HALEF

By lemveli

911K 72K 46.2K

Ansızın bir fırtına başladı, tüm gerçekler saklandığı yerden çıkıp onların üzerine devrildi. Hikâyelerinin m... More

HALEF
I - ❝Rüyamdaki Gizemli Adam❞
II - ❝Geçmişin İkinci Kamçısı❞
III - ❝Düğümlenen Zihin❞
IV - ❝Gözlerimdeki Ceset❞
V - ❝Yağmurun Yıkadığı Ruhlar❞
VI - ❝Bataklıkta Açan Çiçek❞
VII - ❝Martıyı Umursayan Okyanus❞
VIII - ❝Rüyalarda Buluşuruz❞
IX - ❝Seni Kaybettim❞
X - ❝Hislerim Sakallarında Saklı❞
XI - ❝Sana... En Çok Sana.❞
XII - ❝Satırlara Hapsolan Karakterler❞
XIII - ❝Yanımda Kal❞
XIV - ❝Güzel Bir Şey❞
XV - ❝Parçalanan Güvenin Acıtan Kırıntıları❞
XVI - ❝Uçuruma Koşmak❞
XVII - ❝Yaşanmaması Gereken Gün❞
XVIII - ❝Adımı Söyle Bana❞
XIX - ❝İliklere Kadar İlk❞
XX - ❝Takvimin Veda Günü❞
XXI - ❝Acıya Mesken Ruh❞
XXII - ❝Güneş Batacak❞
XXIII - ❝Sönmüş Sokak Lambası❞
XIV - ❝Yüreğe Batmış Çiviler❞
XV - ❝Öpülen Avuçlara Düşen Kor❞
HALEF - II - DÜŞÜŞ
I - ❝Boğulmak ya da Ona Tutunmak❞
II - ❝Kuşunun Peşini Bırakmayan Kafes❞
III - ❝On İkiye Kadar❞
IV - ❝Filizlenmeden Tekrar Küllenen Ruh❞
V - ❝Pişmanlıklar ve İhanetler❞
VI - ❝Gemisini Bekleyen Sahil❞
VII - ❝Öfkenin Şefkate Yenilgisi❞
VIII - ❝Bir Yemin, Bir Yeni Sayfa, Tek Hayat❞
IX - ❝Sevdanın Vekâleti❞
X - ❝Takvimin Karanlık Günü❞
XI - ❝Mezarlar ve Doğumlar❞
XIII - ❝Yaralı ve Yâr❞
XIV - ❝Gerçekler ve Rüyalar❞
XV - ❝Düşler ve Düşüşler❞
TEŞEKKÜR & AÇIKLAMA & PLAYLİST
ÖZEL BÖLÜM 1
ÖZEL BÖLÜM 2

XII - ❝Acının Tedavisi❞

2K 146 33
By lemveli

"Acılarımın dermanı, sevgisini tükettiğim adamın nefesiydi. O benim dermanımdı. Ben ise hem sevgisinin hem de onun katili..."

XII - "Acının Tedavisi"

Aylar sonra...

Var olmak için çabalıyordum ama nedenini bilmiyordum. Bazen her şeyimi kaybettiğimi düşünüyordum. Dedemi toprağa gömmek benim için bunu ifade ediyordu. Fakat kaybederken kazandığımı, vazgeçtiğimde birçok şeye ulaştığımı anladığımda zihnimdeki tüm düzen birbirine giriyordu. Kaybetmek ve kazanmak aslında hiç de sözlükteki anlamını yansıtmıyordu belki de. Bu iki kelimeyi alaşağı etmek çok kolaydı ama kimse bunun farkında değildi.

Bir şeyi kaybederken bin şey kazanıyorduk aslında. Acıları tadıyorduk, sonra o acıları tedavi etmeyi öğreniyorduk. Tecrübe kazanıyorduk, ardından bu tecrübeleri gerekli zamanlarda kullanıyorduk.

Ölümün ne demek olduğunu anlıyorduk. O toprağın sadece sevdiklerimizin değil, bizim kalbimizin üzerine de atıldığına şahitlik ediyorduk.

Dedem ölmüştü, ben yaşıyordum.

Canım acıyordu, içim kanıyordu, ruhum ağlıyordu ama ben yaşıyordum. Eğer yaşamak sabahları uyanıp kahvaltı etmek, öğlene kadar zaman geçirip tekrar bir şeyler yemek ve akşama kadar kafa dağıtmaksa ben yaşıyordum. Geceleri kabusların içinde irkilip uyanmak, sabaha kadar tavanı izlemekse yaşamak; ben yaşıyordum.

Ölümün bir insanın sonu olduğunu iddia ederlerdi. Haklı bir iddiaydı bu. Ama bazı yaşamlar da sonu anımsatırdı. Bunu sadece kaybedenler bilirdi.

Yüzümde gezinen küçük parmakların varlığıyla gözlerimi açtığımda bana bakarak gülümseyen bir suratla karşılaşmıştım. Umut, uyandığı an yanındaki kişiyi de uyandırırdı ve bu, onun yazılı olmayan kurallarından biriydi. "Prenses," diyerek dirseğimin üzerinde doğruldum. "Nasıldı öğlen uykun?"

Tuhaf sesler çıkararak ellerini birbirine çırptığında ayağa kalkıp peluş terliklerimi giydim ve onu kucağıma alarak odadan çıktım. Mutfaktan gelen sesleri takip ettiğimde Büşra'nın Umut'a yemek hazırladığını, Baran'ın da ona yardım ettiğini fark ettim.

"Anne nerede?" Umut tuhaf sesler çıkararak Büşra'yı gösterdiğinde her ikisi bize doğru dönüp kocaman gülümsemişti.

"Baba nerede?" Bu sefer elini Baran'a uzattığında Baran, seri şekilde gelip onu kucaklamış, döndürmeye başlamıştı.

Baran, kucağındaki Umut'la oynadığı sırada, "Naz," diye bana seslendi. "Zamir akşama geliyor."

Kalbim göğüs kafesimin içerisine büyük darbeler indirmeye başladığında gözlerim dolu dolu başımı sallamıştım. Üç hafta önce görev için gecenin bir yarısında başımdan öperek gitmişti ve bugün geri geliyordu. Defalarca işinden vazgeçebileceğini söylemişti ama bunu asla kabul etmemiştim. Hayattaki tek uğraşının benden ibaret olmasını kabul edemezdim. Çünkü bu, ona büyük haksızlık olurdu.

Yokluğu dayanılmazdı. Fakat yine de ondan işinden vazgeçmesini talep etmemeye kararlıydım. Nitekim uzun zamandır bencilliğimi bir kenara bırakmaya ve mutlu olmaya çalışıyordum.

"Umut için yemek vakti!" Baran, Büşra'nın sesiyle onu bebek masasına bıraktığında aklımdan geçen şeyle beraber buzluğun kapağına doğru uzanıp içine baktım. Kıymayı kenara bıraktığım sırada cebimdeki telefonu çıkarıp etli yaprak sarmanın tarifine bakmaya başlamıştım.

Baran, "Birileri kocasına yemek yapmak istiyor sanırım," diyerek kolunu omzuma atıp beni kendisine çektiğinde onu itmeme fırsat tanımadan kafamı sıkıştırmıştı. Sürekli bunu yapıyor ve asla vazgeçmiyordu.

"Dalga geçme! Dışarıda kim var? Yaprak gerekli."

"Çok mu gerekli?"

Dirseğimi karnına geçirdim. "Sarmayı yapraksız mı yapayım?"

"Arif kapıda. Söylerim ona."

Diğer malzemeleri tezgâhın üzerine dizerken içim kıpır kıpırdı. Son aylarda dördüncü defa göreve gitmişti. Onun özlediği, kavuşmayı beklediği kişi olmak eşsiz bir duyguydu ve her defasında iliklerime kadar hissediyordum bunu.

