İHTİLAL

By binnurnigiz

18.8M 926K 3.4M

O gece yağan yağmur, yer ve göğün yerini değiştirmişti. O geceden sonra bir daha şafak sökmemeli, güneş doğ... More

GİRİŞ
1. GECE
2. ZİNCİR
3. KARANLIĞIN NEFESİ
4. DAĞ GARDİYANLARI
5. ENSESİNDE BİR YALANIN
6. ZEHİRLİ DUDAKLAR, UYUTMAYAN KELİMELER
7. GÜNEŞ SIZINTISI
8. GÖKYÜZÜ MATEMİ
9. YALAN BOŞLUĞU
10. ÇAKAL ÇIKMAZI
11. LÂL ve KEHRİBAR
12. KÜL ve BUZ
13. DAĞ GELİNCİĞİ
14. DAĞ RÜZGÂRLARI
15. GECENİN KOYNUNDA
16. SARHOŞUN ELLERİ
17. VURGUN
18. GÜNEŞ KAÇAĞI
19. YARA VE NASIR
20. ZİNCİRE VURULMUŞ SOKAKLAR
21. ŞAFAK ORATORYOSU
22. CEHENNEMDEN FİRAR
23. GECE ve RÜZGÂR
24. KAR MASKESİNİN ARDINDA
25. TAŞ DUVARLAR
26. KARA ÖRTÜ
27. GÖZ ve KÖZ
28. HÜKMEN MAĞLUP
29. YAN YANA VE YANA YANA
31. GELİNCİĞİN BEYAZ BAKIŞLARI
32. ALAŞAFAK
33. KALP KEHRİBARI
34. LÂL GÖK
35. KURUM YANGINI
36. ŞEHRİN GİRDABI
37. GÖNÜL KIYISI
38. ZİNCİRLENMİŞ TAKINTI

30. TÖKEZLEYEN KALP

469K 22.8K 34.7K
By binnurnigiz

Bal lokmaları, ben geldim. Öncelikle yaşanan felaket adına çok üzgünüm, hepimize çok geçmiş olsun, hepimizin başı sağ olsun. O bölgede yaşayan tüm canlar, umarım iyisinizdir ve her şey yolundadır. Desteğim, kalbim daima sizin yanınızda. Aynı şeyin bir daha yaşanmaması için dua edip önlem almak dışında yapabileceğimiz bir şey yok. Olur da kendinizi çok yalnız hissederseniz, unutmayın, ben buradayım.

Tek motivasyonum olan sizler, yorum yapıp oy vererek motivasyonumu daha da ateşlendirirseniz çok mutlu olurum çünkü bu aralar mental olarak iyi değilim. Yazmak için motivasyona çok ihtiyaç duyuyorum. Bir de geçmiş bölümleri kontrol edip, oy verir misiniz? Verdiğiniz oylar otomatik olarak kalkıyor, Wattpad ile alakalı bir durummuş ama uzun süredir bu tür şeyler yaşanıyor. Yeniden oylarsanız beni çok mutlu edersiniz.

Bu bölüm, olaydan çok duyguların var ettiği bir bölüm oldu. Bu bize hem nefes aldıracak hem de nefesimizi kestirecek diye düşünüyorum... Sizi daha fazla tutmadan bölüme gönderiyorum (:

KEYİFLİ OKUMALAR ZİNCİRİMİN HALKALARI!

Bölüm Şarkıları:

Furkan Halıcı, Kör Zaman

Cem Adrian, Sancı

Tarkan, İkimizin Yerine

Cem Adrian, Yemin

30. TÖKEZLEYEN KALP

GURUR MERT ÇALIKLI

Bir insanı sevmenin en yüksek mertebesinde, sen insan, elbette kalbin tökezleyebilir, elbette yüzüstü kalbinin üzerine düşebilirsin. Elbette kalbini ezen sen olabilirsin.

Kalbim tökezlediğinde ve ben burun üstü bir insanı sevmek denen çukurun içine düştüğümde, kaçamayacağımı ve balçığa sıvanan bir cisim gibi, aşkla kaplanacağımı biliyordum.

Çünkü bazen kalbin tökezlememek için tüm dengeyi kurup dikkatle de çarpsa, sen insan, bir insanın kalbine çarpıp, kalbini kendi ellerinle o insana itersin.

Kalbimi kendi avuç içlerimin arasına alacak cesaretim hiç olmadı ama kalbimi göğsümden tekmeleyerek çıkarıp, ona itecek cesareti, onun gözlerine baktığımda buldum. Bu, her dilde farklı anlamlara hitap ediyor olabilecek bir kelimenin, bin yıllar da geçecek olsa, benim için aynı anlamı ifade edecek olması gibi. Sanki binlerce farklı dilin içinden sıyrılmış yeni bir dilde, sadece kendi anladığım bir şekilde, şiirlere konu olan sevginin çok daha üst bir kademesinde onu seviyormuşum gibi hissediyordum. Çünkü bilmiyorum, bir insan, bir başka insanı, onu benim sevdiğim kadar sevecek olursa şayet, onu değil başkasını da sevse, sırf onu sevdiğim gibi sevmeyi bildiği için o insanın ölmesini dilerdim.

Öldürmezdim belki o insanı ama kalbimin çok derinliklerinden bir yerde, o insanın ölmesini dilerdim.

Onun gözlerinden ilk defa gözyaşlarının aktığı o geceyi hatırlıyorum. Herkes bir merhabayla başlardı ama bizim birbirimize bir merhaba deme şansımız olmamıştı. O sağanak yağmurun altında bana bakan, belki ömrümü, kaderimi, yaradılışımı değiştirecek olan gözler ağlıyordu, çok ağlıyordu, gözyaşları öyle bir akıyordu ki belki de Isparta'da o gece o ağlıyor diye yağmur yağıyordu.

Hayatım boyunca bana bakan suçlayıcı, korkan, çaresiz gözlerini unutamayacağımı biliyordum. Bunu daha o geceden, o gözlerimin içine canını avuçlarının içine almış yavru bir ceylan gibi titreyerek bakarken ben bunu biliyordum. Vicdanımın ortasında asılı kalacak cam gibi parlayan gözlerinin bazen kırılıp vicdanımı ortadan ikiye keseceğini, kanatacağını biliyordum. Bana tırnağını bile sürtmeden, sadece ağlayarak, beni öldürebilen ilk insandı.

O gece birini öldürmediğime emindim, o gecenin sonundaysa artık bir katildim, çaresiz olan da bendim, ilk kez kapana kısılmış olan da bendim. Sanki bir aslandım, kafesin içine kapatılmıştım ve kafesin etrafında ateşler büyümeye başlamıştı. Kafesin kapısı açıktı, kapıyı itsem çıkardım ama kafesin kenarına sinmiş, korkudan hareket edemeyen o ceylanı gördüğümde, durdum ve yanmaya hazır olduğuma karar verdim.

Yanmaya hazırdım. Madem bu kafesten çıkmaya cesareti yoktu, dişlerimi boynuna saplayıp onu sürüyerek çıkarıp canını yakacağıma, burada durur, onunla yanardım.

Aslan, kafesin açık kapısına sırtını döndü ve ceylanla kalmayı seçti. Ceylan, aslandan korkarken, açık kapıyı görmemiş olsa gerekti; aslanın nelere sırt döndüğünü görmemiş olsa gerekti. Önemli değildi. İyi olması yeterdi, alevler beni sıyırıp geçene ve onu bulana dek, yanmasa yeterdi.

Yere düşen anahtarlarıma uzun süre, tepkisiz bir yüzle baktığımı hatırlıyorum. Dışarıda esen rüzgârın sesinden, şehrin öteki ucunda hızla ilerleyen motosikletin sesine kadar her şeyi en net haliyle duyabildiğim bir andı. Eğilip anahtarı aldım, gözlerimi kaldırıp yolun öteki ucunda park halinde duran arabaya baktım. Bir haftadır sokağın farklı noktalarına park eden bu araç uzun zamandır radarımdaydı. Sahibini hiç görmemiştim, park halinde durduğu saatler de tutarsızdı; yani aracın sahibinin esnek çalışma saatleri yoksa, bu kadar farklı zamanlarda farklı noktalarda park halinde durması garipti. Nereden bakarsan bak acemi işiydi. İzleniyordum ve beni izleyen kişi çok da zeki değildi. Hiç değilse aracı aynı noktaya park etse, en azından aracın sokağın sakinlerinden birine ait olduğuna inanırdım. Çünkü insanların belli, benimsediği park noktaları vardır. Aynı sokakta oturan biri devamlı başka bir yöne park etmez arabasını.

Esasen izlendiğimin çok uzun zamandır farkındaydım. Bir yabancının nefesi devamlı olarak enseme dökülüyormuş gibi hissediyordum. Reflekslerim kadar hislerim de kuvvetlidir, bir şahinden daha keskin görebilecek olan gözlerimin yanında, tüm seslere kulak kesilebilecek yırtıcı bir kedi gibiyim. Radardaki tek kişi olmadığımın farkındaydım, benim gibi Dağ Gelinciği de izleniyordu. Bunu bilmek huzursuz ediciydi. Beni istediği kadar izleyebilirdi ama onun üzerinde dolaşan gözlerden hoşlanmazdım. Özellikle de o gözler ona zarar vermek için ona doğru saplanıp kalıyorsa. O gözleri oyardım.

Bakışlarımı aracın üzerinde çok fazla tutmadım çünkü izleyen kişiyi işkillendirmek istediğim son şeydi. Nereye kadar izleyeceğini merak ediyordum ama neden izlediğini merak etmiyordum; çünkü kazaya sebep olanın da üzerime yıkılan taklit edilmiş cinayetlerin de arkasında izleyen kişinin olduğunu biliyordum.

Anahtarlar elimde doğrulduğum o kısa süre zarfında aracı zihnime kazıyabildim. Yüzümü kendi cipime döndüğümde, aracın içinde birinin beni izlemeye devam ettiğinden haberdardım. Cipe binmeden önce bir sigara yaktım. Çok oyalanıyor gibi görünmemek için sigara dudaklarımın arasındayken cipe atladım ve camları indirip, sigarayı tutan elimi dışarı sarkıtarak hızla sokaktan ayrıldım. Ben sokaktan ayrıldım ama düşünceler zihnimden ayrılmadı.

Her an onun yanında olup, onu her şeyden koruma düşüncesi içimde dimdik duran bir bıçaktı ve ben ne zaman ondan uzağa sürüklensem, o bıçak yan yatarak hayati bir organıma batıyor, derinlere saplanıp o organı parçalıyordu. Onun hayatımdaki yerinin bu kadar hayati olmasını bilmelerinden memnun değildim. Belki de bu beni mahvediyor dahi olsa ona bir pislik gibi davranmam gerekirdi, onun benim zaafım, tek zayıf noktam olduğunu bilmemeleri her şeyi kolaylaştırabilirdi ama bir noktadan sonra ona hissettiklerim her şeyi ateşe vermeme neden olmuştu. Korkuyu, onu koruma arzusunu bile. Ona doğru son sürat sürüklenmeye başladığımda, ucunda bizi bekleyen bir ateş olduğunu biliyordum, o ateşe yanımda onu da sürüklerken mutluydum çünkü artık ona hak ettiği her şeyi verebilirmişim gibi geliyordu. Sevgiyi, şefkati, korunma duygusunu, güveni, aşkı, maddi manevi her şeyi, tüm paramı, onurumu, şerefimi, haysiyetimi, damarımdaki kanı, göğsümün altındaki kalbi, canımı. Her şeyimi.

Tüm hayatımı alabilirlerdi benden ama onu benden almamaları yeterdi de artardı bana. O olsun, ölüm gelsin, o olsun, her şey yok olsun, o olsun ben olmasam da olur. Sadece o olsun. Zeliha olsun. Zerdam, Zerdalim, dağda açan yaban çiçeğim, gelinciğim, bir avuç mutluluk bin karış acım, her şeyim o olmuştu ve bu nereden bakarsan bak, benim gibi bir adam için çok zordu. Çünkü benim gibi adamlar, her şeylerini kaybetmeye göze alarak bu yola çıkarlardı. Şimdi o yolun ortasında, tek korkum her şeyimi kaybetmekken, geri nasıl dönülürdü bilmiyordum.

Oysa öyle bir şeydi ki içimdeki, her şeyi bırak, bana gel dese, her şeyim olduğunu ona söylemekten utanarak onun dışındaki her şeyi bırakır ona giderdim. Ona gittiğimde yalan söylediğim için pişmanlık duyardım. Ona, her şeyimi bırakamadım ama sana geldim, diyemediğim için utanırdım. Ona her şeyim zaten sensin Zerda, diyemediğim için utanırdım, yalan söylediğime inanırdım.

Araç, sokağı usulca terk ederken göğsümdeki huzursuzluğun katlandığını hatırlıyorum. Aracın camını sigara içtiğim için açık bıraktığıma inansın istemiştim izleyen kişinin. Oysa göğsüme biraz nefes çekebilmeye ihtiyacım vardı. O an, tek amacım buydu. Derin bir nefessizliğin ardından gözlerim yola saplanıp kaldı. Yol, su gibi akıp gitse de ben lavların içinde çoktan ateşlerle sarılmış tahta bir kayıkla ilerliyordum sanki. Onu sevdiğimden beri geçmişim değildi beni yakan, sadece oydu. Beni geçmişimden iyileştirirken, kalbimden onunla yaralamayı nasıl başarmıştı anlamıyordum. Tek düşündüğüm nasıl o olmuştu benim? Onu ilk kez gördüğümde gözlerine yerleştirdiği o ifadeyi nasıl unutamadıysam, evden çıkarken gözlerime bıraktığı son ifadeyi de öyle unutamazdım. Caddeye çıktığımda rüzgârı yüzümde hissettim, düşünceler dağıldı ama ona dair olanlar orada kaldı.

O gece, farklı bir huzursuzluğu gözetiyordu kalbim. İçimde dinmek bilmeyen bir fırtına, durduramadığım bir sancı, daima kanayacağına inandığım bir yara vardı. Bir şeylerin sonunda değil de başındaydık, bunun çok farkındaydım. Göz bebeklerime sinmiş tarumar olmuş bir ifadeyle yolu izlerken ne yapacağımı bilmiyordum. Söyleyeceklerim dilimin altında kaybolup giderken, onun gözlerine öylece bakmış ve onu hiçbir şeyden haberdar edememiştim. Tekrar korksun istememiştim. Tekrar gözlerine korkunun sinmesini istememiştim. O yüzdendi belki de izlendiğimizi söyleyemeyişim. Onun kalbinde yeni bir korkunun temelini atan kişi ben olmak istemiyordum.

Tesisin sınırlarına geldiğimi Adnan'ın cipinden yükselen korna sesiyle fark ettim. Düşünceler beni dağlara dek sürüklemişti. Ondan önce yuvam bildiğim tek yer burasıydı. Ondan sonrasında ise onun gözlerini değdirdiği yer bile benim yuvam olmuştu. Adnan'ın cipi cipimin yanından sıyrılıp geçerken gözlerinin bana dokunduğunu hissettim ama bakışlarına karşılık vermeden cipi otopark alanına çektim. O gecenin her saati içime batıp durdu.

Kazadan sonra onu kaybetme korkusu, bilekliklerimizin içine birer izleme cihazı yerleştirmeyle sonuçlandı. Bunu yaptığım için memnun değildim ama o gün her şey paramparça olsaydı, o kazadan sağ çıkamasaydı ne yapardım? Ya o gece Muşta bir mucize olup üzerimize yağmasaydı ve onun oturduğu yan koltuğum sonsuza dek boş kalmaya mahkûm olsaydı? Ölür müydüm? Yaşayabilir miydim? Ölebilir miydim? Mecburdum. Onu asla izlemedim. Asla nerede olduğuna tek bir an bile bakmadım ama nabzının ve konum bilgilerinin ve nabzı ne zaman değişecek olsa sesinin devamlı olarak bana gelmesini sağladım. Kayıtlar her yedi saatte bir siliniyordu ve Allah var, ben bir kez bile o kayıtlara girip bakmıyordum. O gece, onun nabzının zayıfladığı ana kadar. Düşmüş olma, bir yerde bayılıp kalmış olma ihtimali telefonuma bir alarm olarak düştüğünde, paniğin kalbimi nasıl kasıp kavurduğunu hatırlıyorum. Onun canı için kendime bağladığım ama onun özel hayatına bir kez olsun müdahale etmediğim o uygulamayı, işte tam da o gece kullanmama neden olan, onun alenen bayıldığını bana gösteren sağlık alarmıydı.

Başta sesi dinlemedim, çünkü özel hayatına burnumu sokmak bile istemedim. Zaten nabzı değişmediği sürece cihaz asla ses kaydına başlamıyor, konumunu almıyordu. Ses kaydını isteme nedenim, tehlikede olduğunda hala canlı olup olmadığını duyabilmek içindi. Olduğum yerden fırlayıp kalkmama engel olan, onun sağlığını göz ettiğim o uygulamanın bana yolladığı sesti. Korkuyla, ayılmış düşüncesiyle açtığım o ses kaydında duymaya başladıklarım, yeni bir kâbusun toprağıma düşmeye başlayan tohumlarıydı.

Bazen kâbus görmek için uykuya dalmana gerek kalmazdı. Bazen asıl kâbus, yaşadığın hayatın ta kendisiydi.

Durmak zordu, kendimi durdurmak zordu. Bana yalan söylemeye çalıştıkça kendini dağıtışını izlemek, dağıttığı parçaların yerde kalışını izleyip o parçaları toparlayamamak çok zordu.

Geçen sürenin sonunda, o gece benden ayrılmak için geldiğini biliyordum. Beni arkada bırakmak onun için zor olsa da benim için bunu göze alabilmişti. Ben alabilir miydim, sanmıyordum. Bu yüzden bir yanım ona hak verse de bir yanımın ona olan kırgınlığını durduramıyordum.

Zil çalmadan hemen öncesinde, evde yalnızdım. Geldiğini biliyordum, onun bana yakın olduğu anları her zaman hissederdim çünkü kalbim buna anında tepki verirdi. Göğsümde ne zaman bir şeyler firar etse, onun bana doğru geldiğini, bir köşeyi döneceğini ve onu göreceğimi bilirdim.

Ama bu kez o zili çaldığı an, içimde durduramadığımı bildiğim o hissin daha da şahlandığı ve bu kez kendi içimde yavaşça küle döndüğümü hissettiğim andı.

O kapı açıldı ve onun gözlerinde gördüğüm şey, içimde dimdik duran farkındalığın temeline bir darbe indirdi. Gözlerinde korku vardı. Gözlerinde, benim sonumda olduğunu hissettiğini apaçık belli eden bir korku vardı. Onun da bensizlikten korktuğunu bilmek, şartlar korkunç şekilde aleyhimizde bile ilerleyecek olsa, bana kendimi iyi hissettirmişti.

Tam gözlerinin içine bakarak, "Hoş geldin," dedim.

Kapıdan içeri ilk adımını atmadan önce, "Hoş buldum," dedi.

Hissettiklerini görebiliyordum, hissettiklerini hissedebiliyordum. Ona acı çektirmek değildi amacım. En başından bildiğimi söyleyecek olursam, işte o zaman en büyük acı yaşardı çünkü bir şeyleri mahvetme korkusunu içinde taşıyan küçük bir çocuktu o. O herife tek bir an bir şeyi çaktırmış olduğunu hissederse, beni ele verdiğini düşünürse kendini asla affetmezdi. Ben Zeliha'nın hatalar yaptığını düşünerek ağlamasına katlanamıyordum. Bir şeylerin sorumluluğunu yüklenmesinden bıkmıştım. Onun yüklendiği tek sorumluluk bana duyduğu hisler olsaydı, olmaz mıydı?

Sesim kayıptı ve o kayıp sesle, "Geç kaldın," dedim.

Gözleri gözlerimde kaçak göçekti; suçlu ve mahkumdu.

"Evet," dedi. "Düşünüyordum."

Neredeyse gülümseyecektim ama bu alaydan uzak bir gülümseme olacaktı. Bu, seni ne hallere soktum, hala beni incitmemenin bir yolunu mu arıyorsun gülümsemesi olacaktı ama yapamadım.

Tek söyleyebildiğim, "Düşünüyor muydun?" oldu.

Gözlerinde bir kız çocuğuyla bana bakarken nasıl olurdu da söyleyeceklerine inanmamı beklerdi? Yine de ben o kız çocuğunu görüyor olsam da onun söyleyeceklerinden Allah'tan korkar gibi korkuyordum.

"Bir sorun mu var?"

"Aslında evet, bir sorun var gibi duruyor."

Bir kalp atışı süresi boyunca bunu ertelemek istedim. Ciddi olmasa dahi, duymak istemiyordum. Duymamanın bir yolu yok muydu? Çocukken olduğu gibi avuçlarımı kulaklarıma bastırıp onun kelimelerini durdurabilmek istiyordum.

Ne zamandan beridir bana böyle zarar verebiliyordu?

"Sorun ne, Gelincik?" diye sorduğumda tek istediğim bana biraz daha vicdanlı davranmasıydı. Ciddi olmasa bile duyacaklarımın henüz duymamışken beni böylesine korkutması nasıl mümkündü? "Anlat bana," derken ciddiydim. "Halledebileceğim bir şeydir muhakkak."

"Değil." Gözleri cam duvara anlık olarak dokundu. Küçük kızım, herkesten gizleyebilirdi ama kendiyle alakalı hiçbir şeyi benden gizleyemezdi. İzlendiğinden emindi. O gözler, cam duvara dokunurken kalbi bir serçeninki gibi telaşlı ve aceleci mi çarpıyordu? Korkuyordu. Benim duyacaklarımdan korktuğum gibi, o da bana söylemek zorunda kalacaklarından korkuyordu.

"Biriyle bir sorun mu yaşadın?"

"Hayır. Böyle bir şey olsaydı hallederdim." Tek bir an kaybolmuş, pusulası bende kalmış, benden yardım dileniyormuş gibi gözlerimin içine baktı. Hiçbir şeyi bilmiyor olsam da onun bu bakışlarından her şeyi anlardım. Beni kandırabilmesi için önce gözlerini benden alması gerekiyordu.

"Sorun bir süredir ikimizin arasında duruyor gibi," dedi yavaşça. İşte bu cümle, benim göğsümün saatini yavaşlattı. Kalp yavaşlayınca durmuş gibi hissederdin, benim kalbim belki de yavaşlamamış, direkt durmuştu. Çözemedim. Çocukça bir hisle ayaklarımı yere vurup onu durdurmak, devamını dinlemek istemediğimi söyleyerek kaçıp gitmek istedim. Ama durdum ve gözlerinin içine baktım. Madem savaş meydanında beni vurmaktan başka çaresi yoktu, o halde beni delik deşik edebilirdi; ben buna hazırdım.

Çok kısa bir an için gülme isteği yanaklarımda ağrılara neden oldu. "Anlamadım?" diye sordum, anladığım ve beni kahreden o şeye rağmen. Pars bacaklarına dolanırken ona daha dikkatli baktım. "Zeliş."

"Konuşmamız gerekiyor, Gurur. Mantık çerçevesinde."

Gülerken içimde bir şeylerin çekildiğini hissettim. "Beni mi trollüyorsun?"

"İleride iyi bir avukat olmak istiyorum."

İşte beni buradan vurma, lütfen. Yapma. İnanmayan tarafımı inanan tarafımın eziyetlerine mahkum bırakma.

Hem olacaksın, sen zaten iyi bir avukat olacaksın Zeliha.

"Zaten olacaksın."

"Suça bulaşmış bir avukat değil," dedi ve o an, damarımda ne kadar kan varsa hepsi çekildi, bomboş damarların sarmaşık gibi dolandığı ölü bir bedenden tek farkım, hala nefes alıyor oluşumdu. Aldığım nefes içime battı. Doğru değil, diye iç geçirdim. Yalan atıyor, kandırıyor seni, senin iyiliğin için yapıyor. Zeliha böyle şeyler düşünmez. Kov kafandaki şeytanları, hiçbiri gerçek düşünceleri değil ve olmayacak.

Bana doğru bir adım attı ama ona doğru bir adım atamadım. Kafamda onun bunu düşünmediğini savunan tarafımla, onun da böyle düşünüyor olma ihtimalinden söz eden tarafım kanlı bıçaklıydı.

"Seni suçlamıyorum," dediğinde gözlerine bakamadım, yere baktım ve aynı şeyi içimden tekrarladım. Beni gerçekten suçlamıyor, beni suçlamıyor, beni bu konuda suçlamıyor, lütfen suçlamasın.

"Başlarda seni suçlasam da sonradan seni en çok ben anladım." Anladın değil mi Zerda? "Anlamadın diyemezsin." Demedim, demem. "Hak vermedin diyemezsin." Demedim, demem. "O gece benim yüzümden yaşandı, sen bunlara benim yüzümden bulaştın ve kabul etmeliyiz ki, ben de tüm suç benim de olsa bu işe çoktan bulaştım." Daha az kanatmanın yolunu ararken kan leş içinde bırakmanın yolunu nasıl buldun?

Gözlerimi yerden kaldırırken ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Yalanlayamadım onu, bir kavga doğuramadım, zaten amacım onu üzmek de değildi benim. Ben onu artık sadece mutlu etmek istiyordum. Ceylan gözlerinin içine baktım.

"Aileme bir söz verdim." Lütfen o topa girme, bu kadarına gerek yok. "Babama bir söz verdim." Lütfen. "İyi bir avukat olabilmek için yemin ettim, çok çalıştım, gecemi gündüzüme kattım ve bu okula girebilmek için uğraştım." Lütfen bana küfürler yağdır ama kafamdaki şeytanın bana eziyet etmesine müsaade etme, lütfen. "Sonra bir gece işler düşündüğüm gibi gitmedi, seninle tanıştım." Yalvarırım, bunu söyleme. Bunu istemiyorum. Buna gerek yok.

Ben bu cümlelerin hepsini gerçekte de hak ettiğimi biliyorum ama senden oyun için bile duymuş olmak beni öldürüyor, anlamıyor musun?

Başımı öne eğdiren cümlelerine sustum. Gerçek değil, diye söyledim içimden kendime. Kendimi inandırmayı çok denesem de içimde inen cam çerçeveyi toplayamadım. Kesikler kalbimdeydi.

"Seninle tanıştığıma pişmanım demiyorum, keşke başka şartlar altında tanışsaydık diyorum. Bu ikisi aynı şey değil."

Vurup durduğun yeri bir kez okşayınca, oraya bıraktığın iz geçmiyor ama beş parmağının izini yine de okşa sen, ne olursun.

"Babamın gözlerinin içine suçlu biri gibi hissederek bakmak istemiyorum." Bunu gerçekten hissediyor olduğunu düşünmek kanımı bozdu, kanım zehirdi artık, damarlarımda yaşamı değil de ölümü taşıyordum. "Bu mesleği hakkıyla, lekelemeden yapmak istiyorum. Daha fazla lekelenemez diyeceksin belki ama..."

"Zeliha," döküldü dudaklarımdan. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda, gözlerimin durumu her nasılsa bakışlarının paramparça olduğunu gördüm. "Söylemeye çalıştığın şeyi çevirmeden, direkt söylesene." Bıçağı içimde çevirip durma ulan. "Daha az acıtayım diye içime vurup vurup geri çektiğin bıçak, tek seferde en derine saplansın da umut etmeyeyim hiç değilse. Bıçağı şimdi çekecek, vazgeçecek, saplamayacak bana demeyeyim, bu umuda tutundurma beni."

Akan zamanın ikimize verdiği hasarların tamamına onun bakışlarında rastladım. Bir yanım söyledikleri tarafından parçalanırken, bir tarafım ona yaşattığım her şey için beni parçalamaya çalışıyordu; her halükârda parça pinçiktim.

"Bitsin," dediği anda zaman birdenbire yavaşladı. Sonsuzluk gibi uzayan o zamanın içinde son cümlesini duydum. "Bitsin yoksa biz biteceğiz."

Son cümlesi beni bir anının içine sürükledi. Eğer o anıyı anımsamasaydım, söylediği şeyin yarasını ömür boyu taşıyacağımı biliyordum ama o anı hatırlamak, yeniden o anın içinde olmak her şeyi değiştirdi. Nabzının yavaşladığı, bayıldığını belirten alarmın geldiği son konuma gittiğimde gördüğüm o manzarayı hatırlıyorum. Ellerim bembeyazdı, duyduğum her şeye, öğrendiklerime rağmen nabzının nerede yavaşladığını görmek için gittiğim o yer, o gece bir mezardı ve içine girmiştim.

Benim için yaptığı yemekleri yerde gördüğüm anı hatırladım. Yere çöktüğümde, omuzlarımda üç insan taşıyormuş gibi bir ağırlık hissediyordum. Sefertaslarına bakarken çaresizlik çok derindeydi, içimden çıkarması imkânsız duruma gelmiş, sapına dek içime gömülmüş bir bıçaktan farksızdı.

Ondan istediğimi yapmıştı. Benim için yemek yapmıştı ve yaptığı yemeği getirmek için çıktığı yolda çocukluğumun katiline yakalanmıştı. Sefertaslarına bakmanın acı vereceğini hiç ummazdım. Yere saçılmış yemeklerin beni neredeyse ağlatacak kadar kötü hissettireceğini hiç düşünmezdim. O ne hissetmişti? Elinden her şeyin bir gecede alındığını mı? Ben her şeyi bilen olmama rağmen elimden her şey alınmış gibi hissediyorken eminim o benden beter durumdaydı.

