HALEF

By lemveli

910K 72K 46.2K

Ansızın bir fırtına başladı, tüm gerçekler saklandığı yerden çıkıp onların üzerine devrildi. Hikâyelerinin m... More

HALEF
I - ❝Rüyamdaki Gizemli Adam❞
II - ❝Geçmişin İkinci Kamçısı❞
III - ❝Düğümlenen Zihin❞
IV - ❝Gözlerimdeki Ceset❞
V - ❝Yağmurun Yıkadığı Ruhlar❞
VI - ❝Bataklıkta Açan Çiçek❞
VII - ❝Martıyı Umursayan Okyanus❞
VIII - ❝Rüyalarda Buluşuruz❞
IX - ❝Seni Kaybettim❞
X - ❝Hislerim Sakallarında Saklı❞
XI - ❝Sana... En Çok Sana.❞
XII - ❝Satırlara Hapsolan Karakterler❞
XIII - ❝Yanımda Kal❞
XIV - ❝Güzel Bir Şey❞
XV - ❝Parçalanan Güvenin Acıtan Kırıntıları❞
XVI - ❝Uçuruma Koşmak❞
XVII - ❝Yaşanmaması Gereken Gün❞
XVIII - ❝Adımı Söyle Bana❞
XIX - ❝İliklere Kadar İlk❞
XX - ❝Takvimin Veda Günü❞
XXI - ❝Acıya Mesken Ruh❞
XXII - ❝Güneş Batacak❞
XXIII - ❝Sönmüş Sokak Lambası❞
XIV - ❝Yüreğe Batmış Çiviler❞
XV - ❝Öpülen Avuçlara Düşen Kor❞
HALEF - II - DÜŞÜŞ
I - ❝Boğulmak ya da Ona Tutunmak❞
II - ❝Kuşunun Peşini Bırakmayan Kafes❞
III - ❝On İkiye Kadar❞
IV - ❝Filizlenmeden Tekrar Küllenen Ruh❞
V - ❝Pişmanlıklar ve İhanetler❞
VI - ❝Gemisini Bekleyen Sahil❞
VII - ❝Öfkenin Şefkate Yenilgisi❞
VIII - ❝Bir Yemin, Bir Yeni Sayfa, Tek Hayat❞
IX - ❝Sevdanın Vekâleti❞
X - ❝Takvimin Karanlık Günü❞
XI - ❝Mezarlar ve Doğumlar❞
XII - ❝Acının Tedavisi❞
XIII - ❝Yaralı ve Yâr❞
XV - ❝Düşler ve Düşüşler❞
TEŞEKKÜR & AÇIKLAMA & PLAYLİST
ÖZEL BÖLÜM 1
ÖZEL BÖLÜM 2

XIV - ❝Gerçekler ve Rüyalar❞

2.1K 130 12
By lemveli



"Köprüler yıkılsa da bazı kollar sevdiklerine bir yol bulur, uzanır."

XIV - "Gerçekler ve Rüyalar"

Ertesi sabah hafifçe yağmur çiseliyordu.

Arabadan indiğimde ıslanan botlarımın üzerindeki su damlaları parlıyordu ama buna rağmen acele etmedim. Üzerimdeki kabanın, saçlarımın ıslanmasına izin vererek yavaş adımlarla holdinge doğru yürüdüm. Yağmur damlalarının son durağı olan kıvırcık saçlarım çok az yatıştığında döner kapıdan içeri girmiştim.

Beni gören güvenlik görevlisi, turnikeye kendi kartını okutup geçmem için çekildi. "Hoş geldiniz, Mihrinaz Hanım." Genç güvenlik görevlisine başımla selam verdim. Aylar sonra ilk defa buraya adım atmama şaşırmış olmasını bekledim ama yüzünde hiçbir ifade yoktu.

Büyük holü geçip asansörün karşısında durduğumda, "Size odanıza kadar eşlik etmemi ister misiniz?" diye sormuştu başka bir görevli.

"Turan odasında mı?"

Başını hızla aşağı yukarı salladı. "Bir saat önce geldi."

"Güzel. Sen işine dönebilirsin." Güvenlik görevlisi uzaklaştığında asansör de durmuştu. Benimle beraber birkaç kişi daha asansöre bindiğinde gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum.

"Mihrinaz Hanım?" dedi beyaz gömleğini düzelten esmer kız. Büyük ihtimalle stajyerdi çünkü önlüğünde ismi, çalıştığı konum yazılı değildi. "Sizi gördüğümüze sevindik. İsminizi çok duyduk."

Kızın samimiyetine karşılık vermeye çalıştım. Gözlerimi kısarak içten bir şekilde tebessüm edip, "Teşekkür ederim," dedim. "Stajyer misiniz?"

Hevesle kafasını salladı. "Evet, birkaç hafta oldu başlayalı. Burada olmak bizim için büyük şans."

"Umarım daha iyi yerlere gelirsiniz." Asansör durduğunda benimle vedalaşıp indiler. Tek başıma kaldığımda bedenimi aynaya doğru çevirmiş, kendime bakmıştım. Aynada kendine baktığında gülümsemeyi beceremeyen biri olmuştum her zaman. Gördüğüm insan, asla beni memnun etmezdi.

Elimi yanaklarıma koyarak kendimi daha detaylı inceledim. Değişik görünüyordum sanki. Yanaklarıma bir renk gelmiş, yüzüm canlanmış gibiydi. Kıvırcık saçlarım gür bir şekilde açıktaydı. Buna rağmen yuvarlak ve beyaz yüzüm belirgindi ve saçlarım onun sönük kalmasına izin vermiyordu.

Sabah aldığım duştan sonra Zamir saçlarımı kurutmuş ve beni Arif'le birlikte buraya göndermişti. Kendisinin benimle gelmesini istesem de bunu reddetmişti. Bazı şeyleri yalnız çözmenin bana iyi geleceğini savunuyordu. Haklı olduğunu biliyordum. Her başım sıkıştığında ona koşamazdım. Bu hataya bir kere düşmüştüm ve dedemi kaybettiğimde tüm yüklerin altında ezilen ben olmuştum. Savaşmak, mücadele etmek bir kenara, onun acısını bile zor atlatmıştım. Sahi onun acısını atlatmış sayılıyor muydum?

"O senin karşına çıkmaya korkuyor. Bir kere kır inadını ve ikizinin yanına git. Hayatın sadece benden ibaret olmamalı, Mihrinaz. Senin kardeşin, dostların var. Dedenin kaybı yüzünden çevrene yüz çevirme, kendini onlardan soyutlama."

Sabah saçımı kuruturken kulağıma fısıldadığı cümleler buraya kadar gelmemi sağlamıştı. Asla aklımda olmayan bir şeyi kafama sokmuş ve inadımı kırarak beni kendi elleriyle hazırlamıştı.

Aldığım nefesle beraber göğsüm inip kalkarken asansör yönetici katına ulaşmıştı. Bu katın duvarları siyah renkteydi. Asansörden çıkar çıkmaz büyük Akşahin yazısı ve üzerindeki beyaz şahin logosu göze çarpıyordu. Koridorun ilk odaları asistanlar için ayrılmıştı; kapıları boydan boya camdandı. Fakat dedemin, benim, Turan'ın ve amcamın odası kapalıydı.

Kenarında Turan Demirhan yazılı kapının önüne geldim. Daha önce bu yazı yoktu. Bu, karşılaştığım ilk değişiklikti.

Kapıyı yavaşça tıklattığımda anında kol çevrilmişti. Turan sanki bunu bekliyormuş gibi kapıyı açtığında gözlerim yavaşça aşağıdan yukarıya doğru tırmandı. Siyah takım elbisesi, gümüş rengi saati, beyaz gömleği ve sakallı yüzüne baktım. Kaşlarım anında çatılırken gözlerimi kırpıştırdım ve tekrar ona baktım. Turan sakal mı uzatmıştı? Hayatımda ilk defa onu böyle görüyordum.

"Hoş geldin."

"Sağ ol."

