her şey hazırsa beklemeden yola koyulalım."

Bu ses zarfı getirdiğinde konuşan askerin sesine benziyordu ve istemeden de olsa içim biraz rahatlamıştı. Heyecandan uyuyabileceğimi düşünmüyordum bu yüzden zaten sabah gideceğim için hazırdım. Üzerimde yeşil, dirseklerimi geçen bir gömlek, altımda ise beli biraz bol gelen kotum vardı.

Babam askerler ile konuşurken başımdaki havludan kurtulup hâla ıslak olan saçlarımı ensemde toplayıp ördüm. Ucuna taktığım kirazlı tokaya bakarken gülümsememe engel olamadım. Babam almıştı, nasıl aldığı hakkında henüz hiç konuşmamıştık ama onu burada bırakmak istememiştim. Sanırım babamdan bir parça benimle gelsin istiyordum.

Üstüme kalın bir hırka giydikten sonra giysi dolabımın en altındaki küçük oyma sandığı alarak -annemden hatıra kalan iki şeyden bir tanesiydi- sırt çantamın köşesine sıkıştırdım. Kapıyı açarak en ağır valizimi dışarıya sürükledim. Başımı kaldırdığımda ise karanlıkta olsa sabah ki asker ile göz göze geldim. Gözleri bulunduğumuz ortam gibi kapkara ama gökyüzünde parlayan bir yıldız gibiydi. Göğsüm sıkıştı. Anlamsızca bir süre göz göze kaldığımızda boğazını temizleyerek valize indirdi bakışlarını.

"Ben size yardım edeyim."

Ben daha gerek olmadığını söyleyemeden benim sürüklemeye çabaladığım valizi bir eliyle kaldırıp dışarıya bıraktı. Şaşkınca gözlerimi büyüttüğümde bu durumu biraz sorgular gibi oldu. Diğer eşyalarımı da dışarıya çıkardıktan sonra arabaya yerleştirdiler. Araba dediğim şey ise bir Ejder Yalçın'dı. Koskocaman, simsiyah, canavar gibi! Ürkmedim desem yalan olur.

Küçük çantamı boynuma çaprazlama taktıktan sonra ayakkabılarımı giyip dışarı çıktım. Dışarısı serin ve rüzgârlıydı. Karanlık olduğu için pek bir şey görünmüyordu ama tankın içinde bekleyen dört asker olduğunu görebilmiştim. Vedalaşmak için babama doğru döndüğümde ona doğru kararsız bir adım attım. Kapının önünde, hemen benim yanımda duran uzun boylu asker geri çekildi.

"Baba," dedim titrek bir sesle, onunla vedalaşmadan gitmek istemiyordum. "Bir vedamız olmayacak mı?"

Babam önünde olan başını ağır bir hareketle kaldırırken gözlerimin içi yanmaya başladı. Ondan aldığım koyu yeşil gözlerini gözlerime diktiğinde yutkunduğunu boğazının hareket etmesinden anladım. Başını iki yana sallayarak kollarını açtığında beklemeden öne atıldım. Kollarımı beline sardım. Başımı boynuna gömerek derin bir nefes çektiğimde, "Özür dilerim, affet beni baba," diyebildim.

"Şişt," dedi sabah yaptığı gibi, sesinden ağlamamaya çalıştığını anlayabiliyordum. "Git ve umut ol kızım. Git ve bir çok çocuğun umudu ol. Davandan vazgeçme, annene verdiğin sözünü tut."

Daha sıkı sardım kollarımı. "Babacığım," diye fısıldadım minnetle.

Babamdan ayrıldıktan sonra yanaklarından öptüm. Gözlerinin altına toplanan ıslaklığı parmak uçlarımla sildikten sonra bir adım geriye gittim. İlk defa ailemden uzağa gitmiyordum bu yüzden alışık sayılırdım. Beni korkutan şey ben buradan gittikten sonra başına bir şey gelebilecek olma korkusuydu. Arkamı döndüğümde bizi ilgi ile izleyen kapkara gözler kalbimi tekletti. Başımı eğerek selamladığım da oda aynı şekilde karşılık vermişti.

Babama dönerek, "Kızınız vatana emanet bey amca, gözünüz arkada kalmasın," dedi. Sesi bir çelik kadar sertti.

"Allah razı olsun evlat, Allah'ım ayağınıza taş değdirmesin. Güle güle gidin güle güle gelin inşallah."

Babama son bir kez baktıktan sonra Ejder Yalçın'a doğru ilerledim. Nereye oturacağım hakkında en ufak fikrim yoktu. Babamla konuşan uzun boylu asker elini uzatarak önü işaret etti. "Buradan.

Ben ön tarafa geçip otururken asker de sürücü koltuğuna yerleşti. Diğer dört asker arka bölmedeydi. Yola koyulduğumuz da gözümden düşen bir kaç yaşa engel olamadım. Geçmişin izlerini ayak bileklerime prangalayan hayat, nasırlı parmaklarını beynimin içine şiddetli bir ritimle vuruyor, ona yalvaran aciz bedenimi yerlerde sürüklüyordu. Şimdi bu bilinen bir bilinmeze doğru attığım ilk adımımdı. Ve biliyordum, attığım her adım küçük Baha için büyük bir zaferdi. Yolun ilerisine diktim yeşil gözlerimi. Kalbim de taşıdığım tarif edilemez bir acı vardı. Acı yaramı deşiyor, kanayan yara sızlıyordu.

Sızısı geçmeyen yaralar kanardı. Kanayan yara ise hep acıtırdı.

Benim yaram acıydı. Benim varlığım bile yaraydı.

Yara kanadı. İçinden sadece kan akmadı.