Hatıralar kafamın içinde kayboldu.

Şimdi yeniden karşımdaydı. Gözlerimiz birbirine tutundu ve bakışlarında gördüğüm şey, gerçekliğin ta kendisiydi. Bunu istemiyordu. İstemediğini biliyordum. Gözlerinde görüyordum. Benim sandıklarımın aksine, o sandıklarımdan daha fazlasıydı. Ona istediğini değil, hak ettiğimi vermeliydim. Hak ettiği, düşündüğünden, sandığından çok daha iyisiydi. O mutlu olmayı hak ediyordu.

"Bence de bitsin," dediğimde zaman benim için durdu. Kalbin bağlı olduğu damar koptu. Daha sıkı bağlanabilmek için. Sımsıkı olabilmek için. Köklerimin onun kalbini sarıp onu hayatla doldurmasını istiyordum.

Aniden elini kavradığımda, bu beklemediği bir şeydi. Beklemediği daha çok şey olacaktı.

"Bu oyunu daha ne kadar tek başına sürdüreceksin, sevgilim?"

Bilekliklerimizin birleşmesiyle, sehpanın üzerindeki laptoptan duyulmaya başlayan ses, Zerda'nın yüzünde şaşkınlığın bir cam parçası gibi parlamaya başladı. Beklemediği kesindi ama daha fazla saklayamazdım. Daha fazla ne ona ne de kendime bu işkenceyi yapmaya devam edemezdim.

ZELİHA ÖZDAĞ

Damarlarımda dolaşan kanın bile benim damarlarıma değil, onun damarlarına ait olduğunu düşündüğüm çok zaman olmuştu. Bu, onunla can bağlantısı kurduğum anlamına mı geliyordu? Kalbim, benim damarlarıma bağlı olsa da onun göğsünün içinde mi asılı duruyordu?

Düşündüm. Bizi bir araya getirenin karanlık bir gece olduğu ikimizin de değiştiremeyeceği bir gerçekti. Ama o karanlık geceyi var eden ne ben olmuştum ne de o olmuştu. Geçen bunca zamanın içinde kendimizi suçlayarak, kendimize eziyet ederek usulca birbirimize âşık olmuştuk.

O gece ayrılmak zorunda kalacağım kişi o değil de ben gibiydim. Kendimi terk edip, kendimi, tüm yaşamımı, hayatımı, ruhumu ve kalbimi onunla bırakıp gideceğimi düşünmüştüm. Terk edilen o değil de bir nevi ben olacaktım aslında.

O ses dosyası oynayana kadar, her şeyin sonunda, bitiş noktasında olduğunu düşünüyordum.

Sonra o ses dosyası oynamaya başladı ve hayatımız parçalandığı noktadan yeniden birleşti. Tüm damarlarımın hayatla dolduğunu hissettim, içimin derinden huzurla dolduğunu, o gevşeme hissinin yangın yeri olan içime su gibi aktığını hissettim.

Ses dosyası sona erdiğinde, gözlerim hala gözlerine esir düşmüş, öylece ona bakıyordum.

Bir zamanlar korkarak baktığım o gözlere, şimdi kaybetmekten korktuğum bir şeye bakıyormuş gibi bakıyordum.

Ve kaybetmekten korktuğum şey de beni kaybetmekten korkuyordu.

"Bu... Nasıl?"

"Senin attığın adımı, baktığın yeri, düşündüğün şeyi senden önce bilen kişiyim ben. Ne sanmıştın? Sen önümde kar gibi eriyorken, ben karşında buz gibi sapasağlam duracak, senin erimene göz mü yumacaktım?"

Birbirine girerek birbirini kanatan kelimelerin ortasında ona hissettiğim çaresizlikle bakmak dışında bir şey yapamadım. Hissettiklerim kelimelere dökülse bile sesim o kelimeleri taşıyacak kuvvette değildi. O da bunu biliyor gibi gülümsedi. Nasıl olmuştu da her şeyi bilebilmişti? Nasıl olmuştu da her şeyi bilip susabilmişti? Ne zaman öğrenmişti? Sorular kafamın içinde bir kum fırtınası yaratırken sadece onun gözlerinin içine baktım.

Bana doğru bir adım atıp yüzümü avuçlarının içine aldığında ağlayacağımı sandım. "Bitti," dedi. "Ama biten ne sevgim ne de biziz. Biten bu şey. Canın artık yanmayacak."

"İtirafı var," diye fısıldadığımda sesim titriyordu. "Bu, kurtulduğun anlamına mı geliyor?"

"Evet, bu tam da o anlama geliyor."

"Ne zamandan beri biliyorsun?" diye sorarken, birazdan uyanacak olma ihtimalimden korkuyordum.

"Bilmem gerektiği andan beri," dedi. Başka bir şeyler de söylemesi gerekiyordu, bana bu durumu tüm çıplaklığıyla açıklaması gerekiyordu ama bunun yerine tam gözlerimin içine baktı. Beni bu kadar kolay ikna edebilmesinin nedeni ona hissettiklerimden miydi yoksa ikna edilmeye duyduğum muhtaçlıktan mıydı bilmiyordum.

"Biraz üzgün görünmem gerekiyor sanırım, leydim." Beni belimden tutarak geriye doğru yürütüp sırtımı holün duvarına yasladı. Saniyeler zamanı değil, ateşleri örüyordu. Nefesi dudaklarıma çarparken, "Ama söylediğin yalanlar bile, beni üzmeye yetti sanırım. Şimdi bu evden çıkıp gideceğim, ona istediğini vereceğim. Anlaştık mı?"

"Madem elinde kayıt var, neden istediğini verelim ki?" diye sorabildim sesim titrerken. "Onu şimdi mahvedebilirsin. Bunu yapabilirsin, değil mi? Hem bu... Bu seni aklar."

Büyük avuçlarını duvara bastırıp beni duvarla arasına sıkıştırarak yüzünü yüzüme yanaştırdığında karmaşa usulca şehrimi terk ediyordu. Gözleri gözlerime bir güneş gibi ışığını verirken, "Benim de kafamda bir şeyler var, beni yeterince tanıyamadın mı yoksa Zerda?" diye sordu.

Onu tanıyor olmanın bana bu kadar iyi geleceğini o gece yaşandıktan sonraki sabah söyleseler, benimle alay ettiklerini düşünürdüm. Ama şimdi onu tanıyordum ve bu en büyük başarımmış gibi hissediyordum. Bir insanı tanımak tabii ki en büyük başarın olamazdı, olmamalıydı ama bu başka bir durumdu, kalbimin mutluluğundan bahsediyordum.

"Ne yaşanırsa yaşansın," dedi alnını alnıma yaslamadan saniyeler öncesinde. "Sen kalbimi diri diri yerinden bile çıkarsan, bin kez dirileceğimi bilsem ama o an, bir kez daha öldüremeyeceğini düşüneceğim kadar derinden senin tarafından öldürülsem, yine de benim sana olan aşkım hakkında hiç yanılmamanı sağlayacağım. Benim gözlerimde her an bunu göreceksin. Senin için her şeyi yapabileceğimi, seni delice sevdiğimi, sadece senin için yaşadığımı ve sadece senin için yaşamı bir kenara bırakıp ölüme gideceğimi. Beni bunları bilecek, kabullenecek kadar iyi tanıyacaksın."

Korkudan titreyen sesimle, "Şimdi ne olacak?" diye fısıldadım. Söylediği her şey kalbime yerleştirilmiş bir duyguydu, çok ağır duygulardı, içimdeki dengeyi bozacak ağırlıkta duygulardı, beni kalbimin üstüne düşürecek duygulardı.

"Sen arkana yaslanacaksın, ben her şeyi halledeceğim." Dudaklarını sus çizgime bastırdı. "Sen yanımda olduktan sonra, beni kimse yenemez."

Ellerimi korkuyla kollarına koyduğumda alnını alnıma daha sert bastırdı. "Ne yapmamız gerektiğini konuşacağız. Şimdi çıkıp gitmem gerek. Eminim evin etrafında dolaşıyordur," dedi. "Seni arkamda öylece bırakıp gitmeyi ben de istemiyorum ama mecburum."

Gitmemesi için koluna sarılıp bir çocuk gibi ağlamayı istiyor olsam da sadece başımı salladım. Bu hareketim, içindeki şefkati uyandırmış olacak ki, "Ulan böyle de içim gitti şimdi," diye mırıldandı. "Öyle çocuk gibi kafanı sallama, içim kötü oldu. Üzüldüm. Kucaklayıp götüresim geldi seni." Dudaklarını alnıma bastırıp geri çekildi. "Bu gece dönmeyeceğim," dedi.

"Bu gece ayrı olmak zorundayız, değil mi?"

"Çocuk gibi sorarsan, her şeyin anasını avradını sikeyim der kalırım, Zeliha," dedi sertçe. "Kal dersen, her şeyi, kendi isteklerimi bile bırakır kalırım."

"Git," dedim sessizce. "Bu gece dilemeye bile korktuğum, dilemenin bile hakkım olmadığına inandığım bir şekilde bitti. Git, nasılsa geleceksin."

"Güzel kızım benim," dedi şefkatle. Bu şefkat beni yerle yeksan etti. Büyük avuçlarıyla yüzümü kavradı, baş parmağıyla çenemi okşarken gözlerimiz birbirine doğrultulmuş namlulardı. "Her ne olursa olsun Zeliha, tetiğin arkasında değil, önünde bile olsam, namlu beni hedef alıyor bile olsa, benim için bile olsa benden bir şey saklama. Ben senin için her şeyi yapabilecek bir adamım. Ben senin sancılarının hepsini senin yerine çekmeye hazır bir adamım."

"Ben de senin için her şeyi yapabilecek bir kadınım, Gurur. Bunu biliyorsun, değil mi? Senin için her şeyi yapabilecek bir kadınım."

"Sen benim için sadece yaşa. Senin benim için yaşaman, zaten benim için her şeyi yapmış olman demek."

Kelimelerini tamamlayan dudakları oldu. Dudakları dudaklarımın üzerine kapandığında, onu son anımız değil, sonsuz anımız varmış ama buna rağmen ona daima aç olacakmışım gibi öptüm. Dudaklarımız birbirinden ayrılırken bana o derin, uçsuz bucaksız güneşe benzeyen gözleriyle baktı.

"Cenan'ın yanına git, istersen kızları çağır ama tek kalma," dedi. "Sabah döneceğim ve bir süre küçük bir oyun oynayacağız, tamam mı?"

"Tamam," diye fısıldadım.

"Aferin benim güzel Disney ceylanıma." Alnını yeniden alnıma bastırırken gözlerini kapattı. "Halledeceğim. Sadece üzülme. Daha fazla üzülme."

"Üzülmemeye çalışırım," dedim, tek nazım ona geçiyormuş gibi. Benim nazım bir babama bir de ona geçiyordu, bunu yeni fark ediyordum. O da bundan çok memnun gibiydi. Bu, onu mutlu ediyordu sanki. Paramparça anlarımızda bile benim ona böyle olmama tutunabilirmiş gibi baktı gözlerimin içine. Benim onun gözündeki değerim o kadar büyüktü ki, ben bile kendimi bu kadar büyük göremezdim istesem de. Ama ona baktığımda, işte tam da orada, o buzlarla çevrili bir şehir gibi bakan gözlerinin aynı zamanda güneş gibi parladığı harelerinde, o değeri görüyordum. Değerimi görüyordum.

"İyisin," dediğinde kalbimde bir pencere açılmış gibi ferahladım. Sanki iyi olmam için, onun tek bir kelimesi yetiyordu. O iyi ol diyordu ben iyi oluyordum. Emindim ki, o bana kötü ol dediği anda parçalanacak, her şey yolunda olmasına rağmen ben dünyanın en kötü hisseden insanına dönüşecektim.

İnsan çok sevince, sevdiği insanın ona ektiği her hissi koşulsuz kabul mü ediyordu?

Gurur dudaklarını sertçe alnıma bastırıp bu kez istemeyerek de olsa geri çekildi. Geri çekilmesi arkada büyük bir yara bırakmış gibi baktım ona. Bu onun yüreğini ezmiş olacak ki kaşlarını çattı, içinde durduramadığını gördüğüm o duygu harelerinden ışık olup taşıyordu. Paltosunu aldığı anı sessizlikle, sırtım hala beni yasladığı duvardayken izledim. Kapıyı açıp dışarı çıkarken omzunun üstünden bana baktı ve ben var olmamış ayrılığımızın ağrısını yaşıyor gibi sertçe yutkundum. Başını hafifçe yukarı kaldırıp aşağı indirdi ve bu hareketine bir de gülümseme sığdırdı. Kalbimin vuruşları hızlanırken o gülümsemeye tüm gece boyunca tutunabileceğimi anladım.

Gurur gittiğinde, nereye gittiğini bilmemenin getirdiği o durgunlukla, sırtım duvara yaslı uzun süre bekledim. Beklemenin ne kadar sancılı olduğunu, Gurur'u beklemeye başladığım gün anlamıştım. Hayatımın geri kalanını hep Gurur'u bekleyerek geçirmek istediğimi, bu bekleyişlerin onun kollarına girerek sonlanmasını istediğimi fark ettim. Bir gün ayrılık olmamasını diledim, son anıma dek bu evin kapısını ona açan kişi olmayı, onun hayatımdan hiçbir zaman çıkmamasını, birbirimizin hayatları içinde, birbirimizin hayatları hayatlarımızken birlikte son bulmayı diledim. Tüm bu dilekler çaputlar gibi yüreğime bağlanırken, o gece o duvar kenarında çok ağladım. Gözyaşlarımın nedeni, dileklerimdi. Dileklerimin gerçek olması için akan kurban edilmiş gözyaşlarımla geleceği düşündüm.

O gece ne kızları çağırdım ne de Cenan'ın yanına gittim. O gece sadece bizi bekleyen o puslu geleceği düşündüm. O geleceğin içinde yanımda Gurur vardı, o geleceğin içinde gözyaşlarım aksa bile gözyaşlarımı onun büyük, güzel elleri siliyordu, o geleceğin içinde belki de bir gün karnımda her ne kadar benim gözlerimi çok sevse de gözleri onun buz sıcağı gözlerine benzeyen küçük bir bebek taşıyordum.

Ertesi sabah, şehre çöken sisi cam kenarında izlerken gözlerim uykusuzluktan yanıyordu. Yüksekte olduğumuz için bina sislerin içindeydi, şehrin alt kısmı da sisle kaybolmuştu. Göğün gri yangını eve doluşmuş, zaten huzursuzlukla baskılanan göğsüme daha ağır bir hissin konaklamasına neden olmuştu. Yuvarlandığımız geleceğin içinde akrebin bir adım daha atmasıyla beraber, kapı zili çaldı. Ağır adımlarla kapıya yönelip kapıyı açtığımda karşımda Yener'i bulmayı beklemiyordum. Beyaz yuvarlak yaka tişörtünün önünde bir damla kahve lekesi vardı ve üzerine siyah bir mont giymiş, montun önünü fermuarlamamıştı. Yüzümdeki griliği gördüğünde bu onu şaşırtmadı, neyle karşılaşacağını biliyor gibi duruyordu. Bir adım geri çekilerek kapıyı ardına dek açtığımda o boşluktan içeri girdi. Ben kapıyı kapatana dek o salona ilerlemişti bile.

L koltuğun ucuna oturdu, bakışlarını bana çevirip, "İyi misin biraderim?" diye sordu, son söylediği beni gülümsetebilirdi ama tek yaptığım uykusuz gözlerimi yere indirmek oldu. "Neye kızdın da ayrılığa sürükledin işi?"

Sorusu duraksamama neden olsa da ifademi kolayca topladım. Çevremizdekileri de mi bu oyuna dahil etmek mecburiyetindeydik? Gurur gece evden ayrıldığında doğrudan tesise gitmiş olmalıydı. Duygularım, deniz gibi çekildi ama sonunda bu duygular tekrar geri gelirken bir tsunami çıkaracak gibiydi.

"Anlık kızgınlıkla bitecek bir ilişki değil sizinki," dedi Yener. "Gurur bir şeyler zırvaladı, söylediği an gelecektim ama belki yalnız kalmaya ihtiyacın vardır diye gelmedim. Kolay mı o kadar? Birdenbire bitirecek kadar."

Ne diyeceğimi bilemediğimden ağır adımlarla Yener'e doğru yürüyüp, karşısındaki berjere oturdum. Yüzümdeki grilik yalana ortak olma konusunda kolaylık sağlayacak olsa da Yener'i kandırıyor olmak hiç hoşuma gitmiyordu.

"Bir süre böylesi daha iyi olacak," dedim sessizce.

"Gurur'u öldürmek mi istiyorsun?"

Yener'in sorusu beni neredeyse tokatlamış gibi sarstı. Gözlerimi onun bana dikkatle bakan gözlerine diktiğimde tek kaşını kaldırıp, avuç içlerini dizlerinin üzerinde kaydırdı.

"Belki ben sana göre aşkla ilgili hiç bilgisi olmayan biriyim, hatta konu aşk olunca konuşması gereken en son kişiyim ama benim bile gördüğümü, senin görmemen seni kör yapmaz mı? Seni bu hayatta Kahraman amca kadar sevebilecek biri varsa, o da Gurur. Ben aşkı, sevgiyi, sadakati, bir insana duyulan bağlılığı bilmeyen biriyim, ben diyorum bunu. Ben bile diyorsam, ben bile bunun varlığını kabul etmişsem, inançlarından asılmış biri olan ben sana Gurur'a olan inancımdan bahsediyorsam, sen düşün, ne kadar doğru olduğunu. Ben bu kararı kalbinle aldığını düşünmüyorum Zeliha. Hatta mantık çerçevesinde, bu aklının bile vermemesi gereken bir karar bana kalırsa çünkü bu hayatta aklına bile sığmayacak aşkı sana verebilecek tek kişi, mantığını senin için hiçe sayacak tek kişi Gurur."

Duyduklarım kalbimi eritecek şeylerdi. Hoşuma gittiği, içime oturmuş her şeyi yücelttiği kesindi ama Yener'in bana beni ikna etme çabasıyla parlayan gözlerine bakmak vicdanımı kavuruyordu. Gurur'a uymak zorunda hissederek sessizce başımı salladım.

"Biraz zamana ihtiyacımız var Yener," dedim.

"Biz askeriz, yarınımız meçhul, zamanımızın nerede son bulacağı belirsiz, nasıl zamana ihtiyacınız olur ki?"

Gözlerinin içine baktım. "Sen neden duygularından kaçıyorsun o zaman?" diye sordum ciddiyetle.

"Ne duygularından bahsediyorsun?" diye sorarak beni adeta püskürttü.

"Görmezden geldiğin ama bal gibi gördüğün."

"Konu ben ya da başkası değil. Sizsiniz."

"Konu ben ya da başkası değil derken, o başkasının kim olduğunu bildiğin bile öylesine açık ki. Neden kaçıyorsun?"

"Konuyu neden bana çeviriyorsun Zeliha?" diye sordu Yener gergin bir sesle. Bakışları birden yırtıcı bir konuma yerleşti. Duygularının onu ne kadar korkuttuğunu, gözlerine yansıyan pençelerden anlaması mümkündü. Artık bir şeyleri görüyor olabilirdi ya da öyle çok görmek istemiyordu ki pençelerini kendi gözlerine batırmaya çalışıyordu. Sakince ona bakmam onu daha da germiş gibi gözlerini cama çevirdi.

"Ben Gurur ve senin için geldim buraya. Bir de belki senin benim desteğime ihtiyacı vardır diye düşündüm."

"Teşekkür ederim," dediğimde gözlerini yavaşça bana çevirdi. "Hiç söyledim mi sana bilmiyorum ama sen bana her zaman bir abim varmış gibi hissettiriyorsun. Bir erkek kardeşim var, bir ablayım ama bir abim olmasını hep istemiştim. Küçükken bir abim olmadığı için ağladığım bile olmuştu. Sen o açığı öyle güzel kapattın ki. İyi ki seni tanıdım Yener. Bana bir abiye sahipmişim gibi hissettiriyorsun."

Bu duyduğu şey, beklemediği bir şeymiş gibi gözlerini gözlerimden çekmeden, "Gerçekten mi?" diye sordu çocuk gibi. Bazı anlarda nasıl bu kadar çocuk yürekli olabiliyordu aklım almıyordu. Onu tanıdığım ilk zamanları hatırlıyorum, o zamanlar büründüğü suretlere rağmen içinde bir yerlerde bu çocuğu taşıdığını biliyor gibiydim.

"Gerçekten. Neden sana güzel bir şeyler hissedilebileceğine hiç inanmıyorsun?"

Sorum onu sessizce gözlerimin içine bakmaya itti. Bana uzun uzun baktı ama bu soruya bir cevap vermedi. Sonunda gözlerini benden uzaklaştırarak Leon'a çevirdiğinde, Leon Yener'in önüne oturmuş, sivri kulaklarını Yener'e okşatmaya başlamıştı.

"Şu an biraz da olsa iyi görünüyorsun ama gece olunca, iyi hissettiğini sandığın ama aslında kötü olan her şey başına yıkılacak Zeliş. İnsan en çok geceleri neyi kaybettiğini anlar, insan en çok geceleri özler," dedi Yener. "Nereden biliyorsun diye sorma."

Ellerime bakıp, "Gurur'u her an özlüyorum, gece olmasına gerek yok," dedim içtenlikle. "Ama bu ayrılığın ikimiz için de şart olduğunu düşün. Mecbur olduğumuzu varsay."

"Böyle bir mecburiyet, hayatımda duyduğum en saçma şey. Madem ikiniz de aynı şeyleri hissediyorsunuz, madem bu kadar seviyorsunuz, neden? Birbirini seven insanların neden ayrı olduklarını hiç anlamıyorum. Birbirinizi seviyorsunuz, daha ilerisi olabilir mi? Bu birlikte olmaya yetmez mi?"

"Henüz aşkla ilgili hiçbir şey bilmiyor olduğun ne kadar da bariz ortada Yener," diye fısıldadım buruk bir tebessümle. "Öğrendiğinde ne yapacaksın, çok merak ediyorum. O gün geldiğinde Yener'in seçimi ne olacak, bunu çok merak ediyorum."

"O gün gelmeyecek," diye kestirip attı ama içten içe o da o günün yaklaştığını, kalbinin göğsünün içinde sadece onu yaşatmak için değil, birisi uğruna yaşamak için de atmak üzere olduğunu biliyordu.

"Bu konuyu şimdilik konuşmayalım," dedim. "Senin için de, benim için de zor bir konu." Gülümsedim, son söylediğime anlam veremiyormuş gibi baksa da anlam verebildiğine emindim.

"Gurur, şu Ufuk denen polisin sizi izleme ihtimalinden dolayı aynı evde kalmaya devam edeceğinizi söyledi," dediğinde içime bir rahatlama yayıldı. "Belki konuşacak, birbirinizi anlayacak zamanı da yaratırsınız. Birdenbire bu kadar saçmalamanızı anlamıyorum. Kafalarınızı birbirine vurur, yumurta gibi kırarım."

Neredeyse gülecekken gözlerimi farklı bir yöne çevirdim.

"Utanmadan bir de gülecek misin? Kız! Senin acı çekmen gerek!" Bir an durup parmak hesabı yapmaya başladı. "Nisan'da da değiliz, şakalıyor musunuz beni diye düşündüm de şaka yapmanız için bir sebep yok gibi."

"Ben ne yapmam gerektiğini biliyor muyum sence?" diye sordum, bu soruyu sorarken son derece ciddiydim. Yener bir an gözlerimin içine bakakaldı, daha sonra bu konuyu sonsuza dek kapattı.

"İstersen dışarı çıkalım," deyince kaşlarımı kaldırdım. "Kahve içeriz, kahvaltı ederiz ya da hiçbir şey yapmayız. Yalnız kalmak sana iyi gelecek mi? Bence iyi gelmez. Eğer kendimi kötü hissediyor olsaydım Girdap'a ya da Devran'a sataşırdım, birilerine sataşınca iyi hissederdim. Sen de bana sataşabilirsin. Sana bu hakkı sınırsız şekilde veriyorum."

Emsal'ın beni dışarıda Yener'le, kendimi iyi hissetmek için bir şeyler yaparken görmesi aleyhime mi yoksa lehime mi olurdu bilmiyordum. Tam dudaklarım yeni bir düşünceyi dışa vurmak için aralanıyordu ki yan tarafımda kalan cep telefonumun titrediğini fark ettim.

Sevgilim: Yener yanına geldi mi?

Gözlerim anlık Yener'e dokundu, sonra çekinerek mesaj yazmaya başladım.

Zeliha Özdağ: Evet, burada

Sevgilim: Bir süre o yavşağın gözüne batmamak, ona istediğini vermiş gibi görünmek için onlardan bu durumu saklayacağım. Muşta'yla konuştuk, o da saklamamın daha gerçekçi olacağını düşündü. Sonra bir icabına bakarız yavrum, zaten durumu öğrenince bunu sıkıntı etmezler kalbini yorma bu konuyla

Zeliha Özdağ: Muşta'yla ne zaman konuştunuz? Ne dedi tam olarak? Plan mı yapacaksınız?

Sevgilim: Bu kadar sakin kalmama şaşırmadı diyemem, hatta onca yıldan sonra onun bu denli şaşırdığını ilk kez gördüm :)

Sevgilim: Bu gece eve gelmeyeceğim ama güvende olacaksın oradayken. Endişen olmasın. Yarın gece geleceğim, birkaç gün birbirimizden uzak gibi görünürsek iyi olur. Birkaç gün sonra ne yapmamız gerektiğini anlatacağım sana. Şimdi istersen Yener'le biraz dışarı çık, Yener'in sana iyi hissettirmeye çalıştığını görmek o herifi biraz daha ikna edecektir

Zeliha Özdağ: Kendimi Yener'e karşı çok mahcup hissediyorum.

Sevgilim: Senin hiçbir suçun yok. Tüm suç bana ait ve bu işin sonunda tüm sorumluluğu alacağım. Rahatla

Zeliha Özdağ: Her şeyi tek başına üstlenemezsin ki

Sevgilim: Üstlenirim. Senin için her şeyi üstlenirim, bunun karşılığında tek istediğim benim yanımda kalman ama bir gün yanımda kalmak istemezsen de senin için her şeyi üstlenmeye devam edeceğim

Sevgilim: Seviyorum.

Sevgilim: Seni.

Sevgilim: Şimdi biraz üzülür müsün sevgilim?

Zeliha Özdağ: Seni çok seviyorum, Dağcı Komando.

Sevgilim: Bir an dağ domuzu yazacaksın sandım

Sevgilim: Beni çok mu seviyorsun? Tekrar yazsana.

Zeliha Özdağ: Seni çok seviyorum dağ domuzu.

Zeliha Özdağ: :)

Yener, "Kimle mesajlaşıyorsun?" diye sorunca kafamı kaldırıp ona baktım.

"Simge'yle," dedim hiç düşünmeden, o an yüzündeki anlık renk değişimi gözlerimi kısmama neden oldu. Bakışlarını telefonuma indirdi, sonra da bana çevirdi. Bir şey söylememi bekliyormuş gibi gözlerime baktığı esnada, "Sanırım Simge'ye yardıma gitmiştin, değil mi?" diye sordum. "Mobilyalarının kurulacağı gün."

"Hı, evet," diyerek bakışlarını tekrar cama çevirdi. "Şehre de amma sis çökmüş ya."

"O sis geldiğinden beri orada duruyor, yeni mi dikkatini çekti?"

"Evet," dedi.

"Hadi ya."

"Ne diye hadi ya diyorsun, bir inanmamazlık sezdim. Ben dürüst biriyimdir, bu hayatta tanıyıp tanıyabileceğin en dürüst adam."

"Senden mi bahsediyoruz?"

Bana şok içinde baktı. "İnanamıyorum gitgide Gurur'a benziyorsun duyguları incitmek konusunda." Bir an durdu. "Dur ya," dedi. "Bir süre, yani siz aşka gelip birbirinize yapışana kadar Gurur denen dangalaktan bahsetmeyeyim."

Oturduğum yerden kalkıp, "Simge'ye gidelim," dedim. Yüzündeki kan tekrar çekilse de tek kelime etmedi. "Kahvaltı ederiz. Belki bu gece onda kalırım."

"Tamam o zaman, seni ona götüreyim ben."

"Sen de kal, kahvaltı ederiz."

"Yok, siz kız kıza dertleşirsiniz, benim ne işim var aranızda?"

"Şu an kimseyle bu konu hakkında konuşmak istemiyorum," dedim. "Hem Simge de bilmiyor. Henüz kimse bilmiyor."

"Simge'ye söyleyecek misin?"

"Söylerim ama hemen değil. Biraz kafamı dinlemeye ihtiyacım var. Kendimi dinlemek istiyorum." Yalanlarım dilimde cam kırığı etkisi görüyordu. Simge'ye ne anlatacağımı bilmiyordum. Normalde tüm sırlarım ondaydı, her şeyimi ilk ona dökerdim ama şu an bu konuyu Yener ve diğer ekip de bilmiyorsa, Simge'nin de bilmemesi gerekiyormuş gibi geliyordu. Sonuçta onlar da Gurur'un kardeşleriydi, buna rağmen Gurur her şeyi planlayıp bu oyunu başlatmışsa, ben de kardeşim olarak gördüğüm Simge'den bir süreliğine bunu saklamalıydım. Tamamen Gurur'a uymaya karar verdim. Bizi uçurumun kenarına bile götürecek olsa, Gurur ile uçurumun kenarına gitmeye hazırdım. Artık kendi bildiğimi okumaktansa, onun bildikleriyle yola devam etmeliymişim gibi geliyordu.