Geri çekilip eliyle içeriyi gösterdiğinde gözleri üzerimden bir saniye bile ayrılmıyordu. Onu en son dedemi gömdüğümüz gün görmüştüm. Daha beni vurma sebebini bilmediğimden dolayı onu kovmuştum ama sonrasında Zamir olanları bana izah etmişti. Yine de içimdeki öfke soğumamıştı çünkü Turan, her ikisinin ölümüne göz yummuştu. Oysa Kemal Demirhan hak ettiği cezayı çekmeliydi.

Diğer yandan ikisi de yaşasaydı bu defa dedem de şüpheli konumuna düşerdi. İstihbarattan gelen takım onların depolardan çıkışını bekliyordu ve hepsini tutuklayacaktı. En ufak ihmali olan kimsenin gözünün yaşına bakmayacaklarını söylemişti Zamir.

Dedem yaşasaydı da dertler bitmeyecekti.

Öldü, yine de bitmedi.

Bitmiyordu. İçimde onu bitiremiyordum. Benden şu an karşımda oturan kardeşimi saklamıştı ama ona kızamıyordum. Bunu hepimizin canını korumak için yaptığına inanmak istiyordum.

Ben iflah olmazdım.

"Bir şey içer misin?" Terleyen avuçlarını dizlerine sürterek omuzlarını bir ileri, bir geri götürmeye başladı. Tedirgin görünüyordu.

"Bir şey içmeye mi geldim sence?"

Âdemelmasını belirginleştirerek yutkundu ve dudaklarını ıslattı. Şakağındaki damarın yılan gibi geçtiğini gördüm. Sanki damarları tenini yırtıp dışarı çıkacakmış gibiydi. "Öğrendiğini tahmin ediyorum."

Kuru sesle, "Neden daha önce söylemedin?" diye sordum. Dedemi gömdüğümüz gün karşıma geçip ikizim olduğunu söyleseydi ne tepki verirdim? Beni vurma sebebini haykırsaydı ona sarılmaz mıydım?

Bal rengi gözleri çekingen tavırla ela gözlerime dokundu. "Zamir'e nasıl olduğunu sorduğumda hep aynı cevabı verdi. Ben de cesaret edemedim."

Zamir'e kızmak istedim ama kızamadım. "Beni vurduğunda ne hissettiğim hakkında bir fikrin var mı? İkimizin de öldürüleceğini sanıyordum ama silahı sen aldın eline."

"Keskin nişancı vardı." Dudaklarını tekrar ıslattı, dirseklerini dizlerine yaslayarak ellerini birbirine kenetledi. Başını eğdiğinde göz temasımızı kesmişti. "Dedem sandığım, soyadını taşıdığım insanın bir yabancı olduğunu öğrendim o gün. Sonra senin kardeşin ve Akşahin olduğumu..." İç çekti. "Ama yemin ederim, eğer kardeşim olduğunu bilmeseydim bile seni yine vururdum. Yaşamayı hak ediyorsun. Bu zamana kadar hiç yaşayamadın ki! Bundan sonrası senin."

Gözlerime sıcak yaşlar dolmaya başladı. "Annemizi ve babamızı gördün mü?"

Başını yukarı aşağı salladı. "Senin aksine meraklı bir insanım. Cezaevine gittim, uzaktan ikisini de gördüm." Bir hıçkırık koptu. Turan... Ağlıyor muydu? "Mihrinaz, babamın bir kopyasıyım! Amcam sandığım, bu zamana kadar herkesten saklanan o adamın kopyalanmış hâli gibiyim! Onu gördüğümde tüm dünya durdu sanki. O kadar berbat bir duyguydu ki..."

Yanaklarım ıslandı. "Annemiz?"

Çatlayan sesle, "Saçları kıvırcık ama seninki kadar gür değil," dedi. "Teni de beyaz ama pek ona benzemiyorsun. Sen ve Ufuk daha çok dedemi andırıyorsunuz."

"Ufuk..." Dudaklarım kıvrıldı. "Senin de kardeşinmiş."

Omuzları sarsıldı, odada tekrar bir hıçkırık yankılandı. "Nasıl bu kadar karanlığa doğabiliriz? Nasıl hem bir enkazın hem de lüksün içinde yaşayabildik? Aklım almıyor artık benim. İnandığım her şey üzerime devrildi, inanmadıklarımın içinde kayboldum."

"Yazgımız böyleymiş," diye mırıldandım. "Uçtuk ve düşüp yere çakıldık. Bu kadar."

Başını kaldırdı, yaşlı gözleri bana dokundu. "Düştük. Bu kadar mı yani?"

"Aynen," diye yanıtladım sorusunu. "Kelimeler, duyguları çoğaltan bir kopya makinesi gibi. Ölümü binlerce kelimeyle tanımlayabilirim ama bu, bana daha çok acı veriyor. O öldü, Turan. O artık yok. Bunu kabullenmem lazım. Yazgının insafsızlığı deyip geçmem, suçu kadere atmam gerekiyor." Duraksadım. "Çabalıyorum. Gerçekten çok çabalıyorum. Mutlu bir ailem olsun istiyorum. Tüm bu karanlıktan sıyrılmak istiyorum."

"Sırf bunun için mi evlendin?" Evlenmemi hâlâ sindirememiş gibiydi.

"Hayır," dedim kesilen nefesim eşliğinde. "Onu seviyorum." Neden kimse onu gerçekten sevdiğime inanmak istemiyordu? Bunu yansıtamayan kişi ben miydim yoksa?

"Zaman işe yaradı mı peki?"

Başımı ağır ağır iki yana salladım. "Ne kadar zaman geçerse geçsin, bazı duygulara gücü yetmiyor. Çünkü bazı hisler kalkandır kalbin karşısında. Kurşunları yer, acıları çeker ama kalbin bazı insanları unutmana izin vermez."

, aldığı nefesi veremediği saniyesi onun katiliydi.

Zaman... Acımasızdı. Takvimin yaprakları değişirken bizden aldığı çok şey vardı.

Zaman... En büyük ve geri dönüşü mümkün olmayan kaybımızdı.

"Mihrinaz... Neyi, nasıl telafi edebiliriz?"

Bir süre ona cevap veremedim. Zihnimin içinde dönen anılarımızın içinde kaybolduğumda gözlerim odanın içinde dolaşmaya başlamıştı. Koyu kahverengi ağırlıklı odada tüm duvarı kaplayan dosya rafı vardı. Tozlardan korumak amacıyla dışarıdan cam kapaklar takılmıştı. Fakat buna rağmen camı lekeliydi ve bunun farkında olması olası değildi. Benim aksime o çok dikkatsiz biriydi.

Kocaman penceresi ve masası vardı. Benim odamın aksine masasında her zaman dosyalar bulunurdu. Dağınık masasının kenarında yarım bıraktığı kahvesi soğumuştu. Çok çalıştığını duymuştum. Demirhanların tüm varlığı ellerinden alınmıştı ve tek gelir kaynakları Turan'ın hisseleriydi. Dedem zamanında Turan'a bu hisseleri vermekle şu anın zeminini hazırlıyordu. Bunu daha şimdi anlayabiliyorduk. Her şeyi önceden tahmin etmiş ve zor durumda kalmamamız için çabalamıştı.

"Kendimi, dedemi, seni çok suçladım. Birileri bizim yüzümüzden ölmüş müdür diye düşünerek geçirdim gecelerimi. Tam bir ay sustuk biz. Bir ayda çok şey olabilirdi."

"Ama olmadı," dedi anında. "Kimsenin burnu bile kanamadı. Çoğunu etkisiz hâle getirdiler. Delilleri toplayana kadar Kemal Demirhan'ı uzaktan takibe aldılar. Ve sonra o gün depoda baskın yaptılar. Hiçbir şey olmadı, Mihrinaz."

Tabii! Dedem ölmüştü. Hiçbir şey olmamıştı!

"İstihbarata yardımcı olmalıydık. Korkak gibi saklamayı tercih ettim. Dedemi ve seni korurken vicdanımı kaybettim."