Malzemeleri dizdikten sonra kendime sandalye çekip oturdum ve eti hazırlamaya devam ettim. O sırada Suzi ayaklarıma dolanmış, tezgâha çıkıp eti koklamak istemişti. Parmağımın ucuna aldığım çiğ kıymayı eğilip ona koklattığımda ise burun kıvırarak kendi yemeğine doğru ilerlemişti. Tuhaf bir kediydi. Yaptığımız tüm yemekleri, yediğimiz her şeyi mutlaka koklamak istiyordu. Fakat hiçbir zaman mamasından başka bir şey de tüketmezdi. Zamir'in geleceğini hissetmiş gibi mutluydu. Mırlıyor, ayaklarıma dolanıyor ve kendisini sevmemizi talep ediyordu.

Baran, Arif'le konuştuktan sonra mutfağa dönüp Suzi'yi kucakladı ve Umut'un karşısına getirdi. "Suzi yemeğini yedi. Sıra sende, kızım!" Umut, Suzi'ye kelimenin tam anlamıyla âşıktı. Suzi ne yapıyorsa onu yapıyordu. Eğer o yemek yiyorsa Umut da yiyordu. Hatta bir keresinde kedi maması yemek isteyen miniği geç olmadan yakalamıştı.

Arif yarım saat sonra yaprak alıp geldiğinde beceriksizce sarmaları sarmaya başladım. Onun istediği gibi bol etli olduğundan emindim ama tadı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Üstelik Emel Hanım'ın yaptıkları gibi parmak inceliğinde olmuyordu. Yine de pes etmedim.

En sonunda yarım tencere kadar sarmayı ocağa koyduğumda kapağını kapatmış, ellerimi yıkayarak Suzi'yle ilgilenmeye başlamıştım.

Etrafta onun nadir görülen gri tüylerini fark ettim. Büşra Umut'la salondaydı. Elime elektrikli süpürgeyi alıp mutfağı, koridoru, salonu tamamen süpürdüm. Umut emeklediği için günde birkaç defa yerleri süpürüyorduk.

Etrafın tozlarını almaya başladığım sırada tencereyi sık sık kontrol ediyordum. En son yaptığım sarmanın dibi tutmuştu ve buna rağmen Zamir hepsini yemişti. Tadı berbattı ama bana övgüler yağdırmıştı. Oysa hem aşırı tuzlu hem de yanıktı.

Akşam tabanlarım ağrıdan sızlamaya başladığında oturmak üzereydim fakat çalan zilin sesi, tüm ağrılarımı unutturdu. Kendimi kapıya doğru koşarken bulduğumda Suzi de peşimdeydi.

Kapıyı heyecanla açtığımda elimin titrediğini bile yeni fark etmiştim. Karanlık gökyüzünü arkasına alan bedeni gördüğümde tüm vücudum titreyerek ellerime eşlik etti.

Bana doğru uzanmasına fırsat dahi tanımadan kollarına atladığımda elindeki çanta her zamanki gibi düşmüştü. Kalbim ayaklarımızın altından sırtına aldığı göklere doğru sıçradığında boynuna daha sıkı sarılmıştım.

Onun yokluğu, zayıfladığım için belirginleşen kemiklerim gibiydi. Geceleri beni uyutmamak için çabalıyor, hangi tarafa dönsem ucu kor iğne gibi batıyordu.

Varlığı ise asla betimlenemeyecek bir duyguydu.

En sonunda konuşmayı becerdiğimde, "Hoş geldin," diyebilmiştim. Kollarımı boynundan çekmeye yeltendim ama buna izin vermeden beni daha sıkı sardı.

"Daha uzun sarılırsan ben de hoş bulurum," diyerek şah damarımın üzerinden öptü.

"Sırada bekleyen kıskanç bir kedimiz var." Suzi, aynı anda miyavladı ve ayaklarımızın arasından sürtünerek geçti.

Zamir, en sonunda benden ayrılıp eğilerek deminden beri kendini belli etmeye çalışan kedisini kucakladığında Suzi, önce onu koklamış, ardından yüzünü yalamaya başlamıştı. Zamir karşılığında Suzi'yi başından öptüğünde ellerimi belimde birleştirdim.

"Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?"

Baran'ın sorusuyla gözlerimi kısarak ona döndüm. "Suzi'yi benden çok seviyor olabilir mi?"

Başını salladı. "Hatta bence seni sevmiyor."

"Baran, seni duydum." Baran şirince gülümseyerek Büşra'nın kucağından aldığı bebeği Zamir'e doğru uzattı. Bu, sıkıştığında başvurduğu bir eylemdi. Bebeği zor durumlarda beyaz bayrak olarak kullanırdı.

"Ellerimi yıkamadım, aptal." Homurdanarak ayakkabılarını çıkardı ve banyoya doğru ilerledi. Onun peşinden ilerlerken tabanlarımın ısındığını ve acıdığını hissetmiştim. Yine de yüzümdeki tebessümü silmeden kapının eşiğinde durdum ve onun ellerini, yüzünü yıkamasını izledim bir müddet.

Aynadan bana bakarak göz kırptı. "Nasılsın?"

"Soru mu bu?"

Yüzünü havluya bastırırken, "Bensiz mezarlığa gitmedin, değil mi?" diye sordu boğuk sesle. Zamir'in aylardır tek hassas noktası buydu. Dedemin ölümünden sonra bazı geceler mezarlığa kaçıp orada uyuduğum için endişeliydi. Bir keresinde yağan yağmur, günlerce ateşlenmeme neden olmuştu ve hastanelik olmuştum. Dedemin toprağı, onun gibi kokuyordu sanki. Bu yüzden oraya gittiğimde ayrılmam zor oluyordu. Fakat son zamanlarda kendimi törpülüyor, onu üzmemeye ve devam eden hayatıma alışmaya çalışıyordum.

Başımı iki yana salladım. "Gitmedim."

"Yarın gidelim mi?"

"Gidelim." Beni terk edeceğini düşünüp kendime mezar bile kazdırmıştım oysaki. Fakat o, kendim için kazdırdığım mezarıma kardeşiminkini getirtip gömmüştü. Ufuk Akşahin artık dedemin yanında gömülüydü ve ablası, toprağına bir sürü çiçek ekmişti.

Zaman çok şeyi değiştirmişti. Mesela, dedemin üzerine narkotik suçu atan, beni ondan koparıp mirasa konmaya çalışan annem ve babam tutuklanmıştı. Zamanında yaptıkları organ mafyacılığının kanıtları da mahkemeye son anda sunulduğunda müebbet hapis cezasına çarptırılmışlardı.

Böylece haftalarca herkes bizi konuşmuştu. Kemal Demirhan'ın ihaneti, dedemin ani suikasta uğraması ve ölümü, annem ve babamın işlediği tüm suçlar, benim evliliğim üzerine binbir türlü senaryo basının dilinden düşmemişti. Fakat her şeyden çok Turan konuşulmuştu. Vurulduğumu ve beni vuran kişinin o olduğunu sadece en yakınlarımız biliyordu. Fakat cenazede ona bağırdığım anlar uzaktan kaydedildiği için bu da herkesin ağzında sakız olmuştu. Bazıları onun Kemal Demirhan'ın suçlarına ortak olduğunu ve bu yüzden ona o şekilde davrandığımı yazmış, bazıları ise benim psikolojimin bozulduğunu iddia etmişti.

Zamir'in elini kolumda hissettiğimde irkildim. "Benim. Korkma." Zaman, bir tek onu değiştirmemişti.

Ondan değil, düşüncelerimin beni yutmasından korkuyordum. Her şeyden arınmaya çalışırken daha çok çamura batmak beni endişelendiriyordu.

Ben sarmayı ısıtmak için mutfağa geçtim. O ise Umut, Büşra ve Baran'a sıkıca sarılıp onlarla hasret giderdikten sonra geldi. "Sana sarma yaptım ve bu sefer yanmadı," diye mırıldandım. Tencereyi açıp sarmaların iyi görünenlerini bir tabağa aldım ve üzerine limon sıkarak masaya bıraktım.

Kocaman gülümsedi, dudaklarının kenarındaki binlerce görünmez gamze bana göz kırptı. "İyi ki yemek yememişim."

"Nereden geliyorsun?" Bazen geldiği yeri söyler, bazen ise beni geçiştirirdi.