Üzerimi değiştirmedim, sadece montumu giydim ve Yener ile birlikte evden çıktık. Kapıdaki spor arabayı gördüğüm an aklıma Gurur ile ilk zamanlarımız gelmişti. Bu arabayla beni okuldan aldığı günü hatırladım, nasıl didişmiş, nasıl da birbirimize nefret kusmuştuk. Arabaya bakarken anıların ateşten bir çember olduğunu, o çemberin içinden geçtiğimi hissettim. Arabaya bindiğimde, o anıların yarattığı ateş çemberi bedenimi bir elbise gibi sararak sıktı.

İzlendiğimi biliyordum, bir yerlerde bir sonraki adımımı gözlemleyen biri mutlaka vardı. Bu yüzden yüzüme yerleştirdiğim o ifade hiç değişmedi. Simge'nin evi çok uzak değildi, yürüyerek on beş, yirmi dakikalık o mesafeyi arabayla aşması çok kolaydı. Yener aracı park edebileceği bir boşluk aramaya başlamadan hemen önce arabadan inip Simge'ye bir mesaj yolladım. Simge, sanki telefonun başında bizi bekliyormuş gibi birden evinin bahçeye bakan tarafındaki kapıyı açmıştı.

Hole girerken yüzümün kül rengi olduğunu gören Simge, "Bir şey mi oldu?" diye sordu. Yeni duş aldığı teninden gelen kahve aromalı duş jeli kokusundan anlaşılıyordu, saçları da kurutmuş olmasına rağmen uçlarından hafif nemli duruyordu. Yıllardır bu duş jelini kullandığından bu koku ondan bir parça haline gelmişti sanki. Onun kollarının arasına girip, sıkıca sarılırken ikinci kez düşünmedim. Simge kollarını bana sarıp, "Bebek kız," diye mırıldandı. "Bir şey mi oldu?"

"Sadece seni göresim geldi. Müsaittin, değil mi?" diye sordum ona sarılmaya devam ederken.

"Sana daima müsaitim." Çenesini saçlarıma bastırırken, "Ne zaman böyle kedi gibi sokulsan bir şeyler yolunda gitmiyor. Anlatmak istemediğin bir durumsa sadece sarılsak da olur ama güvende olduğunu bilmem gerek," dedi. Bir süredir içinde bulunduğum durumlar yüzünden güvende olmamamdan korktuğuna emindim. Kimse bilmiyorken, o başıma gelen her şeyi bilen kişiydi ve güvende olmadığımı düşünmesi çok da garip değildi. "Güvende misin?"

"Evet," dedim, geri çekilirken gözlerine ona güven veren gözlerle baktım. "Gurur benim güvende olmamama izin verir mi sence?"

"Elbette vermez, sana ölüyor," dedi Simge kaşlarını çatarak. Yüzüme düşen birkaç saç telini geriye itip kulağımın arkasına sıkıştırdıktan sonra gözleri holün öteki ucunda aralık duran kapıya kaydı. Yener'in eve doğru geldiğini görmüş olacak ki, "Onunla mı geldin?" diye sordu.

"Yener'le geldim."

"Neden Gurur getirmedi ki?" Yener'in varlığından rahatsız mı olmuştu yoksa başka bir şey mi vardı anlayamadığım için kaşlarım çatıldı ama sorular sormadım. Yener kapının önüne geldi, kapı açık olmasına rağmen kapıyı tıklattı ve Simge, "Gelsene," dedi.

Yener içeri girerken gergindi. Simge salonu işaret ettikten sonra, "Kahvaltı yaptınız mı?" diye sordu.

"Ben sadece kahve istiyorum," dedim.

Yener, "Ben de çay," deyince, Simge'nin gözleri Yener'e çevrildi. Çok kısa bir anlığına birbirine kenetlenen bakışları, saniyeler etrafa kurşun kovanları gibi saçılırken usulca birbirlerinden ayrıldı. Aralarında çıplak gözle bile görünen o enerjinin bir küre gibi genişleyerek tüm evi içine aldığını hisseder gibi oldum. Simge mutfağa geçtiğinde Yener ve ben salondaydık. Evin kaba işleri neredeyse bitmişti, bu süreçte Simge'ye yeterince yardımcı olamamış gibi hissediyordum ama düzenini kurabildiğine seviniyordum.

Yener, tekli koltuğa yerleşirken, "Bence ortada kesin bir şey yokken ayrılıktan bahsetme, onun da modu düşmesin," dedi Simge'yi kastederek.

"Onun modunun düşüp düşmemesi senin için çok mu önemli?" Sorum, Yener'in gözlerinin gözlerime şaşkınlıkla saplanmasına neden oldu. Beklenmedik bu sorunun ardından bir cümle daha duymayacağına emin gibi bakıyordu ama susmadım. "Senin bir kadınla flörtleşmeden de arkadaş olabildiğini bilmiyordum. Benim dışımda herkesle flörtleşmiştin sanırım. Simge'yle neden flört etmeden arkadaşlık kurdun? Onu senin için ayıran bir özelliği olduğundan mı yoksa benim kuzenim olduğundan mı?"

Elektrikli su ısıtıcısının suyu kaynatırken çıkardığı ses, salonun içine yankılar halinde dağıldı. Yener, gözlerimin içine bu cevabı kendisi de bilmiyormuş, yönünü kaybetmiş, pusulası parmaklarının arasında parçalara ayrılmış gibi baktı.

"Her şeye verecek bir cevabın var, buna yok mu?"

"Kafanı dağıtmak için savurduğun yumrukların hedefi kendi kafan değil, benim göğsümmüş gibi hissettim," dedi Yener. Bu cümle, onun dudaklarında can bulmasını beklemediğim türden bir cümle olduğundan ne diyeceğimi bilemedim. "Neyi sorguluyorsun Zeliha?"

"Sorguladığım bir şey yok. Sadece merak ettim." Omuz silkerken gözlerimi yere indirdim. "Seni anlamak için uğraşıyorum."

"Beni anlamanı gerektirecek bir durum mu var ki?"

"Yok mu?" diye sormamla, yeniden, kendisi de benden bir cevap bekliyormuş gibi, "Var mı?" diye sordu.

"Olup olmadığını kestiremiyor musun hala?"

Yener, gözlerini pencereye çevirdiğinde, gökyüzüne yağmur yüklü bulutlar yayılmış, şehre çöken sis bir nebze de olsa dağılmıştı. Derin bir nefes aldıktan sonra, "Benim kendimle ilgili kestiremediğim çok şey var Zeliha. Bazen o bembeyaz bir grup erkeğin içindeki kurum lekesi gibi hissettiğimi söylesem sana, neden bile diyemezsin bana. Çünkü biliyorsun, bazı insanların ne olduklarını söylemelerinin bir önemi yoktur, bir şeyleri değiştirmez bu, çünkü o insanın ne olduğunu bilirsin. Sen beni ilk gördüğünde de ne olduğumu biliyordun. Bana bakınca ne görüyorsun?" Gözlerini bana çevirip, tüm dikkatini gözlerime vererek konuştu. "Ben Vural gibi miyim? Devran gibi? Girdap gibi miyim ben?" Başını omzuna yatırıp gülümsedi. "Senin Gurur'un gibi de değilim. Adnan gibi zaten hiç olamam, onun benim boyumdan büyük sadakati var. Ben onların arasında onlara en benzemeyenim. Sen bana baktığında neyi yakıştırıyorsun? Neyin bende olması gerektiğini, neyin bende olmaması gerektiğini düşünüyorsun?"

"Kendine çok fazla haksızlık ediyorsun."

"Ben kim olduğumu biliyorum, durmam gereken yerleri de biliyorum." Ellerini ceplerine sokup boynunu çıtlatarak hole doğru baktı. "Kimse bir kurum lekesinden daha fazlasını istemez. Kurum lekesi düştüğü yeri kendi rengine boyar."

"Tam aksini düşündüğün olmadı mı hiç?"

"Neden kalbi kırık olan sen hakkında konuşmak yerine, benim hiçbir şeye değmeyen, beş para etmez, yol iz bilmez, anlamsız kalbim hakkında konuşmak zorundayız?" Öne doğru eğilince pantolonunun bağları gerildi. "Zeliha," dedi. "Bu sabah kalbin kırıktı, senin yanına geldim. Kardeşin olarak. Ama bu beni senin gözünde iyi biri yapmasın. Ara sıra benim kim olduğumu, neler yaptığımı, nasıl birisi olduğumu hatırlat kendine. Birini çok seviyorsun diye, onun yaptığı hataları yok sayamazsın. Ben hatalı bir parçayım. Beni hatalarımla kardeşin olarak kabul ettiğin için teşekkür ederim ama seninle kardeş olduk diye benim hatalarım kaybolmayacak. Beni kafanda iyi bir insan kalıbına yerleştirmeden önce, senin için benden daha değerli olan şeyleri düşün." Simge'yi kastettiğini anladığımda dişlerimi sıktım. "Sence ben, bir kalbin kırılmasına değer miyim?"

"Kalbini kırmaktan korktuğun biri mi var?" diye sordum çocuk Yener'e, çünkü biliyordum ki şu an iletişimde olduğum yetişkin Yener değildi.

"Sadece kendi defolu kalbimi kırmaktan korktuğumu sanırdım," dediğinde elektrikli su ısıtıcısının sesi kesildi ve o an, Yener gözlerini hole çevirip sadece sustu.

Simge, holde belirdiğinde ise Yener'in dudaklarına gülümsemeden çok uzak, hatta uzun uzun baktığında elini kalbine koyup, kalbin orada mı diye yoklatacak kadar hüzünlü bir tebessüm yerleşti.

Bu, yarım kalan cümlesinin devamı niteliğinde bir tebessümdü.

SİMGE ÖZDAĞ

Aniden, göğü yaran bir yıldırım olup evime düşmesini beklemiyordum. Mutfakta elektrikli su ısıtıcısının önünde tırnak etlerimi yiyerek beklerken, Zeliha'nın buradaki varlığı kadar, onun buradaki varlığı da içime şaşkınlık küreğini vurmaya başlamıştı.

Yeni duş aldığım hâlde saçlarım çok cansız, bakımsız duruyordu. Çok uyumadığımdan yüzüm de şişmişti. Muhtemelen olduğumdan beş kilo fazla görünüyordum. Beni görünce ne düşündüğünü merak ettim, sonra özel bir yeteneğim bile olsa o düşünceleri duymak istemediğimi fark ettim çünkü hakkımda kötü şeyler düşünüyorsa, bunu asla duymak istemezdim. Bu beni incitirmiş gibi geliyordu.

İncitilmesi çok zor bir insan olduğumu sanırdım. Bu şehir, kalbimin incinmesi kolay bir zarla sarılmasına mı neden olmuştu yoksa bu değişimin nedeni şehir değil, bir insan mıydı? Kabul görmeyen düşünceler kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Zeliha'nın yüzündeki griliği hatırladım, gözleri yardım çığlıklarını duyurmak istiyormuş gibi bakıyordu. Yine başına gelen bir şeyi herkesten saklamaya çalışırken kendi kalbini ayaklarının altına almış, çiğniyor muydu?

Kafamı salona uzattığım an, onun kahverengi gözleri benim yeşil gözlerimin toprağına dönüştü. Yüzümdeki ifadeyi sabit tutmayı deneyerek, "Çaydan başka bir şey istemediğine emin misin?" diye sordum Yener'e. Zeliha'ya sormadım çünkü bir şeyi istemiyorum diyorsa, bu gerçekten istemiyorum demekti. Sadece kahve içecekse, yanında asla başka bir şey istemezdi.

"Çay yeterli," dedi, dudaklarında neden var olduğuna anlam veremediğim o tebessüm silinirken ayağa kalktığını gördüm. "Sana yardım edeyim."

Bir panik, yıldırım olup göğsüme düşerken, "Ne gereği var?" diye sordum hızla. Parfümü mü sıkmış mıydım? Deodorantımı sıktığıma emindim. Dişlerimi fırçalamıştım ama ağız çalkalama suyumu kullanmayı unutmuştum. Bana çok fazla yaklaşacak olursa tenimden ve nefesimden güzel bir koku almama ihtimali panikle dolmama neden oldu. Bana çok fazla yaklaşacak olma ihtimalinin de o paniği beslediği su katılmaz bir gerçekti.

Sorduğum soru onu duraksatsa da yine de hole, yanıma doğru yürüdü. Bir şey diyemeden sırtımı dönüp mutfağa giderken kendimi gergin hissediyordum. Mutfağın kapısını açarken farkında olmadan kapı duvara çarptı, utanarak omzumun üstünden ona baktığımda, yüzünde şaşkınlığa çok yakın bir ifadeyle tam arkamda durmuş bana baktığını gördüm.

"Pardon," dedim.

Bir şey söylemeden gözlerimin içine bakmaya devam etti. Söyleyeceği şeyler vardı da hiçbiri kelimeler tarafından kabul görmüyor, onun içinde yaralara dönüşüyordu sanki. Bazen sessizliği beni düşüncelere itiyordu. Bir insan hem nasıl onun gibi cin bakışlı olup hem de onun kadar saf bir kalbe sahip olabilirdi anlamıyordum. Bana kalırsa, o da bunu anlayamıyordu.

Yener, cep telefonunu mutfağın bankosuna koyup, Zeliha için yaptığım kahve fincanına uzanırken, ilk kez diyalogu benim başlatmamı beklemeden, "Nasılsın?" diye sordu. Bu soruyu, bana değil de kahve fincanına da soruyor olabilirdi. Çünkü bana bakmıyordu. Aslında bana bakmıyor oluşu kurtuluşum olabilirdi, sonuçta yüzüm patates gibi şişmişti ama bir yanım da bana doğru dönmesini, beni gözlerinin eleğinden geçirmesini istiyordu. İsteklerimin beni düşürdüğü dehşetle eğilip dolabın içindeki çöp poşetini düğümlemeye başladım.

"İyiyim," dedim çöp poşetine sıkı düğümler atarken. "Sen nasılsın?"

"İyiyim." Aniden o da eğilince, zamanın durduğunu hissettim. Gözlerimi omzumun üstünden ona çevirdiğimde, kirpik diplerine sinmiş bir merakla, yaklaşık beş santim uzağımdan bana baktığını gördüm. Yakınlık göğsümü körükledi, kalbimden yukarı endişe dolu bir duygu kan gibi fışkırıp soluk boşluğuma dolarken, o endişe duygusunu takip eden başka bir şey daha vardı.

"Neden henüz dolmamış bir çöp poşetini düğümlüyorsun? Hala kullanabileceğin alan var gibi duruyor," derken gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. Gözlerimi çöp poşetine çevirdim ama o gözlerini benden çekmedi. "Simge." Kalp atışlarım önce yavaşladı, sonra kalbimin göğsümü terk edeceğine inandığım bir ivme kazanarak hızlandı.

Bakışlarım omzumun üzerinden ona çevrildi. "Evet?"

"Bu yoğun koku senden mi yoksa kahveden mi geliyor?"

Boynuma tırmanan ateşlerin yeni rotası zihnim olmalıydı. "Anlamadım?" diye sordum.

Yener, beklemediğim bir atakta bulunarak yüzünü yüzüme yaklaştırdı, ikimiz de yerde çökmüş halde durduğumuz için bir an dengemi yitirecek gibi olup onun kolunu sıkıca kavradım ve kavrayışımla beraber yüzü tam da boynumun yan kısmında asılı kaldı. İçine çektiği o derin nefesin derimi vakumlayan baskısını hissettiğimde, karnımdan yukarı kelebekler değil, bıçaklar uçuyordu. Kokumu içine soludu, kokumu içinde tuttu, uzun süre kokumu derinliklerinde bekletti ve o nefesi usulca geri bıraktığında, nefesinin sıcaklığı cehennem olup tenimi kavurdu.

"Güzel kokuyorsun," döküldü dudaklarından. Bu, benden, hatta kendisinden bile saklaması gereken bir şeymiş gibi, cümleyi tamamladığı an susmasıyla göğüs kafesimdeki sıkışıklık hissi daha da arttı.

Neden bana bir adım geliyor, daha sonra on adım kaçarak, zaten var olan mesafemizi daha da çoğaltıyordu? Her bir adımından sonra on adım uzağıma kaçmasının beni onu ilk gördüğüm anda olduğumuz konumdan bile uzağında bıraktığının farkına varamıyor muydu? Bunu ona sorabilirdim, ağzıma gelenleri ona hiç gocunmadan söyleyebilirdim, diğer insanlara her zaman böyle olmuştum ama ona karşı ne sorular sorabildim ne ağzıma gelenleri söyleyebildim; ne kadar gocunmadığım şey varsa, Yener'le gocunmuşluklara dönüştü.

"Teşekkür ederim." Elinde tuttuğu kahveye baktım. "Kahve soğumadan Zeliha'ya götür istersen."

Bakışları yüzümde kulaçlar atmaya devam ederken, "Doğru," diye mırıldandı. "Kahve elimdeydi değil mi?"

Bu sorusu beni gülümsetti, gözlerinin bir mızrak olup gülümsememe saplandığını fark ettiğimdeyse kalbim yeniden o arsız ritimleri efendisi olarak kabul etmiş, her bir şiddetli vuruşu huşuyla karşılamaya başlamıştı.

Hadi kızım, dedim kendi içimden. Yakala ensesinden, canın çok istiyorsa öp onu, dünyasını ayaklarından çek al, nasıl oluyormuş kalp hızlandırmak anlasın. Sonra o konuşan yanıma gülen, o yanımla alay eden başka bir yanımla tanıştım. Yiyorsa yapsana, diyordu o yanım. Sen bu çocuğu kandırabildiğine çok inandırdın kendini, bir gün çok fena kandıracak seni.

Gözlerindeki cin gibi bakıştan bunu yapabileceğini anlamak çok kolaydı ama o çocuksu yanını gördüğümden beri, sanki onu kandırabilen tek kişi ben olurmuşum, o bana aldanan taraf olurmuş gibi geliyordu. Öte yandan, o cin bakışlar bazen bendeki öyle bir noktaya değiniyordu ki, tamam diyordum, işte şimdi seni ayakta uyutma sırası onun.

"Kahve Yener," dedim yeniden kısık sesle, çünkü bakışmamız asırlara uzanabilirdi, uzandığı o asırlarda ayaklarımın altından bir iskemle itilebilirdi, asılı kaldığım o bakışlar darağacım olabilirdi. Bundan korktum.

Bakışları anlık dudaklarıma kayınca, kıyametin dudaklarıma çok yakın bir yerde kopmak üzere olduğunu düşündüm. Bir yerlerde güneş batıdan doğacak, dudaklarım batıdan doğan güneşin ışıklarıyla yıkanırken o güneş Yener'in gözleri olacaktı sanki. Bu saçma düşünce, bir çöl kumu gibi savrularak zihnimin içinde büyüyüp kasırgaya dönüşürken gözleri dudaklarımdan sıyrılıp gözlerime tırmandı. Merak ettim. Düşüncelerinde benimle ilgili olumsuzluklar olmasından korksam da tam şu an, zihnini kuşatan düşünceleri merak ettim.

Yener doğrulup kalkarken, duymadığımı düşündüğü bir tonda kendi ağzının içinde bir şeyler mırıldandı ve o şeylerin, hayatımda nasıl bir yıkıma dönüşeceğinden bihaber şekilde mutfaktan ayrıldı.

Dudaklarından dökülen şey şuydu:

"Akıl mı bıraktın sen bende?"

O çıkıp gittiğinde bile mutfak kapısında asılı kalan gözlerimi bir an olsun kırpamadım. Kıç üstü yere düşüp, elimde çöp poşetiyle kapıya bakmaya devam ettim. Neye sürüklendiğimin farkına varmak kanımı dondurdu ve yaktı. Kanım hem buz kristalleriyle doldu hem de ateşlerin sürgününe uğradı.

Yavaşça ayağa kalktığımda, henüz bana dokunmayan parmaklarının izlerini ruhumda hissediyordum. Sessizliği miydi beni usulca mahvetmeye başlayan, yoksa sesi çıktığı o kısıtlı zamanlarda dudaklarından mührünü kırarak bana çarpan, bana hasar veren cümleleri miydi?

Tam çay tabağına uzanacakken, bankonun üzerinde duran telefonuna bir bildirim düştü. Bakışlarım çok kısa, anlık bir refleksle telefon ekranına kaydığında, panelde beliren mesajı görmeyi beklemiyordum. Panele açıkça, bir yeni mesaj olarak değil, mesaj içeriğini gösterecek şekilde düşen mesajla beraber, tüm düşüncelerim ateşlerin ayazıyla savrulmaya başlayan küllere dönüştü.

Mesaj Nilay adında bir kadından geliyordu. Mesajda tam olarak şu yazıyordu.

Sonunda profil fotoğrafın geri gelmiş. Profil fotoğrafının geri gelmesini beklemiyordum açıkçası. Senden ümidi tam anlamıyla kesmiştim bile diyebilirim.

Bir mesaj daha.

Seni özledim, ne kadar özlediğimi söylememe gerek yok, çünkü ne kadar özlediğimi biliyor olmalısın. Gece 23.00'dan sonra Sir Winston'un önünden al beni.

Tam gözlerimi mesajdan çekecekken panele bir fotoğraf bildirimi düştü, ardından o bildirimi taşıyan yeni bir mesaj.

Bunları özledin mi?

Kusma isteği boğazımdan yukarı yükseldiğini hissettim. Alabora olmuş göğsümle, ekran süresi dolduğu için karanlığa gömülen telefona bakarken ellerimin sadece saliseler içinde buzdan bir mahzene dönüşmesini beklemiyordum. Tüm olumlu düşünceler, tek bir olumsuz düşünceyi temsil eden domino taşının diğerlerinin üzerine devrilmesiyle hızla geriye doğru yıkılmaya başladı.

Onunla ilgili ne düşündüğümü bilemediğim zamanlar olmuştu ama tam şu an, ne düşündüğümü değil, direkt ne hissettiğimi de bilemiyordum. Tek istediğim, olduğum yere çöküp kollarımı karnıma sarmak, bu ahmak hissin geçmesini beklemekti ama yapamazdım. Yüzüme yıkım gibi yerleşen o ifadenin dağılmasını beklemek istedim, biraz daha her şey yolundaymış gibi davranabilmeyi diledim ama bunları yapamadım. Elime çay bardağını alıp bir hışımla mutfaktan çıkmaya hazırlanmıştım ki, mutfak kapısında belirdi. Bu kez ona bakmak kalbimi tatlı tatlı kaşındırmadı, kalbimi tatsız bir şekilde ağrıttı.

Tam ağzını açacaktı ki, "Zeliha'nın canı mı sıkkın?" diye sordum alakasızca. Yener bir an için duraksadı, sonra başını salladı.

"O sana anlatır."

"Evet, haklısın. Anlatır o bana. Anlatması için yalnız kalmamız gerekiyor. Bence sen çayını iç, git, o da bana rahatça içini döksün," dedim tek seferde. Hangi duyguyla, yüzümde ne tür bir ifadeyle söyledim bunları bilmiyorum ama kahverengi gözlerine çöken sisleri gördüm. Bir şeyler söylemedi, kabul etmedi, sadece başını sallayıp gözlerini elimde tuttuğum çay bardağına indirdi.

Birden elimdeki çay bardağını aldı. Beklemediğim bir hızla tek seferde sıcak çayı kafasına dikip, çay bardağını çay tabağının içine koyarak gözlerini yüzüme çevirdi.

"İçtim, gidebilirim," dedi duygularından arınmış, kayıp bir sesle.

Normal şartlarda beni perişan edecek bu hareketi, şu an sadece karnımdaki sancının artmasına neden oldu. Benim tepkisizliğim, onun tepkisizliğiyle çarpışarak aslında ikimizin de ortaya koyamadığı sert bir tepkiyi doğuruyordu. Yener, bankonun üzerindeki telefonunu alıp tek kelime etmeden mutfaktan çıktığında, hala elimde onun son damlasına dek içtiği çay bardağını tutuyor, kaybolup giderken ardında bıraktığı o boşluğu izliyordum.

Dış kapının kapandığını duyduğumda, o daldığım boşluğun içinden apar topar çıkıp ayaklarıma sert bir emir yollayarak salona yürüdüm. Zeliha, avuçlarının arasında tuttuğu kahve fincanına dudaklarını yaslamış, dalgın gözlerle boşluğu izliyordu. Bir an onu bu kadar dalgın görmek, hissettiklerimi rafa kaldırmama neden olsa da Nilay isminin tüm harfleri kafamın içinde bir ağrı gibi zonklamaya devam ediyordu.

Zeliha beni ben salona girip, karşısındaki berjere oturduğumda fark etti. Dalgın gözlerini gözlerime perçinledikten bir, iki saniye sonra, "Yener neden gitti?" diye sordu.

Sanki her şeyden bihabermişim gibi, "Ne bileyim ben?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim. Onun adı bile bana yöneltilen bir tehditmiş gibi hissetmemin nedeni gördüğüm mesajlar mıydı bilmiyordum ama kendimi kapana kısılmış, tehdit altındaymış gibi hissediyordum. Bu sikik his, benim alışkın olduğum bir his olmadığından kaşlarımın ortasında derin, uzun bir düşünce yarığı oluştu. "Zeliha," dedim bir an bencilliğin hüküm sürdüğü yanımı zincirleyemeden. "Yener biraz şey biriydi, değil mi?"

"Ney biriydi?"

"Oynak," diye mırıldandım. Ağır kelimeleri hak eden biri değildi, rahat bir hayat yaşayan biri olması onun ağır kelimeleri hak edeceği anlamına gelmezdi. Kaşlarımın ortasındaki yarık derinleşti. "Şey gibi, eli işte, gözü oynaşta, hatta bazen eli bile oynaşta olabilir gibi. Böyle biri, değil mi?"

"Öyle olduğu zamanlar oldu, evet," dedi Zeliha dürüstçe. Ama bilmediği bir şey vardı. O zamanlar çok da geçmişte değildi. Hatta tam şu an, o zamanlardan birinin içindeydik.

"Bence hala öyle biri."

"Neden böyle düşündün birdenbire?" diye sordu Zeliha, çatık kaşlarla.

"Bir nedeni yok. Çapkın biri olduğu belli oluyor." Omuz silkerek ayaklarımı koltuğun üzerine çektim. İçimdeki o bulantı hissi aynı yerde duruyordu ama artık onu bile bastıran daha ağır bir şey hissediyordum. Hissettiğim şeyi adlandıramadığımı fark ettim. Zeliha, gözlerimin içine daha dikkatli bakınca gözlerimi kaçırma gereği duydum. "Çapkın olması umurumda olduğundan değil."

"Yener'i beğeniyor musun?"

Neredeyse acı çektiğimi hissettim. Bu acının merkezine inemedim, kökü nerede başlıyor, nerede bitiyordu bilmiyordum. Kanımın zehir gibi dehşetle dolduğunu hissettiğimde, artık kaçamayacağım bir noktada, uçurumun dibinde olduğumu anladım ve tek bir adım geri atarsam ayağım kayabilir, kaçmaya yeltendiğim o uçurum beni içine çekerek sonum olabilirdi.

Bakışlarım büyük bir itirafmış gibi, "Bunu zaten görebiliyorum," dediğinde kaşlarımda inkara dayalı bir çukur oluştu ama Zeliha o çukura sadece güldü. "Senin için flört etmesi kolaydır ama onunla flört bile edemiyorsun. Tıpkı küçük çocuklar gibisiniz. Sen onun ilgisini çekebilmek için onun kafasına silgi atıyorsun, o da şaşırarak seni öğretmene şikayet ediyor."

"Öğretmen sen mi oluyorsun?"

"Hayır. Yener ona hissettirilenleri birine şikayet edecek birisi değil. Onun hesaplaşması genelde kendisiyle. O, kendi içinde durmadan kendisinden şikayetçi olan birisi."

Nasıl biri olursa olsun, diye iç geçirsem de bir yanım Zeliha'nın söylediklerinde takılı kalmaya devam etti. Zeliha'nın sessizliği huzursuz edici boyuta ulaşmadan önce son kurduğu cümle Yener'le ilgili olmuştu. Canı sıkkın olduğu için onu bu konuda daha fazla sıkıştırmak istemediğimden içime diken gibi batıp duran, dürten o hisse rağmen o adamdan bahsetmedim.

Sonunda, "Artık anlatacak mısın?" diye sordum. Belki de bu konudan uzaklaşmak için kendimle değil, başkasıyla ilgili düşünmem daha sağlıklı olacaktı.

Zeliha başını kaldırıp baktığında, uzun süredir sessiz olduğumuzun yeni farkına varmış gibi kaşlarını çattı. Sonunda konuştuğunda, dudaklarından dökülen kelimelerin beni bugün yaşadığımdan çok daha büyük bir şoka sokmasını beklemiyordum.

"Gurur ve ben ayrıldık."

Saniyeler, dört kelimelik cümlesinin etrafında hışımla akarak kolayca dakikaları doğurdu. Dilimin ucuna ne kadar kelime geliyorsa, her biri dışarı ulaşmadan küle dönüyordu. İmkânsız bir şeyden bahsediyormuş gibi kaşlarımı çattığımda, "Ne düşündüğünü biliyorum," diyerek konuya girdi, bakışları da sesi kadar huzursuzdu. Bir şeylerin yolunda gitmeme ihtimali kanımı kolayca soğuttu. Yine de sessizce ona kulak vermeye karar verdim. "Ne kadar sürer bilmiyorum ama şu an ayrıyız."