"Zamir seni incitiyor mu?" diye sordu dan diye. "Bunu yüzüne mi vuruyor? Suçluyor mu? Bak, eğer öyleyse..."

"Ne olur? Boşanıp dede ocağına mı dönerim?" Keyiften yoksun bir şekilde güldüm. "Senin gözünde Zamir nasıl bir adam? Benimle miras için evlenen, şimdi de hatalarımı yüzüme vuran biri mi?"

Gözlerini kıstı. "Evlilik sözleşmesi bile imzalamadın. Dedemin ölümünden sonra sana kalan her şey boşandığınızda ikiye bölünebilir. Eğer mirasta gözü olmasaydı evlilik sözleşmesi teklif ederdi. Neden Cihan meselesi gündeme geldikten sonra evlendi seninle? Ankara'dayken gizlice üstelik! Bir düşün..."

"Cihan'la evlenseydim sözleşme mi gerekecekti? Aynı şeydi. Dedem halefimin Cihan olmasını istedi. Ben de eğer böyle biri olacaksa Zamir olmasını istedim. Kararımı da verdim."

"Evlilik teklifini sen mi ettin? Sürpriz nikâhı sen mi ayarladın? Mihrinaz, Allah aşkına mantıklı düşün."

Ellerimi pes artık dercesine kaldırdım. "Herkesi kendiniz gibi sanıyorsunuz. Birbirimizi seviyoruz, bunu kabul etmek çok mu zor?"

"O adam her şeyi planladı!"

"Evet, planladı! Ama beni korumak için yaptı her şeyi!" Bundan zerre kadar kuşkum yoktu ve asla olmayacaktı.

"Neye inanmak istiyorsan ona inanıyorsun. Gözün sadece onu görüyor. Ya ben? Benim yerim yok mu hayatında artık? Onu kıskanıyorum, Mihrinaz. Çok kıskanıyorum." Dolup taşmış gözlerinden yanağına düşen damlaları izledim. O an ne oldu, bilmiyorum ama ayaklanarak yanına gittim. Yakınına oturduğumda başını tamamen bana çevirdi ve akan yaşlarını gizlemeden, "Sana ihtiyacım var. Kan bağımın olduğu tek yakınım sensin. Dedem mezarda, annemle babam hiç olmadı. Lütfen, benden vazgeçme. İyi bir kuzen olamadım ama söz iyi bir kardeş olmak için çabalayacağım," dedi.

Kısık sesle, "Bir keresinde acımı hissettiğini söylemiştin. Hatırlıyor musun?" diye sordum. Kafasını salladı. "Gerçekten hissetmiş miydin? Hani ikizler hisseder derler ya..." Yeniden kafasını salladığında çenem, dudaklarım titremeye başladı. "O gün sen düştüğünde ben de hissetmiştim. Çok tuhaftı."

"Her şey çok tuhaf," dedi yıkık ses tonuyla.

"Birinin kardeşi olmaya ihtiyacım olduğunu hissettiğimde bana kollarını Baran açtı. Çünkü sen o sırada Zamir'e kafayı takmıştın. Benim de sana ihtiyacım vardı, Turan. Sen yoktun."

"Varım," dedi inandırmak istercesine. "Şimdi varım ve bundan sonra hep olacağım. Yemin ederim, Mersin'e gelip seni aldığımda bile tek maksadım seni koruyabilmekti. Senin zarar görmemen için çırpındım hep."

Gözlerimiz yavaşça birbirine dokunduğunda daha fazla onun bu hâline dayanamadım ve kollarımı açtım. Turan, tereddüt dahi etmeden başını göğsüme yaslayarak bana sıkıca sarıldığında gözlerimden yaşlar düşmeye başlamıştı.

Kalbim şiddetle çarpmaya başladığında kollarımı omuzlarına doladım. Küçülüp başını göğüs kafesime yaslamıştı ve şu an bir çocuktan farksız görünüyordu.

Boğuk sesle, "Bize bir şans ver," dedi. "Biz bunu hak ediyoruz."

"Peki," diyebildim. Peki, kardeşim. Bedenimden titreme dalgası geçtiğinde avuçlarımı omuzlarına sürttüm. Ne hissettiğimi biliyordum ama ne diyeceğimi asla kestiremiyordum. Sanki zihnim ve dilim, aralarındaki bağı koparmış gibiydi. Düşündüğüm hiçbir şeyi kelimelere, cümlelere dökemiyordum.

Şimdi buradaydım. İkizim kollarımdaydı. Dedem, Ufuk, annem, babam... Hepsi onda toplanmış gibi davranabilir miydim? Onu her bastırmak istediğimde, ona her öfkelendiğimde bile sevmeye devam eden biriydim. Kuzenim olmasına rağmen benim için vazgeçilmez ikinci isimdi. Kardeşim olması konumunu yükseltebilir miydi? Bir anda ona olan bakış açımı değiştirebilir miydim?

İçimde kocaman bir yorgunluk vardı. Yorgun olan bedenim değil, ruhumdu. Geçmişim, geleceğim, yaşadığım ve yaşayamadığım her şey ruhumun üzerinden acımasızca geçmiş, onu incitmişti. İncinmiştim. Zamir incidiğim yerlerden öperken, ruhuma dokunurken beni iyileştirmek için çabalıyordu. Peki, Turan? O da kollarında yorgunluğumu dindirebilir miydi?

"Kuzenden daha öte olduğunu söylerdim," diye fısıldadı. "Öyleymişsin."

"Leyla'nın her başını okşadığında onu kıskanırdım. Kimsesizmiş Leyla. Mektupta yazıyordu."

"Mektup... Kasada mıydı?" Başını çekip yüzünü elinin tersiyle sildi ve bana baktı.

"Hayır," diye konuştum. "Dolabının içinde. Oraya bakacağımı biliyordu. Beni bu kadar tanımasına ne demeli?"

"Dedem iyi bir gözlemciydi."

"Evet," diye onayladım. "Öyleydi." Kısa bir an duraksayıp ona baktım. Konuşmamız çok tuhaf gelmişti. Sanki birazdan kapı açılacak ve dedem içeri girip Turan'la beni toplantıya çağıracakmış gibi garip bir hisle dolmuştu içim.

Umut... Ölü bir insanı toprağını sulayarak diriltmek isteyecek kadar imkânsız bir duyguydu.

Kapı çaldığında ikimiz de arkaya döndük. Turan, "Gel," komutunu verdiği an içeri giren asistanı bana bakarak gülümsedi.

"Hoş geldiniz, Mihrinaz Hanım." Elindeki tablete bakarak bakışlarını Turan'a çevirdi. "Turan Bey, toplantınıza on dakika kaldı."

"Tamam. Sen çıkabilirsin. Teşekkürler."

Kapı kapandığında, "Katılmak ister misin?" diye sordu. "Yabancı bir iş adamı bir gemimizi kiralamak istedi. Oldukça yüksek bir fiyat teklif ediyor ama sorun şu ki kontrolümüzü reddediyor. Ben de bir kere başımıza gelen o olaydan sonra ikincisinin olmasına karşıyım."

"Ben toplantıya kalamayacağım ama haklısın. Ömer'den sonra kimseye güvenme, her şeyi didik didik kontrol ettir. Yüksek fiyatın bir önemi yok."

Pantolonumu düzelterek ayağa kalktığımda, "Tamam," dedi. "Peki, artık uğrar mısın holdinge? CEO açığı var. Beraber seçer miyiz?"

"Uğrarım," diye yanıtladım sorusunu. Artık eve tıkılıp kalmak istemiyordum. Her ne kadar anılarla dolu bir yer olsa da buradan kaçamazdım. "CV'leri incelesinler. Sona kalanlarla görüşelim. İnsan Kaynaklarından Yeşim Hanım'a söyle, o çok titiz çalışır."

"Ararım," diye onayladı. "Görüşürüz o zaman."

"Görüşürüz."

Kapıya doğru yürüdüğüm sırada, "Bu arada," diye konuştu ve durmama neden oldu. "Büşra ve bebeği iyi mi?"