"Uzaktan gelmiyorum." Yanıtlamayacağını anladığımda başımı salladım. Bu hâlime karşılık bana göz kırptı ve elini uzatarak sarmalardan birini ağzına attı.

Yüzünden tuhaf bir ifade geçerken beğenmediğini sanmıştım. Fakat bir anda elini uzatıp saçlarımı okşayarak, "Ellerine sağlık," demişti. "Harika olmuş!"

"Tadına bakayım."

Tabağa uzanmak istediğimde beni durdurdu. "Bu sarmalardan kimse yemeyecek. Bozuşuruz yoksa."

Kaşlarımı çattım. "Neden ya?" Ya çok lezzetliydi ya da çok berbattı.

Zamir, elimi tutarak dudaklarına götürdü ve tek tek parmaklarımı öpmeye başladı. "Çünkü ben karıcığımın bana yaptığı sarmaları paylaşmak istemiyorum. Tamam mı?"

"Deli," dedim şapşal gülümsememi takınıp elimi ondan uzaklaştırırken. "Tamam."

Tüm tabağı midesine indirdiğinde üzerine de koca bir bardak su içip geriye yaslanmıştı. "Haris'i dinleseydim şu an senin sarmalarına midemde yer olmayacaktı."

"Haris kim?"

"Tanımazsın, sevgilim." Büyük ihtimalle gerçek ismini kullanmıştı ve bu yüzden konuşmaya devam etmek istememişti. "Çok yorgunum. Uyuyalım mı? Yarın emrine amadeyim."

"Burayı toplayıp geleyim."

Kolumdan tutarak beni kaldırdı ve peşinden yatak odasına doğru götürmeye başladı. "Tabaklar kaçmıyor ya." Odaya girmeden önce durdu ve içeriye doğru seslendi: "Herkese iyi geceler! Suzi, kızım, sen de gir içeri."

Suzi, koşarak yatağa atladığında, "Ayıp oldu," diye homurdanmıştım.

"Ne ayıbı ya? Uyumak istiyorum karımla. Suç mu?" Ona cevap vermeden dolaptan pijama takımı çıkarıp banyoya girmiş, dakikalar sonra yatağa dönmüştüm. O da çoktan üzerini değiştirmiş hatta çantasının içindeki kıyafetlerini de katlayıp dolaba koymuştu.

"Temiz mi onlar?"

"Temiz," diyerek elimden tuttu ve beni yatağa doğru çekiştirdi. Suzi, aramıza giremeyeceğini fark ettiğinde Zamir'in ayaklarının dibinde uyumaya başlamış, ben ise başımı onun göğsüne yaslamıştım. "Özledin mi beni?"

"Elbette..." Dudak bükerek ona daha fazla sokuldum. O sırada bedeninden gelen yoğun duş jeli kokusuyla kaşlarım çatılmıştı. "Sen nerede duş aldın?"

"Her şeyi de anla," dedi alayla. "Tesise uğradım."

"Evinde duş yok mu?" Göğsüne vurdum sertçe. Aniden inlemesiyle başımı kaldırmış, tedirgin gözlerimi üzerinde gezdirmiştim. "Ne oldu?"

Derin bir nefes alıp tebessüm etti. "Hiç. Kandırdım."

Yalan söylediğinden adım gibi emin olduğum için pijama üstünün eteklerinden tutup kaldırdığımda sağ göğsündeki bandajı görmemle gözlerim irice açılmıştı.

Çenem korkudan titredi. "Yaralanmışsın." Dişlerim sertçe birbirine çarptı. "Ne zaman oldu? Neden bana söylemedin?" Beni sakinleştirmeye çalışırken söylediği hiçbir şeyi duyacak hâlde değildim. Elim yavaşça bandaja doğru gittiğinde gözlerimden akacak yaşların varlığını hissedebiliyordum. "Kim yaptı?"

Üzerini düzelterek sırtını yatak başlığına yasladı ve ellerimi tuttu sıkıca. "Küçük bir sıyrık sadece."

"Yalancı. Öyle olsa bandaj olmazdı."

Kaşlarını çattı sinirle. "Çok ayıp. Bana yalancı mı dedin sen?"

"Evet!" Dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım. "Neden bana söylemedin yaralandığını?"

"İyiyim!" Başını omzuna doğru eğip bakışlarıyla beni inandırmaya çalıştı. "Acımıyor bile. Tabii tekme tokat beni dövmeyeceksen..." Gözlerim dolmaya başladığında bunu fark ederek alaylı ifadesini silmişti. Ciddileşerek, "Üzülme, tamam," dedi. Elini uzatarak yanağımı okşamaya başladı. "Gerçekten canım acımıyor. Çok hafif bir sıyrıktı. Zamanında müdahale ettiler."

Tekrar uzanıp beni kendisine doğru çektiğinde başımı sol tarafına yasladım ve kalp atışlarının ahenksiz ritmini dinledim. Kalp atışlarımız senkronize olurken biz, bir yapbozun son iki parçası gibi tamamlanıyorduk sanki. Kalbimizin bozuk ritmine nefesi, nabzı da eklendiğinde eşsiz bir senfoni oluşmuştu. Eğer hayatımın sonuna kadar tek bir müzik dinlemek zorunda olsaydım hiç şüphesiz, bu senfoniyi tercih ederdim.

Benim için bozulan kalp atışının karşısında hiçbir seçim duramazdı.

"Ne yaptın bensiz?"

"Özledim." İç çektim. "Özlediğimde oturduğum odanın yerini, pencerelerin manzarasını değiştirmeyi diledim. En tuhafı ise nerede olduğunu bilmeden orada olmak istememdi."

"En kötüsü," diyerek sertçe yutkundu. "Nerede olduğunu bilerek orada olamamaktı. İstediğin zaman işi bırakırım. Biliyorsun."

Gözlerimi sıkıca yumdum. "İstemiyorum. Tüm hayatın boyunca fedakârlıklar yapmak zorunda kaldın. Ben senin sevginle çoğaldım, sen tükendin. Oysa seni tüketmek değil, sevmek istiyordum."

Kolunu bana daha sıkı doladı. "Beni tükettiğin yok. Yokluğumda neden kafanda senaryolar kuruyorsun? Bunu da mı yasaklamam gerekiyor?"

"Sanki hâlâ bencil davranıyormuşum gibi bir his var içimde. Korkuyorum. Herkes gibi seni de kaybetmek istemiyorum."

"Ben herkes değilim ve olmayacağım." Sinirlenmişti.

Gözlerimi açarak başımı ona doğru çevirdim. O da eğilerek gözlerimizi buluşturdu. "Tüm sevdiklerim beni yakarken sen o yangını üfleyerek söndürdün. Ne yapsam sana yetebilirim?"

Bu sefer onun gözleri dolmuştu. "Yapma, böyle. Varlığının bile beni ne kadar mutlu ettiğini göremeyecek kadar kör olamazsın."

Artık dedemin torunu olmaktan daha farklı isteklerim vardı. Amacım bencilliğimi kendi içimde yok etmek, vicdanımı doğurmaktı. İyi bir insan olmak istiyordum. Daha doğrusu, iyi bir insan olmaya ihtiyacım vardı.

"Yine seni üzdüm," diye fısıldadım boynuna doğru. "Özür dilerim." Ondan uzaklaşmaya çalıştığımda buna izin vermemişti.

"Beni üzmedin, geri zekâlı," diye homurdandı eski günlerdeki gibi. "Uyuyalım mı?"

"Uyuyalım."

Nefesiyle tüm bedenim ısınırken zaman hızlıca akmış, Zamir uyumuştu. Ben ise kollarının arasında dönüp durmuş fakat uyuyamamıştım. Bugün hissettiğim ağrı tabanlarıma hücum etmişti. Sanki ayaklarımın altında bir ateş varmış gibi yanıyordum. Ve bu acı, uyumak istesem de bana izin vermiyordu.

Kolları yavaşça gevşediğinde yatakta doğruldum ve yanan tabanlarıma dokundum. Isısı parmaklarımı da acıttığında ne yapacağımı bilemeden kısık sesle inledim ve yorganı üzerimden attım. Bu sefer de bedenim üşümüştü.