Amaçsız bir çaba ile akmaya devam eden yaşlarımı silerken önüme uzatılan beyaz bir mendil ile duraksadım. Uzatan ele baktım. Uzun ve inceydi parmakları. Elinin sırt yüzeyinde yer yer morluklar ve çürükler vardı. Başımı ona doğru kaldırdım. Koyu gözlerinin hedefinde yeşil gözlerim vardı.

"İhtiyacınız var gibi görünüyor," dedi önüne dönerek. Mendili hâlâ benden tarafta tutuyordu.

Mendile uzanarak elinden aldığımda, "Adınızı öğrenmem de her hangi bir sakınca var mı?" diye sordu. Bana bakmıyordu. Ses tonunda binlerce idam sehpası vardı.

"Baha," dedim kısaca. Tanımadığım bir erkekle ilk defa titremeden konuşuyordum. Neydi onun bana zarar vermeyecek olmasını düşündüren, asker olması mı? Kısa bir süre geçti ve bende ona sorarken buldum kendimi. "Sizin?"

Elimde tuttuğum mendili ile bir kez daha sildim gözlerimi. Mendili dizlerimin üstüne bıraktığımda parmak uçlarım ile kenarına işlenmiş kartal motifini okşadım bilinçsizce. Duraksadı biraz. Cevap verdiğinde tekrar ona baktım, bakışları elimde tuttuğum mendilindeydi.

"Yüzbaşı Yavuz... Yavuz Araz Karakartal."

Ve bu ilk konuşmamız oldu, içimden bir ses ise bunun son olmayacağını fısıldadı.

•••

Annem ölmeden önce ona büyük bir söz vermiştim, hayallerimin peşinden koşacak ve onları gerçekleştirmeden asla büyümüş olmayacaktım. Bu anı o kadar silikti ki sadece sesler vardı. Yaşanmamış gibi hatırlanmayan ama varlığını her zaman hissettiren bir anıydı benim için. Kum saati dolduğunda ve annem için artık bir son yazıldığında her şey onun gibi kalbimin derinliklerine gömülmüştü. Onun hakkında çoğu şeyi hatırlamıyordum. Ne severdi bilmiyordum. Beni sevmiş miydi? Beni severken yaptığı ona ait bir şey var mıydı? Benimle ilgilenirken nasıl davranıyordu? Babam ile ilişkileri nasıldı? Babamla her hangi bir konuda tartışsa nasıl davranırdı? En sevdiği yemek neydi? En çok hangi şarkıcıyı severdi? Yapmaktan hoşlandığı bir hobisi var mıydı?

Bunların hiçbirini bilmiyordum çünkü ben annemi kaybettiğimde çok küçüktüm. Onun ölümünü bile kavrayamamıştım daha. Şimdi ise hayallerime gidiyordum, çok sevdiğim çocuklara ufacık bir iyiliğim dokunsun istiyordum. Sözümü tutmuştum. Annem gibi sıkı sıkıya bağlıyım mesleğime.

Saatin kaç olduğu gibi kaç saattir yoldaydık bilmiyordum. Etrafta hiç bir ışık belirtisi yoktu, tankın farları açık değildi ve önümü göremiyordum. Açlık yavaş yavaş varlığını hissettirmeye başlamıştı ve dayanmak çok zordu. Hala bindiğim gibi oturduğum için belim ağrımaya başlamıştı, en ufak bir hareketimle bütün gözler üstümde olacak gibi hissediyordum. Parmak uçlarımla oynamaktan ellerim yorulmuştu. Bakışlarım sürekli etraftaydı. Olası bir tehlike de kendimi nasıl korumam gerektiğini bilmiyordum.

Dışarısı gibi içeride de ışık yoktu. Tek ses ormandan gelen hayvan sesleriydi. Uykusuzluktan gözlerim bir kapanıyor, bir açılıyordu. Yollar engebeli olduğu için tank sallandıkça uykum daha çok artıyordu.

Bir anda durduğumuzda kucağımda olan bakışlarımı göremeyeceğimi bile bile yola diktim. Her hangi bir hareketlilik yoktu. Karanlık ve sisliydi. Yanımda oturan Yüzbaşı'na döndüm. Gözleri ileride bir noktaya takılmış, dikkatlice oraya bakıyordu. Gözlerini kısmıştı, bütün odağı yolun ilerisiydi.

Arkadaki askerlerden biri konuştu. "Bir sorun mu var komutanım?"

Yüzbaşı bakışlarını yoldan çekmeden arkadaki askere ithafen, "On metre ileride ağaç devrilmiş, her hangi bir tuzak tespit edilmedi," dedi.

Sanki Araz bir emir vermiş gibi az önce konuşan asker, "Emredersiniz komutanım," dedi ve bir ses duyduk. Tank hafifçe sallandığında yanımdan geçen bir gölge ile kendimi geri çekerek dudaklarımdan kaçan çığlığa engel olamadım.

"Korkmayın," dedi Yüzbaşı. "Ömer kontrol etmek için indi."

Elim kalbimde Yüzbaşı'na döndüğümde aramızdaki yakınlıktan dolayı sırtımı tekrar koltuğa yasladım. "Kusura bakmayın," dedim boğazımı temizleyerek. "Bir an öyle gölge gibi geçince korktum."

"Korkmanızı gerektirecek her hangi bir durum yok Baha hanım," dedi sakin bir şekilde. "Her duruma karşı güvenliğiniz ilk önceliğimiz, Ankara'ya kadar konaklayarak ilerleyeceğiz."

Bakışlarım önümde soluklandım, resmi konuşmasından rahatsız olmuştum. "Sadece adımı kullanabilirsiniz."