İşte son cümle, kimseye kendini ele vermeyecek kadar zeki olsa da bana kendini kolayca ele vereceği kadar ahmakça kurulmuş bir cümleydi. Zeliha bir insana vakit tanıyacak bir insan değildi. İlişkisini bitirmek isterse bitirir, bir daha kapanmış bir defteri tekrar karıştırma gereği duymazdı. Gurur'u çok seviyor da olsa bir gün ayrılık kararı alırsa, karşıma geçip ne kadar sürer bilmiyorum demez, doğrudan bitti derdi, bunu biliyordum. Yine başına bir bela sardı düşünceyle gözlerimi kıstığımda sanki onun içini gördüğümü hissetmiş gibi gözlerini evin duvarlarında dolaştırdı.

"Bu konuyu irdelemediğin, fazla soru sormadığın için teşekkür ederim. Bugünlerde çok fazla soruya maruz kalacağımı biliyorum. İnsanlara verecek cevaplar aramak yorucu. Bir ilişki bittiğinde insanlar bunu atlatamadan bir de çevresindeki insanlara açıklama yapmak zorunda kalıyor, bu sürecin daha sancılı işlemesine neden olsa gerek," diye zırvaladı, tek kelime etmeden ona bakmaya devam ettim. Her şey yolunda, pürüzsüzce ilerliyorken ikisinin de almaktan ölümden korktukları kadar korkacakları bir karardı bu.

Derin bir nefes alıp, "Kimden ne saklayacağımızı söyle de hazırlıklı olayım," dediğimde, Zeliha'nın yüzündeki kan çekildi. Kuzenimi tanıyordum, aynı yatakta uyumuş, aynı tabağın içindeki yemeğe ekmeklerimizi bandırmış, birimiz düştüğünde diğerimizin dizi acımıştı.

"Ne demek istiyorsun?"

"Bir süredir huzursuz olmana neden olan bir şeyler var gibi duruyordu ama bunu görmezden gelmeye çalıştım. Bu huzursuzluğun nedeni Gurur değildi, buna emindim. Gurur seni sınırların ötesinde, sınırsızca seviyor ve siz yan yanayken çok mutlu görünüyorsunuz. Tüm huzursuzluğunun onun yanındayken dağıldığını görmeseydim elbette huzursuzluğun doğuş noktası Gurur sanabilirdim. Sonuçta bizi çok seven birinin ertesi gün bize zarar verme ihtimali vardır ama senin huzursuzluğun onun yanındayken kayboluyordu. Şimdi karşıma geçmiş, Gurur için kendini paralayan, onu birkaç gün göremeyince dizleri yeri aşındıran o küçük kız çocuğu değilmiş gibi ayrıldığınızı söylüyorsun. Gerçekten ayrılmış olsaydınız şu an karşımda duran Zeliha tüm tepkileri çekilmiş, huzursuzluktan alev alacakmış gibi görünen Zeliha olmazdı. O Zeliha ağlardı, yakardı, yıkardı ama böyle bakmazdı. Herkesi kandırabilirsin ama aynı yatağa işediğin insanı kandıramazsın."

Kollarımı göğsümün üzerinde topladım.

"Detayları bilmeme gerek yok. Sadece tehlikede misin bunu söyle? Tehlikede değilsen körler sağırlar birbirini ağırlar modunu aktif hale getirip ayrılmışsınız gibi davranmaya başlayacağım."

Zeliha'nın bakışlarındaki endişenin saman alevinden orman yangınına dönüştüğünü gördüm.

"Tehlikede değilim," dedi sessizce.

"Hadi ya. Ayrılmanıza çok üzüldüm," diye rahatlattım onu yüzümde sakin bir tebessümle.

Zeliha, dudaklarında neredeyse gördüğüm mesaj kadar içimi acıtan bir gülümsemeyle, "İyi ki senin gibi biri var," diye fısıldadı.

CENAN KAPLANER

Onu ilk kez sevdiğim zamanlar, içime oturan tüm sıkıntılardan onun beni sevdiğini hatırlayarak kurtulduğumu hatırlıyorum.

Bir şeye sıkıldığımda onun gözlerini düşünürdüm, bir şey beni üzdüğünde onun beni hiçbir zaman üzmeyeceğini hatırlatırdım kendime, bir şey beni ağlattığında eğer ağladığımı bilse ağladığım her şeyi yok edeceğinin farkındaydım. Gözü kara bir adamdı ve ben de onun gözü kara kadınıydım.

Kadın olmayı onunla öğrendiğimi hissederdim, o benim aksime hissedip sessiz kalmaz, bunu bana söylerdi. Ona adam olmayı öğretenin benim aşkım olduğunu söylerdi. Hakan Basri Şenkaya'yı içine ektiğim aşkla büyütmüştüm, bir adam doğurmuştum kalbimde, o adam göğsüme ektiği duygular gibi usulca kalbimde büyürken, onunla beraber bir kadın olmuştum ben de.

Onu seven yanım, onun için hep ağlama isteğiyle doluydu. Onun yanında, kollarında, onun tarafından sevilmenin mağduruyken bile hep ağlama hissi vardı. Beni göğsüne çektiğinde, zamanın ikimize dokunamayacağı bir yerde sadece ikimizin olduğunu hissettirdiğinde bile gözlerimin arkasına oturan gözyaşları akmak için an kollardı. Bazen bu gözyaşlarını yakalardı. Yüzünde şefkatli bir tebessümle, yüzüme kayıp giden gözyaşlarını parmaklarının ucunda dağıtır, gözlerimin içine hiç bitmeyeceğinin teminatını veriyor gibi bakardı.

Bittiğinde sudan çıkmış balığa dönmemin nedeni buydu belki de.

Dudakları dudaklarıma kalbimde yarattığı baskının farkındaymış gibi bir başka baskıyla saldırırken ellerimi nereye koymam gerektiğini bilmediğinden mi parmaklarım usulca onun ensesine ilerlemişti yoksa eski bir anı, öldüğünü sanıp gömdüğüm mezarın içini parmaklarıyla kazarak dışarı salınmıştı bilmiyordum. Parmaklarımı onun ensesine bastırdığımı hatırlıyorum. Yıllar onun dudaklarından dudaklarıma kayıp duygular ekiyordu.

Birbirimizi ne zaman mahvettiğimizi hatırlıyorum, birbirimizi neden mahvettiğimizi de hatırlıyorum ama birbirimizi niye bu kadar uzun süre mahvettik, işte bunu bilmiyorum.

Dudakları dudaklarımdan alacaklarını henüz tamamen alamamış gibi yarım yamalak geri çekildiğinde, kalbimin bir enkaz alanından tek farkı, hala göğsümün içinde tek parça çarpıyor oluşuydu. Çatık kaşlarla alnını alnıma sertçe bastırdığında burnunun ucu burnumun ucuna yaslandı. Çatık kaşlarının ortasındaki çukuru, o derin sorguyu, öfkeyi hissettim. Nefesi dudaklarının arasından az önce öptüğü dudaklarıma sızarken alnında çarpan bir damarı kendi derimin altındaymış gibi hissediyordum.

Her bir nefese bir soru sığdırmıştı sanki. Kendime sorduğum tüm soruları, Hakan sıcak nefesi dudaklarıma çarparken sorup duruyordu. Neden bu kadar uzun süre mahvettik birbirimizi, diye sordu belki de. Ya da beni bu kadar severken bu kadar mahvetmen reva mı, diye sordu. Çok daha kötüsü, insan bu kadar sevdiği birine bunu yaşatır mı diye sordu. Bin beteri, ulan seni sevdiğim için mi hak gördün bunları kendinde, diye sordu. Onu tanımak, sesi kulaklarımdayken içinde gizlediği her cümleyi, soruyu, hissi duymaktı. O susuyor, nefesini dudaklarıma bırakıyordu ama aslında sustuğu falan yoktu. Nefesine sığdırdığı sorularla beni bir enkaza çeviriyordu.

"Hatırlıyor musun?" diye sorduğunda, sesinin rüzgârına kapılıp anılardan birine savruldum. "Bir gece yüzünü bin kez öpüp, ertesi gece bir kez öpemedim diye saatlerce yol geldiğimi. Sen bir gece bin kez öpemeden rahat uyuyamadığım yüzünü benden üç bin günden fazla sakındın."

"Üç bin üç yüz yirmi altı gün," dedim. "Sen saydın, ben saymadım mı sanıyorsun?"

"Bıçağı içimde ne kadar tuttuğunu şafak sayar gibi mi saydın?" diye sorduğunda kalbime saplanan bıçağı kanırttığını o da biliyordu.

Bir yanı beni yaralamaktan korkuyor, öteki yanı sanki öfkesini aşkının ucuna takarak beni yok etmek istiyordu. Alnımı alnına sürtmek dışında bir şey yapamadım, bir şey diyemedim. Söylenecek her şeyi bir gecede ateşe verip, ikimizin hayatını arkada bırakarak kendi yalnız hayatıma gitmiştim. O da suçluydu, ben de suçluydum, zaman bile suçluydu. Doğru bir anda, yanlış onca şeyi bize yaşattığı için belki en büyük suçlu zamandı.

"Dağ evinde, son kez bir arada olduğumuzu bilmeden okuduğun kitap var ya. Hâlâ aynı yerde, aynı şekilde, ayraç hâlâ senin okuduğun son sayfanın içinde. Güve yediyse sayfaları bilmem Cenan, ben senin yokluğunda bir kitabın bile yerini değiştiremedim ki senin içimdeki yerini değiştireyim. Kalbimi sen yokken güve yedi. Güvenin geride bıraktığı yarım yamalak kalple seni hâlâ sevdiğim her gece benim aralıksız belamı sikiyor."

"O kitabın arasına koyduğum ayracı yılların arasına koyabilseydim, keşke seninle kaldığım yerden devam edebilseydim. Sayfalarımızı güve yedi," dedim. "Hakkım değil biliyorum ama ben seni hâlâ seviyorum."

Alnını alnıma sürttü ama tek kelime edemedi. Bu kez, boğazı düğümlerle sımsıkı olan kişi o olmalıydı.

"Hakan," diye fısıldadığımda, bu ismi benim dudaklarımdan duymak gözlerini kapatmasına neden oldu. Alnındaki damarın şiddetle alnımdaki yazıya vurduğunu hissettim. Bu kez ben dudaklarımı onun dudaklarına yerleştirdim, bu öpücük, onun bana sunduğu öpücüğün aksine acılarla doluydu. Söylenmemiş, söylenememiş, yarım bırakılmış, ertelenmiş, terk edilmiş sözlerle doluydu. Onu yavaşça öperken gözümden akan yaş dur durak bilmeden çeneme ulaştı. Kaşlarını çattığını hissettim ama o da durmadı, bir eli yüzüme kayarken ve büyük avucu çeneme dek sürüklenen gözyaşını parçalarken beni öptü.

İsmi dilimde dua gibiydi, o yokken bile adını anan dilim belki de her zaman onu dilemişti. Dudaklarımız birbirinden, burnundan verdiği sert nefeslerle beraber ayrıldı. Avucu çenemi kavradı, çenem onun büyük avuçlarının arasında küçücük kaldı.

"Cenan," derken gözlerine çöken öfke değildi de başka bir şey gibiydi. "Ben senin savaşmana değer biri değil miydim?" Sorusu, gözyaşlarımı daha da şiddetlendirecek sanmıştım ama bu kez ağlamadım, sadece gözlerinin içine benim üzerime yıktığı o farkındalıkla baktım.

"Sen bana nasıl sevilir öğrettin ama nasıl savaşılır öğretmedin ki."

O başını iki yana sallarken çenem hala onun avucunun içindeydi.

"Sen savaşmayı biliyorsun Cenan. Ben bunu gördüm. Senin tüm savaşlarını gördüm. Hiçbiri benim için değildi. Hayatın işin savaştın, mesleğin için savaştın, var olabilmek için savaştın ama neden benim için savaşmadın? Ben neden senin gözlerinden çıkarılan ilk şey oldum? Neden benim için savaşmadın?"

"Benim senin için savaşmadığıma, arkamı dönüp gittiğimde mi karar verdin?" diye sordum. "Ben gittim, doğru Hakan ama sen neden beni durdurmadın, neden arkamdan gelmedin, neden ben giderken hiçbir şey yapmadın?"

"Cenan, giden sensin, savaşmayan sensin, iki gözüm dediğim kadının gözlerinden çıkardığı ilk şey benim, ben başka ne yapacaktım? Sen bana geride kalan olmaktan başka bir vasıf mı bıraktın?"

"Sebepleri ortaya serip canını yakmak istemedim ben. Canım yanıyordu, yine önceliğime senin canını koymadım mı ben?" diye sorarken sesimin titrediğini fark ettim. Bunu o da fark etmiş olacak ki burun kemerini sıkarak gözlerini yana çevirdi. Boşluğa bakarken birbirimize yaşattığımız kaderi hatırlamış olacak ki, bana kurduğu her cümlenin pişmanlığı yüzüne yayıldı.

"Sen görevini yaptın, doğru," diye fısıldadım, gözlerimin içine tekrar baktıran fısıltım mıydı bilmiyordum ama baktı. "Ben sana bir yanlışlık yaptın, suçu olmayan birini yok ettin diye kızmıyorum. Ben, o kişinin babam olmasına da bilmem inanır mısın ama kızmıyorum çünkü şimdi o zamana dönsek, seni öldürseler, bunu yapmazsın biliyorum. Ben karnımda bir bebekle, hala olgun bir kadın değilken, bir zamanlar bir adamın bebeği olduğum, o adam artık olmadığı, o adamı senin görevinin yok ettiği gerçeğiyle yüzleştiğimde, sana vicdan azabı ekmemek için aldım başımı tüm acılarımı, gittim. Yüzüme bakınca ne görecektin Hakan? Sana baktığımda, ne hissedecektin? Benim yokluğumda bile bu vicdan azabı durdurmuş seni, bana gelememişsin. Şimdi nasıl sana gelmedim diye hatayı bir benden bilirsin?"

"Ben seni suçlamıyorum," dedi sonunda, itirafı kalbimi daha da ağırlaştırdı. Parmakları çenemden ayrılırken gözlerime yakıcı bir gerçeklikle baktı. "Ben sensizken vicdanımın içinde kavruldum yandım, gelseydin, hiç değilse sen yanımdayken yanardım. Sen beni cezalandırmadın Cenan evet, sen beni ateşe attın. Hem de beni ateşlerden çıkarmaya çalışırken yaptın bunu. Senin de yüzünde kara var, benim de yüzümde kara var ama hala o karaların ardından birbirimize bakmaya çalışıyoruz ya, bize, sana da bana da yazıklar olsun."

"Hakan."

"Keşke beni cezalandırsaydın. Varlığınla cezalandırsaydın. Yanımdayken cezalandırsaydın. Böyle değil, bu şekilde değil, kaybettiğimiz yılların ardından yas tutmama neden olarak değil. Şimdi her gün, bir önceki günün yasını tutmadığımı sanıyor olamazsın. Sen bana bir ömür yaşanmamış her şeyin yasını tutmayı bıraktın."

Bir adım geri çekilince bedenim boşlukla doldu. Gözleri gözlerimde çok uzun süre beklemedi bu kez. Bakışlarını benden çekerek mutfağın kapısına çevirdi. Gideceğini hissettim. Kalbim kabardı. O ne zaman gitse, kalbim böyle kabarırdı. Ben ondan sadece bir kez gitmiştim. O ne zaman gitse, dönerdi. Ben yıllarca dönmemiştim. Nasıl hissetmişti? Onun anlık, dönüşü olduğunu bildiğim gidişleri bile beni kanı çekilmiş bir cesede çeviriyorken, benim yıllar süren gidişim ona neler hissettirmişti?

Hakan kapıya yöneldiğinde onu durdurmaya çalışmadım. Tam kapının eşiğinden geçerken, "Unutma Cenan," dedi. "Her şey için savaştın ama benim için savaşmadın." Sonra sesinin bile boynu büküldü. O mutfaktan çıkıp gitti ama boynu bükük sesi burada kaldı. Ellerimin titremeye başladığını hissettim, onları koyacak yer bulamadım, birbirlerine bastırdım ve parmaklarıma, eklemlerime bulaşan o titremeyi durdurmaya çalıştım.

"Unutmadım," dedim duymayacağını bile bile. "Ben hiçbir şeyi unutmadım Hakan."

Anılar başımın üzerinde bir girdap olarak dönmeye başladı. Bir kış gecesinin içine çekildiğimi hatırlıyorum. Isparta'nın en soğuk ve karanlık gecelerinden biriydi. Gökten düşen her bir kar tanesi, yeni bir tanışma hikayesi gibiydi. Montumun yakalarını kaldırırken kar yağışına bir mucizeye bakıyormuşum gibi baktığım o an hala dün gibi aklımda. Sanki o kar taneleri hala yüzüme düşüyor, saçlarıma tutunuyor, gümüş rengi ışıkları gözlerimde yansıyor. Arkamdan sokulup beni belimin kenarlarından yakalayarak kendisine çevirirken dudaklarımdan dökülen kahkaha sesi, Isparta'nın sokaklarına yayılıp orada bir anı haline gelirken, sonsuza dek bu şehirde yaşayacağıma inanıyordum. Oysa başlangıcında durduğum şey aslında bir sondu. Beni büyük elleriyle kendine çevirip yere indirdiğinde kollarımı onun boynuna doladığımı hatırlıyorum, mavi gözleri karların altında gümüş gibi parlıyordu. Bazen öyle bir mavi olurdu ki, gök olurdu, içi açılırdı, kar olurdu. Gözlerinin rengine akıl sır erdiremezdim.

"Kar yağışını çocuksu bir merakla izleyip duruyorsun," dedi. "Ne zaman kar yağsa, o gözlerin böyle parlıyor. Tıpkı bir kız çocuğunun gözleri gibi."

"Kar bana mutlu hissettiriyor. Sen sevmez misin kar yağışını?"

"Hayır," derken büyük kolları belime sarılmıştı. "Kar adımlarımı yavaşlatır, beni yavaşlatır, ben yavaş olmayı sevmem."

Dudaklarım yukarı kıvrıldı. "Upuzun bacaklarınla ne kadar yavaş olabilirsin ki?"

Dudaklarıma yerleştirdiğim tebessüme kısaca baktı, ardından gözlerini gözlerime çevirdi ve "Gerçi ne zaman kar yağdığını görsem işte diyorum, işte benim küçük kız yine sevinç çığlıklarıyla kendini sokağa atmıştır," dedi. "O yüzden artık sevmiyor değilim."

"Sen benim sevdiğim her şeyi sevecek misin böyle?"

"Sen bana ben kan görmeyi seviyorum de, gör diye kendimi keserim," dedi alayla. Bu onu güldürse de ben huzursuzca kaşlarımı çattım. "Şaka yapıyorum, kırıştırma şu fıstık burnunu."

"Kar iyidir," dedim gözlerimi göğe kaldırarak. Tam o esnada çeneme bir öpücük dokundurdu ve bir kar tanesi sol gözümdeki kirpiklerin üzerine kondu. Anıların kar taneleri gibi dağılarak eridiğini hissettim. O anının içinde ben de eridim.

İçeriden bir tıkırtı duyulunca bakışlarım yeniden kapıya kaydı. Dide'nin sevinç yüklü çığlığını duydum, sonra bir gülüşme sesi evin her yanına dağıldı. Göğsüme yuva yapmış hiçlik hissini bastırarak ağır adımlarla mutfaktan çıkıp Dide'nin odasına ilerledim. Aralık duran kapının ardından gelen gülüş sesleri kızıma aitti ama bu gülüşü var edenin kim olduğunu biliyordum.

"Gece neden gelmediniz babacığım?" diye sordu Dide gülüşlerinin arasından. Onunla hala sizli bizli konuşuyordu. Onu iyi eğitmiştim ama bir babayla nasıl konuşulur bilmiyordu, bir babayla nasıl konuşacağı konusunda eğitim verememiştim, onu eksikliğinden vurmak istememiştim. Vicdan azabının kanımı kurutup damarımı kapkara olana dek yakacağını sandım.

"Kaç kez söyledim, bana siz diye hitap etme. Ben senin babanım. Küçük kızlar babalarına siz demez, sadece baba der," dedi Hakan, boğazımdaki yumruyu yutamadım.

Aralık kapıdan içeri baktığımda beyaz karyolasının üzerinde bağdaş kurmuş, dudaklarında masum bir tebessüm, gözlerinde hayranlıkla babasını izleyen kızımı gördüm. Hakan'ın sırtı kapıya dönüktü, kızımın uykulu yüzüne büyük eliyle dokunup, yanağını okşadı. Dide, şefkatten mahrum bırakmadığım bir çocuk olarak büyüse de bir babanın eksikliğini her zaman hissetmişti. Bir annenin dokunuşu nasıl biliyordu ama babayla ilgili değil bilgisi, bir fikri bile yoktu. Göğüs kafesimde taş taşıyormuşum gibi hissederek ikisinin birbirini sevişini izledim.

Dide, "Saygısız olduğumu düşünmeni istemediğimden," dedi. "Annem beni çok güzel yetiştirdi. Kötü yetişmişsem üzülürsün diye. Görev için yanıma gelemediğinde çok üzülme diye iyi yetiştim." Hakan'ın yüzünü göremesem de Dide'nin yüzünde duran parmaklarının donup kaldığını fark ettim. Dide, küçük, güzel yüzünü babasının avucuna bastırdı. "Bu gece kalacaksın, değil mi?"

"Senden daha önemli işim yok. Kalacağım," dedi Hakan, bu beni gülümsetti ve eski bir anıyı canlandırdı. Bu cümleyi bana kurduğu o Aralık sabahını hatırlıyorum. Yüzümde tıpkı Dide gibi geniş bir gülümseme çiçek gibi açmıştı. "Senin hâlâ uykun mu var yoksa?" Parmağını Dide'nin göz çukurunda dolaştırdı. "Bu gözler, uyku için mi bu kadar kızardı?"

"Gece gelmezsin sanıp biraz ağladım, annem bilmiyor, ona söyleme olur mu?" diye sordu Dide gözlerini babasının gözlerine dikerek. Ellerimin yeniden titremeye başlamasına neden olan buydu. Parmaklarımı birbirinin üzerine koyup, tırnaklarımı ellerimin yüzeyine bastırarak duygu durumumun düzelmesini bekledim. Hakan, Dide'yi kollarının arasına çekip önce ona sıkıca sarıldı, sonra onun saçlarını, yüzünü, boynunu öptü. "Güzel kızım benim," dedi Hakan, yüzünü yeniden Dide'nin saçlarına gömüp, saçlarını koklarken. "Çıkar aklından öyle düşünceleri. Ben artık buradayım. Kovsan da gitmem."

"Seni neden kovayım ki?" diye sordu Dide ağlar gibi titreyen bir sesle. Küçük kollarını Hakan'ın boynuna sardı. "Kızlar babalarını kovmaz."

"Sen beni hiç kovmayacaksın o zaman. Bir yerden hiç kovulmayacağımı bilmek ne güzel bir şeymiş."

Hissettiğim o acıyı nasıl tarif edebilirim bilmiyorum ama kalbimi tutan damarın koptuğuna yemin edebilirim. Onu hiç kovmamış olmama rağmen, acaba bir yerlerde, derinlerinde bir noktada onu kovduğumu mu düşünüyordu?

Dide gözlerini yavaşça yumup gülümserken, "Baba," dedi. "Annem de seni hiç kovmaz."

"Kovmaz mı?" Bu soruyu sorarken sesinde, bir çocuğunkinden farksız olan masumiyet, olduğum yerden usulca geri çekilmeme neden oldu. Titreyen ellerimi üzerime bastırarak hızlı adımlarla balkona ilerlerken düşüncelerim birbirine çarparak devriliyordu. Neden bu kadar titrediğimi anlayamadım. Bir atağın tam ortasındaymış gibi panikle kendimi balkona attığımda soğuk hava beni kendime getirir sandım ama titremelerim daha da çoğaldı. Çenem kitlendiğinde ve dişlerim birbirine vurmaya başladığında ellerimi balkonun soğuk, siyah tırabzanlarına bastırmıştım. Gözlerimden sicimle akan yaşların geride bıraktığı sıcaklığı hissediyordum ama gözyaşlarını hissedemiyordum, çenemden kaydıktan sonra nereye gidiyorlardı, kayboluyorlar mıydı bilmiyordum.

Birini sevince hep mi ağlıyordun?

"Sen beni nasıl affedeceksin?" diye sorarken kendi sesim bana bile ulaşmadı. Parmaklarım tırabzanları daha sıkı kavradı. "Ben bile seni affedebildim mi bilmiyorken, sen beni nasıl affedeceksin?" Titreyen omuzlarımın sebebi soğuk değildi. Sebebi gökyüzünden anılar gibi düşmeye başlayan kar taneleri de değildi. Onu seviyordum. Yıllar geçmişti, hala seviyordum. Geçen yılların üzerine yeni yıllar da binse, yine onu sevecektim. O batı olsa, benim güneşim batıdan doğacaktı. O gök olsa, benim yıldızlarım onda kayacak, benim güneşim ayım onda tutulacaktı. Ruhum bu alemde de diğer alemde de sadece ona bağlı kalacaktı. Her nasıl yıllarca ondan başkası saçıma parmağını değdiremediyse, bu saatten sonra bakışları saçlarıma bir kez olsun değmese bile bir başkasının gölgesi saçlarıma düşmeyecekti.

Ne kadar süre o balkonda, soğuğun altında durdum bilmiyorum ama gözyaşlarım dindiğinde, sokağın başında park halinde duran araba dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Bakışlarım gri arabada uzun süre oyalandı, sonunda o arabanın iki gece üst üste farklı noktalarda park halinde olduğunu hatırladım. Bu sokaktaki tüm arabaları bilirdim, iki gece üst üste farklı yerlere koyulan bu arabanın bana iyi bir his bırakmadığı da kesindi. O herifin Zeliha ve Gurur'u izlediğine zaten şüphe yoktu. Bakışlarımı araçtan uzaklaştırırken yüzümü geren kurumuş gözyaşlarına çarpan soğuk tenimi çekiştirmeye başlamıştı. İçeri girerken o herifin ne kadar daha bu çocukları izleyeceğini merak ediyordum, bir sonraki adımının ne olacağı sadece benim değil, Hakan için de merak konusuydu.

Yüzümü geren, çoktan kurumuş o yaşları ona göstermekten korkarak, kupkuru yüzümü her ihtimale karşı ellerimle sildim. Sessizliğin büyüyerek Dide'nin odasından hole yayılışını dinledim, ardından o sessizlikten sonra, "Annemin saçları o zaman da mı böyleydi yani?" diye soran benim kızımdı. Adımlarım öylece durdu.

"Evet. Zaman onun saçlarını hiç değiştirmemiş."

"Zaman insanların saçlarını değiştirir mi?" diye sordu Dide.

"Zaman her şeyi değiştirir ama annen aynı kalmış."

"Peki sen değiştin mi?" diye sordu merakla Dide.

"Bu sabaha kadar değiştiğime emindim," dedi Hakan, Dide o küçük, güzel kalbiyle bu cümleyi anlayamazdı ama ben anladım. Bir öpücük sesi duydum, ardından Dide'nin kıkırtısını dinledim.

"Annemi de beni sevdiğin gibi seviyor musun, böyle çok?"

Zaman yavaşladı. Yaşananlar yavaşladı. Bir sonbahar akşamına çekildim, yaza da kışa da en yakın olunan anlardan biriydi. Mavi gözlerinde bir daha başka hiçbir kadının gölgesine rastlamayacağıma emin olduğum anlardan biriydi. Yüzüme düşen saçımı geri itip, gözlerimin içine gelecekten ikimizi de kurtarmanın bir yolu olsaydı kurtaracakmış gibi baktığı o anı hatırlıyorum. Aşkı içime kelimeler olmadan, sadece bakışlarıyla akıyordu. Beni sevdiğini duymadan, sevdiğine inandığım ilk andı.

O sonbahar akşamından ve onun gözlerinden savrularak uzaklaştım. O tesisin duvarlarını gördüm, birlikte el ele yürüdüğümüz sokakta da kimse yoktu, kalemi bana uzattığı gün gözlerimizin birleştiği kampüsteki tüm banklar boştu; geçmişin içinde yalnızdım. Anılar her defasında yakalandığım bir kapandı. Anıların kapanına kısılmaktan ne zaman bıkacaktım?

Cenan ve Hakan anıların içinde kapana kısılmış, üzerine geçmiş moloz gibi yığılmış iki âşıktı.

Birbirlerini gelecekte de seveceklerdi belki ama hiçbir zaman geçmişte oldukları kadar mutlu olamayacaklardı.

Bunu ben de biliyordum, Hakan da biliyordu.

Belki de bunu bildiğimizden bu denli yanıyorduk.

O ateşi daha harlayacak cevabı ondan duyduğumda, kar taneleri sonbaharı yırtıp geçti, anılar birbirine karışmaya başladı. "Evet," dedi. "Anneni de seviyorum. Seni nasıl çok seviyorsam, anneni, canımı, cananımı, çok seviyorum."