Sinirle elimi saçlarımdan çektiğim sırada dakikalarca yatağın içinde oturup ağlamıştım. Acım ve ilk defa hissettiğim bu ateş bir türlü geçmiyordu.

Öte yandan ışığı açarsam ya da banyoya gidersem uyanabilirdi ve bunu istemiyordum. Nereden geldiğini bile bilmiyordum ama yorgun olmalıydı.

Çaresizce bir ayağımı diğerinin üzerine atarak üflemeye başladığımda, "Mihrinaz?" dedi uykulu sesle. "Uyandın mı sen?"

"Su içip uyuyacağım."

"Tamam." Tekrar uykuya dalmasını bekledikten sonra ağlamaya devam ederek tabanlarıma üfledim. Fakat bir anda yatakta doğrulup, "Neden ağlıyorsun? Kâbus mu gördün yine?" diye sordu. O lambanın ışığını yakarken elimin tersiyle yaşlı yüzümü silip başımı iki yana salladım.

"Tabanlarım yanıyormuş gibi hissediyorum. Canım acıyor."

Uykulu ifadesi onu terk ederken uzanıp ayaklarıma dokundu ve ısısını fark ederek hızla ayaklandı. Odanın içerisindeki banyoya girip suyu açtığında yüzümü silmiştim. Beni aylardır ağlarken görüyordu. Her defasında onu nasıl bir enkaza çevirdiğimi geç anlıyordum. Bazen gördüğüm kâbuslar ve geçirdiğim krizlerden sonra Zamir günlerce yemek yemez, kimseyle konuşmazdı. Üzülürdü ama ona baktığımı fark edince burukça gülümserdi.

Ben onu hak etmiyordum.

Buna rağmen ondan vazgeçmiyordum.

Elinde mavi leğenle geri döndüğünde yatağın ucuna gelerek ayaklarımı soğuk suyun içine bıraktım. Aynı anda derin bir nefes verip, "Rahatladım," demiştim. "Çok iyi."

Birkaç dakika sonra su ısındığında ayaklarımı çıkarmıştım ama ısısı hâlâ aynıydı. Zamir de bunu fark ettiğinde leğeni banyoya götürdü ve odadan çıktı. Günün yorgunluğu tüm bedenimin üzerinden geçerken uzanmış, yorgana sarılmıştım.

Oldukça kısa bir süre sonra Zamir geri döndüğünde ayaklarımı yorgandan çıkardı. Aynı anda hissettiğim ıslak bezlerle tebessüm ettim. "Ama bu hemen ısınır."

"Değiştiririm."

"Hayır," diye itiraz ettim. "Uyuman gerekiyor." Esnedim.

"Senin uyuman gerekiyor. Rüyanda beni gör."

Yine esnedim. "Sen gelmesen de ben seni hep rüyamda görüyorum."

"Ne yapıyoruz rüyalarında?"

Tamamen mayıştığımı hissediyordum artık. "Tuhaf şeyler."

"Mesela?" Sesi çok uzaktan geliyordu.

Ona cevap vermek istediğim sırada tabanlarımda hissettiğim yeni bir soğuk bezle gülmüştüm. "Sevişiyorduk."

Güldüğünü duydum ama bu bir sanrı da olabilirdi. "Hoşuna gitti mi?"

"Ne?" Başım iyice yastığa gömülürken derin nefes aldım ve o sırada onun parfümünü soludum. Tamamen uykuya teslim olduğumda en son hissettiğim şey rahatlıktı. Bir şekilde tüm acılarım uçup gitmişti ve rahatça uykuya teslim olabilmiştim.

Yanağımın her karışında parmak izi olan adamın dokunuşları beni uykumdan sıyırdığında gözlerimi açmak için acele etmemiştim. Bu anı bozmak istemediğim için uyuyormuş gibi yapmaya devam ettiğimde parmağı çeneme doğru inmiş, dudaklarımı ziyaret etmeden geçmemişti.

Aylardır evliydik ama temas konusunda oldukça sınırlıydık. Benim içimde tuttuğum yasa saygı gösteriyor ve hiçbir şekilde dokunuşlarını ileri taşımaya teşebbüs etmiyordu. Hoş, buna adım atsa onu geri çevireceğimden emin de değildim.

Yaşama, onun dokunuşuyla tutunuyordum sanki ama bunun farkında değildi ve beni temasından mahrum bırakıyordu.

"Beni kandırmaya çalışmaktan yorulmadın mı? Uyandığını anlayabiliyorum."

Gözlerimi açtım. "Kocamın bir ajan olması tüm hevesimi kaçırıyor."

"Neden?"

"Mesela telefonlarını açmadığımda yola çevirme koydurabiliyorsun. Küsemiyorum, trip atamıyorum. Hatta her an üzerime çip takabileceğinden endişeleniyorum!"

"Öyle bir şey yapmam," dedi sakince. "Seni ilk takip ettiğimde bile çip takmamıştım."

"Teşekkür mü edeyim?"

"Ahlaklı bir adam olduğum için mi?"

Gözlerimi kıstım. "Küstah."

"Bu kadar güzelleştiğini tahmin etmemiştim," diye fısıldadı ansızın. "Seni görünce o kadar tuhaf çarptı ki kalbim. O anı unutamam."

Kaşlarım çatılırken doğruldum ve sırtımı yatağın başlığına yasladım. Bu konu çok dikkatimi çekiyordu. "Seni beni takip etmen için gönderdiklerinde fotoğrafımı görmüştün, değil mi?"

Başını aşağı yukarı salladı. "Evet ama canlı gördüğüm an daha özeldi."

Sırıttım. "Ne yapıyordum? Anlatsana!"

Dudaklarını ıslatıp, "Baklava alıyordun," dedi. "Sallana sallana yürüyor, Turan'la konuşuyordun. Peşindeki korumaları fark etmediğine eminim. Hoş, onlar da beni fark etmedi zaten."

Gözlerim kocaman olurken, "Koruma mı vardı peşimde?" diye sordum. "Hiç bilmiyordum."

Kaşları havalandı. "Hissetmiş demek ki deden." Kalbimin üzerine çekiçle vuruldu sanki. Göğsüm ağır darbeler sonucunda ezildiğinde tüm hücrelerim uyuşmuş, tenim karıncalanmıştı. Ela harelerim odağını yitirirken boğazımdaki kocaman yumruya engel olamamıştım. "Özür dilerim. Hatırlatmak istemedim."

Dudaklarım zorlukla kıpırdadı: "Onu unutamam."

"Özür dilerim," dedi tekrar ve ellerimi tuttu. "O gün için beni suçladığını biliyorum ama seni tutmasaydım hepimiz ölürdük. Beni boş ver ama Baran'ın bir kızı var. Bunu o çocuğa ve Büşra'ya yapamazdım."

"Nasıl bu kadar ince düşünebilirsin?" Çenem titredi. "Sen benim gibi birini nasıl seversin? Ben bencilliğimde boğulurken sen nasıl merhametinle herkese el uzatırsın?"

Bu sefer bana kızdı. "Öyle deme! Senin güzel kalbine vuruldum ben."

Gözlerim dolu dolu ona baktım. "Güzel bir kalbim yok. Ben sen değilim. İyiliği, vicdanı sende gördüm ben. Kaygısız şımarığın tekiydim. Cebimde limitsiz kredi kartlarıyla etrafta dolaşırken bir defa bile bir insana, hayvana yardım etmedim. Ama sen... Her şeyi, herkesi düşünüp en sona kendini sakladın hep. Fedakârlıklar yaptın. Vatanın için, sevdiklerin için ama en çok da benim için. Söylesene... Neden Zamir? Neden benim gibi biri?"

"Aptal..." Elimi avuçlarının arasına aldı yeniden. "Baran'ın tüm borcunu sen kapatmadın mı? Öleceğini sanıp ona gerçekleri söylemedin mi? İkimizin kariyeri, hayatı riske girmesin diye susmadın mı? Deden için, Turan için kendini parçalamadın mı?"