İfadesinde hiç bir hareketlilik olmadı, yüzünde görebildiğim tek yeri gözleriydi. Siyah mı, kahverengi mi karar veremediğim gözleri sadece ileriye bakıyordu.

Bir süre orada bekledikten sonra adının Ömer olduğunu öğrendiğim asker tekrar tankın arkasına yerleşti. Bu sefer daha az korkmuştum. Eğer babam yanımda olsa kesinlikle gülerdi bu halime. Bu kadar korkak olmamı anneme benzetiyordu, annemde gerekli gereksiz her şeye korkarmış. Gözlerimin yanmasını umursamadan başımı cama yaslayarak kapattığımda yerim rahatsız olsa da içerisi yeterince sıcaktı. Dalmam uzun sürmedi, gözlerimi kapattığım gibi kendimi derin bir uykuya bıraktım.

Uykumda bir yatağın kenarında oturuyordum. Yatakta üstü örtülü, uzun kahverengi saçlı bir kadın uyuyordu. Yüzü o kadar güzeldi ki dokunmak istemiştim. Hafif etli yanakları ve çıkık elmacık kemikleri biçimli bir ressamın kaleminden çizilmiş gibi duruyordu. Gözlerini görmesem de kirpikleri gür ve tane tane dizilmişti. Hafif kalın burnu ve ince kiraz rengi dudakları hiç hareketsiz öylece duruyordu. Nefes aldığını anlayamıyordum çünkü bedeni örtünün altında hareketsizdi.

Kapının gıcırdayarak açıldığını hissettiğim de babam içeriye girdi. Gözleri uyuyan kadının üstündeydi. Şuan ki hali daha genç ve dinçti. Yatağa yaklaşarak yanıma oturdu. Bir elini dizime yerleştirdiğinde yeşil gözlerini uyuyan kadına dikmişti.

"Ne kadar güzel değil mi? Aynı senin gibi," dedi. Sesi kendisine ait değil gibiydi. "Ona benzediğini, onun gibi baktığını gördükçe acı veriyorsun bana," dedi bu sefer. Bana dönmüştü. Bana bakıyordu, kızına. Ama sanki bir yabancıydım onun için. "Sen acısın Baha," dedi zehirli bir iğneyi damarımdan verircesine. "Senin varlığın acı. Nefes alman bile acı."

Babamın sesi yükseldikçe yatakta ki kadın hareketleniyordu. Ona bir tepki veremiyordum. Sadece bakıyordum. Benim de canımın yandığını, benim de bu durumdan hoşlanmadığımı bilmesini istiyordum ama bu imkansızdı. O beni görmüyordu ki, o beni hiç görmemişti ki.

"Kızım..."

Kadına döndüm. Gözlerini açmıştı. Kadın bunu söyleyene kadar en ufak bir şey hissetmemiştim ama o bunu bana bakarak söylediğinde deprem etkisi yaratmıştı zihnimde. İrkilerek geriye sendeledim. Tanıdık bir koku sardı etrafımı ama ben şok olmuş bir ifade ile yatakta yatan kadına bakıyordum. Bu kadın benim annem miydi? Benim annemin saçları yoktu ki...

"Baba?" dedim Babama dönerek. "Neden annemin saçları var?"

Babamın gözleri kadının gözlerinden bir saniye olsun ayrılmıyordu. "Hala çok güzel saçları," dedi duygusuzca. "Keşke kesmek zorunda olmasaydım."

İçimi huzursuz duygular kapladı. "Neden kesiyoruz saçlarını? Çok uzunlar, kesmeyelim. Hem sen saçlarımı çok seversin, kesmeme izin vermezsin ki. Onun da saçlarını kesmeyelim. Baksana çok güzel saçları var, kesmeyelim."

Sonra bir anda babam ayağa kalktı, ağlamaya başladı. Ne olduğunu anlayamadan anneme döndüğümde artık saçları yoktu. Gözleri kapalı, yüzü solgun görünüyordu. "Anne?" dedim bağırarak. "Anneme ne oldu?" Babama döndüm, deli gibi odanın içinde bir oyana bir bu yana yürüyor ve ağlıyordu. Elinde tuttuğu makası gördüğümde ona gözlerimden alev saçan bakışlar attım. "Sen mi kestin saçlarını?" diye bağırdım öfkeyle. "Nasıl kıyarsın? Nasıl kesersin onun saçlarını?"

Annemin yanına çöktüm, parmaklarını kavradım. Teni buz gibiydi.

"Anne?"

Ses yok.

"Anne'cim..." Artık ağlıyordum.

Koku yok.

"Anne..."

Annem yok.

"Baha hanım?" dedi bir ses.

Aynı anda koluma dokunulduğunu hissettiğimde irkilerek gözlerimi araladım. Yüzbaşı bana doğru dönmüş ve adımı sesleniyordu. Hala koluma dokunan elini gördüğümde korkarak geri çekildim. "Dokunma bana!" Kaşları sorgularcasına çatılırken amaçsız bir çaba ile kendimi geri çekmeye devam ettim. "Çek elini, dokunma bana!"

"Tamam, sakin ol. Çektim elimi dokunmuyorum sana." Elini havaya kaldırarak gösterdiğinde aklıma gelen görüntüler gözlerimin dolmasına yetmişti. Hıçkırarak ağlarken ne kadar güçsüz olduğumu hatırlayıp durdum.

"Anlaşılan mendilimi çok sevdin," dedi yatıştırıcı bir ses tonuyla. "Sorun yok onu sana verebilirim. Ama bunu ağlayarak yapmazsan iyi olur, ağlama lütfen."

Onun bir çocukla konuşur gibi çıkan sözleri beni ağlatmak yerine susturunca başımı belli etmemeye çalışarak ona çevirdim. İlk defa gözleri bendeydi, ne için ağladığımı bilmediği için kaşları çatık, ifadesi biraz kırılmış gibi bakıyordu.