ZELİHA ÖZDAĞ

Sessizliğin içinde uzanıyordum. Telefonuma düşen aramalara bakmıyordum, mesajları açmıyordum. Hepsi durmadan Gurur ile aramda neler olduğunu soruyordu, hepsi bizden bir cevap bekliyordu. Verebileceğim cevaplar yoktu. Üstelik bu kadar üstüme gelinmesi, gerçekten birbirimizin hayatından çıkıp gitmişiz gibi hissettiriyordu.

Gurur onlara ne söylemişti ne şekilde söylemişti bilmiyordum. Yatakta cenin pozisyonu alırken Emsal'in yeniden ne zaman kontak kurmaya çalışacağını merak ediyordum. Gurur eve gelmemişti, ne zaman gelirdi bilmiyordum ama aynı çatı altında kalmaya devam edeceğimizi biliyordum. Yatakta yan döndüğüm sırada gruba düşen bir mesaj dikkatimi çekti.

Devran Soydere: Buradan da mı konuşmayacaksınız yani o kadar mı bitti şimdi dağa çıkıp kunduz gibi çığlık atacağım

Adnan Bahtıvar: O kadar mı bitti ne kadar kırıcı bir soru cümlesi, kınıyorum.

Adnan Bahtıvar: Şuraya bir bakın, çocukluk yapmanın sırası değil ikinizi de kulaklarınızdan asılarak tesise mi getireyim? Şiddet yanlısı bir insan olsaydım, beyefendi kimliğimi köşeye bırakıp bunu yapardım.

Girdap Demiralp: İkisinin de telefonlarını çaldırmayı bırakıp mesaj yoluyla mı tacize başladınız rahatsız edici varlıklar...

Tayfun Soydemir: Ben bu ikisinin ayrıldığına inanmıyorum.

Bir an duraksayarak ekrana bakakaldım.

Devran Soydere: Ben de.

Ecevit Erçetin: Kandırıyorsanız da yeter ya Girdap yeni yeni arabesk şarkılar bulup Gurur için Spotify listesi oluşturuyor, sizin yüzünüzden bu nasıl diyerek, Gurur ve Zeliha'ya uyuyor mu sizce diyerek bize dinletiyor.

Vural Demirezen: Yln mı atıonuz doru deyin

Vural Demirezen: Şakaciktan mi

Hakan Basri Şenkaya: Siz şaklabanlık yapınca bir şeyler düzelecek sanıyor olabilirsiniz ama o koca çenenizi kapatmazsanız olacaklardan sorumlu değilim.

Girdap Demiralp: Gurur da mesajlara dönmüyor, Zeliha da. Haliyle biraz panik olduk. Üstlerine gitmek de istemiyoruz, sen kesin emir verdin diye bir şey yapmıyoruz ama onlara ulaşamadıkça biz de ne yapacağımızı bilemedik.

Çok geçmeden, Basri abi sanki onlara bir emir vermiş gibi her biri mesajlarını kalıcı olarak sildiler ve grup birden sessizliğe gömüldü. Gurur tesiste değilse neredeydi? Uzandığım yerden güçlükle doğrularak kalkıp dağılmış saçlarımı parmaklarımla tarayarak topuz yaptım. İnsanları ayrılığımıza inandırması bu kadar güçken, Emsal'i nasıl inandıracaktık hiçbir fikrim yoktu.

Gerçi bu ayrılığın yalan olduğunu anlasa bile en fazla ne yapabilirdi ki?

Gurur'un kurtuluşu o ses kaydının içindeydi, Emsal'in sesinden, Emsal'e ait itirafların tamamı kayıt altındaydı. Yine de Gurur'un kafasında bir şey vardı; sivri bir öfke, kendini bileyen bir bıçak, geçmişin içinden ateş alarak geçip geleceğe saplanacak bir ok, bir intikam. Her ne yapacaksa onun yanında olacağım kesindi, bunu zaten biliyor olmalıydı. Bu yüzden ayrılığımızın gerçekliğine sadece Emsal'i değil, herkesi inandırmam gerekiyorsa, bunu yapacaktım.

Söz konusu Gurur olunca, benim vicdanım olduğu yeri terk ediyordu.

Kapının deliğine sokulan anahtarın sesini duyunca göz bebeklerim genişledi. Gelmiş miydi? Kalp atışlarım baskısını kulaklarıma dek taşıdığında, usulca başımı kapıdan tarafa çevirdim. Kapı aralandığında, holün ışığı tüm bedenini sel gibi yıkadı. Karmaşaya kurban gitmiş gibi dağınık duran kumral saçlarının uçları ıslaktı, dışarıdaki soğuğa rağmen üzerinde sadece yuvarlak yaka siyah bir tişört vardı. İçeri girerken buz sıcağı gözleri ilk bana tutundu. Bakışlarına dolan şefkati izledim, sanki herkesi kandıran biz değilmişiz gibi birbirimize gülümsedik ama bu gülümseme anlıktı. Hole doğru girerken, "Tüm gece alt katın da üst katın da ışıkları açık dursun ki ikimizin aynı ortamda bulunmadığını, birimizin üst katta olduğunu düşünsün," dedi.

"Evi hala izliyor değil mi?"

"Eve geleceğimi bildiğinden izlemesi normal değil mi?" diye seslendiğini duydum içeriden. Daha sonra holden çıktı, elinde bir kül tablası tuttuğunu görünce kaşlarım çatıldı. Bakışlarını yeniden bana sabitledikten hemen sonra, "Üst katın ışıklarını açıp geliyorum," dedi ve elinde kül tablasıyla basamakları tırmanmaya başladı.

Onun evdeki varlığı tüm damarlarımı sarmaşıklara dönüştürdü, o sarmaşıklarda çiçekler açtı, iskeletim çiçeklerin süslediği bir duvara dönüştü.

Birkaç dakika sonunda alt kata indi. Altında siyah boxerı vardı ama üstü çıplaktı. Kül tablasının elinde olmadığını görünce kaşlarım çatıldı. Parmaklarının arasında bir sigara vardı. Daha sorular dilimde dansına başlamamıştı ama o beni anladı. "Üst katta sigara içerek dışarıyı izleyip beni terk edişin hakkında düşünürken gerçekçi görünmem gerekti," dedi kül tablasını kastederek.

"Dün onlara tam olarak ne söyledin?" diye sordum. "Ayrılık hakkında."

Ayrılıktan bahsetmem modunu düşürmüş gibi kaşlarını çattı. Sigaranın dumanı burnundan sızarken, sigarayı uzun parmaklarının arasına alıp dudaklarından uzaklaştırdı. "İstediğimde ne kadar iyi bir oyuncu olabildiğimi, senin bile benim ne dolaplar çevirdiğimi anlamadığını görmüştük değil mi Zerdali?" diye sordu. "Halimi görenin sorular sormasına gerek yoktu. Hoş, oynadığım oyun da değildi. Seninle bir ayrılık ihtimali bile beni mahvetmeye yetiyor çünkü. Hâlâ iyi değilim, hala kafamı toparlayamadım, hala böyle bir şeyin olmuş olma ihtimali bir ihtimal olmaktan bile çıkmış, yok edilmişken içimi sikmeye devam ediyor."

"İkimizi hiçbir şeyin ayıramayacağını daha iyi anladım," dedim parmak uçlarımda ona doğru yürürken. Dudaklarında buruk bir gülümseme belirdiğinde, ona dokunmak için uyuşan parmak uçlarım artık çenesindeydi. Çenesinde yeni yeşermeye başlayan sakallar dikkatimi çekti. Tam gözlerinin içine bakıp, "Sakalların," dedim. "Bu defa kesmezsen, değil mi?"

"Buna bu kadar mı içerledin?"

"Evet," dedim dürüstçe. "O gün bana kırıcı sözler bile etsen, benim için uzattığın sakalları kestiğin anda yandığı kadar yanmazdı canım. Bu biraz hastalıklı bir benzetme oldu ama gerçekliğini de yok sayamam."

"Sana kırıcı sözler ettiğimde sakın bunu kabul etme, olur mu? Sen kendi değerinin farkında bir kadınsın. Haksız olduğunu bile düşünsen sakın kabullenme, hiçbir kötü sıfatı kendine uygun görme."

"Bana kırıcı sözler edemezsin zaten, aklını alırım senin akıllım," diye alay ettim gözlerindeki savaşları, ağrıları dindirmek için. Gözlerine bakıyordum ve geçmişinin derin sularında boğulan küçük bir çocuk görüyordum. Uzun zaman sonra Gurur yeniden o çocuğa dönüşmüş gibiydi; kalbi ağrıyor, geçmiş ciğerlerine su olup doluyordu.

"Aynı evin içinde bile kaçak göçek mi dokunacağım şimdi ben sana?" diye sordu, ardından bakışlarını cam duvara çevirdi. "Bu açıdan evin içi görünmüyor ama dikkatli olmakta fayda var."

Cam sehpanın üzerindeki kül tablasına yarısı içilmiş sigarayı bastırarak söndürdü. Bana doğru döndü, adımları bana düşmeye başladı. Beni belimden kavrayarak holün iç tarafında kalan duvara yönlendirdiğinde ondan kaçmadım.

Sırtımı duvara yasladı ve "Söylediklerin ağır şeylerdi," dedi açıkça. Duraksadım. "Kalbimi kırmamaya çalışıyordun, belki de kırmadığını sanıyordun ama o an aslında göğsümün üzerinde tepinmeye başlamıştın." Bir eli duvar ile belim arasındayken, diğer eli ensemden yukarı bir yılan gibi kıvrılarak saçlarımın arasına daldı. "Tek bir an, söylediklerinden birini bile sana düşündürdüğüm ihtimali beni öldürecekti. Gerçeği biliyor olmama rağmen." Burnu burnuma sürttü. Yakınlığı nefesimi hızlandırsa da söyledikleri içime cam kırığı gibi batıyordu. "Her şeyi biliyor olmama rağmen beni öldürebilecek güce sahip olduğunu yeniden gördüm. Sen beni bir yalanla bile öldürebilirmişsin ve ben bu yalanı tek gerçeğim sanabilirmişim."

Dudaklarımızı birleştirme isteği göğsümü kor gibi yakıyordu. Bunu bildiğine emindim. Onu öpmek için yandığımı, onu öpmek için aklımı yitirdiğimi bildiğine emindim. Gurur, dudaklarını dudaklarımın sınırlarına çit gibi çekti ama beni öpmedi. Burnundan dökülen sert nefesler aşağı esiyor, dudaklarımı daha da yakıyordu.

"Merak ediyor musun?" diye sorunca sertçe yutkundum.

"Neyi?"

Burnundan sert bir nefes vererek gülüp, "Seni neden öpmediğimi değil tabii ki," dedi ve kaşlarımı çattım. "Planımın ne olduğunu."

"Evet," dedim. Ama beni neden öpmediğini de merak ediyordum. Aklımı böylesine bulandırması elbette korkunçtu.

"Nedense tek merak ettiğin bu değilmiş gibi geldi, Zerda."

Sertçe yutkunup, "Hiç ilgisi yok," dedim. "Tüm gün telefonum çaldı. Bazıları bu ayrılığa inanmamış gibi duruyor. Planın neyse çok çabuk gerçeğe dökmen gerek."

"Bu ayrılığa inanmıyor değiller, inanmak istemiyorlar çünkü seni ne kadar sevdiğimi biliyorlar, söylemediğim zamanlarda bile bunu hep gördüler."

Utandığımı hissettim. Bu utancı gördü ve bundan zevk aldı. Dudaklarını çeneme bastırıp beni çenemden öptükten sonra, "Karşımda çocuk gibi utanman hoşuma gidiyor," dedi.

"Aynı evde olmamızı garipsemez, değil mi?" diye sordum utancımı hasıraltı edebilme umuduyla.

"Cenan'ı ve daha da büyük bir tehdit olan o polis memurunu kandırmak için birlikte yaşamaya başladığımızı zaten biliyordur," dediğinde başımı salladım. "Cinayeti örtbas etmek için sevgili numarası yapmıştık. Şimdi birdenbire evleri ayırmak istemeyeceğimi bilecek kadar zekidir. Hatta Cenan'ın ve arkadaşlarımız dışındaki insanların yanında sevgili taklidi yapmaya devam edeceğimizi de düşünüyordur. Bu, olayı bu noktada gerçeğe daha yakın kılıyor. Bunlar olmasa, doğrudan keskin bir şekilde kopsak, o zaman buna anlam yükleyemez, inanmazdı." Dudakları neredeyse dudaklarıma dokunurken kurduğu cümleler aklıma tutunabilmiş miydi bilmiyordum. "Beni dinliyor musun sen?"

"Yakınlığın aklımı bulandırdı."

"Bunu böyle açıkça söylersen, ben kendimi nasıl dizginlerim?"

Kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Dizginlemen mi gerekiyor?"

Göz bebekleri mi genişledi yoksa buz sıcağı gözlerine birdenbire gece mi çöktü tam ayırt edemedim. Kısık bakan gözlerinin içinde ahlaksız ritimler görünce gözlerimi kaçırdım, bu onu yeniden güldürdü.

"Alt katın ışığı açık kalsın, benimle üst kata gel," dedi. Bir adım geri çekilip yarattığı kızarmış yüze baktı. "Ve nefes almayı unutma..."

"Salak," dedim. Gözlerimi kaçırırken, "Soracağım sorular var," diye ekledim.

"Üst kata geldiğinde dilediğin tüm soruları sorabilirsin," diyerek basamaklara yöneldi. "Yatak odasının camına çok yaklaşmamaya çalış."

Başımı salladım ama sırtı bana dönük olduğundan bunu görmedi. O yukarı çıkarken bir süre olduğum yerde durup nabzımın dinginleşmesini bekledim. Ona sormam gereken sorular, almam gereken cevaplar vardı. O da içten içe neleri soracağımı, nelerin cevabını beklediğimi biliyordu.

En başında beni rahatsız hissettiren ama bir yandan da varlığına şükrettiğim bir durum vardı. Bilekliğimde ne zamandan beri bir gps ve kayıt cihazı vardı? Huzursuzlukla zemine baktım ve bu sorunun kafamın içinde daha derinlere ulaştığını fark ettim. Sorgu göğsümün içini oydu, içime şüphe ekmese de rahatsızlığı ekti. Bundan hoşlanmadığımı fark ettim, bu durumun ne zamandan beri süregeldiğini merak ettim. Yoksa bana güvenmediği zamanlara mı denk geliyordu? Hâlâ içinde bana karşı şüpheler taşıdığı zamana mı? O zamana denk geliyorsa bile bu mantıklı değildi. Bu korkunçtu. İrkilerek başımı iki yana sallayıp basamakları tırmanmaya başladım. Vereceği cevapların karşılığı olan tepkilerim ne düzeyde olurdu bilmiyordum. Sadece bu, mantıklı bir açıklaması yoksa, tolere edilebilecek ya da normalleştirilebilecek bir şey değildi. Kendi kendimi gaza getirmemek için derin bir nefes aldım ve yatak odasının aralık kapısından içeri baktım. İçeride değildi. Suyun sesini duymaya başladığımda duşa girdiğini anlayıp boynumu esnettim.

Altından çıkardığı kotu ve yuvarlak yaka tişörtü yatağın yanındaki berjere katlayarak koymuştu. Onun düzenli oluşunu seviyordum. Çamaşırlarını kendisi yıkıyor, çok yorgun bile olsa beni rahatsız etmekten korkuyor gibi eşyalarını düzenli şekilde bırakıyordu.

Banyoya yönelirken kafamın içindeki sorular tekrar şaha kalkmıştı. Banyonun da kapısının hafif aralık bırakıldığını gördüm. Suyun buharı usulca dışarı süzülüyordu. İçeri bir adım atıp omzumu kapı pervazına yasladığımda, varlığımı fark etmiş olacak ki vücudu dik konuma geldi. Cam kapının arkasındaki buharlara rağmen onun büyük bedenini görebiliyordum. Omzunun üstünden bana baktığını hisseder gibi oldum, buharın arkasında kalan yüzünün bir kısmını görebiliyordum. Tüm bedenini cam kapıya doğru çevirip cama yaklaştı ve büyük avucunu cama bastırıp avucuyla yüz kısmındaki buharı tek hamlede sildi. Gözlerimiz birbirine tutunduğunda, bakışları ateşlerin içinde, yaşananlardan çok uzakta hissetmeme neden oldu. Cama doğru bir adım attığımda, şimdi gözleri daha keskin bakıyordu.

"Sana bir şey soracağım," dediğim anda elim, cama yaslı duran eline doğru yaslandı. Aramızdaki cama rağmen elini tutuyormuşum gibi hissettim.

"Sor."

Islak saçlarına, kirpiklerine, sırtına vurdukça etrafa sıçrayan sulara baktıktan sonra elimi camın ardındaki elinden çekmeden, "Neden beni izliyordun?" diye sordum. "Bunu sana dün soracaktım ama o kadar yoğun duygular içindeydim ki bunu akıl bile edemedim." Gözleri dudaklarıma anlık olarak dokunup tekrar gözlerimin içine döndü. "Nasıl oluyor da bu bileğimdeki bileklik tüm sesleri kaydedebiliyor?"

"Özel hayatına müdahale etmiş gibi göründüğümü biliyorum." Başını omzuna yatırınca şakaklarından akan sular köprücük kemiklerine doğru aktı. "Ama bunu yapmadım. Hiçbir zaman yapmadım."

"Neden peki?" Yargılamamak için çok mücadele etsem de "Beni o bilekliği bana verdiğinden beri mi izleyip dinliyorsun?" diye sordum. "Güvenmediğin için mi? Eğer böyleyse, bu benim kabul edebileceğim bir şey değil. Bu normal bir şey değil." Gözlerimdeki tereddüt onu bir an duraksattı, bunları düşünme ihtimali hesaba katmış gibi başını iki yana salladı. "Açıklamanı bekliyorum."

"Kazadan sonra yaptım," dediğinde bir an ürperdiğimi hissettim. O sesler yine oradaydı. Aracın devamlı yere çarpma sesi, camların parçalanma sesi, aracın son kez bir yere saplanır gibi vuruş sesi.

"O gece Muşta tesadüfen oradan geçmeseydi, sen ölecektin. Ben önemli değilim ama sen. Sen ölebilirdin." Alnını cama yasladığında gözlerini kapatmıştı, ıslak ve uzun kirpiklerini izledim. "Seni oradan çıkarmaya çalışırken neler yaşadığımı, neler düşündüğümü bilmiyorsun. Bin ihtimalden dokuz yüz doksan dokuzunda da ölüydün, sadece birinde yaşıyordun ve ben o bir ihtimale tutundum."

Gözlerini açtığında gözlerinin beyazının kızarmış olduğunu gördüm.

"O gün tesadüfen bulunduk, peki ya bulunmasaydık?" diye sorarken yarattığı farkındalık kuyusunun içine düştüğümü fark ettim. "Bilincinin açık olduğunu, bayılmadığını, nabzının normal seyrettiğini bilme ihtiyacıyla doldum ve böyle bir durumda konumunu da bilmeliydim. Ben de bunu yaptığıma sevinmiyorum ama bir daha aynı geceyi yaşatmayacakları kesin bile değildi ve seni korkutmadan, tedirgin etmeden korumalıydım. Ses kayıtları belli saat aralıklarında siliniyordu ve hiçbir kaydı açmadım, zaten bilgisayara veri olarak gidiyordu ve saati dolunca da siliniyordu. Tek birini bile açmamak için onu hiç açmadığım bir bilgisayara yönlendirmiştim. Ama nabzın, sağlık durumun telefonumdaki uygulamaya tıpkı kendiminki gibi devamlı olarak geliyordu. Gittiğin hiçbir yeri izlemedim, zaten takip sadece nabzında değişiklik olduğunda, sağlığını tehdit eden bir şeyle karşılaştığında aktif hale geliyordu." Gözlerimin içine tek bir şüphe barındırmamamı sağlayan bir gerçeklikle baktı. "O gece bayıldın. Ve sağlık uygulamam doğrudan alarm vermeye başladı. Olduğun yeri saptayabilmem ve oraya bir ambulans yönlendirebilmem için konumun açıldı."

Göğsümde sıkış tepiş bir hisle, "Bunu bana söyleyebilirdin hiç değilse," diye mırıldansam da onun için aynısını yapacağım gerçeği kafamın içinde çınlayıp duruyordu.

"Söyleyebilirdim ama bu sana kendini tehdit altında hissettirecekti. Zeliha, zaten dikkat problemlerin baş göstermeye başlamıştı, derslerine odaklanmak istediğini biliyordum, korkularının buna engel olduğunu da biliyordum. Seni daha fazla zihin çıkmazına sokamazdım. Hayatını felç eden benken, yine hayatında daha büyük korkulara yol açan, seni bir paranoyağa çeviren ben olmak istemedim. Bunu söylesem, her an saldırı altında olabileceğimizi düşünecektin."

"Yine de bilmem gerekmez miydi?"

"Hayatını tamamen felç etmeyi göze alamazdım. Elinden her şeyini almışım gibi hissediyordum. Vizelerin kötü geçmedi mi?"

Bu soruya sessiz kaldım.

"Özel hayatına tek bir an müdahale etmedim, nerede olduğuna bakma ihtimalim zaten yoktu, sadece sağlık durumunda değişiklikler olduğunda ses kaydediliyordu ve bu sesler belli bir saat aralığından sonra otomatik olarak siliniyordu. O gece ilk kez ciddi bir sağlık sorununa dayalı alarm aldığımda kaydı dinlemek zorundaydım. Çünkü konumun belli bir noktada sabit durmadı, ambulansı arayamazdım çünkü bilincin yerinde değildi ve konumun hızla değişiyordu. Çok hızlı bir şekilde köhne bir noktada durdun. Zaten izleniyorduk, bir şeylerin ters gittiğini açıkça ortadaydı. Yola koyulduğumda ses kaydı başladı ve senin bilincin yerinde değilken de etrafında konuşulanları duydum."

"Bu yaptığını ben de yapardım. Belki ses kaydına kadar düşünmezdim ama yaşananları önüme koyduğumda, ben de bunu yapacağımı biliyorum. Yine de ses kaydından hoşlanmadım, Gurur. Hiç dinlememiş olsan, boş bir bilgisayara gidip siliniyor dahi olsa," diye fısıldadım.

"Bir kaza anında hala yaşıyor olduğunu, sesinin çıktığını duymak istemiştim, o gece sesin çıkmıyordu ama ya çıksaydı? Ya ben olmasaydım, kısıtlı bir şekilde durumunu öğrenebileceğim bir ses çıkarsaydın ama yalnız olsaydın? Her ihtimali düşünmek zorundaydım. Özür dilerim, bunu yaptığım için mutlu değilim. Hiçbir zaman da olmadım. Ama kaçırılmanı bile geçtim, peşimizde izleyen birilerinin bile olmasını geçtim, zarar gördüğünde, zayıf nabzının bildirimini aldığımda sesini duymadan nasıl dayanacaktım? Bunları bana hak vermen için söylemiyorum, Zeliha. Güvenliği yüksek tutarken haddimi aştığımı biliyorum ama istemediğin hiçbir şey yaşanmadı, yaşanmayacaktı da. Kaza sadece senin travman değildi. Benim de travmamdı ve sonunda bunu bir şekilde aşabilecektik, birileri bizi izlemeyi elbette bırakacaktı. Eğitimin hayatını toparladığında, kafan daha rahat olduğunda sana bunu zaten söyleyecektim."

Oluşan buharı yeniden avucuyla sildi. "Bana kızma demiyorum, kızabilirsin. Ama kendini benim yerime de koy. Haklısın, biliyorum. Sonuna dek haklısın."

Gözlerimin içine baktı. Gözlerinin içine baktım ve sustum. Bir yanım bana bunu söylemediğinden ona kızgın hissetti, bir yanım bunu yapmasaydı her şeyin mahvolacağını söyledi, bir yanım onun bana güvenmeme ihtimalini yeniden düşünerek sızladı, bir yanım bana verdiği öneme inanamayarak ağrıdı.

"Bu gece sana anlatacaklarım var. Kafanda hala oturtamadığın o Gurur'u, nerede oturtmak istersen, oraya oturtacağın türden şeyler."

Sertçe yutkunup, "Seni her zaman dinleyeceğimi biliyorsun," dedim.

"Bir yanın bana kızgın, bir yanın kızdığın şeye şükrediyor, değil mi?" Cam kapıyı açmasıyla, yoğun bir buhar tüm bedenimi sardı. Tam karşımda çırılçıplak dururken, "Bu gece sana çırılçıplağım," dedi. "Sadece bedenimle değil, tüm düşüncelerimle, hislerimle, geçmişimle."

Gözlerim, çıplak bedenine dokunmadan gözlerinde asılı kaldı.

"Benim bile affedemediğim şeyler var kendimle ilgili," diye devam etti cümlesine. "Bu gece beni benim yerime sen affeder misin?"

Elimi kaldırıp ıslak yanağına koyduğumda, kısık bakan gözleri neredeyse kapandı. Kirpiklerinin birbirine tutunduğu anı izledim, sonra gözlerini açıp bana, ben onun muhtaç olduğu şeymişim gibi baktı.

"Sana giyecek bir şeyler getireyim," diye fısıldadığımda, dudaklarına yerleşen o küçük tebessüm kalbimi ağrıttı. Ona karşı sivri hisseden yanım göğsümün altına saklandı, yaptığı şeyle alakalı soru işaretleri taşıyan zihnim sessizlikle mühürlendi ve ona hissettiğim şefkat sahneye çıktı.

Tam elimi geri çekiyorken, avucunu elimin üstüne bastırıp dudaklarını avuç içime yasladı. Avuç içimi gözlerimin içinden tek bir an olsun çekmediği gözleri içimde bıçak gibi dolaşırken uzunca öptü. Elimi serbest bıraktığında, dudaklarımda buruk bir tebessüm vardı.

"Gurur," dedim kendimden emin bir sesle. "Artık nabzımı takip etmene gerek yok, benimle ilgili paranoyalarına gerek yok, o kaza yaşandı ve bitti. Baban bize bunu yapmaya çalıştı, yapamadı ve bitti. O yüzden artık bilekliklerimiz eskisi gibi sadece bizi bağlayan zincirlerimiz olsun, olur mu?"

"Sen emret bana, emrettiğin şey o an olsun," dedi.

"Emretmiyorum, sadece istiyorum."

"İsteklerin benim için emir," dedi. "Sen iste, ben emir sayayım. Olmaz mı?"

"Olur mu hiç öyle şey?" Dudaklarım yukarı kıvrılırken gözleri o kıvrıma takıldı. "Sen benimleyken bir asker değilsin, sadece sevdiğim adamsın. Bunu unutma."

"Ben senin sevdiğin adam olduğum gibi, askerin de olmak istiyorum."

"Serseri," diyerek başımı iki yana salladım. "Üşüyeceksin, bekle beni burada."

"Üşüyeceksem kalıp sarıl, alev alırım zaten."

"Aklın fikrin oynaşmakta."

"Sanki sevmiyorsun benimle oynaşmayı..."

"Sevmediğimi tek bir an olsun söyledim mi?"

"Söylemedin. O yüzden kollarıma gelip beni ısıt," diyerek kollarını iki yana açınca, bir an gözlerim çıplak vücuduna, uzun uzuvlarına kaydı ve boynuma kadar kızardım.

"Salak!" diyerek hızla banyodan çıktığımda, arkamdan güldüğünü duyabiliyordum.

Ona siyah bir boxer, beyaz, yuvarlak yaka bir tişört ve gri bir eşofman çıkardıktan sonra petekleri kontrol ettim. Evin sıcaklığı iyiydi, evdeyken uzun kollu şeyler giymeyi pek sevmediğinden tişörtün yanına başka bir şey almadım. Kıyafetleri kucağımda içeri girdiğimde onun bedenine göre küçük, benim bedenimeyse bir elbise boyutunda olacak havluyla kasıklarını kuruladığını gördüm. Havlunun hareketlerini izlememek için gözlerimi yüzüne diktiğimde, özenle nereye bakmamaya çalıştığımı biliyormuş gibi sırıtarak bana baktı.

"Gözlerini bu kadar kaçırmana gerek yok bebeğim, bu senin görmediğin bir şey değil," deyince, bu diye nitelendirdiği şeyi havlunun altından sıktığını görünce gözlerim irice açıldı.

"Çok adisin."

"Yeni öğreniyor olamazsın bunu."

Gözlerinin içine bakıp, "Giy üstünü, dana," dediğimde, "Nasıl yani?" diye sordu. "Sen giydirmeyecek misin?"

Derin bir nefes alıp ona doğru yürüdüm. Kıyafetlerini lavabonun bankosuna koyduktan sonra köşedeki temiz havlulardan birini alıp saçlarını kurulamaya başladım. Bunu yaparken çıplak olması umurumda değildi. İki metreden uzun boyuyla önümde bir çocuk gibi durdu ve saçlarını kurulamamı bekledi. Saçlarını kuruttuktan sonra omuzlarındaki su damlalarını da silip beyaz tişörtünü kafasından geçirdim.

"Donunu da ben giydirecek değilim, dana," dediğimde bana öyle çocuksu bir tebessüm bahşetti ki kalbimin sancıdığını hissettirdi. "Yalnız öyle gülersen giydiririm."

"Güleyim mi o zaman biraz daha?"

"Salak." Geri çekilip kolundaki bilekliğe baktım. "Senin bilekliğinde de öyle bir şey var mı? Sana bir şey olursa, ulaşabileceğimiz bir şey?"

"Ben senin kadar önemli değilim."