"Sen... Borcu benim kapattığımı nereden biliyorsun?"

"Ben bilirim."

"Ajan olman canımı sıkıyor. Eve iş getirme artık."

"Peki," dedi tebessüm ederken. "Sen de saçmalamayı kes artık."

"Neden ben? Buna cevap ver sadece."

"Çünkü çok güzelsin," dedi eşsiz sesiyle. "Bahsettiğim dış güzelliğin değil. Sana baktığımda o küçük kız çocuğunu, dostum Ufuk'u, sevdiğim kadını görüyorum. Dizlerine uzandığımda annemi, başımı okşadığında babamı hissediyorum. Sen benim sevdiğim her şeyi kendinde toplamışsın. Söylesene, neden sevmeyeyim seni? Her şey sendeyken nasıl vazgeçeyim?"

Elimi elinin üzerine çıkardım ve derisinin altında belirgin olan yeşil damarlarını okşamaya başladım. "Benim kurtarıcımsın. Senden başka kimse beni hayatına almazdı ama sen..."

"Sana âşık oldum."

Duygusallığı bir kenara bırakarak omzuna vurdum. "Adamın dibisin."

Güldü.

Güldüm.

O sırada, "Eğer kızıma kardeş yapmıyorsanız uyanın ve kahvaltıya gelin hemen!" diyen Baran'ın sesi odayı doldurdu. "Hey!"

Yüzümdeki gülümseme, sesiyle beraber büyüdü. "Bazı şeyler asla değişmez."

Zamir'in kaşları havalandı. "En azından artık odaya dalmıyor."

"Çünkü kapıyı kilitliyorsun."

Burnuma fiske atarak ayaklandı. "İyi akıl etmişim."

O banyoya girdiğinde ben de üzerimi değiştirmiştim. Yatağı toplamış, odayı havalandırmıştım. Zamir banyodan çıktığında, "Gidip sarmalarımı yiyeyim," demişti hevesle.

"Kahvaltıda mı?"

Üç parmağını havalandırıp bana gösterdi. "Üç öğün."

Ellerimi belime yerleştirdim. "Doğruyu söyle," diyerek gözlerimi kıstım. "Çok mu kötü olmuş?"

Sesini inceltip beni taklit etti. "Doğruyu söylüyorum. Senin dokunduğun hiçbir şey kötü olamaz."

Kalbim teklemeye başladığında Zamir, dolaptan bir eşofman üstü almış ve giyinerek odadan çıkmıştı. Yüzümdeki aptal tebessümle ardından baktığım sırada nefesim kesilmiş, dizlerimin bağı çözülmüştü.

Her defasında bu şekilde hissettirmeyi nasıl başarıyordu?

En sonunda banyoya girdiğimde dişlerimi fırçalamış, yüzüme soğuk su çarpmıştım. Aynadaki görüntüme bakarken, "Bunlar gerçek," demiştim yansımama doğru. "Beni seven insanlar ve mutlu bir ailem var. Ben bunları yaşıyorum."

Gözlerimin içinde derin bir acı vardı. Ama harelerimin yüzeyinde yeşermek isteyen mutluluğun ışığını yok sayamazdım. Ben hiç olmadığım kadar mutluydum. Zamir, Bircan Umut, Baran, Büşra hatta artık benimle çalışan Arif, İbrahim, Gökhan bile beni seviyordu.

Dedemden başka insanlar da vardı ve beni, ben olduğum için sevebiliyorlardı.

Halef değildim. Mihrinaz Akşahin değildim.

Onlar için Mihrinaz'dım, Naz'dım, Nazçe'ydim...

Kendim gibi hissetmek hem çok yabancı hem de çok yakındı. Çelişkiliydi ama güzel bir duygu olduğu barizdi.

"Nazçe'm, ne yedin de vedalaşamıyorsun iki saattir?"

Baran'ın uzaktan gelen sesine hemen cevap verdim. "Geliyorum."

Banyodan ve odadan aceleyle çıktığımda koridorda beni bekleyen Baran, "Şükürler olsun," dedi. "Özledim seni."

"Aynı evin içinde mi?"

"He," dedi beni kolunun altına alırken. "Şu herif geldiğinde seni bana göstermeyecek diye ödüm kopuyor. Bir de görmemiş gibi sarmaları almış, sabahın köründe tıkınıyor. Bir tanesini bile vermedi! Sana da yazıklar olsun, hiç sarma yapmadın bana!"

Mutfağa girdiğimizde Zamir, Baran'ın dediği gibi tenceredeki sarmaları yiyordu. Kucağında Suzi vardı. Sol tarafında ise Umut oturmuştu ve o da suyunu içiyordu. Büşra, "Çay ister misin?" diye sorduğunda başımla onaylayıp Suzi'nin yanına geçtim.

Umut'a doğru uzanıp, "Güzelim, günaydın," dedim. Onu yanağından öptüğüm sırada Suzi, Zamir'in kucağından zıplayıp benim kucağıma oturmuştu. Onu elimle sevmeye başladım. "Kıskanma!"

"Nazçe'm. Bana da sarma yapacaksın, değil mi?"

Onu onaylamak için başımı çevireceğim sırada, "Hayır!" dedi Zamir'in keskin sesi. "O bana özel."

Baran, "Lan yürü git," dedi parmağını ona doğru sallayıp. "Girme bizim aramıza."

Zamir inadına bir sarma alıp dudaklarına yaklaştırdı. "Sen girme aramıza. Bu bize özel."

"Büşra..." Baran onun yanağını sıktı. "Güzelim, vaktin olunca sarma mı yapsan bu tatlı kocana?"

"Bakarız."

Umut'un dördüncü ayının bittiği gün Baran, nikâh memuruyla evi basmıştı. Üstelik o gece eve aldığı kızı da yanında getirmiş, her şeyi itiraf ettirmişti. Kız, Baran'ı bir barda gördüğünü ve ona sahte hesaplardan yazdığını ama Baran'ın sevgilisi olduğunu belirttiğini anlatmıştı. Ardından kendisini yardıma muhtaç göstererek eve geldiğini, koltuğa yattığını, sabaha yakın bilerek yatağa girdiğini anlatmıştı.

Büşra bunları duyduktan sonra Baran, önünde diz çökmüş ve ona evlenme teklif etmişti.

Böylece evlenmişlerdi.

Zamir ve Baran evleri ayırmayı defalarca gündeme getirmişti ama ne ben ne de Büşra bunu istememiştik. Umut'a alışmıştım. Üstelik Zamir'in görevleri olduğunda evde yalnız kalma fikri pek de içime sinmiyordu. Umut'un sesi, Baran'ın kahkahaları, Büşra'nın şikâyetlerinin duyulmadığı bir ev, şu an için hayalime sığmıyordu.

"Ben yokken dışarı çıkmamışsın yine," dedi Zamir. Üzerimde olan gözleriyle gözlerimi birleştirdim. "Hazırlan da gezelim biraz."

Kafamı sallayarak hızla kahvaltımı bitirdim Sonra masayı toplamış, üzerimi değiştirmek için odaya koşmuştum. Siyah, dar kot ve mor renkli kazağımı üzerime geçirdim. Kirpiklerime rimel, dudaklarıma ruj sürdüğüm esnada kapım tıklatılmıştı. "Gel."

Zamir, başını içeri doğru uzatıp beni baştan aşağı süzdü. "Süslenmişsin. Eşofman giymek istiyordum ama yanında sönük kalırım."

Gözlerimi devirdim. "Abartma. Kot ve kazak işte."

Başını salladı, dolabının ona ait bölümüne bakıp askılardan siyah, boğazlı kazak ile aynı renkte bir kot pantolon seçti. "Akşahinleri ziyaret edelim mi? Amcan ve Anıl seni özlemiştir."

Akşahin soyadını duyar duymaz göğsüm sıkıştı. "Olabilir. Uzun zamandır dedemin odasına girmek istiyordum. Belki buna cesaret ederim."

Bana baktı ve omzunun üzerine attığı kazağını eline aldı. "Nasıl istersen. Kendini zorlama."