"Sorun ne?" dedi merakla. "Uykunda bir şeyler söylüyordun?"

"Ne söylediğimi duydun mu?" dedim çekinerek.

"Ne söylediğini hatırlıyor musun?" diye sordu gözlerini kısarak.

"Sana sorduğuma göre kesinlikle biliyor olmalıyım zaten!"

Sesimden öfkelendiğimi anlamış olmalıydı ama oda inat etti. "Evet, ne söylediğini bildiğini biliyorum!"

Sinirle kaşlarımı çattım. "Ne söylediğimi bildiğimi bilemezsin!"

Tam bana cevap vermek için ağzını açmıştı ki durdu, ifademe baktı ve bir anda insanların hayranlıkla izleyeceği büyüleyici bir kahkaha attı. Tepkisini ilk kez annesi gören şaşkın bir ördek gibi izlerken o dudaklarını kapatarak bana baktı. "Ne?" dedi dünyanın en normal şeyini yapıyor gibi. "Neden şaşkın ördekler gibi bakıyorsun bana?"

Başımı kendime gelmek için iki yana salladım. "Hiç, yok bir şey."

Direksiyon hakimiyeti oldukça kuvvetliydi, benimle konuşurken bile dikkatli bir şekilde kullanıyordu aracı. Geniş omuzları her hareketinde bana çarpacakmış gibi oluyor, sonrasında bu düşüncemden utanıp başımı eğiyordum. Gerçekten iriydi. Oturduğu yere nasıl sığmıştı hayret ediyordum. Başında kar maskesi olduğu için yüz şeklini veya saçlarını göremiyordum. Sadece elleri açıktı.

"Sabah olmasına bir buçuk saat var," dedi biraz sonra. "Açsan durabiliriz."

Önüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken açlığımı yok saymaya çalıştım. Sadece çalıştım çünkü ben daha cevap veremeden o yüksek bir sesle benim adıma cevap vermiş oldu. Utançtan başımı kaldıramazken onun kinayeli sesi ile yerin dibine girdiğimi hissettim.

"Evet, bence de, çok haklısın. Kesinlikle durmalıyız."

Benimle mi yoksa karnımla mı konuştu bilemem ama cevabını karnım verdi. Evde yemek yemediğim için acıkmıştım ve uzun zamandır boğazımdan bir lokma bir şey geçmemişti. Tekrar aynı sesi çıkardığında ellerimi karnıma bastırarak boğazımı temizledim. "Dursak iyi olur bence, arkadakiler de acıktılar. Sadece benim için durmanıza gerek yok," dedim. Çenemle kendisini işaret ettim. "Hem sende çok acıkmış görünüyorsun."

Lütfen son cümleyi kuramadığını söyle? Lütfen böyle bir aptallık yapmadığını söyle? Ellerim karnımın üzerinde kenetli bir şekilde ona baktığımda onun gözleri baskı uyguladığım karnımdaydı.

Tankı biraz daha ileride durdurduktan sonra pencereyi indirdi, bir kolunu dışarıya çıkararak, "Acıktınız mı beyler?" diye sordu arkaya.

Hepsinden onaylayan cümleler çıkarken tank sallandı ve Araz'ın olduğu tarafta bir asker belirdi. Camdan içeri iki sandviç ve bir şişe su uzattı. Araz askerin elindekileri aldıktan sonra camı tekrar kapattı. Elindekiler ile birlikte bana döndüğünde benim gözlerim sandviçlerdeydi.

"Ben daha çok aç görünüyorum ya, ikisini de ben mi yesem acaba?"

Sorusuyla şaşkınca ona döndüğümde gözlerinde muzip bir parıltı vardı. Yutkunarak cevap verdim. "Tabi, çok açsan yiyebilirsin elbette." Yalan, çok acıktım ve buna izin veremem.

Başını alay edercesine iki yana sallayarak sandviçlerden bir tanesini bana uzattı. "Yalan söylemeyi de hiç beceremiyorsunuz, öğretmen hanım."

Öğretmen hanım.

Anlamsız geçen bir kaç saniye boyunca gözlerine baktım, hava aydınlandıkça rengi belli oluyordu. Uçsuz bucaksız görünen çölleri ayaklarımın altına seren hareleri, kahverenginin en güzel tonuna bürünmüştü. Zorlukla önüme döndüğümde sandviçin paketini açarak bir ısırık aldım. Peynir ve domates vardı içinde.

Yarım saat kadar yemek ve lavabo ihtiyacımızı giderdikten sonra yola koyulduk. Bu sırada diğerlerinin de adlarını öğrenmiştim.

Ömer Bayırlı...

Erinç Demir...

Koray Sancak...

Emin Akkan...

Ve komutanları; Yavuz Araz Karakartal...

•••

Üç Gün Sonra

Geçen üç günün ardından her hangi bir sorun çıkmamıştı. Ara sıra ihtiyaçlarımızı gidermek için durmuş, diğer çocuklarla oldukça iyi anlaşmıştım. Çocuk diyordum ama hepsi benden yaş bakımından da vücut bakımından da büyüktü. Gün boyu insanı eriten hava gece olduğunda buza kesiyordu. Yolculuk oldukça yavaş geçiyordu ve sıkılmaya başlamıştım. Sessiz olmayı severdim ama bu sessizlik aynı koltukta üç gün boyu olunca sıkıyordu.

"Abi bir kerede düzgün yerleştirin şunu gözünüzü seveyim ya!"