Omzumun üzerinden ona baktım. "Hâlâ ondan hoşlandığını mı söylemeye çalışıyorsun?"

"O artık evli ve bunun önemi yok. Sadece iyi olup olmadıklarını merak ettim."

"İyiler ve çok mutlular."

"Sevindim."

Başka hiçbir şey söylemeden kapı kolunu çevirip geniş koridora girdiğimde Meral beni karşılamıştı. "Hoş geldiniz, Mihrinaz Hanım. Toplantıya mı katılacaksınız?"

"Hoş buldum. Hayır. Sen benim yerime katılıp not alırsan sevinirim. Mailleri inceleyip önümüzdeki haftadan itibaren düzenli olarak geleceğim."

"Çok sevindim! Odanızda istediğiniz bir değişiklik var mı?"

"Yok. Sağ ol her şey için."

Asansörün karşısında Meral ile vedalaşıp aşağı indiğimde cebimdeki telefonu çıkarıp Zamir'i aramıştım. Aramayı ilk çalışta cevapladığında, "Efendim?" dedi kalbimi titreten ses tonuyla.

"Çıktım holdingden." Gözlerim etrafta gezindiğinde Arif, beni fark edip arabayı kapının önüne getirmişti. Aşağı inip kapımı açmasına izin vermeden arka koltuğa geçtiğimde, "Arabadayım," dedim. "Sen ne yapıyorsun?"

"Dün fırında küle dönüşen keki yemeye çalışıyorum." Keki dün fırında unutmuştuk. Harika!

"Yuh! Hem Büşra ve Baran kokuyu almamış mı?"

"Demek ki onlar da meşguldü. Bizim gibi..." Onu görmesem bile şu an yüzünde oluşan muzip sırıtışın farkındaydım. Benimle dalga geçiyor hatta bundan zevk alıyordu.

Yanaklarım ısındı. "Zamir!"

Kıkırdadı. "Bir şey demedim."

"Bana yemek yapsana."

"Ne?"

"Yemek," dedim açıklamaya çalışarak. "Karın doyurmak için pişirilip hazırlanan yiyecek."

"Karnın mı aç? Arif'e söyle dursun bir yerde. Döner, dürüm falan ye."

Görmese bile kaşlarımı çattım ve sinirli çıkan sesimle, "Senin bana yemek yapmanı istiyorum," dedim. Her kelimeye ayrıca vurgu yapmış, anlamasını ummuştum. Mutfakla arası pek iyi değildi. Genelde bulaşık makinesiyle uğraşırdı ama yemek yaptığı söylenemezdi. Onunla mutfağa girdiğimizde salata yapar, masayı kurardı. Fakat ocağın önünde durduğunu hiç görmemiştim.

Gülen sesiyle, "Yemek yapabilseydim seninle aynı evde kaldığımız zamanlarda yapardım," dedi.

"Neden?"

"Bana tav olman için tabii ki. Kadınlar yemek yapan erkeklere karşı sempati duyarmış."

Sırıttım. "Ha, o meseleyi unutmadım. Randevuya çıkacaktık. Bakalım, beni tavlayabilecek misin?"

"Arif'in yanında tüm havamı söndürdün, karıcığım. Helal sana. Kapatıyorum ya ben."

"Yemek!"

"Onu da yaparım. Koca değil, köleyim zaten ben. Saçımı süpürge ederim gerekirse!" Kahkaha attığımda telefonu yüzüme kapattı. Dikiz aynasından Arif'le göz göze geldiğimizde gülmemek için kendini sıktığını fark etmiştim.

"Gül," dedim eğlenerek. "Zamir'e söylemem."

"Mihrinaz Hanım, sizden korkulur. Zamir ağabeyi ne hâle getirdiniz!"

Ona göz kırptım. "Senin yok mu hayatında biri?"

"Var," dedi sakince. Bu soruyu sormama şaşırmıştı ama belli etmemeye çalıştı. "Ama daha açılamadım. Yani haberi yok."

"Neyi bekliyorsun? Git açıl kıza. İzin mi lazım? Söylemen yeterli."

Başını iki yana salladı. "Zaten o da çalışıyor. Hafta sonu buluşacağız. İtiraf edeceğim."

Parmağımla ona beğeni işareti yaptım. "Harika. Bana sonra detayları anlatırsın."

"Tamam, Mihrinaz Hanım." Gözlerini aynadan kaçırdı. Utanmıştı sanırım.

Araba kırmızı ışıkta durduğunda gülerek başımı cama çevirdim. Yolun kenarında gül satan bir çocuk dikkatimi çekmişti. Ayağında yazlık, eski bir ayakkabı; üzerinde ince ve kir içinde bir kazak vardı. Gülüşüm yüzümde donduğunda küçük kız elindeki gülleri bir arabaya doğru uzattı ama adam camı açmaya bile tenezzül etmemişti.

Kaşlarım çatıldığı sırada küçük kız içinde olduğum arabaya doğru yaklaştı. Arif anında arkasını dönüp kıza baktığında ben camı indirmiştim. "Abla, gül ister misin?"

"Annen nerede?"

Bu sorum onu memnun etmemişti. "Yok."

"Baban?"

"O da yok."

"Kim çalıştırıyor seni?"

"Söylemem. Almayacaksan oyalama beni."

"Tüm gülleri alırsam benimle gelir misin?" Düşündü. Çok kısa bir süre düşündü, ardından arabanın kapısını açarak yanıma oturdu. Diğer tarafa geçerek ona yer açtığımda huzursuzca kıpırdandığını gördüm. "Yerin rahat değil mi?"

"Kirlenmesin koltuklar."

Arif'le gözlerimiz dikiz aynasında çakıştığında ifadesinin sarsıldığına şahitlik etmiştim. Bakışlarımı tekrar küçük kıza çevirdim. "Boş ver. Kirlensin."

Bu yine de onu rahatlatmamıştı. "Arif, sağ yolda mağazalar var. Orada durur musun?"

"Ne mağazası, abla? Almayacak mısın gülleri?"

"Alacağım," dedim yemyeşil gözlerinin içine bakarak. Bana inanmıyor gibiydi. "Önce sana birkaç hediye vereceğim."

"Hediye mi?" Gözlerindeki gölgeler dağıldı. Şimdi harelerinde, olması gerektiği gibi göz kamaştırıcı bir parlaklık vardı. "Babam mı gönderdi yoksa seni?" Bir şey demek için dudaklarımı araladım ama buna izin vermeden konuşmaya devam etti: "Babam uzaktaymış, bir süre çalışmamı ve Yasin ağabeyin sözünden çıkmamamı istemiş. Seninle hediye mi gönderdi bana?"

"Yasin kim?" Arif'in sert sesini duyduğunda küçük kız bakışlarını ona çevirmişti. Elini dudaklarına götürdü ve kendisini susturdu. Onu çalıştıran kişinin ismini ağzından kaçırmıştı.

"Yasin ağabeyini boş verelim," diyerek Arif'e uyarı niteliğinde bir bakış attım. "Senin adın ne?"

"Tahire."

"Ne güzelmiş ismin," diyerek saçlarını okşamak istedim ama başını hemen geri çekti.

Çekingen tonla, "Saçımda bit var," dedi. "Kimse yaklaşmıyor bana. Sen de çok yakın durma."

Elimdeki kanın çekildiğini hissettim. Arif arabayı durdurana kadar konuşamamış, hiç hareket edememiştim. Camdan dışarıdaki kocaman mağazayı gördüğümde Arif, küçük kızın kapısını açmıştı. "Tahire Hanım, buyurun."

Tahire kıkırdadı. "Hanım mı? Ne kadar da garip."

Arif'i beklemeden kendi kapımı açıp dışarı çıktığımda Tahire'nin yanına vardım. "Haydi, içeri girelim. İstediğin her şey sana hediye olabilir. Tamam mı?"

Başını salladığında kapıdaki görevli beni karşılamıştı. Önce bana, sonra Tahire'ye bakmıştı. "Kız sizinle mi?"

"Benimle."