Giyinmek için banyoya girdiğinde bu sefer de bambaşka bir duygu karmaşasının boyunduruğu altına girdim. Aylardır evliydik ama hâlâ aramızda aşamadığımız sınırlar vardı. Dudakları dudaklarıma nadiren dokunuyordu. Sürekli başımdan, ellerimden, bazen de birçok ağırlığı taşımak zorunda kaldığım omuzlarımdan öpüyordu. Kolları beni sarıp sarmalıyordu, beni göğsünde uyutuyordu. Bundan ilerisi yoktu. Beni incitmekten ya da herhangi bir temasa zorlamaktan çekiniyordu. Onu tanıyordum ve kafasının içinden geçen düşünceleri duyabiliyordum.

Onun sınırlarını benim hareketlerim belirleyebilirdi ama nasıl adım atacağım, neyi nasıl dile getireceğim hakkında zerre kadar fikrim yoktu.

Dakikalar sonra dışarı çıktığında ben de üzerime kabanımı geçirmiştim. Gözleri beni tekrar yakaladığında kapana kısıldığımı hissettim. Bakışları... Neden hâlâ bu kadar yoğundu? Beni görmeye alışmıştı ama her baktığında ilk defa görüyormuş gibiydi.

"Kırmızı kulakların sana yakışacağını sanmam."

"Hep bunu söyleyerek şapka taktırıyorsun bana. Belki yakışacak?"

Çekmeceden siyah bir şapka bulup karşıma geçtiğinde başımı eğerek ona müsaade ettim. Şapkayı başımdan geçirdi, alayla, "Söz dinle," dedi.

Dudak bükerek elini ittirdim. "O zaman sen de tak!"

"Emredersin." Ama şu an bana karşı çıkması ve kavga etmemiz gereken kısımdaydık. Neden hemen kabul etmişti ki? Kendisi de benimkine benzer bir şapka taktıktan sonra, "Suzi'nin maması var mı? Gelirken mahallede yeni doğum yapmış bir kedi gördüm. Ona biraz götürelim," dedi.

"Ben onu geçen hafta bahçede gördüm. Arif her gün besliyor."

Burnumu sıktı. "Tatlı kız seni. Aferin."

"Yapmasana!"

"Neyi? Bunu mu?" Tekrar burnumu iki parmağıyla sıktı.

Didişerek kendimizi evden attığımızda kapının önündeki arabasının kilidini uzaktan açmıştı. Koşarak kendimi ön koltuğa attığımda çoktan torpidoyu kurcalamaya başlamıştım. Sürücü koltuğuna yerleşip kemerini taktığı sırada, "Kocasının arabasında aldatıldığına dair kanıt arayan kadınlara benziyorsun şu an," diyerek bana sataştı.

"Sen benim ne aradığımı biliyorsun!"

Motoru çalıştırarak, "Sakız ve şekerler orada. Parfümüm de solda," dedi bilmiş bilmiş.

Daha aşağıya baktığımda tuhaf markalı sakız ve şekerleri görüp duraksadım. Kaşlarım çatılırken, "Sen Azerbaycan'da mıydın?" diye sormuştum.

"Evet."

"Haris dediğin kişiyle beraber mi?"

Bu sefer iç çekti. "Sevgilim, gizli görevdeydim."

Gözlerimi kıstım. "Hani bana geveze olacaktın?"

"Nerede çalıştığımı biliyorsun en azından. Başkaları onlarca yalan atıyor. Ben dürüstüm."

"Haris senin takımına mı girdi?"

Sorularımdan kaçamayacağını ve bana söz verdiğini anladığında, "Hayır," dedi. "Onun görevi bambaşka. Yardımım gerekti, ben de uğradım. Bu kadar."

"Azerbaycan'a mı uğradın? Markete uğramışsın gibi konuşmasana!"

Omuz silkti. "Helikopterle pek uzun değildi yol. Hem sen beni bırak. Bir süre buradayım. Neler yapalım? Tatile gidelim mi?"

"Seni bekliyordum aslında. Holdinge uğramam gerekiyor ama sensiz gitmek istemedim. Biliyorsun, onunla karşı karşıya gelmek istemiyorum." Başını salladı anlayışla. Turan'dan bahsettiğimi anlamıştı. Aylardır işlerimi Büşra'nın yerine bulduğum Meral isimli asistanım hallediyordu. Ve bunu, kelimenin tam anlamıyla başarıyordu. Tüm toplantılara yerime giriyor, her şeyi not alıp bana iletiyordu. Neredeyse her gün eve uğrayıp gerekli evrakları bana imzalatıyordu. Turan'la aramızda âdeta bir köprüydü.

"Konuşma zamanınız geldi, Mihrinaz. O, seni yaşaman için vurdu."

"Kaçtı!" Bir anda sesim yükselmişti. "Dedemin ölümüne göz yumdu. Beni yaşatmak için vurdu belki ama dedem öldü!" O an seslendirdiğim cümle yüzüme acı bir tokat gibi indi. Bu sefer fısıltıyla, "Bunu hangi ara kabullendim? Ben ölsem o mahvolurdu. Ama ben, her şeye rağmen devam ediyorum," demiştim.

"Mihrinaz," diye uyardı beni. "Devam etmenden doğal ne olabilir? Ben de babamı kaybettim. Var olmanın en büyük bedeli kaybetmeye mahkûm olmaktır. Bunu göze alarak nefes alıyoruz."

"Nefes aldığımda göğsüme iğneler batıyormuş gibi hissediyorum."

"Biliyorum," diye mırıldandı güçsüzce. Sırf onun gücünü sömürdüğüm için o an pişman olup elini tuttum ve yanağıma götürdüm.

Yanağımı avucuna sürterken, "Gitmeyeceğine sevindim," demiştim özlem dolu bir sesle. "Sen geldiğinde yaşadığımı anımsıyorum."

"Ben olmasam bile hep yaşa."

"Bunu söyleme. Tek dalım sensin."

"Bir dala ihtiyacın yok."

Bu düşüncesini inkâr ettim. "Sana ihtiyacım var."

"Mihrinaz," dedi ve bana döndü. Çok kısa bir süre gözleri gözlerime dokunmuştu. "Zaafların mayın tarlası, korkuların ise hiç dinmeyen fırtınadır. İçinde ikisini de barındırırsan adımladığın tek yer o tarla olur ve eninde sonunda mayına basarsın. Zaafın sonun, korkun da seni sonuna doğru iten ele dönüşür."

Kelimeleri etrafımda uçuşmaya başladığında zihnim onu yanıtlayacak bir cümle aramış ama bulamamıştı. Haklıydı. Her zaman haklı olmuştu ve ona vereceğim tüm cevapları böylece tüketmişti.

Birbirine geçmiş cümlelerimin düğümlerini çözmeye çalıştığım sırada arabayı evin önünde durdurmuştu. Evimin değil... Artık buraya evim diyemeyecek kadar yabancılaşmıştım. Kapıdaki eski çalışanlardan olan Semih anında kapımı açmak için adımladığında onu beklemeden arabadan inmiştim.

"Hoş geldiniz, Mihrinaz Hanım."

"Sağ ol," diye mırıldandım. "Nasıl gidiyor?"

"İyi diyelim."

Zamir yanıma geldiğinde Semih, saygıyla onu selamlamış ve bahçenin kapısını bizim için açmıştı. "Kim var evde, Semih?"

"Aynur Hanım ve çocuklar."

Zile bastığımda kapıyı bana Asiye abla açmış, aynı anda sevinçle bağırmıştı: "Küçük Hanımefendi! Neden haber vermedin?" Kolları boynuma dolandığında beni sıkıca sarmıştı. Ona aynı karşılığı verirken Rana teyze ve Anıl da yanımıza gelmişti.

Rana teyzeden sonra Anıl, bir adım öne çıkıp karşımda durdu ve ellerini karnıma dolayarak başını göğsüme yasladı. "Abla, neden gelmiyordun?"

Parmaklarım onun gür saçlarını buldu. "Özür dilerim. Gelemedim."

"Seni özlüyorum."

"Ben de seni özlüyorum, Anıl."