Koray'ın sitemlerine karşı Emin, ateş yakmak için yuvarlak oluşturduğu çemberi düzeltmeye çalışınca daha çok bozdu. Koray onu iteleyerek yere eğildiğinde odun parçalarını büyük bir uğraşla tek tek inceleyerek tekrar dizmeye başladı. Düzen hastalığı vardı ve bu Emin'i oldukça zorluyordu.

"Madem sen yapacaktın beni niye yoruyorsun birader?" diye söylendi Emin.

Koray cevap vermese de ters ters bakmakla yetinerek tekrar işine döndü. Ömer de büyük bir keyifle yanımda ki tabureye oturmuş onların bu çatışmasını izliyordu. Araz çevrenin güvenliğine bakmak için ormanda araştırma yapmaya çıkmıştı. Hava yaklaşık iki saattir bulutlu, yağmur yağması olasılıklar dahilindeydi.

Hırkamın kollarını çekiştirerek avucuma topladım, ellerim soğuktan buz kesmişti. Küçük yaştan beri yaz kış fark etmez ellerim ve ayaklarım hiç ısınmazdı. İki gündür aynı kıyafetler üzerimdeydi, gün içinde sıcak olduğu için hırkamı çıkartmak zorunda kalıyordum.

Emin, Ömer'le bir şeyler konuşurken çalılıkların arkasından bir ses geldi. Koray ve Erinç anında silahlarına yönelirken Emin, ne ara yanıma geldi ve kolumdan tutarak tankın içine tıktı anlayamadım. Birde üstüne kilitleyince boş boş dışarıya bakarken buldum kendimi.

Her şey bir anda gelişti, dört asker birden çalılıkların arkasını hedef alırken dehşetle onları izliyordum. O sırada elinde siyah bir kedi yavrusu ile çalılıkların arkasından çıkan Araz belirdi. İlk önce ona silah doğrultmaya cesaret eden dört askere ardından ise cama yapışmış gibi onları izleyen bana baktı. Kahretsindi çünkü yüz ifadesini göremiyordum.

Araz, Erinç'in sadece gözlerine bakarak durduğunda Erinç, tankın kilidini açtı. Kapıyı iterek dışarıya çıktığımda sus pus olan time baktım. Hepsi birden silahlarını bellerine taktılar ve hiç bir şey olmamış gibi kaldıkları yerden devam ettiler. Araz'a baktığımda onun da bana baktığını gördüm. Gözlerini üstüme dikmiş ve dik dik bakıyordu. İstemsizce gözlerimi kaçırırken elinde tuttuğu siyah kedi miyavladı. Kedinin tüyleri gece gibi kapkaraydı, ürkek bakışlarla ona bakan yeşil gözlerime bakıyordu. Bir iki adımda ona yaklaşarak kucağıma almak için kollarımı kaldırdığımda, Araz kucağıma bıraktı kediyi. Siyah tüylerinin arasına daldırdım parmaklarımı. Onun da gözleri yeşildi.

"Anneni mi kaybettin? Ne işin var burada?" diye sordum göz hizama getirerek. Bir kez daha miyavladığında parmaklarım başını okşadı. Gülümsedim. "Üzülme, artık yalnız değilsin." Az önce olanları yok sayarak tekrar tabureye çöktüm. Kedi ise küçük bedenini yumak haline getirerek kucağıma sokuldu. "Aç olmalısın, sana bir şeyler verelim mi?"

Kedi sanki anlamış gibi miyavladığında başımı kaldırıp tanka yaslanmış beni izleyen Araz'a baktım. İfadesi her zamanki gibiydi. Koyu kahve gözlerinde hiç bir duygu belirtisi yoktu, orada sakladığı bir şeylerin olduğunu düşünmek için ise çok erkendi.

Ona bakan bakışlarıma karşılık cevap vermeden tankın arka kapısından içeri girdi. Çok kısa bir süre sonra ise elinde tuttuğu sandviç paketi ile geri çıktı. Bana yaklaşırken paketi açtı ve ekmeğin arasındaki peyniri kedinin ağzına doğru yaklaştırdı. Bunu yapması için eğilmesi gerekiyordu çünkü boyu bir hayli uzundu. Başımı kaldırıp ona baktığımda bir dağın tepesine bakıyor gibi hissediyordum.

İstemsizce yüzünü turladı meraklı gözlerim. Kar maskelerini çıkarmışlardı. Gözleri kahverengiye baskın olsa da ufak bir halka ela ile dalgalanmıştı. Bunu ancak şuan fark etmiştim çünkü bana bakmadığı anlarda ona bakmak daha kolaydı. Kalın diyemeyeceğim burnu ve dolgun dudakları ile keskin yüz hatlarına sahipti. Dudağının sağ üst köşesinde iki, çene hattının üzerinde ise bir tane beni vardı. Sağ kaşının hemen altında, yani göz kapağının kenarında küçük bir çizgi gibi görünen fakat yakından bakıldığında fark edilen bir yarası duruyordu. Ufak bir çizikti ama yüzüne farklı bir ifade katıyordu.

Derin bir nefes alarak kediye eğdim bakışlarımı, Araz'ın ona uzattığı peyniri iştahla yiyordu. "Çok acıkmış," diye mırıldandım pürüzlü bir sesle. "Onu burada mı bırakacağız?"

Diğerlerinin nerede olduğuna dair bir fikrim yoktu, her duraksamamız da ortadan kayboluyorlar, gideceğimiz zaman ise tankın arkasında beliriyorlardı. Yarım saattir bu civardaydık, gitmemiz gerekiyordu. Bana baktığını hissettiğimde kedi de olan bakışlarımı kaldırmadım. Kedi tek başına burada yaşayamazdı, burada yiyecek bir şeyler bulmak oldukça zordu. Onu da yanımda götürebilir miydim? Buna izin verir miydi?