Hiçbir şey demeden Tahire içeri girerken başımı Arif'e çevirdim. "Zamir'i arar mısın? Polis arkadaşı Doruk belki tanıyordur Yasin adlı kişiyi."

"Tabii," dedi anında. Telefonunu çıkarıp Zamir'i aradığında ben de mağazadan içeri girmiştim.

Görevli, "Efendim, kızın elleri kirli. Kıyafetlere dokunmasa olur mu?" dedi utana sıkıla.

Ela gözlerimi kısıp, "Dokunduğu her şeyi kasaya koy," dedim. Ona da kızmaya hakkım yoktu. Sonuçta sadece bir çalışandı ve kıyafetlerin başına bir şey geldiğinde ilk suçlanan her zaman onlar oluyordu.

Tahire aslında pek bir şeye dokunmuyordu. Kendi yaşına uygun kıyafetleri askılardan alıyor, üzerine tutarak aynadaki görüntüsüne bakıyordu. "Abla, diğer çocuklar için bir şey alırsam babam kızar mı?"

"Kaç çocuk var?"

"Beş," dedi anında. "Üçü erkek."

"Nerede kalıyorsunuz?" diye sordum merakla. Başka bir kıyafet alıp üzerine tutmuş, sanki normal bir sohbet ediyormuşuz gibi davranmaya çalışıyordum.

"Devlet hastanesinin civarında." Tüm dikkati elimdeki pembe kıyafetteydi.

"Anladım," diyerek telefonumu çıkardım ve Arif'e mesaj attım.

Mihrinaz: Devlet Hastanesi civarında kalıyorlarmış. Beş çocuk.

Arif: Doruk Bey buraya geliyor, Mihrinaz Hanım.

Mihrinaz: Kızı nereye götürecek?

Arif: Emniyete. Sizin de ifade vermeniz gerekebilirmiş.

Mihrinaz: Peki, diğer çocuklar?

Arif: Onu da Zamir ağabey halledecekmiş.

Telefonu cebime koyduğumda, "Hangilerini beğendin?" diye sormuştum. Parmağıyla uzaktan askıları gösterdi. Ellerimi birbirine sürttüm. "Denemeye gerek yok. Bence hepsi sana tam olacaktır." Mağazadan kocaman bir bavul almış ve gerekli, gereksiz her şeyle doldurmuştum içini. En sonunda siyah pantolon, kalın beyaz kazak, gri uzun montu kabinde üzerine giymesini istemiştim. Ayağına siyah bot, başına da gri şapka aldığımızda bambaşka biri gibi görünüyordu.

Çürük ve eğri dişlerini çıkararak gülümsedi ve bana doğru geldi. "Abla, nasıl oldu?"

Boğazımın düğümlendiğini hissettim. "Harika." Parmaklarındaki çizikler gözüme takıldığında ne tepki vereceğimi şaşırmıştım. Gül dikenleri ellerini bu hâle getirmiş olmalıydı.

Mağazanın içinde koşturmaya başladığında arkadaşları için de bir şeyler almak istemişti. Ama diğer çocukları da buraya getireceğimi söylediğimde bana inanıp bu düşüncesini bir kenara bıraktı.

"Yenge?"

Tanıdık sese doğru döndüğümde Doruk, polis üniformasıyla bana bakıyordu. "Merhaba. Nasılsın?"

"İyiyim," dedi elindeki telsizi kemerine takarken. "Ekip gönderdim o taraflara. Zamir de gitti. Senin ifadeni almamız gerekecek."

Başımı hızlıca salladım. "Tamam. Çocuklara ne olacak?"

"Önce Emniyet müdürlüğüne götürürüz. Sonra hastaneye. Kontrol edilmeleri lazım. Şiddet gören, organları alınanlar olabilir. O sırada kayıp listesine ekleriz. Eğer kimseleri yoksa yurda yerleştirilirler."

"Yurda teslim edilmeden önce onlara bir şeyler alabilir miyim?"

"Tabii ki," dedi ve elini uzatarak omzumu sıvazladı. "İyi misin sen?"

Göğsüm inip kalktı, bakışlarım bavulunu sağa sola süren Tahire'ye kaydı. "Bu soğukta ayağında yazlık bir ayakkabıyla gül satıyordu."

"Keşke hepsini kurtarmanın bir yolu olsaydı."

"Keşke..."

Tahire'nin aldıklarının ücretini ödediğim sırada, "Polis arabası onu korkutabilir. Sizin arabayla gelsin," demişti Doruk sessizce. Başımla onayladığımda bavulu dışarı çıkarmış, bagaja koyması için Arif'e vermişti.

"Abla, polis sana kızdı mı?"

Tahire'nin ürkek bakışlarına karşılık gülümsedim ve başımı iki yana sallayarak elini tuttum. "Hayır, kızmadı."

Onunla beraber dışarı çıktığımızda Arif çoktan kapımızı açmıştı. "Polisler kötüdür. Çocukları arkadaşlarından ayırır."

"Polisler kötü değildir," diye düzelttim onu. "Çocukların güvenliğini sağlar."

"Ama bir arkadaşımı yurda götürdüler. Bir daha onu göremedik."

Doruk'un içinde olduğu polis arabası önümüzdeydi. On dakikadan uzun bir süre onu takip ettik, en sonunda Emniyetin bahçesinde durduk. Tahire camdan dışarı baktığında gözleri belermiş, bana dönmüştü. "Sen beni nereye getirdin?" Bir anda bağırıp çağırmaya başlamıştı. "Arkadaşlarımı istiyorum ben! Beni geri götür! Polislere verme beni! Ne olur? Bunları geri al ama beni verme onlara."

"Tahire, söz veriyorum, her şey daha güzel olacak. Sokaklarda çalışmak zorunda kalmayacaksın."

"Yalancı!" Bana vurmaya başladığında kıpırdamadan öylece duruyordum. Doruk, kapıyı açarak Tahire'ye uzandı ve onu arabadan çıkardı. "Bırak beni! Geri dönmek istiyorum!"

Çığlıkları tüm bahçeyi inletirken içeriden bir kadın polis gelmiş ve onu sakinleştirmeye çalışmıştı. Pürdikkat giriş kapısına bakarken gözlerimden akmak için bekleyen yaşlar birikmeye başladı. Onu buraya getirmekle hata mı etmiştim? Ama çalıştırılıyordu! En fazla dokuz yaşında bir kız sokakta gül satıyordu. Buna nasıl göz yumabilirdim? Bana kadar insanlar buna nasıl göz yummuştu?

"Yenge?" Doruk'un elini omzumda hissettiğimde irkildim. Başını eğerek bana yatıştırıcı bakışlarıyla baktı. "İfadenizi almaları gerekli ama kendini kötü hissediyorsan yarın gel."

"Yok," diye karşı çıktım. "Sorun değil."

Arif ile beraber içeri girdiğimizde Tahire'nin sesini duymayı bekledim ama yoktu. "Çocuklar için küçük bir oda var. Oraya götürdüler. Merak etme, yenge. En kısa zamanda yurda yerleştirilecek ve ona aldıklarını kullanacak."

Hiçbir şey söylemeden masanın başında duran memurun karşısına geçtim. Arif ise arkamdaki masadaydı. Yarım saatten daha kısa süren bir zamanda ifadelerimiz alınmıştı. İfademin yazıldığı kâğıda imzamı attığım sırada, "Geç lan şerefsiz!" diye bağıran sese doğru döndüm. Zamir ve yanındaki polisler orta yaşlarda bir adamı başka bir polis memuruna teslim etmişti.

Zamir, üzerindeki tozları silkeledikten sonra gözleriyle beni aramaya başladı. En sonunda bakışlarımız buluştuğunda büyük adımlarla gelip yanıma ulaşmış, dizini yere koymadan eğilmişti. "İyi misin?"

"Evet." İç çekerek dudaklarımı ıslattım. "Diğer çocuklar nerede?"

"Sosyal Hizmetler görevlileri onları bir restorana götürdü. Yemek yerken sohbet edecekler, sonra da buraya gelecekler. Belki de aileleri vardır."