"O zaman buraya taşın." Benden ayrılıp gözlerimin içine baktığı sırada bakışları Zamir'i bulmuştu. "İkiniz de taşının. Senin odan çok büyük."

"Evet, büyük ama bizim kendi evimiz var."

Gözlerinde sorgu dolu ifadeler belirdi. "Burası senin evin değil mi? Senin adına."

"O ne demek, Anıl? Burası hepimizin evi. Sadece kâğıt üzerinde bana ait." Zamir'in yüzünde cümlemi duyar duymaz bir tebessüm belirdiğinde Anıl, dudak bükerek bu sefer Zamir'e sarılmıştı.

"Turan abiyle hâlâ küs müsün?"

Rana teyze, "Anıl," diye uyardı onu. "Sorguya çekme ablanı."

"Sorun değil," dediğimde Zamir onun yanağına kocaman öpücük bırakmıştı.

"Nil'le aran nasıl? Sen onu anlat." Anıl'ın bir anda gözleri parladığında Zamir'in elinden tutmuş, onu salona doğru götürmeye başlamıştı. Zamir'le bazen mesajlaştıklarını biliyordum ama bunu oldukça gizli tutuyorlardı. Demek ki konuları Anıl'ın aşkı Nil'di. Eskiden Turan'ı örnek alıp bir sürü kızdan hoşlanan Anıl, son zamanlarda sadece Nil'le alakalı konuşuyordu ve sanırım bu, Zamir'in etkisinden kaynaklanıyordu.

O sırada ayaklarım beni merdivenlere götürdüğünde, "Anahtar bende," demişti Rana teyze arkamdan. Omzumun üzerinden ona döndüğüm sırada cebinden çıkardığı anahtarı bana uzattı.

Gözlerim yanmaya başladığında salona doğru baktım. Zamir'i çağırmak istedim ama Anıl, ona hararetle bir şeyler anlatıyordu ve bu anı bozmak içimden gelmemişti.

Başımı eğerek ağır adımlarla merdivenleri çıktığımda dedemin odasının önüne gelmiştim. Anahtarı deliğe doğru götürdüğümde elim titredi, anahtarı tutmakta zorluk çektim. Saniyeler sonra kapıyı açmayı başardığımda bu sefer de eşikte durmuştum.

Küçük Mihrinaz'ın adım sesleri kulaklarıma doldu. Geceleri dedesinin yanına gelir, masal anlatmasını isterdi. Sonunda uyuyan dedesi olsa bile buna ihtiyaç duyardı. Belki de masaldan ziyade sadece bir sese muhtaçtı o kız. Anne ve babasının sesini duyamadığı için tüm sesleri kendisinde birleştiren dedesinin dudaklarından dökülen kelimeler, ona kendisini daha iyi hissettiriyor olabilirdi.

Küçük Mihrinaz'ın sesini duydum. "Dede," diyordu. Sesi tüm evde yankılansa da zerre umurunda değildi. Birilerini rahatsız etmek asla onu düşündürmezdi. "Uyan ve parka gidelim! Sen, ben..."

"Turan?" diye sordu dedem.

"Yok, o gelmesin. Kıskanıyorum ben."

"Kıskanma. O senin kanından."

"Kardeşim değil ki."

O an dedemin bakışları tuhaf bir hâl almıştı. "Kuzen, kardeş gibidir."

Fakat ellerimi belime koyup ona kızıyordum. "Yok öyle bir şey. Hem Turan, Leyla'yı benden çok seviyor. Benim sevgime aynı şekilde karşılık vermiyorsa ben de onu az seveceğim."

"Sevginin azı yoktur. Ya tamdır ya da hiç olmamıştır."

Gözlerimden kocaman yaşlar yuvarlanıyordu. "Keşke bir kardeşim olsaydı, dede. Onu tam severdim."

Neden ölmüştü? Turan, neden dedesini engelleyememişti? Neden ben, bu kadar acının ortasında kalmaya mecbur kalmıştım?

"Burada mısın?" diye sordum içeri adım atarken. "Ben geldim. Yüzüm yok ama ben geldim." Gözlerimdeki yaşlar intihar etmeye başladı, "Çok mu üzdüm seni?" diye sormuştum çatlayan sesle. "Özür dilemeye bile yüzüm yok."

Sanki o öldüğünden beri ikimizin de doğup büyüdüğü bu şehir susmuştu. Onun ölümüyle şehir bana darılmıştı.

Yatağın yanında durduğumda tanıdık nevresim dudaklarımın titremesine neden olmuştu. "Bunu uyu diye almıştım. Soğuk mezarı seç diye değil."

Gözlerimden yaşlar düşmeye devam ederken komodinin üzerinden tanıdık parfümü aldım ve dolabın karşısına geçtim. Dolabın kapaklarını açtıktan sonra dedemin en sevdiği siyah takım elbisesinin koluna parfümü sıktım ve kokladım.

"Sen nasıl ölürsün?" Elimi sertçe kapağa vurdum. "Sen, beni yaşatırken biz, nasıl seni öldürdük?"

Burnumun direği onun kokusuyla yanmaya başladığı sırada puslu gözlerim arka taraftaki siyah zarfa ilişmişti. Kaşlarım çatılırken elimi uzatıp zarfı aldım.

Torunum Mihrinaz'a...

Bu, dedemin el yazısıydı. Zarfı neredeyse parçalayarak açtığımda içinden çıkan yazıları okumadan yine el yazısına baktım. Bunu kesinlikle dedem yazmış olmalıydı.

Mihrinaz...

Benim güzellikler içinde büyütmeye çalışıp bataklığa batırdığım torunum. Bu mektubu okuyorsan büyük ihtimalle beni gömmüş ve yasımı tutuyorsundur. Tutma. Bunu hak eden bir adam değilim, inan.

Hep düşündüm. Acaba annen ve babanı senden uzaklaştırmasaydım nasıl bir hayatın olurdu? Onlar kötüydü. Kendimi sürekli bu hakikatle avuttum. Sonra Kemal bana, "Sen sanki iyi misin?" diye sordu. Aynaya baktım belki de ilk defa. Gözlerimin içine, ruhuma... Haklıydı, Mihrinaz. Ben iyi biri değildim. Seni yetiştirme şeklim, senden sakladıklarım, o gece alkollü olmama rağmen araba kullanıp Kemal'in iki evladıyla kaza yapmam hiçbir zaman iyi biri olmama izin vermedi.

Herkes kaza diyebilirdi ama bir babanın gözünde ben katildim. Üstelik onun iki evladını aldığım için kızımı ona gelin diye vermek beni iğrenç bir baba yaptı.

Kemal benden çocuklarını istedi. Bir erkek ve bir kız. Halanı, istemediği hâlde Hamza ile evlendirdim. Çocukları olacak ve Kemal'e olan borcum kapanacaktı.

Havva'nın çocuğunun olmayacağını öğrendiğimde dünyam başıma yıkıldı. Kemal'in bu sefer durmayacağını, erkek çocuğunun karşılığında Sinan ya da doğacak herhangi bir erkek torunuma zarar vereceğinden emindim.

Evet, Turan ve Leyla'yı halan doğurmadı.

Tam her şeyin tepetaklak olduğu sırada ikizler dünyaya geldi. Biri kız, biri de erkek. Eğer erkek Akşahin olursa Kemal'in hedeflerinden birine dönüşecekti. Ama Demirhan olursa onun kanatları altında büyüyecek ve hayatı garantiye alınacaktı.

Turan'ı Demirhan yaptım. Havva o sırada Amerika'daydı ve bebeğin hiçbir sorunu olmadığı için özel bir uçakla onu halanın yanına yolladım. Havva, ben, doktor haricinde kimse bilmedi. Annen bile bilinçsizdi. İkiz beklemiyorduk zaten. Turan, herkese sürpriz olmuştu.

Turan, senin gibi 12 Aralık'ta doğdu.

Siz, çift yumurta ikizisiniz.

O senin kardeşin. Sen annene benzerken Turan aynı baban gibi sapsarı saçlara, bal rengi gözlere sahip.