Araz ne düşündüğümü anlamak istiyor gibi bir ifade ile, "Onu da mı yanında götürmek istiyorsun?" diye sordu. Sorusuyla başımı hevesle sallayarak ona baktım. Göz göze gelmemiz çok uzun sürmemişti. Koyu gözlerinin içinde kendi yansımamı görebiliyordum. Aramızda hatırı sayılır bir mesafe olsa da bu kadar yakın olmak midemi alt üst etmeye yetmişti.

Hızlı hareketlerle cevap vermeden ayağa kalkarak uzaklaştım yanından, tavırlarım o kadar pervasızdı ki iki saniye de nefes nefese kalmıştım. Ona bakmadan, "Yanımda kalabilir mi?" diye sordum kısık bir sesle.

Yüz ifadesini görmesem de kısa bir sessizliğin ardından, "İçeri geç," diye buyurdu.

Sanırım bu kedi de bizimle gelebilir demek oluyordu. Kedi ile birlikte tankın ön tarafına oturdum, kapıyı kapattıktan sonra kediyi bacaklarımın üzerine bıraktım. Araca binmek biraz zahmetli oluyordu. Merdivenleri çıkmak bile kendin kendine bir eziyetti. Tüylerini sevdim kedinin. Çok uysal bir kediydi, bu yüzden ister istemez adı zihnimde canlandı. Uysal.

Çok kısa bir süre içinde diğerleri de geldi. Araz direksiyonun başına geçtiğinde Ankara yolculuğumuz tekrar başladı. Bu süre içerisinde babamla bir kez konuşmuştum, telefonları sadece gece yarısında kullanabiliyorduk. Onunla konuşurken ağlamamak için oldukça zorlanmıştım. Şimdi ise saat on ikiye geliyordu. Sürekli konuşamıyorduk çünkü süre sıkıntımız vardı. Her hafta sadece yarım saat konuşma hakkı oluyordu ve ben ise çoktan on dakikasını babamla konuşarak geçirmiştim.

Kedinin tüylerini okşarken başımı cama yaslayarak rahatsız koltuk hissini geri plana atmaya çalıştım. Konuşarak belki daha az sıkıcı geçebilirdi ama Araz'ın bunu istediğini düşünmüyordum. Kısa bir an göz ucuyla ona baktığımda bakışlarının yolda olduğunu gördüm. Benim on saat bakıp da göremeyeceğim her şeyi saniyesinde görüyordu.

Ona göz ucuyla baktığımı gördü ve dudağının kenarı hafifçe titrer gibi oldu. Maskelerini tekrar takmamışlardı. "Bir sorun mu var, Öğretmen hanım?"

Anında gözlerimi kontrol altına aldım. "Hayır, hiçte bile."

"Anladım." Başını salladı. "Bana öyle gelmiş olmalı."

"Evet." Bende salladım başımı. "Kesinlikle size öyle gelmiş olmalı."

Neden bu adamla konuşmak bu kadar zordu? Sanki konuşursam çok büyük bir suç işleyecek gibi hissediyordum. Demirin ucunu kızgın sobanın üzerine tutup ısıtmışlar da, dileme bastırmışlar gibiydi. Onunla konuşmak dilimi yakıyordu. Bu normal miydi? Peki normal olmayan neydi?

Ben düşünceler çukurunun içinde amaçsız bir cevap arayışı ile boğuşurken telefonum çalmaya başladı. Yanımdaki çantamın içinden aldığımda saatin 00.00 olduğunu gördüm. Bilmediğim bir numara arıyordu. Boğazımı temizleyerek telefonu açıp kulağıma yasladım.

"Alo?"

Ufak bir hışırtının ardından, "Baha?" dedi bir ses. Bu Yaman abinin sesiydi.

Şaşkınlığım sesime de yansıdı. "Yaman abi?"

Anlayamadığım bir iç çekişin ardından, "Nasılsın?" diye sordu. "Dün babandan öğrendim, dört gün önce çıkmışsın yola."

"İyiyim, siz nasılsınız?"

Kucağımdaki Uysal huysuzlanınca başını kaldırıp masum bakışlarla bana baktı. Çenesinin altını okşayarak sakinleştirmeye çalıştım.

"Bizde iyiyiz, dün erzak yardımı geldi onları evlere dağıttık."

"İyi, herkese yetti mi?"

"Yetti yetti. Biraz fazla gelmiş onları da karşı köye verdik."

"İyi yapmışsınız."

"Nasıl gidiyor yolculuk, yorucu mu?"

"Biraz... konaklayarak ilerliyoruz."

"Anladım."

Konuşacak bir şey kalmamıştı bu yüzden vedalaşarak kapattık. Yaman abi ile savaşın sonrasında tanışmıştık. Doktor olduğu için işsiz kalmıştı ama yakın bir zamanda askeri birliklere mektup göndermiş, gönüllü olarak çalışabileceğini söylemişti. İyi bir adamdı. Şimdiye kadar bana tek bir yanlış hareketi olmamıştı. Korkmuyor değildim ama bunu belli etmemeye çalışıyordum. Çok yakın değildik ama babam arada sırada bir yere gittiğinde Yaman abi bize oturmaya geliyordu. Panik ataklarım savaştan sonra daha fazla arttığı için beni evde tek bırakamıyordu. Çoğu zaman o salonda oturur bende ders çalışmak için odama geçerdim.