"Peki."

Zamir polis memuruna çevirdi başını. "Başka bir şey gerekli mi?"

"Yok, gidebilirsiniz. Yardımlarınız için teşekkür ederiz."

"Çocukların yerini bize söyleyecekler mi?"

Zamir elimi tutarak beni ayağa kaldırdı. "Elbette, öğrenirim. İçini ferah tut." İyileştirici sesiyle az da olsa rahatladığımda birlikte binadan çıktık. Dışarıda Doruk sigara içiyordu. Bizi gördüğünde paketi Zamir'e doğru uzattı. "İster misin?"

"Evde bebek var diye kullanmıyorum uzun zamandır." Doruk anlayışla kafasını salladığında Zamir, elimi bırakmadan diğer elini Doruk'un omzuna koymuştu. "Bugün için sağ ol, kardeşim."

"Vazifem." Doruk sigarayı tekrar dudaklarına götürdü, dumanı başını çevirerek arka tarafa üfledi. "Yengeme iyi bak. Üzüldü bugün. Çocuk da kötü davrandı zaten. Anlamıyor daha hiçbir şeyi."

Zamir'in şaşkın bakışları beni buldu. "Sana kötü mü davrandı?"

"Polisleri sevmiyor, arkadaşlarından ayrılmak istemiyordu. Korktu sadece."

Doruk, "Yenge, sen aldıklarını götürürsün yurda. O istemese bile bir sürü çocuk var orada. Canını sıkma," dedi ve sigarasının izmaritini demir çöp kutusunun içine attı.

Onunla vedalaşıp Zamir'in arabasına doğru yürümeye başladığımızda Arif de çıkmıştı. Zamir ona yalnız dönmesini işaret ettiğinde onaylayarak arabaya geçti. Hâlâ üzerimde var olan gerginlikle ön koltuğa geçtiğimde kemerimi takmaya bile gücüm yoktu. Bunu fark eden Zamir eğilmiş, kemerimi çekiştirerek yerine takmıştı. Fakat kendisi geri çekilmedi. Nefesi yüzümü okşamaya başladığında kara gözleri yüzümde dolaşıyordu.

Ellerimi tekrar avuçlarının arasına aldı. "Sevgilim, yüzünü asma. Çok güzel bir şey yaptın bugün."

Dudak büktüm. "Koltukları kirletmekten korktu, saçına dokunmama izin vermedi. Bitli olduğunu söyledi, Zamir. Binlerce parçaya bölündüğümü hissettim. Onun yaşında tek derdim okuldan alacağım karne ve tatil için gidilecek yere karar vermekti. Dünya hiç adil değil."

"Daha kötü durumda olan çocuklar gördüm, Mihrinaz. Dağılma hemen. Onu kurtarabildin. Önemli olan bu."

"Umut'u görmek istiyorum," dedim bir anda. "Gidelim mi?"

"Gidelim," dedi ve bir elimi tutarak dizinin üzerine getirdi. Bu, yüzümde bir tebessümün peyda olmasına neden olmuştu. "Sana yemek yapacağım."

"Çok açım," diye konuştum. "Makarna yapalım mı?"

"Sen ve makarna?" Genelde yöresel yemekleri sevdiğim için şaşırmış görünüyordu ama canım bazen makarna ya da pizza da çekebiliyordu. "Peynirli yapalım mı? Soğan da ekleriz. Ama doğrama işi sende. Elimi doğramamı istemiyorsan..."

"Beceriksiz," dedim alayla. Oysa neredeyse tüm ev işlerini becerdiğini ikimiz de biliyorduk. "Tamam."

Telefonunu açarak Spotify hesabına girdim ve çalma listesine göz attım. Gözüme çarpan şarkı dudaklarımın kıvrılmasına neden olduğunda çoktan tıklamış, şarkıyı başlatmıştım. Zamir elimi hâlâ dizinin üzerinde tutuyordu. Ara sıra parmağını parmak boğumlarımda gezdiriyor, sonra tekrar kavrıyordu.

Sezen Aksu'nun şarkıya gireceği an bedenimi Zamir'e çevirdim ve şarkıyı yüksek sesle söylemeye başladım: "Bende zincirlere sığmayan o deli sevdalardan, kızgın çöllerde rastlanmayan büyülü rüyalardan, kolay kolay taşınmayan dolu dizgin duygulardan, yalanlardan dolanlardan daha güçlü bir yürek var."

Yüzünde kocaman bir gülüş doğdu. Bu sefer o coşkuyla, "Haydi gel benimle ol! Oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize. Oradaki sevgililer özenip birer birer, gün olur erişirler ikimize," diye söylemeye başlamıştı. Günün tüm kırgınlığını yol boyu şarkı söyleyerek arkamda bıraktığımda yorulup başımı omzuna yaslamıştım.

Hiçbir şey sormadı. Turan'la ne konuştuğumu, yanından nasıl ayrıldığımı sormadı. Belki de görüşmemizin iyi geçtiğini anlamıştı ve ona benim anlatmamı bekliyordu. Zamir'in ne düşündüğünü kestirmek pek de mümkün olmuyordu. O benim içimi, ezbere bildiği Tolstoy kitapları gibi okuyabiliyordu. Gözlerimin içine bakıp ruh hâlimi kolay bir bulmaca gibi çözebiliyordu. Beni en iyi tanıyan kişiye dönüşmüştü artık. Varlığı ruhuma bambaşka bir can katıyordu.

Bazen camdan dışarı bakar, uzun uzun düşünürdüm. Gözlerimden yaşlar düşerdi, üzülürdüm. Sonra bir anda odaya Zamir girerdi. Ona dönene kadar kendimi gülerken bulurdum. Bunun adı neydi? Aşk mı, sevgi mi yoksa sevdanın ta kendisi mi?

Eve vardığımızda aceleyle arabadan inmiştik. Her ikimiz de hem yemek yemek hem de Umut'u sevmek için sabırsızlanıyorduk. Zamir anahtarla kapıyı açtığında koşar adım koridordaki banyoya girip ellerimizi yıkadık ve kabanlarımızı çıkararak salona koştuk. Büşra ve Baran tavla oynuyordu. Umut ve Suzi oyun halısının üzerindeydi. Umut, Suzi'ye doğru emekliyor; Suzi ise ondan kaçıyordu.

Onlara doğru yürüyüp dizlerimin üzerinde oturdum. "Aşklarım? Ne yapıyorsunuz?" Umut bana baktı, sonra hiçbir tepki vermeden Suzi'nin kuyruğuna doğru elini uzattı.

Zamir de gelip oyun halısının kenarında oturduğunda Suzi, Umut'u bırakıp onun dizlerine çıktı, başını karnına sürttü. Zamir anında ona karşılık verdi. Başını okşayarak, "Güzel kızım," dedi. Eğilerek Suzi'yi başından öptü.

Büşra bir anda, "Kazandım!" diye bağırdı. Zıplayarak saçma sapan bir dans sergiledi. Onu hayretle izlediğimizi fark ettiğinde kazağının yakasını düzelterek bakışlarını bizden kaçırdı. Ardından tavlayı kapatarak Baran'a uzattı. "Öğren de gel, aslanım."

"Hayda!"

Zamir başını geriye atarak güldü. "İyi oldu."

Büşra gelip yanımıza oturdu. "Aç mısınız? Size yemek ısıtayım mı?"

Gülerek, "Isıtma," diye cevap verdim. "Zamir bana makarna yapacak."

"Vay," diyerek Zamir'in omzuna vurdu. "Seni resmen ev beyine çevirdi."

Baran, "Önlüğü eksik," diye dalga geçti onunla. "Bana sataşıyordu zamanında."

"Alay etmeyin!" diyerek Umut'u öptüm ve ayaklandım. Zamir'e elimi uzattığımda gözlerini devirerek elimi tutmuştu. Onunla beraber mutfağa geçtiğimizde, "Siz tok musunuz?" diye seslendim.

"Evet. Sadece kendiniz için yapın. Sonuçta birinin sizi hastaneye götürmesi gerekecek."