Bunu hem onun, hem senin hem de tüm ailenin Kemal belasından kurtulması için yaptım.

Ama Kemal anladı. Sırf anlamasın diye Turan'a karşı sert davrandığım, seni onun yanında yücelttiğim anlar olmuştu oysaki ama bir şekilde anladı. İlk hedefi sendin, Mihrinaz. Annen ve baban bir taraftan, Kemal bir taraftan saldırmak üzereydi. Çareyi seni uzaklaştırmakta buldum.

Bu yüzden Kemal'i hemen İstihbarata veremezdim. Bu sefer sadece seninle ben değil, Turan da mahvolurdu. Kemal, Turan'a çok düşkündü fakat gözü dönerse onu da harcardı.

Beni affet.

Senden anneni, babanı aldım. Onların yaptığı kötülüklerin içerisinde büyümeni istemedim.

Beni affet.

Senden ikizini çaldım. Kuzen diye bildin ayni rahimde büyüdüğün kardeşini. Bunu sırf ikinizin de canını korumak için yaptım.

Beni affet.

Annenin hamile olduğunu bilemedim onları göndermeden önce. Siz doğduktan sonra aylarca onları bir eve kilitledim ama pişman olmak yerine daha fazlasını yapmaya kalkıştılar. Hamile olduğunu bilseydim asla onu yollamazdım.

Beni affet.

Öldüğüm için beni affet. Seni yalnız bırakmak istemezdim ama eğer ölmüşsem beraberimde Kemal'i de götürmüşümdür.

Belki de kötü biriyim ama tek yaptığım sizin yaşamanızı sağlamaya çalışmaktı. Yaşıyorsanız başarmışım demektir.

Mihrinaz. Şu an yanında olsaydım ve gözünden akan yaşları silebilseydim keşke. Umarım bunu yapan biri vardır. Umarım mutlusundur.

Beni affet.

Eğer bunu yaparsan inan ki ruhum ferahlık bulacak.

Kendine iyi bak, torunum. Aysar, Anıl ve yetimhaneden evlatlık olarak aldığım Leyla sana emanet. Aysar'ın öfkesini olgunlukla karşıla, Anıl'ın nahif kalbini kırma ve Leyla'nın yetim bir kız olduğunu unutma. Onlara iyi davran.

Turan... Hep dilediğin, istediğin kardeşine sıkıca sarıl. Onu bırakma.

Seni çok seviyorum.

Deden...

"Zamir!" Tüm evi çınlatan bir şekilde haykırdığımda gözlerim artık hiçbir şeyi görmüyordu. Endişeli adımların sahibi olan Zamir, koşar adım yanıma geldiğinde titreyen ellerimin arasındaki mektubu ona uzattım. "Ben yanlış okumuş olmalıyım." Kesik soluklarımın arasında geri çekildiğimde sırtımı yatağın başlığına yaslamıştım.

Görüşüm bulanık olsa da mektubu okuduğunu görebiliyordum. Bakışları dedemin yazdığı satırlarda dolaşırken biraz sonra bana odaklanmıştı.

Şaşırmamıştı.

İnkâr etmemişti.

Çünkü zaten bunu biliyordu.

Kaşlarım çatılırken, "Biliyordun," diye fısıldadım. "Benden yine sakladın!"

"Öyle değil," dedi hemen savunmaya geçerek. "Tahmin etmiştim. Sonra doktoru buldum. Dedenin güvendiği, nezarethanedeyken telefonunu verdiği ve kasadan kanıtları alan kişi doktor Sercan. Doğumunuzu o gerçekleştirmiş. Kanıtları almak için onu rehin almıştım ama bana ikiz olduğunuzu anlattı."

Bana doğru yaklaştığını fark ettiğimde elimle onu durdurdum. "Ne zaman öğrendin?" Yüzü gölgelendiğinde cevabımı almıştım. Uzun zamandır biliyordu. Belki de aylar olmuştu. "Bu, benden sakladığın ikinci kardeşim," dedim ağlama krizine girerken. "Yalancısın sen."

"Neden hep suçlanan benim? Deden yıllarca sakladı. Turan, dedenin öldüğü gün öğrendi, yine sakladı. Bir tek ben mi yalancıyım? Seni iyileştirmeye çalışırken mahvetmek istemediğim için söylemedim! Turan'a sırf kardeşin olduğu ve seni yaşatmak için vurduğu için dokunmadım. Dedenin yasını tutuyordun, enkazdın..."

Elimin tersiyle yüzümü sildim. "Şimdi ne farkı oldu? Bir enkazın üzerine başka bir bina yapmaya çalıştın. Binanın altı hasarlı! Depreme dayanıklı değil! Bile isteye tam oraya yeni bina yapman seni ihmalkâr yapar! Sen beni iyileştirmedin, daha çok hasar almama neden oldun."

"Mihrinaz," diyerek bana elini uzattığında yüzümü pencereye doğru çevirip ona engel oldum.

"Git." Dudaklarımdan firar eden kelime onu bozguna uğrattı.

"Ne?"

Bir kez daha dudaklarım açıldı. "Git buradan."

"Sensiz gitmeyeceğim."

Yüzümü ona çevirmeden, "Burada kalmak istiyorum," dedim kararlı sesle.

"Bizim bir evimiz var."

"Yokmuş demek ki." Bu cümle aklımdan bile geçmemişti oysaki. Nasıl dilimden dökülüvermişti peki?

Bu sefer bana yaklaştı, parmağıyla çenemi tutup başımı döndürdü. "Söylesene bir kez daha. Evimizin, ailemizin olmadığını söyle."

Ela gözlerim, onun kara gözlerine binlerce darbeyle karşılık verdi. "Söylersem gider misin?"

"Nerede olmak istiyorsan oraya evimizin tuğlalarını atarım. Aile olarak kimi istiyorsan onu getiririm yanına. Ama asla gitmem. Gidemem."

Dudaklarımdan bu sefer bir hıçkırık döküldüğünde kendimi bir anda onun kolları arasında bulmuştum. "Gitme... Çok yalnızım, gitme." İçli içli ağlamaya başladığımda kolları sırtımda kavuşmuştu. Başımı göğsünde gizleyerek kazağını tutup sıktım. "Kalbim hep parçalanıyor, sonra o parçaları sana batırmaya çalışıyorum. Neden acımasız bir insanım?"

"Değilsin." Parmakları saçlarımda dolaşmaya başladı. Hemen ardından saç diplerime bıraktığı öpücükleri hissettim.

"Bir gün gidersen? Dedem gibi bırakırsan beni?" Cevap vermedi. Bana yanıtını veremediği tek şey ölme ihtimaliydi.

Ona kızgındım ama onun kollarında buluyordum teselliyi.

Benden sakladıkları üzerime devrilmişti ama elimi uzatıp beni çıkarmasını umuyordum.

Çünkü sadece onun varlığı teselli ediyordu kalbimi. Çünkü sadece onun nefesi söndürüyordu yangınlar içerisindeki yüreğimi.

Kanamasına rağmen o yangına üflemekten asla vazgeçmez.

Onu Zamir yapan en büyük özelliği buydu belki de. Fedakârlığı.

Continue Reading

You'll Also Like

19.9K 1.2K 14
Bir ölümdü bir çocuğun hayatını değiştiren. Kim olduğunu unutmuş, kimsesiz biri. Özlemle bakıyordu küçüklüğüne. O zamanlar hissedebildiği sevgiyi...
99.2K 6.9K 50
🌙 WATTYS 2018 | KALP KIRANLAR KAZANANI 🌙 12 GECE | OGÜN ENES O, umursamaz adamdı. Korkmazdı. Üzülmezdi. Kırılmazdı... O, geçmişini tozlu raflara k...
1.8M 49.2K 26
asker ve yeni aile kurgusu Barın elindeki çakıyı incelerken "fazla ses yapıyorsun. Dikkat et." diyerek konuştu. Ses falan yapmıyordum. Askerdim ben...
274K 14.5K 48
Alya özer (asil ) küçük yaştan beri ailesinin intikamı için yanıp tututuşur tam herşey bitmişken gerçek ailesi ortaya çıkar.