"Böyle cümleler kurduğunda seni parçalamak istiyorum." Burnumdan sert bir nefes verdim. "Ama şu konuda ciddiyim, bilekliklerimiz seni ve beni birbirine bağlayan zincir olarak kalsın istiyorum. Hayatının geri kalanını bana bir şey olacak paranoyasıyla geçirmeni istemiyorum. Çünkü bunun nasıl hissettirdiğini biliyorum Gurur. Bunu yaşadım. Her şeye rağmen birbirimize müdahale etmeden birlikte olmayı öğrenmemiz gerek."

Başını anlayışla salladı.

Sessizce banyodan çıktım. Çolpan'ın kurduğu kız grubuna düşen bir mesajla yatak odasının önünde durup telefonuma baktım.

Çolpan Asıroğlu: Zeliha

Ayça Sarıhan: Kızlar gecesine ne dersin?

Gaye Önal: Bir poşet dolusu cips, hem de %20 fazla olanlardan?

Durgun bakışlarım mesajlarda asılı durdu. Onlarla bu konuyu konuşmamıştım, çünkü Ayça bir süredir bir projeyle ilgileniyordu, muhtemelen son üç gününün tamamını projeyi tamamlamak için kampüste geçirmişti, Çolpan da yoğunluk konusunda ondan farksızdı. Eğer Yener beni evden çıkarmaya çalışmış olmasaydı bu konuyu Simge'ye bile sonradan yansıtacaktım, hoş o her şeyi anlamıştı. Birdenbire kızlar konseyi kurulduğuna göre, biri koca çenesini tutamayıp onlara Gurur ile limoni olduğumuzdan bahsetmişti. Nedense bu Girdap'ın başının altından çıkmış gibi geliyordu.

Zeliha Özdağ: Bunu hafta sonu yapalım mı?

Zeliha Özdağ: Çünkü bu grubu fena halde özledim.

Gaye Önal: SİS BULUŞMASI SİS BULUŞMASI!!!!

Çolpan Asıroğlu: Şu an okuldayım, birazdan çıkacağım. Fikrin değişirse Gaye'nin çalıştığı kafede de buluşabiliriz

Ayça Sarıhan: Projeyi sikeyim, Zeliha'nın yuvarlak götünü şaplaklamayı özledim.

Çolpan Asıroğlu: Dertleşmeyeli uzun zaman oldu.

Çolpan Asıroğlu: Hepimize iyi gelecek bu hafta sonu.

Gaye Önal: Gençleşmeye hazır mısınız hanımlar?

Ayça Sarıhan: Kendi adına konuş Gayecim, ben gayet gencim.

Gaye Önal: LOL

Ayça Sarıhan: 🖕🏻 (Orta parmak emojisi)

Gaye Önal: 🍆 (Patlıcan emojisi)

Zeliha Özdağ: Pekala, kim yumurtladıysa söyleyin çünkü şu an kendimi avutulmaya çalışılan bir bebek gibi hissediyorum.

Ayça Sarıhan: En Son Babalar Duyar'daki baba gibi hissetmemizin dışında,

Ayça Sarıhan: GİRDAP

Ayça Sarıhan: Anlattı.

Ayça Sarıhan: Küçük bir anlaşmazlık yaşandığını, Girdap'ın bunu büyük bir şey sandığını düşünsek de konseyi toparlama kararı aldık. Şimdi söyle, iyi misin yoksa kursa başlayayım mı?

Zeliha Özdağ: Ne kursu?

Ayça Sarıhan: Sela okuma kursu

Ayça Sarıhan: Malum basketbol potası adam kalbini kıracak bir şey yaptıysa onun selasını okuyacağım ya hani

Zeliha Özdağ: Hafta sonu anlatayım mı her şeyi?

Çolpan Asıroğlu: Öyle iyi hissedeceksen öyle yapalım

Çolpan Asıroğlu: Birlikte kaldığınız evdesin değil mi?

Zeliha Özdağ: Evet.

Gurur aniden çenesini omzuma bastırınca kafamı kafasının üzerine yatırdım. "Üstüme gelmemek için uğraşsalar da endişelenmişler, onların bu hallerinden hemen anlarım ben," dedim. "Girdap koca çenesini ne diye tutamıyor?"

"Günün sonunda yine barışacağız, değil mi?" diye sordu.

"Öyle ama arkadaşlarıma karşı mahcup hissetmeden de edemiyorum. Sen tesistekilere karşı mahcup hissetmiyor musun?"

"Tabii ki hissediyorum." Derin bir nefes aldı. "Odaya girmeyelim." Nedenini sormak için ona döndüğümde bir adım geri çekilip üst katın duvar kenarını gösterdi. "Bu tarafta cam duvar yok, daha rahat hareket ederiz. Gölgemiz karşıdaki duvara düşer, gölgelerimizi bile kimse göremez." Sessizce ona baktığım sırada gösterdiği duvarın çaprazındaki şifonyere ilerledi. Beyaz şifonyerin çekmecelerinden birini açıp bir mum çıkardı. Beyaz, kalın bir mumdu. Mumu yakıp yere koyduktan sonra bana doğru döndü.

Derin bir nefes alıp duvar kenarına yürüdüm. Bağdaş kurarak yere oturduğumda o da yavaşça yere çöktü ve beklemediğim bir anda başını dizine koydu. Karşımızdaki duvara mumun yarattığı ışığın büktüğü gölgelerimiz vuruyordu.

"Bu gece benim yerime beni affedecek misin?"

Sorusu beni derin bir ıssızlığın içine sürükledi. Fakat biliyordum, bu denli ıssız bir his içime oturmuşken, devamında kurulacak tüm cümleler karanlık gölgeler şeklinde üzerime yıkılmaya başlayacaktı.

"Senin kendini affetmen gerekmez mi?"

"Ben kendimi affedemiyorum, benim yerime sen beni affetsen olmaz mı?"

"Bana anlatacağın şeyler çok mu kötü?" diye sordum elimde olmadan.

Bu sorduğum es geçti. Bir süre sustuğunda buna cevap vermeyeceğini anladım.

Duvarda gölgelerimiz vardı. Güzel başı dizimdeydi. Parmaklarım kumral saçlarında gezinirken, ruhuma çökmeye başlayan zifiri karanlığın nedenini biliyordum. Uzun kirpiklerinin titrediğini gördüğümde gözlerini kırpıp geri açtığını anladım. Parmaklarım yeniden saçlarında turladı ve "Saçma sapan durumlar peşimizi hiç bırakmıyormuş gibi hissediyor musun?" diye sordu.

"Evet," dedim dürüstçe.

"Peki bu sebepten beni terk etmeyi düşündün mü hiç gerçekten?"

Birden kalbimi hedef alan sorusuyla donakaldım. "O gece söylediğim her şey..."

"Biliyorum, gerçek hislerin değildi. Öyle olmaması için Allah'a yalvarırdım."

"Çaresizdim, bunu biliyorsun."

"Evet. Ama sorduğum soru bu değildi, Gelincik," dedi. "Sorduğum soru, hiç gerçekten bu yüzden beni terk etmeyi isteyip istememendi."

"Biz seninle birbirimizin bir şeyleri olduğumuzu anladığımdan beri ben seni bir kez olsun terk etmeyi düşünmedim Gurur." Gözlerini kaldırıp bana bakınca bu kez burnuna ve çenesine dokundum. "Bir kez bile düşünmedim."

"Neden? Düşünüyorum, seni gerçekten hak ettiğim bir an oldu mu diye."

"Bu şekilde konuşmandan hoşlanmadım." Bacağımı geri çekmek istedim ama dizimi tutup başını daha sert bastırarak, "Bekle," dedi. "Bu gece beni dinle."

"Söyleyeceklerin kendini aşağılayacak şeylerse dinlemek istemiyorum."

"Hayatının büyük bir kısmını ayaklar altına alınıp aşağılanarak geçirmiş bir insanın kendini aşağılaması mı garip geliyor?" diye sormasıyla, gözlerim birdenbire gözlerine perçinlendi. Bu sorudan sonra bana uzun süre bakamadığını fark ettim. Gözlerini usulca duvara çevirdi ve şimdi yeniden sadece kirpiklerini görebiliyordum. "Kaza gecesini hatırlıyor musun? Sana hiçbir şey anlatmadan, bir sürü şeyi anlattığım bir geceydi. Kafamın içinden konuştum seninle. Hatta kafamın içindeki seninle bile tam konuşamadım. Kafamın içindeki seni bile kendimle incitmek istemedim. Ama bu gece başım senin dizindeyken, benim sana anlatacak bir hikayem var Zeliha."

Tedirginlik, bir şehre çöken sis gibi göğsümün içine çöktü. Kendi içindeki benle bile konuşmaya çekindiği, kafasında kurduğu bana bile anlatmaya kıyamadığı hikâyesi neydi? Belki de o hikâye onu öyle çok yaralamıştı ki artık kendi yarasından akan kanı göremiyordu. Önemsediği tek şey bendim, tek bir korkusu vardı o da bende yeni bir yara açmaktı. Açılan tüm yaralarımın sahibi olduğunu biliyormuş gibi gözlerini yumdu. Bana yeni bir yara ekmekten korkuyormuş gibi yutkundu.

"Yeni bir yaraya daha yerim var," dedim. "Anlatabilirsin."

"Sen böyle dersen, daha kolay olmaz," diye mırıldandı.

"O zaman şöyle düzelteyim, senin açtığın yaraları da seviyorum. Anlatabilirsin."

Kısıtlı bir miktar nefesi içine doldurduktan sonra, "Söylesene," dedi. "Dilinin arkasında saklanan o soruyu görüyorum ama sormaya kıyamadığını biliyorum. O soruyu bana sorsana."

Yine sobelenmiş gibi hissetmek nabzımın derimin altında hızlanmasına neden oldu. Dudaklarımı aralasam dışarı kelimeler değil, kan dökülecekmiş gibi hissetsem de gözlerimi duvarda asılı duran gölgelerimize çevirerek, "Nasıl?" diye sordum, dilimin ucuna akan merhametsizlik önce kalbimi yaraladı. "Nasıl bir insan öz evladından bu denli nefret eder?"

İşte bu soruyla beraber, odanın içine kar taneleri düşmeye başladı. Mumun alevi titredi ama sönmedi. Şimdideydim, sonrasını göremedim ama geçmişe doğru düştüğüm de kesindi. Kar taneleri gitgide hızlanarak evin zeminini doldurmaya başladığında, tıpkı benim gibi Gurur'un da o kar taneleri görebildiğine, teninde soğuğunu hissedebildiğine emindim. Parmaklarımı Gurur'un saçlarının arasına daldırdım ve takvim yaprakları gökten döne döne düşerek yeryüzünde yanmaya başlayan ateşin içine kondu. Yanan her bir tarihte, artık ben şimdide değil, o tarihteydim.

Gurur'un sesi beni iki katlı bir evin terasına taşıdı. Asma yapraklarının gölgelerini yüzüme düşüren az ileride kablosu tavandan sarkan lambanın sarı ışığıydı. Bir kadın çığlığı duyduğumda irkilerek başımı omzumun üstünden o yana çevirdim ve benimle aynı anda geçmiş de başını o yöne çevirdi. Bir kadın yalın ayak evin kapısından dışarı çıktı. Korkuyla etrafına bakarken beni görmedi, oysa iki adım ötesindeydim. Gurur'un sesi adımlarıma dönüştü, o kadına doğru yürürken temkinliydim, gözlerimdeki korku usulca büyüdü ve bakışlarım kadının çıktığı evin aralık duran kapısına kaydı.

Yerde yatan küçük erkek çocuğunu gördüm.

Yüzü bana dönüktü. Cenin pozisyonunu almıştı ama uyumak için değil. Boş bakan gözleri eski dokuma halının yüzeyindeki desenlerdeydi, burnundan sızan kan sus çizgisinde toplanmış, dudaklarına akamamıştı. Kadının çığlıkları sokağı inletirken biri o çocuğa elini uzattı ve çocuğu ince kolundan yakalayarak havaya kaldırırken çocuğun gözleri gözlerime dokundu. Çocuğun, kadının aksine beni gördüğünü iliklerimde hissettim. Cansız, içi boş bir oyuncak bebek gibi kaldırılırken gözleri gözlerime farkındalıkla saplanmıştı.

Yüzümde cam gibi parçalanan bir ifadeyle, "Gurur," diye fısıldadım. Gurur'un sesi beni anıların içinde ilerletti. O kapıya bir adım attığımda şimdi çocuk bana değil, onu kaldıran kolların sahibine bakıyordu ama gözlerinde korku yoktu. Boşluk vardı. Hiçlik oradaydı. Bir çocuğun gözlerine yerleşmiş, bir adama doğru bakıyordu. Sanki o çocuğun içine bir karanlık ekilmişti ve o karanlığı eken, onu tutan ellerin sahibiydi. Çocuğun gözlerindeki sessizlik büyüdükçe, karanlık da büyüyordu. Çocuğu ince kolundan havada tutarken büyük avucunu kaldırdı ve tam ona vuracakken kapıya yöneldim. Gurur'un sesi kesildi, anılar zaman gibi dondu; o evin kapısı yüzüme kapandı.

"Gurur," diye fısıldadım o anının içinde. Sonra, "Gurur!" diye çığlık atıp o kapıya onlarca yumruk, tekme savurdum ama ne çocuğun sesini duyabildim ne de beni anıların içine davet eden Gurur'un. Sessizliği kar olup yeniden yağmaya başladığında, o terasta dikilmiş, saçlarıma tutunan karların altında beni sürükleyeceği bir yeni anı için gözlerimde yaşlarla bekliyordum.

Çok geçmeden bir araba farının ışığı gözümü aldı. Elimi yüzüme siper ederken nabzımın hızlandığını hissettim ve gece her yere yayıldı. Ellerimi yüzümden uzaklaştırdığımda ne araba oradaydı ne de ışık vardı. Bir evin karanlık koridorunda durduğumu anladım.

Tenin tene çarpma sesi, ruhumun kıyılarına asitten bir dalga gibi vurup o kıyıları eritti. O sesle ürperdim, o sesle sıçradım, o sesle yana doğru korkuyla döndüm ve o dönüş anının görüntüsü beş farklı açıdan zamana yayıldı. Savrulan saçlarımın yeniden sakince omuzlarıma düştüğü o süre zarfında, ben sakin değildim, kalbim yerinden kalkıp gidecekmiş gibi şiddetle çarpıyordu. Frenleri patlamış bir arabayla üç yanı uçurumla çevrili, dönüş manevrasının mümkün olmadığı bir yolda ilerliyor gibi hissederek kapısı kapalı duran odaya yöneldim. Kapıyı açarken Gurur'un sesi bana geçmişi örmeye devam ediyordu.

İçeride iki erkek çocuğu vardı. Biri çok küçüktü, diğeri ondan yaşça büyük olsa da o da küçük görünüyordu. Büyük olan çocuğun, az önce kolundan tutup kaldırılan, gözlerime boşlukla, karanlıkla bakan o erkek çocuğu olduğunu anladım. İkisi de dizlerinin üzerine çökmüştü, avuçlarını dizlerine yerleştirmiş, karşılarında dikilen adama bakıyorlardı. Yere savrulmuş tabakları gördüm, bazıları kırılmıştı, bazılarının içindeki yemekler yere yayılmıştı. Adam kemerini belinden çözdü, kemerin şakıma sesini duydum ve büyük olan, birden küçük olanın üzerine doğru çıkıp onu altına alarak sırtını küçüğe siper etti. O an, o çocukla yeniden göz göze geldiğimiz andı.

O çocukla göz göze geldiğim an, bu kez bir fotoğraf makinesinin deklanşörünün patlarken çıkardığı sesi duydum, ışıklar gözümü aldı. O an anladım, Gurur bir anıyı daha tamamını göstermeden bana anlatmıştı. Ama anlatmaya başladığı son anıda, yanında ne annesi ne de Cesur vardı. Yapayalnızdı.

Aynı odadaydık. Beni göremiyordu, bu kez bana bakmıyor, gözlerimin içine o farkındalığı ekmiyordu. Önüne aldığı müzik kutusuna patlamış dudağına zorla yerleştirdiği bir tebessümle bakarken, dudakları gerildiğinden canı acımış olacak ki devamlı kaşlarını çatıyordu. Usulca ona doğru ilerledim. Gözlerimden sicimle akan yaşlarla sessizce yanına eğilip, dirseklerimi bükülen dizlerime bastırarak onun büyük bir merakla izlediği müzik kutusunun içine baktım.

Müzik kutusunun içinde bir balerin dönüyordu.

Dudaklarım yukarı kıvrıldı ama gözyaşlarım durmadı, devamlı aktı.

Kapının kolu yaklaşan dehşeti irdelercesine aşağı çöktüğünde nefesimi tuttum. Ela gözlerin sahibi de nefesini tutup müzik kutusunun kapağını kapattı. Korkuyla belini dik konuma getirdi ama hala yerde oturuyordu.

"Ne lan senin o elindeki?" diye sordu biri, bu ses anıları anlatan adamın sesi değildi, sevdiğim adamın sesi değildi; ördüğü anıların içinden başını uzatan canavarın sesiydi. Korkuyla titrediğini gördüm, o kadar gördüm ki sanki geçmişte o anın içinde yalnız değildi, ben de onunlaydım.

"Hiç," dedi, bu onun çocuk sesini ilk duyuşumdu. Sessiz gözlerini babasına çevirdiği o an, bunu yapmaması için ona yalvarabilirdim ama o bunu yaptı. Yine meydan okuyan, karanlık gözleriyle babasına baktı.

"Ver elindekini."

Gözlerini babasından çekmedi, uzun süre birbirlerine iki düşman gibi baktılar. Gözlerimden akan yaşları avuç içlerimle silip yavaşça doğrulup kalktım ve ikisini izlerken yeni bir yaranın daha içimde kanamaya başladığını anladım.

Babası aniden eğilip, "Ver dedim sana lan!" diye bağırınca, ben irkilsem de o irkilmedi. Gözlerini ağır ağır yumup geri açtı ve derin bir nefes alarak elindeki müzik kutusunu babasına uzattı. Babası müzik kutusunu alırken yeniden birbirlerini hedefi haline alan bakışmaları nefret yüklüydü.

Babası müzik kutusunun kapağını açtığında, az önce kulağıma güzel gelen o melodi, birden yüreğimi parçalara bölen bir ezgiye dönüştü.

Babası burnundan sert, aşağılayıcı bir nefes vererek gülerken, "Oturmuş karı gibi buna mı sırıtıyordun yani?" diye sordu. Kurduğu soru cümlesine kaşlarımı çatarak, tiksintiyle baktım. O çocuğu kollarımın arasına almak, buradan çıkarmak imkânsız mıydı? "O yüzünü dağıtırım senin, dik dik bakma bana, cevap ver."

"Bazen ne düşünüyorum biliyor musun baba?" diye sordu birden o çocuk.

Adam alayla kaşlarını kaldırıp müzik kutusuna bakarak, "Ne düşünüyorsun?" diye sordu.

"Dedem seni değil de ölmüş amcamı daha çok sevdiği, o adam ölmüş olduğu halde onu daha çok bağrına bastığı için mi böyle oldun sen?"

Tüm sesler sustu.

Susmayan sadece müzik kutusunun sesiydi.

Saniyeler geçti. Her bir saniye, kalbimden bir atış eksiltti. Ve Emsal, birden elindeki müzik kutusunu sertçe Gurur'un yüzüne fırlattı. Bir çığlık boğazımı yırtıp derinlerden yükseldi ama çığlığım kimse tarafından duyulmadı. Müzik kutusu yere tek parça düşmedi, kırılan kapağı bir yöne, kendi bir yöne savruldu ama Emsal durmadı, kırılan parçalardan birini alıp yüzünü kapatarak yere eğilen oğlunun sırtına sertçe vurmaya başladı. Her vuruşunda, dik duran o balerinin beli gitgide bükülüyor, Gurur'un tenine saplanıp çıkıyordu. Attığım çığlıklar geçmişin içinde kayboluyor, dokunuşlarım Emsal'e işlemiyor, ne kadar onun üzerine kapanıp sırtımı onun siperi yapsam da balerin benim değil, onun sırtına saplanıyordu.

Kar tanelerini hissettim. Yüzüme, saçlarıma, kirpiklerime tutundular. Gözlerimden boşalan yaşlarla duvardaki gölgelerimizi izlerken yeniden buradaydım, saçları yeniden parmaklarımın arasındaydı, anlattığı her şey, detaylar olmasa da kafamın içinde bana ait anılara dönüşmüştü.

"İşte bu yüzden ne müzik kutularını severim ne de balerinleri," dediğinde parmaklarım saçlarının arasında yeniden ilerledi. "Bana kurşun askerlere benzediğimi, balerinlerin benimle değil, başkalarıyla olacağını, benim tek bacağımı o asker gibi koparacağını söylerdi. O gece sırtıma bir balerini çivi gibi çakarken ona sorduğum soruyu devamlı olarak içimden tekrarladım. Dedem gibi iyi kalpli bir adamın bile sevgisini kazanamadığı için mi böyle bir canavara dönüştüğünü sorguladım."

Burnumu çekmemle, ağladığımı anlayıp kaşlarını çatarak derin bir nefes aldı.

"Ağla diye anlatmıyorum. Affet diye anlatıyorum. O gece, dedemin ona vermediği sevginin onu bir canavara dönüştürmüş olma ihtimalini düşünürken bile onu sevmiyordum. Bu yüzden beni affeder misin? Onu sevmek için uydurduğum her bahane, aslında onu ne kadar sevmediğimi gösteriyordu bana. Onu sevmeye çalıştıkça, aslında ne kadar sevmediğimi anlıyordum. Büyüdükçe, sırtımda onun vurduğu darbelerden oluşmuş bir göçük olduğunu anladım. Onun önünde o kadar başım önümde, dizlerimin üzerinde durdum ki, ayağa kalkıp dik durmaya çalışana dek, sırtımda onun yarattığı bir göçük olduğunu anlamadım."

Parmaklarım yeniden saçlarının arasında turladı. Anlatacakları vardı. Kalbinin zehrini akıtmaya ihtiyacı vardı.

"Çocukluğumun belimi büktüğünü, dik yürümem gerektiğini söylediklerinde anladım. Sonra durdum, bir geçmişime bir de aynada gördüğüm o adama baktım. Bükülen yalnızca belim değildi, Zeliha. Sevgim de bükülmüştü. Belki de bu yüzden, o gece sen yağan yağmurun altında bükülmüş yanıma parmak bastığında garipsemiştim."

Çeneme ulaşan o gözyaşı damlası birden alnına düşünce kafasını kaldırıp bana baktı. Elini uzatıp çeneme, oradan da elmacık kemiğime dek ilerlettiği dokunuşu hissettiklerimin daha içeriyi deşmesine neden oldu.

"Ben onun bana yük gibi bıraktığı sevgisizliği, bir canavarı sevme çabamı ve sevemeyişimi affedemiyorum. Sen affeder misin?"

"Affederim." Elini elimin içine alıp parmak boğumlarını öptüm. "Seni sınırsız seviyorum ben."

Gözlerinin içinin güldüğünü gördüm. Benim gözlerimse hala ağlıyordu.

"Anlıyorsun beni değil mi? Benim sana anlatmadığım, o çocuğa ait onlarca hikaye var. Ben sana bunların hepsini anlatamam. Seni mahvedemem, seni daha fazla kendimle mahvedemem. Ama benim o çocuğa da o geçmişe de bir intikam borcum var. Bugün hala benim canavarım olmak için kapıma geliyorsa, bir kez de benim onun canavarı olmaya hakkım var. Onu kazandığı sandığı yerden vurmaya hakkım var."

"Ondan birlikte intikam alacağız," dedim kesin bir dille. Omzumu kaldırıp yanağımdaki yaşı omzuma silerken, "Ne istiyorsan, onu yapacağız," diye mırıldandım.

"Önce bu ayrılığa çok fazla inanması gerek. Beni mahvolmuşken görmesi gerek," dedi yanağını dizime bastırarak. "O kazanmayı çok sever, Zeliha. Kazandığını hissedince dikkatsiz birine dönüşür, önünü göremez, tek gördüğü zaferi olur. Ona zafer kazandığını hissettir, sonra da onu uçurumun önüne sürükle, uçurumdan düşene dek zaferine sevinmeye devam eder. O hep böyle biriydi. İnsanları analiz etmeyi, onu analiz ederken öğrendim."

Eğilip dudaklarımı alnına bastırırken, "Hepsi geçti," dedim. "Artık ne sana ne de çevrenden bir başkasına zarar veremeyecek."

O gece, dişlerini birbirine bastırıp, gergin bir çeneyle bana sığınmış vaziyette sessizce gölgemizi izleyerek uykuya daldı. Anlattıkları kalbimi uzun süre ağrıtmaya devam etti. Mum sönene, şafak sökene dek dizimde uzanan adamı izledim, o uyudu ama ben uyuyamadım. Onun yaşadıklarının sadece küçük bir kısmı, benden tüm uykularımı aldı götürdü.

Ertesi sabah ikimiz de artık ne yapacağımızı biliyorduk, ilerleyeceğimiz yolu belirlemiştik. Zil çaldığında salondaki koltuktaydım, Gurur üst kattaydı, birinin geleceğini anlamış gibi ayrılmıştık. Kapıyı yüzümde dün geceden miras kalmış mutsuz bir ifadeyle açtığımda, kapının öteki ucunda Devran ve Biricik'i bulmayı beklemiyordum. Hemen arkalarında Vural ve Nihan'ın da olduğunu gördüm. Şaşkınlık yüzüme mürekkep olup akmadan hemen önce Vural, "Rahatsızlık vereceğiz demiştim ben size," diye söylendi.

"Ne rahatsızlığı?" Kapıyı ardına dek açarken yüz ifadem hepsini üzmüş gibiydi. Dikkatle birbirlerini süzdükten sonra açtığım kapıdan içeri girdiler. Biricik bana yarım yamalak bir gülücük gönderdi, ardından yüzü asıldı.

Salona ilerlerken Devran, "O çıktı mı?" diye sordu.

Buz gibi bir suratla, "Hayır," dedim. "Üst katta."

Nihan, elini omzuma koyup, "Nasılsın?" diye sorunca gözlerimi ona çevirdim. "Neler olduğunu sormak istemiyorum ama eğer şu an burada sırf birileri sizle ilgili gerçekleri öğrenmesin diye mecburiyetten kalıyorsan, seni tesise yanıma alabilirim. Bir süre benim odamda kalırsın. Tesise girip çıktığın için aranızda bir sorun olduğu düşünülmez."

Bu anlayışlı tavrı sadece gülümsememe neden oldu ama cevap veremedim.

"Şimdilik üstüne gitme Nihan," dedi Vural da aynı anlayışın bir farklı tonunu göstererek. "Zeliş bizim kardeşimiz, bir şeyden rahatsızlık duyarsa, bir şeye ihtiyacı olursa bize söyler. Değil mi Zeliş?"

"Elbette," diyebildim. Keşke onlar da bilseydi, bizimle oyuna katılırlardı, bir açık vermezdik, diye düşünmeden edemedim. Öte yandan Emsal onların eve geldiğini görünce keyiften dört köşe olmuş olmalıydı. Sonuçta birileri bizim ayrılığımız için resmen taziye ziyaretine geliyordu. Duvardaki saatten gelen sesin bile beni rahatsız ettiğini hissettim.

Nihan, "Sadece rahatlatmaya çalışıyordum," dedi ve bana bakıp dudak büktü. "Batırmadım değil mi?"

Tam o sırada Gurur'un basamaklardan indiğini görünce gerildim. Arkadaşlarımdan bir şeyler saklıyor oluşumun verdiği huzursuzluk, içimde dibi kaybolmuş bir kuyu gibi derinleşiyordu. Gurur'un bakışlarının mermer kadar soğuk olmasınıysa beklemiyordum. Gözlerini bana dokundurmadan direkt arkadaşlarına, sonra da hole baktı. Bir süre son basamakta bekledikten sonra, "Siz neden geldiniz?" diye sordu.

"Telefonlara çıkmadığın için olabilir mi? Tesiste de çok görünmüyorsun," dedi Devran. "Biricik de Zeliha'yı görmek istedi."

"İyi, ben çıkacağım. Geliyor musunuz?"

Gözlerimi Gurur'a diktim ama bakışlarıma karşılık bile vermedi. Göğüs kafesim eriyormuş, kemiklerim dağılıyormuş gibi hissettiren bu şeyin sadece bir oyun olduğunu kendimi hatırlatmayı denedim.

"Dur da biraz dinlenelim," dedi Vural ters bir şekilde. Mesajlarda olduğu insanın tem tersi, çok ciddi biriydi şu an. "Hem konuşacaklarımız var."

"Vural benim boş laf dinleyecek vaktim yok," dedi Gurur sertçe.

"Gurur, otur şuraya yavşak sikmeyeyim belanı," dedi Vural daha sert bir tonlamayla. Nihan gerilerek Vural'a baktı ama Vural doğrudan Gurur'a kilitlenmiş vaziyetteydi, gözü nişanlısının uyarı dolu bakışlarını dahi görmüyordu.

"Ne diye atarlanıyor bu bana?" diye sordu Gurur, gözleri Vural'dan ayrılarak Devran'a dönmüştü.

"Oturun konuşalım işte." Vural eliyle koltuğun üzerine vurdu. "Ortada bir sorun varsa ve iki insan birlikte çözemiyorsa, onların sevdikleri bu sorunu çözmeleri konusunda onlara yardımcı olmalı. Ben Nihan ile nişanı atma noktasına geldiğimde beni tesisteki odalardan birine alıp benimle konuşmadınız mı siz?"