Zamir, "Çok komik," dedi ve mutfağın kapısını kapattı. Onun bu hâline kıkırdadığımda bu sefer bana dönmüş ve adım atmıştı. "Eğleniyor musun?"

Çenemi kaldırarak, "Çok," dediğimde bana biraz daha yaklaştı. Kalçamı tezgâha yasladığımda tam dibimde durmuş, elini kolumun üzerinde dolaştırmaya başlamıştı.

"Gülüşün çok güzel." Beklenmedik cümlesiyle gözlerim belerdiğinde dudakları kıvrılmıştı. "Mutlu musun? Mutlu olmanı her şeyden çok istiyorum." Eli boynuma ulaştığında birkaç saniye sonra avucunun sıcaklığını yanağımda hissettim.

Yanağımı avucuna gömerek, "Yanımdasın," diye fısıldadım. "Benimlesin. Neden mutlu olmayayım?"

Hafifçe omuz silkti, ardından iç çekti. "Sana yetmemek beni korkutuyor." Kollarımı ona doğru uzatıp sırtında kenetledim, bedenini tamamen kendime yasladım. Bu yeterli bir cevap olmuştu sanırım. Nitekim bu sefer derin bir nefes almış, kollarını boynuma dolamıştı. "İyi ki varsın, keçi."

"Asıl sen iyi ki varsın, deli." Mümkünmüş gibi kollarımı ona daha sıkı doladığımda boynuma doğru güldü. Huylanarak geri çekilmeye çalıştım ama buna izin vermemişti. "Bana sarılarak yemekten sıyrılamazsın."

Muzip tonla, "Başka şeyler yaparak sıyrılabilir miyim?" diye sorduğunda sırtına çimdik atmıştım. "Sadist misin, kızım?" Kollarını çözerek uzaklaştığında kollarımı göğsümde bağladım, kaşlarımı havalandırarak ona tencerelerin olduğu dolabı gösterdim.

O tencere ve tava çıkarırken ben de internetten tariflere bakıyordum. En basit tarifi bulduğumda soğan ve sarımsakları doğramıştım çünkü bu işlemde berbattı ve kendisini kesmesini istemiyordum. Zamir ısınan tavaya yağ eklediğinde soğan ve sarımsakları tavada kavurduk; üzerine salça, çeşitli baharatlar ve krema ekledik. Tahta kaşıkta malzemeleri karıştırırken ben de kaşar peyniri rendelemiştim. En sonunda haşladığımız makarnayı sosun üzerine döküp karıştırırken Zamir de fırını ayarlamıştı. Tüm yemeği fırın kabına aldık ve üzerine hem kaşar hem de cheddar peyniri ekledik. Hatta üstüne Zamir ekmek kırıntıları da eklemiş, bunun çıtırlık vereceğini söylemişti.

Dakikalar sonra hem mutfağı toplamış hem de masayı kurmuştuk. Yaptığımız yemeği ortaya koyarak tabaklara servis ettiğimde kendimi çok mutlu hissediyordum. Onunla mutfağı paylaşmak çok güzel bir duyguydu.

Zamir çatalına aldığı makarnayı ağzına götürdü ve hızlıca çiğnemeye başladı. "Çok iyi ya... Ellerime sağlık!"

Kaşlarımı kaldırdım. "Ellerine?"

"Senin ellerin de benim, güzelim." Kızmama müsaade etmeden elimi yakaladı ve dudaklarına götürdü. Kara harelerinin içine yayılan o anlamlı bakış, kalp ritmimin hızlanmasına, tebessüm etmeme neden olmuştu.

"Şebek."

Gülümsedi. Gülümsedim. Varlığı, bir insanın en umutsuz olduğu anda gökyüzüne bakıp gördüğü parlak yıldızın onu nedensizce mutlu etmesi gibiydi. En karanlık anlarda bile gülümsemek için tutunacak dal, sığınacak sebepti.

Zamir'in varlığı Mihrinaz'ın yaşaması demekti. Zamir'in varlığı Mihrinaz'ın düşmemesi demek değildi. Düşse bile kalkması demekti.

Tüm kederimi yok eden yalnızca elimin üzerindeki eli değildi. O bana dokunduğunda sadece teni tenime değmiyordu. Parmakları ruhumun derinliklerine ulaşıyor, kalbimi okşuyordu sanki.

İmalı bakışlarını yüzümde dolaştırdı. "Ne oldu? Hoşuna mı gitti cevabım?"

"Sen hoşuma gittin, yiğidim," dedim flörtöz tavırla. Saçımı savurarak omzumdan geriye attım ve ona cilveli bakış attım.

Alayla güldü. "Yeniden başlayalım diyorsun?"

"Yok," dedim hemen ve makarnamdan yemeye devam ettim. "Daha değil. Biraz evliliğin tadını çıkaralım."

Söylediğim cümleyle eş zamanlı olarak öksürmeye başladığında başımı kaldırmadım. Peçeteyle dudaklarının kenarını temizleyip su içti. "Kızım, kalbime mi indireceksin sen benim?"

"Ne dedim ki?" Kaçamak bakışlarla ona baktığımda gözlerindeki ateşe benzin döktüğümün geç farkına varmıştım.

"Gösteririm," dedi ciddi bir tavırla. "Ne dediğini." Dudakları tuhaf bir gülümsemeyi konakladığında başımı yemeğime doğru gömdüm. Kanımın kaynadığını, tüm tenimin huylandığını, kalbimin atışlarının hızlandığını hissedebiliyordum. Göğüs kafesimde sıkışan ve oraya sığamayan kalbim her an derimi parçalayacakmış gibiydi. Bu kadar heyecanlanmam normal değildi. Daha doğrusu, her defasında bu denli heyecanlanmam normal değildi.

Konuyu değiştirmek adına, "Artık sık sık holdinge gitmeye karar verdim," dedim. Çiğnediği lokmayı yuttuktan sonra başını ağır ağır salladı ve devam etmemi bekledi. "Turan'la konuştuk. Çok tuhaf ama ona hâlâ kardeşim gözüyle bakamıyorum. Mesela, sarıldık ama farklı hissetmedim. Oysa onun bakışları bile değişmişti. Sakalları vardı. Bambaşka görünüyordu."

Pürdikkat beni dinliyordu. Soluklandım bir süre. "Anne ve babamı uzaktan görmeye gitmiş. Ben bunu bile yapmadım. O sanki anında benimsemiş Akşahin olduğunu. Sence de tuhaf değil mi?"

"Tepkileriniz farklı olabilir, Mihrinaz."

"Babamın kopyası olduğunu söyledi."

Kafasını salladı. "Doğru. Mezuniyet töreninizde Turan'ı gördüğümde babana aşırı derecede benzediğini fark etmiştim."

"Sence ben de onları görmeli miyim?"

Dudakları düz bir çizgi hâlini aldı. "Bilemiyorum. Ama istersen neden olmasın?"

Seri şekilde, "İstemiyorum," diye cevap verdim. "Onları görmek, tanımak istemiyorum. Ama Turan'ı ikizim olarak benimsemek istiyorum."

"Bu yüzden holdinge gideceksin," diye tahmin yürüttü.

Kendime dahi itiraf edemediğim düşüncemi dile getirmişti. "Evet."

"Mihrinaz," diyerek elimi kavradı. Başını omzuna yatırdı, kadife gibi gözlerle bana baktı. "Bu zamana kadar hep başkalarına göre yaşadın. Bundan sonra tüm tercihleri kendin yapacaksın. İstediğin gibi davran."

"O kadar çok kafeste kaldım ki alışamıyorum," diye itiraf ettim. "Sanki birileri önümü kesecekmiş gibi geliyor."

"Kimse önünü kesemez," diyerek itiraz etti etti. "Ben buna izin vermem."

"Biliyorum," dedim. "Haydi, yemekleri bitirip uyuyalım. Yoruldum."

"Uyuyalım yani?"

Ayağına tekme attım. "Pis sapık!"