Tankın içi sıcak olmaya başladığında açık olan saçlarımı bileğimdeki toka ile toplamaya çalıştım. Benden izin almadan ona dönen bakışlarım onun da bana dönmesi ile elim saçlarımda kalakaldım. Bu adamda gerçekten de kalbimi tekleten bir şeyler vardı. En olmadık zamanda göz göze geliyorduk ve bunun bana hiç bir yararı olmuyordu. Anında önüme döndüğümde boğazımdan aşağıya ılık bir his yayıldı. Saçlarımı gelişi güzel toplayarak eski halimi aldım. Uysal telefonu kapattıktan hemen sonra yan tarafıma geçip kıvrılmıştı. Cinsini bilmiyordum ama yerini epey beğenmişe benziyordu.

"Daha ne kadar gideceğiz?"

Mızmızlanan çocuklar gibi çıkmıştı sesim. Kısa bir an bana baktığın hissetsem de ona dönme isteğini geri bastırdım. "İki güne orada oluruz. Bir gün tatilin sonrasın da direkt derslere başlarsınız."

Günlerdir aklımda olan soruyu ona sordum. "Peki ben nerede kalacağım?"

Ufak bir gülüş sesini duydum. "Askeriyenin biraz yakınına sizin için konaklayabileceğiniz tek katlı bir ev yapıldı. Lojmanda kalmanız sizin için tehlikeli olabilir, böylesi daha güvenli. Bir ihtiyacınız olursa da bize haber verirsiniz."

Duyduklarım karşısında şaşkına uğrarken ona döndüm. "Benim için ev mi yapıldı dediniz?"

Bana kısa bir bakış atarak önüne döndü. "Yapıldı değil de yaptık desek daha doğru olur. Bizzat tim ile birlikte yaptık. Tasarımı ve kaba inşaatı bize ait."

Sesinde yaptığı şeyden övündüğünü belli eden bir şey yoktu, aksine kendine bunu görev edinmiş gibi cevap vermişti. Boğazımı temizleyerek önüme döndüm. Doğru duymuştum değil mi? Koskoca tim sırf benim için ev yapmışlardı, hem de iki buçuk ayda.

Ufacık bir an gülecek gibi oldum, zihnimde bir ev görüntüsü belirirdi. Sabah uyanıp okula gitmek için uyanıyorum. Hazırlanıp evden çıkıyorum ve okula gidiyorum. Yüzünde tebessümleri eksik olmayan bir sürü çocuk sıralarına oturmuşlar beni bekliyorlar. Beni görünce ayağa kalkıp kısa bir 'Günaydın' senfonisi yapıyoruz. Hepsinin gözlerinde pırıl pırıl parlayan bir ifade var. Bilgi ve öğrenmeye olan meraklarını görebiliyorum.

"Daldın gittin öğretmen?"

Araz'ın sesini duyana kadar güldüğümün farkında değildim. Aklım öyle güzel şeyler ile dolmuştu ki cümlesini algılamam biraz zaman aldı. "Ne dedin?" diye sordum usulca.

Direksiyonu sağa doğru kıvırırken kısa bir bakış attı. "Daldın diyorum."

"Çocukları düşünüyorum," diye cevap verdim. "Umarım onlara yeterince iyi gelebilirim."

Onları mutlu etmek kendi çocukluğumu mutlu etmek gibi bir şeydi. Kendi çocukluğuma dönüp o günleri telafi edemeyebilirdim ama etrafımdaki çocukların da kötü bir çocukluk geçirmesine izin veremezdim. Bu yüzden öğretmen olurken ilk isteğim geleceğinde ben mutsuz bir çocukluk geçirdim, öğretmenim beni sevmezdi, benimle ilgilenmezdi demeyen çocuklar eğitmekti. Hiç bir çocuğun pişmanlığı olmak istemiyordum, benim pişmanlığım zaten bana yetiyordu.
"Çok mu seviyorsunuz çocukları?"

Yüzümdeki tebessüm kayboldu. Midem sanki ağır bir darbe almış gibi kasılırken soğuk soğuk terlediğimi hissettim. Göz kapaklarım ağırlaşırken elimi hızlanan kalbimin üzerine koydum. Hayır, hayır, hayır. Puslu geçmiş başını çıkardı ve ellerini bana doğru uzattı. İşte oradaydı, geçmişin kabusu beni oyuna davet ediyordu. Zihnimde o günlerden kalma bir diyalog belirip kayboldu.

"Çok mu seviyorsunuz çocukları hocam?"

Umut dolu gözler ve parıldayan bakışlar.

"Öğretmenler senin gibi akıllı çocukları her zaman sever, Baha."

Sinsi bir gülüş ve mide bulandırıcı bir dokunuş.

Bende ki değişimi fark eden Araz, "İyi misiniz?" diye sordu.

Midem çalkalanmaya başladı, boğazımdan yukarıya acı bir tat yükseldi. "Durdur şunu!" diye bağırdım korkuyla.

Anında durdurdu tankı, kapıyı açtığım gibi aşağıya indim. Az kalsın düşecektim ama durmadım. Ağzımı elimle kapatarak beni göremeyecekleri kadar uzağa koştum. Bir ağacın dibine vardığımda yediğim iki lokma şeyi de geri çıkartmıştım. Midem hâlâ çalkalanıyordu. Elimi ağaca bastırarak dik durmaya çalıştım. Hiç sırası değildi.

"Neyin var?"

Araz ne ara beni buldu ve yanıma geldi bilmiyorum. Utancımdan küçülmek istedim o an. İğrenç bir durumdaydım, geçmiş yine kafasını çıkarmış arsız bir sırıtma ile beni izliyordu. "Uzak dur." Hiç bir zaman zamanında akmayan göz yaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. Ağlamak istemiyorum ama zordu. Güçlü durmak bana göre değildi. "Git buradan."

Midemde hiç bir şey kalmamasına rağmen hala öğürüyordum. "Sakin ol," diye fısıldadı, sıcaklığını arkamda hissetsem de bana dokunmaya kalkışmadı. Şuan sevinebileceğim tek şey buydu çünkü bir kriz daha geçirmek istemiyordum.