Gözlerim Vural'a dokundu. Bir abi gibi oturmuş, sorunu çözme odaklı yaklaşırken çok ciddi görünüyordu.

Devran derin bir nefes alıp, "Ben hala ayrıldığınıza inanmıyorum," dediğinde, Biricik, Devran'ın kolunu cimcikledi ve Devran inleyerek, "Ne ya?" diye homurdandı. "Ben ayrılan insanı gözünden tanırım. Bu ikisinde ayrılacak göz var mı sence sarışın? Köpek gibi seviyor bunlar birbirlerini. Yine bir dümen çeviriyorlar, dümene uyup he deyin geçin."

"Ya bu biraz acımasız değil mi? Ya aralarında büyük bir sorun varsa ve sen destek olmak yerine böyle davranarak onların kalplerini kırıyorsan?" diye sordu Biricik, pembe, omuzları vatkalı kazağının içinde eski bir filmin içinden fırlamış gibi görünüyordu. Seksenlerin Barbie bebeği gibi göründüğü kesindi.

Huzursuz bir şekilde hole girdim, bakış açılarından çıktığım anda Gurur'a dönüp topu ona bıraktığımı belli eden bir mimik yaparak mutfağa ilerlemeye başladım. Biricik'in öfkeyle, "Gördün mü? Kızı nasıl huzursuz ettin!" dediğini duymuştum.

"Huzursuz mu ettim yoksa mutfağa gülmeye mi gitti?" diye sordu Devran. "Tekrar ediyorum, bu ayrılık sizce de fazla sessiz değil mi? Tüm gece koklaşıp bizi nasıl trollediklerinden konuşarak gülmüşlerdir."

Bu her nedense beni cidden güldürdü.

Gurur sanki hiçbir şeye hali yokmuş gibi, "Siktir git Devran," dedikten sonra hole ilerledi. Arkamdan geldiğini hissettiğimde Biricik ve Devran bu konuyla ilgili tartışmaya başlamıştı. Mutfağın kapısını kapatacaktım ki kapının arasına elini koyunca duraksadım. Gözlerimiz birbirine kenetlendiğinde orada gördüm ışıltılar sertçe yutkunmama neden oldu.

"Gördün mü?" diye fısıldadı. "Sana nasıl aşıksam, insanlar bizim birbirimize sırt dönmüş olmamıza ihtimal bile vermiyor. Sana ne kadar aşık olduğumu gördün mü?"

İrileştirdiğim gözlerimle arkasında kalan duvara, sonra da ona bakıp, "Duyacaklar," dedim.

"Duyamazlar. Birbirlerine girdiler."

"Onlara gerçeği söyleyelim. Her türlü bize uyarlar," dediğimde Gurur, "Zamanı geldiğinde söyleyeceğiz," dedi. Nedenini anlamadığımı belirten bir ifade takınarak kaşlarımı çattığım anda kapıyı itip üzerime doğru geldi ve panikleyerek birkaç adım geriledim. "Çünkü şu an etrafımızda endişeyle döneşmeleri çok gerçekçi. Devran ve Vural iyi oyuncu olabilirler ama Nihan ile Biricik öyle değil. Şimdi onlara bunu söylesek, Biricik evden çıkarken buraya geldiği anda göründüğü kadar mutsuz görünmez."

"Gerçekçi olacağız diye yalancı çobana döndük he," dediğimde bu onu gülümsetti.

İçeriden tartışma sesleri gelmeye devam ediyordu. Huzursuz bir şekilde mutfak kapısına baktığım sırada beni belimin kenarlarından yakalayarak buzdolabının kenarındaki boşluğa yasladı. Ben henüz ne olduğunu algılayabilme şansı bulamamışken dudakları dudaklarımın üzerini arsızca örttü.

Öpüşü öyle vahşi, öyle iç gıdıklayıcıydı ki ne karşı koyabildim ne de dörtnala salınmaya başlayan kalbimi yavaşlatabildim. Yakalanmaktan korkarak parmaklarımı saçlarının arasına kaydırıp, dokunuşlarımı kumral tutamların içinde ilerlettim. Dilini ağzımın içine uzattı, tüm dengemi yitirten de bu oldu. Islak dilini ağzımın içine aldığımda kasıklarımda buz gibi suların bile söndüremeyeceği bir yangın başlamıştı. Bir eli kazağımdan içeri girip çıplak karnımdan yukarı tırmandı, sutyenin üzerinden göğsümü sertçe sıktı ve diğer elinin de aynı hızla kalçama indiğini hissettim. iki eliyle beni sıkıca kavrayarak öpüşmemizi daha da yoğun ateşlere itti.

Ağzına doğru, "Kendi oyununu kendin bozacaksın şimdi," diye inlediğimde, "Ağzıma öyle inleme amına koyayım," diye karşılık vererek ağzımın içine inledi.

"Delirdin herhalde?" diye sorarken yeniden ağzına doğru inlemiştim. Bu onu tamamen çıldırtmış olacak ki, parmaklarını tenimin altına, derimin topraklarına gömmek istiyormuş gibi kalçama sertçe geçirdi. Tüm bedenimin uyuştuğunu, istekle kavrulduğunu hissettim. Ellerinin altında onun boyunduruğu altında gibi hissediyordum, bundan memnundu ama ben değildim; beni böylesine etkisi altına alması çıldırtıcıydı. "Biri gelecek şimdi, dur artık." Ellerimi güçsüzce onun omuzlarına koyup onu itmeye çalıştım, dili yeniden ağzımın içine girdiğindeyse onu durdurmaktan vazgeçip o ıslak dili ağzımın içine kabul ederek sertçe emdim.

"Kaçak göçek işlerin beni çıldırttığını seninle fark ediyorum," diye inledi kısık sesle. Nefesi ağzımın içini onun hisleriyle doldururken yutkunamadığımı, hatta nefes alamadığımı fark ettim. Dört yandan onun tarafından kuşatılmış olmanın verdiği keyifle sadece dudaklarına doğru inledim. "Nereden geldi şimdi bunlar? Seni tezgaha oturtup içmek istiyordum ben. Şimdi mecbur, seni içtiğimi düşünerek kahve içeceğim."

"Bırak artık beni ahlaksız. Bu kadar uzun süre yalnız kaldığımızı fark ederlerse, nah kandırırsın." Dudaklarına birkaç öpücük kondurup geri çekilmeye yeltendiğimde, kalçamdaki parmaklarını yukarı itip bel kavisime yerleştirdi ve sert tutuşu bedenimi bedenine bir yapboz parçası gibi oturttu. Beni neredeyse inletecek olan bu hareketi hoşuma gitmemiş de sinirimi bozmuş gibi kaşlarımı çattığımda, "Yalandan şovlar yapma," dedi. "Delirdiğini, içinin sıcacık aktığını biliyorum. Çok mu hoşuna gidiyor seni bu koca avuçlarla kavramam?" Sorusunu tamamlamasıyla, o koca avuçlar beni yeniden kavradı. "Kesinlikle çok hoşuna gidiyor."

"Sorular sorup kendi kendini cevaplama deli," diyerek kollarından kurtulmamla, birden öfkeyle, "Ne halin varsa gör!" diye bağırdı.

Korkuyla ona doğru döndüğümde, bana sırıtarak bakıyordu.

"Ne diyorsun?" diye fısıldadım.

Aniden eğilip dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu ve ardından, "Gidiyorum zaten amına koyayım!" diye bağırdı. Ne yaptığını anlayınca gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp derin bir nefes aldım.

Onu öpmeden önce bağırdım: "Siktir git!"

"Bağırıp durma Zeliha," derken sesi sertti, dışarıdan duyulduğuna emindim. Eğilip dudaklarıma bir öpücük daha kondurup dilini çıkarınca başımı yana çevirip kahkahamı yuttum.

"Konu gitgide uzuyor, konuşmak istemiyorum!" dedim yüksek sesle.

"Evet, ben de seninle konuşmak istemiyorum," diye karşılık verdi aynı sertlikle, sonra sessizce fısıldadı: "Öpüşmek istiyorum."

Gurur gülerek kapıya yöneldi, kapıyı sertçe kapattığında yüzümü toparlamaya çalıştım. O evden çıkana kadar ben mutfaktan çıkmadım. Mutfaktan çıkıp arkadaşlarımın yanına döndüğümde, ortamda buz gibi bir sessizlik vardı. Hiç kimse ağzını açıp tek kelime etmeye yeltenmedi. Şimdi dönüp şaka yapıyoruz desek hepsinin güleceğini bilmeme rağmen bağdaş kurarak Biricik'in karşısındaki berjere otururken tek kelime etmedim. Gurur haklıydı. Emsal'e zaferin onda olduğunu inandırana kadar, bu tiyatroya devam etmeliydik.

Biricik, tırnaklarını resmen Devran'ın koluna saplarken ona yandan kötü bir bakış attı. "Ben sana demedim mi?" diye sordu sessizce.

"Beni sadece yatakta tırmalarsan sevinirim," dedi Devran sessizce, ardından fısıldayarak ekledi: "Ben hala inanmıyorum."

GİRDAP DEMİRALP

Beyaz bir örtü olup şehrin üzerini örten karda bıraktığım ayak izlerini izleyerek yürürken adımlarımın beni nereye götürdüğünü bilmiyordum. Bir süredir bedenim içi bir ruh için yontulmuş ama boş kalmış bir kuklanın bedeni gibiydi; ruhumu kayıptı. Midemde tortop olmuş bir düğüm varmış gibi hissediyordum.

Geceden beri durgun olan Yener'in adımları benim önüme düşüyordu. Adımlarının neden bu kadar hızlı olduğunu sorgulamadım, genelde bir şeylerden kaçmaya başladığında hızlı yürürdü. Yine neyden, kimden, kendine dair hangi anıdan, hangi yanından kaçıyordu kim bilir?

"Bekle lan beni," diyerek adımlarımı hızlandırdığımda, omzunun üstünden bana hiçbir şeye sabrı kalmamış gibi bakınca duraksadım. "Zeliha'nın yanına gittin geldin, o andan beri böylesin," dediğimde kaşları çatıldı. "Zeliha'yla ilgili bilmediğimiz bir durum mu var? Aralarında ne geçmiş, onu mu öğrendin?"

"Aralarında ciddi bir durum olsa hissederdim. Zeliha çok üzgün değildi, sadece şaşkındı, stres altında gibi bir hali vardı," dedi Yener, sonra sırtını döndü yeniden yürümeye başladı.

"Beklesene lan göt," diyerek kıçına bir tekme attığımda bu kez daha keskin bir şekilde bana doğru döndü.

"Kahve diye tutturdun, içeceğiz işte. Ne eşeleyip duruyorsun beni?"

Bir şey sakladığını görmem için alnımda bir göze daha sahip olmama gerek yoktu. Bir süredir onda gördüğüm şey, bir zamanlar kendimde görmekte zorlandığım şeylerden biriydi. Dudaklarımda buruk bir gülümsemeyle ona baktığımda, bu gülümsemeyi beklemiyormuş gibi kaşlarını daha da çatarak, "Ne bakıyorsun?" diye sordu. Saçlarına tutunan kar tanelerine bakarken omuz silktim. "Bana bakınca ne görüyorsun da sırıtıyorsun?" diye irdeledi yeniden. Gözlerinin içine saklamadan bir gerçekle baktım, bu gerçeği gördü ama görmezden gelmeyi seçeceğini biliyordum. Yener kabullenmezdi. Hislerini görmezden gelerek yaşamaya alışmış küçük bir erkek çocuğundan halliceydi. Aslında o küçük erkek çocuğunun sırtında sadakat nedir bilmeyen, yalnız, köhne bir adam taşıdığını biliyordum.

"Sen sana bakınca ne gördüğümü biliyorsun Yener, yeme beni."

Yener bir an için, dostu olduğumu hatırlamış, bir çare arıyor, o çareyi ona vermemi istiyor gibi gözlerimin içine baktı. Sonra bir çare aradığını kendisine hatırlatmaktan nefret duymuş gibi gözlerini kaçırdı.

"Kimim ki oğlum ben, sen benim gözlerimde senin için dünyalara bedel, benimse erişemeyeceğim, erişmek de istemeyeceğim bir şeye rastlıyorsun?" diye sordu. "Kimim? Ben ne senim ne kızla ayrıldı diye kafayı yiyen Gurur'um ne de Vural'ım amına koyayım. Ben siz değilim, sen benim gözlerimde sizden şeyler görme kardeşim." Tam önüne dönecekti ki elimi cebime atıp sigara paketini çıkardım. Paketten bir sigara çıkarıp dudaklarımın arasına yerleştirirken paketi ona doğru uzattım. Başta sadece gözlerime baksa da sonunda sigaradan bir dal çekti ve dudaklarının arasına koydu. Alışveriş merkezinin arka tarafında, otogara bakan yolda dikilip sigara içmeye başladığımızda o da sessizdi, ben de sessizdim.

Sigarayı içine çekip, içinden bin dert bırakıyormuş gibi dumanı dışarı üflerken gözlerinin boşluğa daldığını gördüm. "Ecevit gelecek miydi?" diye sordu sanki konu konuyu açsın diye uğraşıyor gibi.

"Kitapçıda geziyordur, çoktan gelmiştir," dedim, sigarayı dudaklarıma götürürken yeniden konuşacağını biliyordum. O yüzden üzerine gitmiyor, onun kendiliğinden çözüleceği anı bekliyordum. Çok geçmeyecekti, eninde sonunda tayfun olacaktı, fırtına çıkaracaktı, kendi hislerinin üzerinden bir hortum gibi geçecekti, hissettikleri onu darmadağın edecekti fakat biliyordum, kabullenecekti.

Nasıl ki ben Mehtap'ı kabullenmiştim bir zamanlar kara zorla, o da şimdi kalbine korku tohumları eken o kızı kabullenecekti.

Sigarasını yarıya dek içti, tek kelime etmedi. Sonunda, "Gurur ve Zeliha barışır moruk," dedi ciddi bir sesle. "Şaka mı yapıyorlar diye düşündüm ama Zeliha cidden bir konudan endişeli gibi duruyordu. Neden tartıştılar anlamadım ama uzun sürmez bu tatava, düzelirler," dedi. "Yine Zeliha'nın bir telefonuna bakar tabii, o sığırın yüzünü dağıt derse dağıtırım. Kızı üzecek bir şey yapacak son insan bile değil diyordum da umarım bir sığırlık yapmamıştır."

"Gurur kızı üzecek bir şey yapamaz. Geçmişte yaşattığı her şeyin pişmanlığını derinden hissediyorken, hiç yapmaz. Vardır bir nedeni, öğreniriz illaki," dedim. İçimden bir ses, başka dümenlerin döndüğünü söylese de bekleme kararı almıştım. Üzerlerine gitmek yerine, ikisinin bir sonraki adımını izleyen tarafta yer alacaktım. Gözlerimi yeniden Yener'e diktiğimde, ağzının gerisinde sakladığı başka şeylerin de var olduğunu biliyordum.

Yener sonunda içinde tutamamış gibi, "Noldu biliyon mu geçenlerde," dedi yeni bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına koyarken. Ona soru işaretinden gözlerle bakarken sigarasının ucunu tutuşturdu, sigaradan çektiği ilk dumanı dışarı verirken bana baktı. "Engellediğim ne kadar kız varsa, hepsinin engelini kaldırdım."

"Neden?" diye sorarken sesimde yargı yoktu, belki de bu yüzden bana anlatmak konusunda ikilemde kalmıyor, daha kolay açıyordu kendini.

"Kendimi denemek için," dedi. "Belki, diye düşündüm. Belki ben de ipsiz sapsız bir orospu evladı olmaktan vazgeçmişimdir, belki ben de o boktan lağım çukuruma geri dönmekten vazgeçerim, belki bir anlığına kurum lekesi olmam diye düşündüm." Gözlerimin içine, gözlerinde keskin bir ifadeyle baktı. Bu keskin ifadenin temelinde kırgınlık mı vardı yoksa öfke mi çözemedim. Sanki kırıldığı için keskinleşmiş gibiydi. "Yaparım sandım moruk, adam olurum sandım." Dudaklarının arasından ve burnundan sızan dumanı izlerken tepkisizdim. "Tek bir an, ben de sizin gibi olurum sandım."

"Olamadın mı?"

"Oldum lan. İlk gece profil resmim geri geldi diye yazan hiçbir hatuna cevap vermedim, verdiğime de işim var dedim, soğuk yaptım, artık görüşmüyorum kimseyle dedim, tek tabancayım lan dedim. Bir süre tek tabancayım, sonra belki alır biri beni beline tabanca diye takar, onun olurum belki diye düşündüm." Parmağıyla kendini işaret etti. "Ben lan, ben. Kurum lekesi Yener. Öyle düşündüm. Öyle salak salak şeyler düşündüm."

"Sonra ne değişti biraderim?"

"Oğlum bak ben var ya," derken burun delikleri genişledi, sustu, dişlerini sıkınca çenesi gerildi. Gözlerini yere indirip ayağının ucuyla karları eşelerken, "Ben beş para etmezin tekiyim ha. Yavşağın tekiyim ben," diye fısıldadı. "Ben benden adam olur sanıyorum."

"Sana adam olmadığını düşündüren ne oldu?" diye sordum tekrardan. "Yine biriyle mi görüştün?"

"Görüşmedim, şuradan şuraya adım atmak nasip olmasın, dinsiz imansızın teki gibi görüyorsunuz beni biliyorum ama vallahi şuradan şuraya adımım düşmesin ki görüşmedim kimseyle." Kaşlarını çatıp sigarayı dudaklarına götürürken, "İnsana çevireyim dedim kendimi, kız bana insana değil, yaratığa, canavara bakıyormuş gibi, iğrenir gibi baktı. Lan vallahi canavar değilim, niye öyle baktın birden bana da diyemedim, öyle kaldım, o da zaten üstü kapalı sepet havası yaptı bana. Siktir çeker gibi konuştu. İğrenir gibi baktı. Sanki o gece kendimle savaşımı görmüş, bir halt yer miyim diye kendimi denediğimi görmüş, kurum lekesi olduğumu görmüş gibi baktı. Kabullenilmesi zormuşum, imkansızmışım hatta. Leşmişim gibi. Anladım ama. Olmaz benden. Adam da olmaz, yar da olmaz, hiçbir sik olmaz lan benden. Olmaz."

"Simge'yi mi diyorsun sen?"

"Adını anma, vallahi istemiyorum duymak. Şu hayatta bir o bana kandırılması kolay bir çocukmuşum gibi, safmışım, salakmışım gibi yaklaştı. Ne bileyim, ben ilk kez birinin yanında herhalde ben de masum görünüyormuşum lan, salak olabiliyormuşum bazen dedim." Başını yere indirdi, sağa doğru sallayıp kabulleniyor gibi dudaklarını birbirine bastırdı. "Sonra o da öyle baktı."

"Bir insanın sana böyle hissettirerek bakması için, ona bir şey yapmış olman gerekir Yener."

"Yapmadım. Tek yanlışım olmadı. Ben hayatımda ilk kez bir kadına şaka yoluyla bile yanlışım olmadan ilk kez yaklaştım. Yaklaşamadım hatta. Zeliha'nın canı dedim, Zeliha'nın kardeşi dedim, Zeliha benim de kardeşim, yanlış yapamam dedim. Zeliha'nın olmadığını var say ben yine..." Sustu. Farkındalık birden kaşlarını çatmasına neden oldu. "Oğlum hayır. Hayır hayır hayır." Olduğu yerde üç adım ileri, iki adım geri gitti. "Hayır lan hayır." Yere bir tekme savurup omzunun üstünden bana baktı. "Her ne sikse lan. Her ne sikse. Benden bu kadar lan. Ben kurum lekesi olarak mutluyum lan. Her gece kendime söverek uyurum, birinin bana yargılayan bakışlarını düşünerek uyuyacağıma. Ne yaptım diye düşünüp kendimi yiyeceğime, kurum lekesiyim ben derim koyarım kafamı yastığa, yastığı bile kurum yaparak uyurum."

"Oğlum sen en çok da kendine acımıyorsun ha. Ufacık bir umut ışığı arıyorsun, yüzüne fener tutuyorlar senin, görmezden geliyorsun, fenerin ışığı azıcık sönüyor, umut ışığım yok diye ağlıyorsun. Sen sordun mu lan kıza? Neden birden böyle bakmaya başladın, ne oldu dedin mi? Sen bir sebep duymadan, kızı aldın hakimmişsin gibi karşına, bir de kalemini kırdın, infazını yazdın, gönderdin. Ee? Kurum lekesisin, ondan. Yapma ya?" Sigarayı yere fırlatıp Yener'e doğru yürüdüm. "Bir kez o kör gözünü aç da etrafına bak Açıkgöz. Etrafında senin vücudunu beğenen, arabanı beğenen, boyunu beğenen çok kadın var ama hiçbiri şu ana kadar sana lan sana," diye sorarak elimin tersini sertçe göğsüne iki kez vurdum. "Masum bir çocuğa bakıyor gibi bakıp, bir çocuğu kandırır gibi kandırmaya çalıştı mı? Kim seninle yatak dışında oyun oynanabilir sandı? Kim senin en büyük çılgınlığının mantık dışı, çocukça yalanlara inanmak olduğunu düşündü, herkes senin çılgınlığının altındaki arabayı devamlı değiştirmen sanmadı mı? Fener bir kez ışığını geri çekti diye, karanlıktayım diye bağırıp durma karşımda."

"Ne diye bana onu savunuyorsun?"

"Madem bir şey yok, madem savunulmaması gerek, madem öyle, neden karşımda bana onu anlatıyorsun?" diye karşılık verdiğimde, gözlerinde şimşekler çaktı.

"Her ne sikimse."

"İşine gelmeyince koy ortalığa fazlalığını, ondan bahset zaten."

"Gözüme nasıl baktı görmedin."

"Sen neden kimsenin değil de o kızın gözüne öyle bakmasını yediremedin?"

"Kimse değil lan çünkü!"

"Kim peki, söyle?" diye sorarken sırıtıyordum.

Bir an durdu. O bir anın, beş dakika kadar sürdüğüne yemin edebilirdim ama saate bakmamıştım.

"Zeliha'nın kardeşi," diye söylenerek sırtını bana döndü ve alışveriş merkezine doğru yürümeye başladı.

"Aynen kardeşim, Aras Kargo," diye seslendim arkasından ama iplemedi, bir çocuk gibi ayaklarını yere vura vura yürüdü gitti.

Alışveriş merkezinin içi tıklım tıklımdı. Adnan ve Ecevit'in birlikte D&R mağazasından çıktıklarını gördüğümüzde Yener sessizce yeni tanıtılan bir oyunun yayın bültenini okuyordu. Adnan bizi fark edince elini kaldırdı ve Yeneri yakasından tutup onların yanına sürüklemeye başladım.

Bir kafeye geçtiğimizde Çolpan ve Ayça'nın da geleceklerini bizimkilere söyledim ama hepsi o kadar kendi halindeydi ki kimse bu duruma odaklanmadı. Aslında kızların gelmesi için davette bulunan ben değildim, ben Yener'i dışarı çıkarmaya çalışmıştım ve Çolpan da Zeliha adına endişeli olduğunu anlatan bir mesaj çekerek görüşmek istediğini ifade etmişti.

Bana kalırsa herkesi endişeyle dolduran bu ayrılığın temelinde başka bir şeyler vardı ama son ana kadar hepsine ayak uydurmak konusunda inatçıydım. Bir şeylerin ters gittiğini kolayca anlayabilen biriydim, bu yeteneği bir zamanlar sevdiğim kadını kaybederken elimden hiçbir şey gelmediği, onu kaybettiğimi bile fark etmediğim zamanlarda edinmiştim. Artık bir şeye baktığımda, görmemem gerekenleri de görebiliyormuşum gibi geliyordu.

Bunlardan birisi, Gurur ve Zeliha'nın birdenbire ayrılmaması için bir sebep olmadığını görmemdi. Diğeri de Yener'in kabullenmekte zorlandığı, onu insani kılan duygularının varlığıydı.

Alışveriş merkezinin alt katında, bahçesi sokağa bakan kafelerden birinde oturuyorduk. Önümde buzlu latte vardı, yağan kara rağmen bunu sipariş ettiğimi gören garson bana garip bir bakış atmıştı ama umurumda değildi. Benim yaz kış demeden içim yanıyordu, hep soğuk bir şeyler içmemin temelinde aslında yaşananlar mı vardı yoksa bir daha hiç yaşanamayacak olanlar mı işte bunu bilmiyordum.

Yener, elindeki çakmağı devamlı yakıp söndürdüğü sırada hemen yanındaki sandalye biri tarafından çekildi. Yener'in bakışları hızla sandalyeyi çeken kişiye yöneldiğinde, yüzüne karanlık gibi çöken şaşkınlığı izledim. Simge'nin de bizle buluşmaya gelen kız grubunun içinde olmasını beklemediği apaçık ortadaydı. İhtimal bile vermediği far tutulmuş gibi bakan gözlerinden okunuyordu.

Simge, Yener'e tek bir an olsun bakmadan onun yanına oturup menüyü önüne çekerken, Yener'in yüzündeki ifadelerin renk kaybettiğini gördüm. Kıza her ne yapmışsa, her zaman yüzünde muzip bir gülümsemeyle gördüğüm bu kız, şimdi buzdan bir heykele benziyordu. Çolpan tam karşıma, Ayça da onun çaprazına oturdu. Yanlarında adının Gaye olduğunu hatırladığım, nişanlısı doktor olan kız da vardı. Hepsinin aksine sadece Gaye gülümsüyordu.

"Umarım vaktinizi çalmıyoruzdur," dediğinde Çolpan, Adnan'ın bakışları yavaşça ona çevrildi.

"Neden vaktimizi çalasın?" diye sorusuna soruyla karşılık verdi Çolpan'ın. Bir kadınla sizli bizli konuşmasına alışkın olduğumdan, doğrudan, senli bir diyalog kurması tuhafıma gitse de bakışlarım Adnan'a saplanmadı. Herkesi bir bir izledim, sonra masaya az evvel gelen latteyi önüme çekerek, "Ne içersiniz?" diye sordum kızlara hitaben.

Gaye, "Espresso," dedi, Simge'den bir cevap alamadım, Çolpan ve Ayça ise aynı anda, "Latte," dediler. Beni şaşırtan, Ayça'nın lattenin sonuna, "Benimki buzlu olsun," diye eklemesi oldu. Önce sokağa düşen karlara, ardından kıza baktıktan sonra elimi kaldırarak ilerideki garsonun dikkatini çekmeyi bekledim.

Garsona siparişleri verdiğimiz sırada Simge içli bir nefes alınca, aldığı nefesin sesi Yener'in dikkatini çekmiş gibi gözlerini çaktırmadan Simge'ye çevirmesine neden oldu. Simge, sarışın garsona gülümseyerek, "Ne önerirsin?" diye sordu, bu soru Yener'in iki kaşının ortasında hızla derinleşen bir çukurun varlığına sebep oldu.

Garsonun dudaklarına anbean yerleşen gülümsemeyi gördüm. Kızı beğenmişti, beğenmekte haklıydı çünkü güzel kızdı, benim için diğerlerinden bir farklı yoktu, onu en fazla bir kız kardeşe bakıyormuş gibi bakarak süzebilirdim ama güzel olduğu bir gerçekti. Bir ortama girdiğinde ilgiyi kolayca üstüne toplayan biri olduğunu onu tanımayan, ilk kez gören biri bile anlayabilirdi. Yener de bunu anlayalı epey uzun zaman olmuş olsa gerekti. Yine de kaşlarının ortasında derinleşen o çukuru başka düşüncelerle doldurup yok edemedi, tüm derinliğiyle orada duran çukurun görünmesine aldırış etmeden gözlerini Simge'ye gülümseyerek bakan garsona dikti.

Simge uzun, beyaza boyanmış tırnaklarını masaya vurarak ritim tutarken, "Biraz fazla düşünmediniz mi?" diye sordu dudaklarında alaycı bir tebessümle.

"Kafamı karıştırdınız," dedi garson çocuk anlık bir reaksiyon göstererek, sonra söylediği şey onu utandırmış gibi gülümsedi.

Simge her neye dokundurma yaptıysa, Yener'in bembeyaz kesilmesine neden olacak bir cümle kurdu: "Kafa karıştırıcı biri olduğumu söylerler."

"Antep fıstıklı kahve denediniz mi daha önce? Eğer Antep fıstığı seviyorsanız, bu kahveye bayılacaksınız."

"Alırım Antep fıstıklı kahvenizi," dedi Simge menüyü öne doğru itip gülümserken. "Teşekkür ederim."

Yener'in burun delikleri aldığı sert bir nefes eşliğinde genişledi, bakışlarını garsondan çekmeden boynunu iki kez sertçe kıtlattığında, garson şimdi Simge'ye değil, Yener'e bakıyordu. Bu kez yüzünde avele benzemesine neden olan bir gülümsemeyle bakmıyordu, gergin bir farkındalıkla, hatta dayak yiyeceğinin farkında bir adamın gözleriyle bakıyordu.

Garson masadan uzaklaşırken, Simge Çolpan'a doğru döndü ve "Sarışınların havası bir başka oluyor ya," dedi, bir an Yener duraksadı, hızla bana, sonra yeniden Simge'ye baktı. Bu gece birden üçüncü lig futbolcusuna benzeme kararı alarak saçlarını sarı yapmasından korkmaya başlamıştım.