Yemeğimizi bitirip sofrayı toplamış, bulaşıkları makineye yerleştirmiştik. Gün içinde dolan bulaşık makinesini çalıştırmış, ardından mutfaktan çıkmıştık. Büşra ayağında sallayarak Umut'u uyutuyor, Baran ise maç izliyordu. Fakat maçtan ses çıkmıyordu çünkü Umut ses varken uyuyamazdı.

Zamir'le parmak ucunda yükselip onlara el salladık ve salondan geçip koridora girdik. Odamıza kadar sessizce ilerlemiş, sonrasında kapıyı kapatıp derin bir nefes vermiştik. Umut geceleri uyanırsa asla uyumaz, bizi de uyutmazdı.

İlk defa üzerimizi değiştirmek için banyoya kaçmadık. Sanki banyoya girersem dün kaldırdığım sınırları yeniden inşa edecekmişim gibi hissetmiştim. Bu yüzden dolabın karşısına geçerek kıyafetlerimi çıkarmış, saten, lacivert pijama takımımı giymiştim. Pijamanın bol gömleğini ilikleyerek arkamı döndüğümde Zamir'in sadece bir şort giydiğini görmüş, kaşlarımı çatmıştım.

"Üşütürsün. Zaten gece de sürekli üzerini açıyorsun."

"Sen ört diye."

"Romantizm yapma," diyerek dolaptan aldığım tişörtü ona attım. "Giy şunu."

Tek kaşı havalandı. "Yine de gece üzerimi örteceksin, tamam mı?"

Gözlerimi devirerek banyoya doğru yürüdüğümde o da peşimden geliyordu. Aynı anda diş fırçalarımıza uzandığımızda yüzümde aptal bir gülümseme, içimde tuhaf bir kıpırtı vardı. Aynada birbirimize bakarak dişlerimizi fırçalamaya başladığımızda, "Seni seviyorum," dedi ama sesi, köpüklenen ağzı yüzünden boğuk çıkmıştı.

Onu taklit ettim. "Ben de seni seviyorum."

Dişlerimizi fırçalama faslı bittikten sonra Zamir saçlarımı örmüştü. Tek örgü hâlinde topladığı saçlarımı tokayla sabitlediğinde başını omzuma yaslamış, kollarını karnıma dolamıştı. "Gerçek misin?" Sanki hayal olma ihtimalimden korkuyormuş gibi çıkan sesine karşılık ne tepki vereceğimi şaşırdım. Beni gerçekliğime inanmak için daha sıkı sardı ve omzumun üzerinden, boynumdan öptü. "Çocukluk hayalimdin. Şimdi tek gerçeğimsin."

Omzumun üzerine tekrar öpücük kondurduğunda karnımdaki ellerini okşamaya başladım. "Rüyamdın. Şimdi tek gerçeğimsin."

"Rüyada buluşalım mı bu gece? Uzun zamandır yapmıyorduk."

"Zihnimi kontrol edebileceğimi sanmıyorum."

"Sadece rüya olduğunu düşünmen, bunun bilincinde olman yeterli. Hem yan yana uyumak olasılığı artırır."

"Tamam," diyerek teklifini kabul ettim. Tüm tenime yayılan heyecandan tüylerim ürperdiğinde banyodan çıkmış, yatağa doğru adımlamıştım. Yatağa girdiğimizde soğuk yorgan daha çok üşümeme neden oldu ama biraz sonra kendimi sıcak kolların arasında bulduğumda ısınmaya başlamıştım. Kollarını karnımdan birleştirerek beni göğsüne yatırdığında tebessüm ettim ve ellerimi, ellerinin üzerinde sabitledim. "Hastanede mi buluşalım?"

"Evet. Yine bul beni, uzat elini."

Gözlerimi yumdum ve aynı hastaneyi hayal ettim. Onu ilk gördüğüm ana döndüm. O karanlık hastanedeki loş ışık sayesinde önümü gördüğüm anları anımsadığımda gözlerimi daha sıkı yummuştum. İlk defa onu gördüğümde bile bunun basit bir rüya olmadığını anlamıştım çünkü iliklerimde o heyecanı hissetmiştim. Onun yitik hâli kalbimi acıtmıştı. Elimi tereddüt dahi etmeden ona uzattığımda hayatımın bu denli değişeceğini tahmin edemezdim. Neredeyse her gece rüyalarımda buluştuğum, onu görmek için uyuduğum adamın bir gün gölgem gibi beni takip etmesi ve yan masamda çay içmesi gerçeği uçuktu. Uçuktu ama gerçekti. Rüyaydı ama gerçekti.

Elimi ona uzattığım ilk an hissettiklerim hâlâ tazeydi. Acısını almak istemiştim. Avuçlarımın içinde toplanmasını ve kendi canımın acımasını dilemiştim. Onun avuçlarında çiçekler açtırmak, kendi içimden binlerce çığın düşmesine sebep olmaktı niyetim.

Oysa bin Mihrinaz olsa ona babasının acısını unutturamazdı.

Anılar etrafımda dönmeye başladığında rüyaların girdabına girmiş, yörüngemi kaybetmiştim. Fakat pusulam hâlâ o hastaneyi gösteriyordu. Asla şaşmayacak pusulam sayesinde rotama ulaşmış, hastanenin koridorunda bulmuştum kendimi.

Bu sefer hastane karanlık değildi.

Bu sefer hayatlarımız gibi koridor da ışıklıydı.

Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Ezbere bildiğim rotadan çıkmayıp bekleme salonuna vardığımda kalbim teklemeye, bacaklarım kuvvetini kaybetmeye başlamıştı.

Oradaydı.

Yerde oturuyordu.

Bordo tişörtü üzerindeydi.

Gözlerim yanmaya başladığında onu daha fazla bekletmeden yanına doğru ilerledim ve yukarıdan nasıl göründüğünü izledim bir süre. Sanki yirmi altı yaşında bir adam değil, küçük çocuk gibiydi. Başını eğerek bacağını uzatmış, ellerini dizlerinde sabitlemiş şekilde bildiği haberi bekliyordu. Bu haberin onu nasıl yıkacağına aşinaydı ama vazgeçmiyordu.

Dizlerimi kırarak sağ tarafındaki yerime oturduğumda bile dönüp bana bakmamıştı. Avuçlarım terlemeye başladığında kalbim şimşeği aratmayacak bir gürültüyle çarpmaya başlamıştı.

Elimi sağ dizinin üzerine bıraktım. Bakışları açtığım elime kaydığında saniyeler içerisinde elimi tutmuştu. Elim elinin içinde kaybolduğunda tebessüm ettim, ürkek çıkmasına özen gösterdiğim sesle, "Sen kimsin?" diye sordum.

"Ben, sana teslim olan adamım. Memnun oldum, Mihrinaz." Geçen sene evinde kaldığım zamanlarda aynı soruyu sormuştum ona. Cevabı farklıydı ve beni tatmin etmemişti. Şimdi verdiği cevap ise kalbime giden damarlardaki kanımın nehir gibi şiddetle akmasına neden olmuştu.

Dudaklarım kıvrıldı, sırtımı duvara yasladım. Başımı çevirerek hayran bakışlarla onu süzdüm. "Memnun oldum, Zamir."

Continue Reading

You'll Also Like

12.8K 1K 41
Sabır kabınıza damlatılan bütün o sadakatsizlik, nefret ve sevgisizlik damlaları tıpkı kadim bir din gibi yüreğinizi sarmadan dökün gitsin. Avuç içle...
19.9K 1.2K 14
Bir ölümdü bir çocuğun hayatını değiştiren. Kim olduğunu unutmuş, kimsesiz biri. Özlemle bakıyordu küçüklüğüne. O zamanlar hissedebildiği sevgiyi...
90.5K 5.5K 35
Bir suçlu ile mektup arkadaşlığı...
1.5M 89.3K 41
UYARI: hikayede 18+ sahneler, kan, vahşet ve birçok rahatsız edici öğe olacaktır. Rahatsız olanlar uyarı bıraktığım yerleri okumasınlar Serinin 1, 2...