"Lütfen git bur-"

"Ağlama." Önüme uzattığı peçete paketini aldım. Ağzımın kenarını temizlerken, "Su getirmemi ister misin?" diye sordu.

"Lütfen," diye fısıldadım. "Sadece git buradan."

"Gitmeyeceğimi bilmen gerek, sadece kendine gel ve beni bekle. Su getirip geleceğim, ayrılma bir yere," dedi ve gitti. Ağzımdaki pis tadı gidermek için tükürdüm. Hiç hoş bir durumda değildim ve birde yetmezmiş gibi koskoca adama rezil olmuştum.

Sırtımı ağaca yaslayarak nefes almaya çalıştım. Kendimi o kadar kötü hissediyordum ki saatlerce ağlayabilirdim. Sorduğu soru aslında bir insanı bu hale düşürmezdi. Eminim bunu oda biliyordu ve yüzündeki ifadeyi görmüştüm bile. Bir şeyler normal olmadığını anlıyor, anlamıyorsa bile hissediyordu. Panik atak zamanlarında her zaman midem ağzıma geliyordu. Panik atağımı tetikleyen şey ise sorduğu soruydu.

Bazen bu kadar duygusal olduğum için kendimden nefret ediyordum, çoğu insan bunu normal karşılasa da bu benim için bir acizlikti. Duygusallık benim en büyük acizliğimdi.

Başımı kaldırıp dalların arasından belli olan gökyüzüne baktım. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Rüzgardan birbirine sürtünerek ses çıkaran yapraklar ahenk ile dans ediyordu. Yeni bir güne daha girmiştik, hayatımızdan bir gün daha eksilmişti. Geçmişin nefesi ensemdeydi. Hissediyordum.

Geçmişimiz hep bizimleydi, geçse bile...

"Daha iyi misin?"

Araz'ın sesi ile gökyüzünde olan bakışlarımı çekmeden başımı salladım sadece.

"Belli bir hastalığın mı var?"

Tekrar salladım başımı. Derin bir nefes aldı. Kendince tahminini söyledi elindeki su şişesini uzatarak. "Panik atak krizi, bulantı nöbeti."

Şişeyi alarak kapağını açtım. Ben daha anlatmadan bir şeyler bilmesi canımı sıkmıştı. "Konuşmak istemiyorum," dedim sesimi düz tutmaya çalışarak.

Beni duymazdan geldi. "Bunu tetikleyen bir şey olması lazım öyle değil mi? Sana sorduğum sorudan sonra böyle oldun, seni tetikleyen neydi?"

"Kes şunu!" dedim sertçe. Su şişesini kafama dikerek büyük bir yudum aldım. Karşımda ki her ne kadar bir asker olsa da mesafemi korumam gerekiyordu.

"İlaç kullanmıyor musun? Her hangi bir ilaç kullandığını görmedim."

Hâlâ devam ediyor, kendince teoriler de bulunuyordu.

Dayanamayarak sesimi yükselttim. "Sen benim arkadaşım değilsin. Doğru, panik atak krizi geçirdim. Ama senin bunun sebebini bilmene gerek yok. Sadece sana verilen emri yetine getir ve beni Ankara'ya götür. Daha fazlasına karışma!"

Cümleler ağzımdan çıktıktan hemen sonra pişman olmuştum. Kendime gelerek ona döndüğümde karanlıktan ifadesini göremiyordum. "Ar-"

Konuşmama izin vermedi. "Doğru, biz arkadaş değiliz. Öyleyse kendine geldiysen tanka bin. Çünkü biraz daha oyalanırsak görevimi yerine getiremem."

Sesi öyle soğuktu ki bir an titrediğimi hissettim. Cümlesi biter bitmez arkasını döndü ve sert adımlarla ilerlemeye başladı. Öylece arkasından bakakaldım. Ne ara bu hale gelmiştik?

İçime sönük bir hava çektim. Elimde ki su şişesine düştü bakışlarım. Onun şişesiydi. Ben suyumu bitirmiştim ama onun kapağı maviydi. Biz arkadaş değildik. Söylediklerimde ne eksiği nede fazlası vardı. Peki ben niye kendimi yanlış bir şey yapmış gibi hissediyordum.

🔗

MEDİNE USLU

KADER DÜĞÜMÜ

🔗


Herkese kocaman öpücük...

Nasıldı ilk bölüm?

Umarım olay hafiften de olsa kafanızda oluşmuştur.

İlk bölüm geçmiş zamandı ama anladığınız ve benimde belirttiğim üzere şuan 16 yıl sonradan devam ediyor. Hemen yormayın kafalarınızı. Zamanla daha çok oturacak her şey.

Düşüncelerinizi ve merak ettiklerinizi buradan sorabilirsiniz 🧚‍♀

İletişim ve sosyal medya hesapları için;

@mail: uslumedine14@gmail.com
Tiktok: m_usluu
Instagram: medine_uusluu
X: M_Uslu04

Sevgilerle,
M.

Continue Reading

You'll Also Like

1K 112 16
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın Adıyla Hamd, âlemlerin rabbi yüce Allah'a mahsustur. Salat ve selam, hatemül enbiya, son peygamber, Muhammed(s...
85K 4.4K 24
Kaybettiklerine mahkum kılınmışların hikayesi...
803K 55.1K 34
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
16.6K 1.1K 29
"VATAN OĞLU, HEP VATAN KIZINI KORURDU." Yayınlanma tarihi: 23.07.2023 📌Bu kitapta küfür, argo bazı bölümlerde 18+ sahneler içermektedir. Bunları bil...