Çolpan, "İyi de sen sarışınlardan-" diyecekken, Simge aniden bana doğru dönerek, "Çolpan'ın endişeleri var, bunu sizle paylaşsın," dedi hızlıca. Farkındalık gözlerimi kısmama neden oldu. Simge gözlerimde farkındalığa rastlayınca bundan rahatsız olsa da bana dik dik bakarak beni gözleriyle susturdu. Hoş, bunu yapmasa da susardım. Sarışınlardan hoşlanmayan Simge'nin sarışınlara methiyeler dizerken asıl hedefinin yan tarafında oturan hıyar olduğunu anlamayan sadece yan tarafında oturan hıyardı.

"Sizi dinliyoruz," dedim Simge'ye alaycı bir gülümseme sunarak.

Bana dik dik baksa da başka bir şey söylemedi. Çolpan, kâğıt mendilin kenarlarını katlayarak masayı izlemeye başlamadan saniyeler öncesinde, "Bir süredir Zeliha hakkında hep endişeliydik," dedi. "Gurur birdenbire hayatına girdi. Bunun öylesine başlamış bir ilişki olduğuna ne ben inandım ne Gaye ne de Ayça. Ama onu destekledik. Zamanla bu ilişkinin gerçek olduğunu gördük. Kim bilir, belki bilmediğimiz şeyler vardır ve bu ilişki zamanla gerçeğe dönmüştür, öncesinde her şey düşündüğümüz gibi gitmiştir." Bu cümleler, Adnan'ın gergin gözlerle Çolpan'a bakmaya başlamasına neden oldu. Kıvırcık kız zekiydi. Çok önceden beri kafasını kurcalayan komplo teorileri olduğunu onu ilk gördüğüm zamanlarda da anlamıştım.

"Şimdi birdenbire yeniden bir şeyin içindeler. Yine aynı evin içindeler ama bu kez ayrıldıklarına dair bir şeyler konuşulmaya başladı. Zeliha eğer ortada bir durum olmasaydı ayrıldığı biriyle aynı evde kalmazdı." Tabii siz ne haltlar döndüğünü bilmediğiniz için öyle sanıyorsunuz ama Zeliha beraber olmadığı bir adamla da aynı evde yaşamaya başlamıştı, sebebini size hiç söyleyemese de... Onların yaşadıkları ağır şeyleri hatırlamak tadımı kaçırdı. Çolpan'ın zekayla parlayan gözlerinden hiçbir şey kaçmıyordu. Bu da kaçmadı. "Madem ortada bir anlaşmazlık, bir ayrılık var, neden hala aynı evdeler? Bize söylemediğiniz bir şey var mı?"

Ayça, "Bize söylemedikleri birçok şey var," diye mırıldandı. Çolpan da farkındaymış gibi sessizce gözlerimin içine baktı.

"Sadece güvende mi bunu bilmek istiyoruz," dedi Gaye. "O bizim dostumuz."

"Gurur onun yanındayken o daima güvendedir," diyen kişi Ecevit'ti. Gözler ona çevrildiğinde, geçen dakikaların sonunda masada ilk kez sesi duyuluyordu. "Belki de bir konuda zıtlaştılar, biri yanlışlıkla konuyu ayrılığa getirdi, diğeri de kuyruğunu indiremediği için olay büyüdü. Sırf kavga ettiler diye evlerini ayırmak çocuk işi olmaz mıydı?" Ecevit, kolunu sandalyenin kenarına bastırarak Çolpan'ın gözlerinin içine güven veren kahverengi gözleriyle baktı. "Her ilişkide geçimsizlikler, kavgalar olur. Onların ayrıldık demelerine bakmayın, gerçek bir ayrılık olsaydı eğer, sizin de dediğiniz gibi Zeliha hala o evde olmazdı değil mi? Bırakın da bir süre kafalarını dinlesinler."

"Orası öyle," dedi Ayça. "Zaten çok uzun süre ayrı kalabileceklerine inanmıyorum. Büyük bir şey yaşansaydı, aşılamayacak bir sorun olsaydı biz de görürdük." Turuncu saçlarını topuz yaparken biraz daha açık renk buklelerinden birkaçı boynuna düştü, boynunda turuncu, büyük bir ben olduğunu ilk kez o an fark ettim. Ayça gözlerini gözlerime sabitlediğinde, yüzündeki anlayış dikkatimi çekti. Normalde onun atarlı küçük bir kız çocuğu olduğunu düşünürdüm, kriz anlarındaysa yetişkin, mantıklı düşünen genç bir kadına dönüşüyordu.

"Onları bir araya getirip konuşturmalı mıyız? Krizin nereden patlak verdiğini anlarsak, belki de çözüm yolu bulabiliriz," dedi Gaye, her zaman heyecanlı konuşan bir kızdı. Çocuksu bir yanı olduğu netti.

"Bayan, ilişkiler birilerin itelemesiyle ilerlemez," dedi Adnan, Gaye'ye. "Onlar iki yetişkin. Bizim onları kulaklarından tutup bir masaya oturtmamız, sorunlarını çözmeleri için bir köşede dikilerek onları buna zorlamamız ne kadar doğru?"

"Ama Zeliş çok üzülürse..." dedi Gaye sessizce.

"Zeliş zaten üzgün," dedi Adnan. "Araları ne kadar açıldı, nasıl bir kavga onları bu kadar sivri kararlar almaya itti bilmiyoruz fakat Zeliş aslında uzun zamandır üzgün. Şöyle bir düşünecek olursanız, Zeliş'in üzgün olduğu anları hatırlayabilirsiniz. İnsanlar hayatlarını yola koymak için zamana ihtiyaç duyarlar, zaman akarken onlara yapacağımız tek iyilik desteğimizi hissettirmek olacaktır. Daha fazlası kadere de insana da müdahale olur, ki bu da büyük saygısızlıktır."

Çolpan, "Her zaman mantıklı konuştuğunu fark ettim," deyince Adnan'ın gözleri tekrar Çolpan'a kaydı. "Her zaman mantıklı olduğun gibi, her zaman açık sözlü ve dürüst olduğunu da düşünüyorum, Adnan. Bu yüzden sana da sormak istiyorum. Bu masada en çok güvendiğim erkek olduğun için." Bize baktı. "Bu cümlenin sizle ilgisi yok, benle ilgisi var." Bakışları yeniden Adnan'a çevrildi. "Zeliha'nın güvende olduğunu bir de senin ağzından duyabilir miyim?"

Adnan, bir an için ne söyleyeceğini bilemiyor gibi Çolpan'ın gözlerinin içine baktı. İkisinin de gözleri birbirine çapa gibi saplı dururken, ne Çolpan tek kelime ediyor ne de Adnan dudaklarını aralama girişiminde bulunuyordu.

Sonunda Adnan, "Zeliha'nın güvende olması için canımı bile ortaya koyacağımdan şüphen olmasın," dedi ve bu Çolpan'ın dudaklarında buruk bir tebessümün doğmasına neden oldu. Kızın gözlerindeki teşekkürü gördüm, minneti gördüm, adı güzel olan her şey Adnan'a bakan o gözlerdeydi.

Birbirlerine bir söz vermiş gibi bakıyorlardı. Adnan o sözü ne olursa olsun tutardı, Çolpan da o sözün tutulmasına gerek kalmaması için dua edecek biriydi.

Siparişler geldiğinde, Simge garson çocukla bu kez göz kontağı kurmadı ve garson da Yener'in gözlerinde her neye rastlamışsa, gözlerini indirip Simge'ye bir kez olsun bakmadan kahvesini önüne bıraktı. Yener, deri ceketini çıkarmak için kolunu geriye doğru atıyorken, Simge'nin koluna sürten koluyla beraber, ikisinin de bakışları aynı anda birbirine saplandı. Sadece birkaç saniye süren o bakışmayı ilk sonlandıran kişi Simge oldu, Yener ceketini çıkarmaya devam ederken artık Simge'ye değil, boşluğa bakıyordu. Aralarındaki statik enerjiyle bir elektrik santralini kolayca yönetebileceklerinden bihaber gibiydiler ama öte yandan o enerji yüzünden ikisi de aptala dönmüş gibiydi.

Bir süre normal konulardan bahsedildi, Ayça neredeyse hiç benimle uğraşmadı, benim gibi buzlu lattesini içerek sohbete dahil oldu ama kullandığı kelimeler kısıtlıydı.

Yeni bir latte siparişi vermek için elimi kaldıracakken, Ecevit, Ayça'ya, "Sen doğal turuncu musun?" diye sordu, bir an duraksadım, gözlerim önce Ayça'ya, sonra Ecevit'e çevrildi.

"Evet," dedi Ayça sadece. Buzlu lattesinin içinde kıçı havaya kalkıp duran mavi pipeti dolaştırıyordu.

"İyiymiş," dedi Ecevit, sonra D&R poşetinin içinden bir manga çıkarıp kapağını açtı. Ayça'nın merakla Ecevit'in elindeki mangaya baktığını fark ettim. Bir şey söylemese de Ecevit'in okumaya başladığı manganın sevdiği bir seriye ait olduğunu anlamak mümkündü. Buzlu latte söylemekten vazgeçerek kolumu sandalyenin kenarına yasladım.

Gaye merakla, "Siz hepiniz bekar mısınız?" diye sorduğunda, dikkatim yeniden dağılmıştı. Buzlu latteyi de düşünmedim, başka bir şey de düşünmedim, sakin gözlerimi Gaye'ye çevirdim.

"Öyleyiz," dedi Yener üstüne basa basa. "Bu masadaki herkes bekar. Saltanatımızı ve yakışıklığımızı buna borçluyuz."

Simge gözlerini devirdi.

"Her bekar senin gibiyse, ortada başı boş adam kalmamış demektir," diye söylendi Simge.

"Bir şey mi dedin şekerim?" diye sordu Yener.

"Cuma günü Real Madrid ve Kayseri Spor maçı varmış diyorum."

"Nasıl ya?"

"Var işte, Digitürk'ün varsa izlersin. Çok çekişmeli olacak diyorlar."

"Real Madrid ve Kayseri Spor maçı mı?"

"Aynen, Madrid'den geliyorlarmış Kayseri'ye kamp için," dedi Simge düz bir suratla.

"Yeme beni."

"Kart şeyleri yemiyorum."

"Neredeyse kalbimi kırıyordun, sonra bir kalbim olmadığını hatırladım," dedi Yener sessizce önüne dönerken.

Simge'nin dudakları yukarı kıvrıldı.

"Kalbin yoktur belki ama senin için iri memeler vardır."

Yener bu kez cidden anlayamamış olacak ki, "Efendim?" diye sordu.

"Bak, tren geçiyor."

"Yemezler."

"Yiyemezsin de bu arada," dedi Simge, bir an ikisi de sustu. Masa, sessizlik içinde onları izliyordu.

"Bekar olduğunuzu bilmiyordum çocuklar," dedi Gaye gergin ortamı dağıtmak ister gibi.

Belki de ilk kez kendimi açık edecek bir cümle kurup, "Ben ömürlük bekarlardanım," dedim.

Ayça ve Simge kafalarını kaldırıp aynı anda bana baktılar, Gaye de merakla kaşlarını kaldırmıştı. Simge, "Ömürlükten kastın ne?" diye sordu.

"Kastım, ömürlük yalnızlık," dedim omuz silkerek.

Adnan'ın ve Ecevit'in bana baktıklarını hissettim ama Yener bakmadı, düşüncelerimi zaten biliyordu. Bazı geceler dağın manzarasını izlerken sessizce sigaralarımızı içerdik, o gecelerde sessizliği bozan benim ona anlattıklarım olurdu. Genelde susardı, sadece dinler, yorumlarda bulunmazdı ama içimde olup bitenleri, dolup taşanları, esip yağanları yalnızca o bilirdi.

"Kimse ömürlük yalnızlığı hak etmez," dedi Gaye, bu ihtimal onu parçalıyormuş gibi üzgün bir yüz ifadesine bürünerek. Ona, beni tek mutlu edecek olan şeyin ömürlük yalnız olduğunu söylesem, kurduğu pembe dünya başına yıkılır mıydı? İnsanların kurduğu ütopyaları distopyalara çevirmeyi sevmezdim. O yüzden bir şey demedim.

Ayça, "Eğer tüm ömrünü tek bir kişiye harcamışsa, ömürlük yalnızlığı seçmesi normal," dedi, sesi sakindi, bakışlarını bana dokundurmadan sokağa çevirdi. Düşmeye başlayan kar tanelerini izlerken, "Sanıyorum öyle yapmış," diye mırıldandı.

"Öyle yaptım," dediğimde herkes sessizdi. "Şimdi karşıma geçip ben ölüyorum dese, ona ben öldüm, kırkım tam kırk kez çıktı, çürüdüm diyemem, seni nasıl yaşatmam gerekiyor söyle, yaşatayım derim." Cümlemin sonuna nokta gibi yerleşen nefes sesimle beraber, tüm gözler benim üzerimdeydi. Dudaklarıma biraz alaycı, biraz da kaçamak bir tebessüm yerleştirdim. "Ömürlük yalnızlığı seçiyorum. Çünkü bir daha sevemem. Güvenemem. Elini tutamam birinin. Bak, gel bu benim hayatım, mahvedebilirsin bu hayatı diyemem, bu hayat zaten mahvoldu ve seni mahvolmuş bir hayata çağırıyorum gel diyemem. Bir daha birine gözlerimin içini güldüremem, başta da söylediğim gibi, ben bir daha birini sevemem."

"Midenin içinde kırk kat sarılmış bir düğüm var gibi mi?" diye sordu Ayça gözlerini gözlerime sabitleyerek.

Benzetmesi, uzun zamandır kafamın içinde dönüp duran bir düşünceye, bir sancıya çok benzediğinden sadece gözlerinin içine baktım. Anlaşıldığımı ne zaman hissetsem, birinin beni sobeleyeceğini anlasam, susardım, gözlerim konuşurdu; gözlerim o insana susmasını haykırır, susması için yalanlar kuşanırdı.

"Başkasını sevsem, sevdiğimi söylemeye dilim dönmeyecekmiş gibi," dedim. Sonra düzelttim: "Başka birini sevmem. Sevemem. Sadece bir örnekti." Boynumu çıtlatarak bakışlarımı kalabalığa çevirdim. O saniyeden sonra sorular sorulur sansam da bu olmadı, anlayış yüklü bir sessizlik çöktü.

Kredi kartımı çıkarıp masaya bırakırken, "Temassız," dedim. "Kalkacak olursanız hesabı halledersiniz. Sigara alıp geliyorum." Ayaklandığımda başka hiçbir şey söylemedim, söylenmedi. Adımlarım beni kafenin dışına, karın hafif hafif düşmeye devam ettiği göğün altına, karanlığın çöktüğü sokağa itti. Etrafta market bulamayınca alışveriş merkezinin içine geri girdim, içeri girdiğimde bedenim soğuktan kaskatıydı. Üst kata çıkıp, üst kattan bir paket sigara aldım ve tam yürüyen merdivenlere yönelmiştim ki, kalbimin bir başka hisse ermediğini o an daha iyi anlamama neden olan şeyi gördüm.

Ona çok benzeyen bir kadın.

Profilden burnu, kirpikleri, dudaklarının küçüklüğü bile benziyordu. Tek fark, onun saçlarını örten bir şal yoktu. Kız birden bana sırtını döndü ve alışveriş merkezindeki kalabalığın arasına karıştı. Adımlarım bana ihanet etti, kalbimse bayrağı yukarı çıkarak egemenliğini ilan etti. Mantığım sustu. Gerçeklikten sökülüp koptuğumu hissettim. Kalabalığı ite ite yürürken, görmek istediğim bir yabancı değildi.

Görmek istediğim sadece Mehtap'tı.

Kalbim dönmüyor senden başkasına, diye bağırma isteği içimi yırttı geçti. Sadece kalabalığı yararak ilerledim. Kızı gözden kaybettiğimde, peşinde olduğum bir yabancı değildi, o yabancıda rastladığım en yakınım olan insanın yüzüydü. Benim bu kadar kalbim olurken, beni hiç mi düşünmedin Mehtap?

Anlamıyordum. Bir insan bir insanı bu kadar seviyorsa, nasıl o insan olmadan yaşayabiliyordu? Ben bazen, nasıl yaşadığımı anlamıyordum. Onu eskisi gibi seviyor muydum? Kalbimi yerinden oynatan bakışlarını hatırlıyorum. Dün gibi. Hala bana bakıyor gibi. Gözlerinde hala sadece ben varmışım, onun hayatındaki tek adammışım gibi.

Kalabalığın ortasında sessizce dikilmeye başladığımda, artık bedenler bana çarpıyor, beni devirmek için ileri geri savuruyordu ama kıpırdamadım. Ruhuma sis gibi çöken o uğursuz his kalkıp gitmedi, ben de hareket etmedim.

Neden hala hayattaydım?

Neden hala yaşıyordum?

Sıkış tepiş düşüncelerin doldurup taşırdığı zihnimi durduramadım. Kalabalığı izlerken birileri bana çarpmaya devam etti. Yanımdan sıyrılıp geçenlerin söylendiklerini duydum, bana çarpıp geçenler, çarpan onlar olmasına rağmen bana ters ters baktılar.

Sonra o kalabalığın içinden bana doğru bakan birini gördüm.

Saçlarını örten şalı yoktu, yüzü Mehtap'ın yüzüne hiç benzemiyordu.

Toplu turuncu saçlarından düşen bukleler boynundan omuzlarına sarkarken, tam karşımda, tıpkı benim gibi ona çarpıp geçip giden kalabalığa aldırış etmeden hareketsizce duruyor, bana benim için endişelenmiş gibi bakıyordu.

ZELİHA ÖZDAĞ

Her şeyin daha da büyük bir karmaşaya kurban gitmesine üç saat kalmıştı.

O akşam, eve bana bir yabancıymış gibi döndü ama kapalı kapılar ardında yalnız kaldığımızda, dudakları yeniden dudaklarımdaydı. Her fırsatta içime yeni şeyler ekerek öptü beni.

Her fırsatta, her bulduğu aralıkta, her an kaybedeceği bir şeymişim, beni kaybetmek hayatını kaybetmesi demekmiş gibi.

Bundan şikayetçi değildim, bundan memnundum. Ona hazırladığım çorbayı içerken dünyanın en mutlu insanı gibi görünüyordu, benimle sessizce bulaşık yıkarken de huzuru hissedilirdi.

Köpükleri izlerken, "O gece benim için yemek mi yapmıştın?" diye sorduğunu hatırlıyorum. Gözleri durgun bakıyordu, yüreğinde benim yüreğimde yanan ateşten daha büyük bir ateş mi yanıyordu? Görmüş müydü her şeyi?

"Evet," dediğimde sertçe yutkunduğunu hatırlıyorum.

"Üzülme," dedi. "Beni mutlu eden yemeği yeme düşüncesi değildi, senin benim için yemek yapacak olman düşüncesiydi. Benim için yemek yaptın. O yüzden mutlu olabilirim, değil mi?"

Sorusuna çok uzun süre sustum.

Gurur, bir gece ansızın balkona çıkıp, yeri izlerken kapıldığın intihar düşüncesini durdurmak isteyen, ellerinizi bastırdığınız soğuk balkon korkuluğu gibiydi. Bir yerlerde onu yazan bir kadın olsaydı, bir yazarın parmaklarında can buluyor olsaydı, eminim o kadının gözleri ne zaman o balkondan aşağı sarksa, ellerini koyduğu o soğuk korkuluklar Gurur'un elleri olup o kadını tutuyordu.

Aramızdaki sessizlik, "Yine yaparım," dediğimde bölündü. "Sen de yine benim için sakallarını uzatırsın, değil mi?"

"Uzatırım. İstersen hiç kesmem. Yasaksa, yasaklar senin için çiğnendiğinde daha güzel."

Gülümsedim, o gülümserken gözleri hâlâ üzgün bakıyordu. Ama huzurluydu, hissediyordum. Yan yana bulaşık yıkarken, o huzurluydu.

Yelkovan bir kez daha döndü.

Beni dizine oturtup, bir sonraki planımızı tane tane anlatıp, her bir kelimeden sonra yüzümün farklı köşelerine bir yeni buse kondururken de huzurluydu.

"Şu ayrılık işini Eymen denen çocuk öğrenmemiş demek ki, öğrenseydi kapımızı aşındırıp bana seninle nispet yapmaya başlardı," dedi Gurur, parmakları sırtımda tur bindirirken. Çenemi omzuna bastırıp derin bir nefes alarak, "Planı uygulamaya koyduğumuzda muhakkak onun kulağına da gider," diye mırıldandım.

"Bu plandan pek hoşnut değil gibisin," dediğinde, planla ilgili verdiği ayrıntılar zihnimde yeniden şekillendiği için kafamın içindeki karanlığın biraz daha çoğalmasını engelleyemedim. Her adımda, karanlık olan tarafa biraz daha yaklaşıyordum. Bir gün gözlerimi açtığımda kendimi tamamen karanlığın kollarında bulmaktan korkuyordum.

"Bu plan istediğin gibi ilerlerse, hoşnutsuzluğum ya da içinde bulunmak zorunda kalacağımız durumlar umurumda olmayacak, Gurur," dedim. "Çünkü sen kendini benim hayatımda bir şeylere değecek biri olarak görmesen de hayatımdaki en önemli yeri kaplıyorsun."

"Bu plan istediğim gibi ilerleyecek," dedi, planının parçalarından biraz daha söz etti, sanki hayatımdaki yerinden ya da hayatımda kendini koyamadığı o yerden uzaklaşmaya çalışıyor gibiydi.

Devran ve hiç çaktırmasalar da bazıları bizim aramızdaki ilişkinin bittiğine, bitmese bile bitme evresine girmek üzere olduğuna inanmıyordu. Emsal'in de kafasında bu durumla alakalı şüpheler oluşmuş muydu bilmiyordum. Benimle iletişim kurmaya çalışmıyor, beni korkutmuyor, yer yarılmış da içine girmiş gibi davranıyordu. Sanki hiç var olmamış gibi...

Her şeyin daha da büyük bir karmaşaya kurban gitmesine iki saat kalmıştı.

Ellerimden bir kaşık dolusu pekmez içti, kaşığı ağzından almak için uğraştığım anı hatırlıyorum. Hala ayrıldığımız yalanına dahil olmayan babamın beni görüntülü olarak aramasından üç dakika öncesiydi. Babamın ismi ekranda video kaydıyla belirdiğinde, kaşığı yere fırlatıp mutfaktan koşarak kaçtı.

"Açma telefonu," diye bağırdı. "Ben saklanmadan açma!"

Babamın yüzünün ekranda belirdiği anı hatırlıyorum. Uzak gözlüğünü gözlerinden çıkarıp, çakmak çakmak bakan mavi gözlerini yüzüme uzattığı an dudaklarında beliren tebessüm, kalbimde kırk tane yanan mumun otuz dokuzunu söndürmüştü.

"Geleceğim gül goncam," demişti bana ekrana düşen yüzümü bana çaktırmadan camı okşayarak severken. "Çok özledim seni, burnumda tütüveriyon. Böyle havayı bi kokluyom, zerdaliler açmışsa hele, senin kokunu alıyom."

Yaşadıklarımın beni bir çıkmaza sürüklediğini, içimdeki karanlığın günbegün büyüdüğünü bilmeden yüzümü bir camın ardından seven babama şefkatle gülümsediğim anı hatırlıyorum.

"Ben de seni çok özledim, baba."

Her şeyin daha da büyük bir karmaşaya kurban gitmesine bir saat kalmıştı.

Gurur, ensesinde havluyla salona inerken saçlarından damlayan sular zemine düştüğünü hatırlıyorum. Hafta sonu kızlarla neler yapacağımız hakkında grupta konuştuğumuz sırada eğilip yanağımı sertçe öpmüş, üst katın ışığını her ihtimale açık bıraktığını fısıldamıştı; izlendiğimizi biliyorduk.

Gruba Simge'yi ekledikleri anda Simge'den düşen mesajı hatırlıyorum.

Simge Özdağ: 1.90 üzeri olan ama 1.92 olmayan tüm erkeklerin kapatılmasını talep ediyorum.

Ayça Sarıhan: Talebiniz reddedilmiştir.

Simge Özdağ: BAKIN GİDERRRRREEEM!

Çolpan Asıroğlu: Sarışın erkeklerden hoşlandığını söylediğin ama 1.90'dan uzun, 1.92'den kısa erkekleri gizlice süzdüğün bir evrene mi?

Güldüğümü hatırlıyorum, ekrana bakarken güldüğüm için keyiflenen Gurur'un eğilip boynumu sertçe öptüğünü, saçlarından akan su damlalarının kazağıma gözyaşı taneleri gibi düştüğünü.

Her şeyin daha da büyük bir karmaşaya kurban gitmesine üç saniye kalmıştı.

Kapı zili çaldı.

Kapının kulpunu çevirdim.

Bir arabanın farı tüm geleceği beyaza boyadı, bir fotoğraf makinesinin deklanşör sesi zamana yayılarak geçmişi uyandırdı ve fotoğraf makinesinin patlayan flaşı anıları çıplak bıraktı.

Kapıyı açtım.

Kalbim son kez tökezledi.

Eylül kapıdaydı. Yalnız değildi. Yanında Emsal de vardı.

Kızının elini tutan Emsal.

Emeğimin karşılığını vermek adına yıldıza dokunarak sen de Gurur, Zeliş ve diğer tüm İhtilal ekibine hak ettiği değeri verir misin? Kocaman öpücüks.

Tekrar etmiş olayım, motivasyonum olan sizler, yorum yapıp oy vererek motivasyonumu daha da ateşlendirirseniz çok mutlu olurum. Ve geçmiş bölümleri kontrol ederek, oy verir misiniz? Verdiğiniz oylar sizden bağımsız otomatik olarak kalkıyor, Wattpad ile alakalı bir durummuş ama uzun süredir bu tür şeyler yaşanıyor. Yeniden oylarsanız beni çok mutlu edersiniz.

Size o anı okutmadım ama bir plan kuruldu... Gurur ve Zeliha'nın planı ne ve sizce ilk önce ne yapacaklar? Nasıl bir oyun bizi bekliyor dersiniz?

Bu hikâyede yanan Eylül mü Gurur mu oldu dersiniz?

Simge ve Yener hattında gerilim söz konusu, her ne kadar kafe kısmında diyaloga girmiş olsalar da Yener'in zor inşa ettiği inancı yıkılmaya başladı. Öte yandan Simge'nin de inancı yerle bir oldu diyebiliriz. Aradaki kıskançlığın da çatırdadığını söylemek mümkün... Simge, Yener'i daha fazla delirtmeli mi sizce? Bu ikiliyi neler bekliyor, hep birlikte göreceğiz.

Çolpan ve Adnan arasında gelişmeye başlayan temeli güven olduğu alenen ortada arkadaşlık hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu arkadaşlığın ilerleyen süreçte bir şeylere dönüşme ihtimali var mı? Kim bilir, belki de bir şeyler kıvılcımlanmaya başlamıştır, değil mi?

Mehtap ve Girdap ikilisinin arasındaki aşkı, başka birinin rüzgârı etkiler mi dersiniz? Mehtap geçmişteki hayalete mi dönüşecek yoksa Girdap gerçekten de bir daha kimseyi sevmeyecek mi? Bekleyelim ve görelim.

Ecevit, senin olayın ne yavrucum? Seni neler bekliyor kitap gurmem?

Bu bölüm, duygusal olarak ağır hissettiren, olaylar yerine duyguların ağırlığı altında ezildiğim bir bölümdü. Mental olarak kendimi iyi hissetmediğim bir dönemde, cümlelerin beni daha da yıktığı bir bölüm oldu. Umarım seni de yıkmışımdır -DUAYA BAK AMSDFSKDMSDKDSMDKSDMSKLKD-

Beni sosyal medyadan takiplemeyi unutma lütfen. Bu arada VAVEYLA çıtırından dizgiye girdi, bayram sonunda da elinizde olur diye düşünüyoruz inşallah maşallah hocam. Gurur elindeki pembe melodikayı bırak.

IG/TWİTTER: binnurnigiz

ÇOK SEVİLİYORSUNUZ, BUNU UNUTMAYIN, KALBİM KALBİNİZE KOCAMAN SARILDI! BÜSBÜYÜK!

Continue Reading

You'll Also Like

69.3M 767K 34
Aslında ben hayatımda en çok sevilmek değil sevmek istemiştim. Çok sevmek istemiştim. Böyle dolu dolu kocaman. Her sabah işkence gibi gelen okul saba...
TUTSAK By Elsa

Mystery / Thriller

69.9K 2.4K 36
"Ben; kışı yaşadığım bir akşam beni yakan rüzgarı da çok iyi tanıyorum, bir cehennem akşamı beni üşüten alevleri de"
93.6K 6.6K 55
Sessizlik. Yalnız kalmak istediğimi söylemiştim sadece ona. Sadece sessiz olmasını! Neden dediğimde susmadın? Şimdi yoksun. Bu senin tercihindi!
BRONZ SERİSİ By ÖZGE NAZ

Mystery / Thriller

8.8M 619K 54
𝟷 𝚟𝚎 𝟸. 𝚔𝚒𝚝𝚊𝚋ı 𝚝𝚊𝚖𝚊𝚖𝚕𝚊𝚗𝚍ı. ❝El bebek, gül bebek değil; el bebek, öl bebek.❞ Karanlık örgütün kurduğu düzen için doğmuş bir kız çoc...