Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 71.9K 99.8K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
2. Dalda Umut Var
3. Yüzme Bilmeyen Gemi
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
8. Prenseslik Müessesesi
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
20. Yaşanacak Bir Şey
21. Mutlu Seneler
22. Tek Kişilik Vals
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
27. Terk Eden Anneler
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
33. Başımızda Uçan Kuşlar
34. Aşk Mahalli
35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

45. Eldivenler ve Yüzükler

19.3K 1.1K 630
By AnitaFelipova



*

"Sonunu bildiğin bir hikâyeyi yine de dinler misin?"

"Seksen dört yılının başıydı İskeçe'den İstanbul'a gelişim. Okulunu taze bitirmiş, daha doğru düzgün sakalı çıkmamış tıfıl bir gençtim. Oğulcan'a bakınca kendi gençliğimi görür gibi oluyorum bazen. Uzun ama zayıf, çelimsiz bir oğlan. Üstelik ondan büyüktü yaşım. Yirmi iki yaşındaydım. Gören anca on yedi on sekiz derdi. Haliyle iş yapacak adam gibi görülmem zordu. Oysa cebim nasıl para dolu. Özgüvenim gökyüzünde. Hiçbir şeyden, hiç kimseden korkum yok.

Okulun bitmesi için zor sabretmişim, on altı yaşından beri İskeçe'de, Gümülcine'de eğlence sektöründe çalışmışım, oralar dar gelmiş, büyük denizlere gözümü dikmişim, babam gibi güvendiğim adamların "gel" demesiyle İstanbul'a ayak basmışım, yeni bir ülke bile korkutmamış gözümü, çok para, çok büyük hayaller, sektöründe parmakla gösterilen adam olmak için gelmişim... Nereden başlayacağımı bile bilmezken ne büyük riskmiş, ne cesurmuşum diyorum şimdi.

Adnan abi vardı, senin yapamayacağın tek bir şey bile yok Rafet derdi... İçim havayla şişe şişe yürümüşüm bu yolda. Güya Yenikapı'daki büyük bir gazinoya küçük ortak olarak girecektim. Üç ayda getirdiğim parayı yiyip bitirdiler de zırnık kazanamadan İskeçe'ye döndüm. Büyük tokat yedim ama aklım başıma geldi. Ticaretin iki haritası varmış, öğrenmiş oldum. Biri kanun biri de kanunun arka sokakları. Biri seni hapse götürür diğeri doğrudan mezara. Çulsuz kalmak, borçlu çıkmak inan bunlar basit sonuçlar... Ben ölmedim ama diğer her yolun tadına baktım.

Bir daha avuç açtım anneme. Gitme dedi, yapma etme dedi. Babamı arkama aldım da bir daha döndüm İstanbul'a. Evvela bir avukata dayadım sırtımı. Sonra arka sokakların muhtarlarını buldum. Çok para döktüm ama bu kez Kumkapı gazinolarından birine ortak olabildim. Üç sene boyunca eşek gibi çalıştım. Patron değildim. İnan bana patron olma hevesim de yoktu. Önce pişecektim. Her boku tadıp görüp öğrenecek, sonra patron olma hevesine bürünecektim. Yaptım da Bahar. Üç senenin sonunda getirdiğim para kadar anca param vardı. Ama zararda değildim. Çünkü işi öğrenmiştim. Bir sürü insan kazanmıştım, işte en büyük kârım buydu.

Sonra başladı benim kendi imparatorluğumu kuruşum. Seksen yedi yılında gazinodaki ortaklıktan ayrıldım. Gece kulübü açtık bir arkadaşla. Bu kez gerçekten güvenilir biriyle el sıkıştım. Ben yüzde kırk hissedardım. Çünkü niyetim gece kulübü işinde kalmak değildi. Burayı işler hale getirip kendi tavernamı açmak istiyordum. Yoktu çünkü. Üç sene İstanbul'u arşınlamıştım da hayalimdeki meyhaneyi görmemiş, duymamıştım. O zamanlar İstanbul'da olup da rakısını içmediğim tek bir meyhane yoktur. En lüksünü de en sefilini de gördüm, oturdum. Her birinden ayrı tat aldım ama hayallerimde hep kendi mekanımı süsledim. Her sarhoşluğum Xanthi Tavernasında bitiyordu. Bu sırada sadece iş öğrenmedim. Güvenilecek insanlar seçti gözüm. Güvenilmeyecekleri de tanıdım.

Bir abinin tavsiyesiydi; iş kurmadan önce silah ruhsatı al demişti bana. Silah kullanmayı bil. Duyunca sersemlemiştim ama hakkı vardı, dediğini yaptım. Daha önce kuş vurmamış insanım, nereden bileyim... Poligona giderdim ara sıra. Parasını ödeyip beni kollayacak insanlar satın almadım. Gönlünü bağlayıp arkamda duracak arka mahalle insanlarım oldu. Çok çetrefilli işler. Bak işte orada sadece dilbazlığım kazandı. Sevdirdim kendimi. Hayalimdeki Xanthi Tavernasının açılışını bekleyen ahbabım çoktu. Yine büyük oynayacaktım. Söz vermiştim kendime. Sıçarsam kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp İskeçe'ye dönecektim ama sıçmayacaktım. Buydu sözüm.

Ticaretin yarısı paraysa öte yarısı sadece cesaret. Benim cesaretim her şeyimden çoktu ve sadece yirmi beş yaşındaydım. İlk tavernamı nerede açacağım mühimdi. Aylarca İstanbul sokaklarında gezdim. Bazen hiç tanımadığım insanlara sorardım. Meyhane açsan nereyi seçersin derdim... Pek azından Beyoğlu lafını duydum. Beyoğlu'nda meyhane gırla... Birkaç kişi sözleşmiş gibi "Beyoğlu'na hiç yanaşma," dedi. Neden dediğimde oranın demirbaşları var demişlerdi. Bir bir saydılar o demirbaşları. Her gün birine gittim. Tıka basa yedim içtim. Neydi milleti buraya çeken? Beyoğlu'nu tanımaya çalıştım. Kararsızdım, düşüne düşüne delireceğim sandım. Sonra bir gece, Refik Meyhanesi'nden çıktım da, Çiçek Pasajına bakıp durdum. "Burası," dedi içimden bir ses. Bir sürü hayıra karşı orayı seçtim.

Mekân açılmadan evvel ben taşındım Beyoğlu'na. Ömer Hayyam Caddesinde köşe başı bir daire tuttum. Yaşamaya başladığımda neden Beyoğlu'nun bu kadar sevildiğini daha iyi anladım. İnsan bedeninde kalp neyse İstanbul'da Beyoğlu odur. En karışık, en canlı, en duraksız yer... Gökkuşağı gibi, her renk bir arada. Şimdiki gibi düşünme. En son Ömer Hayyam'a adım attığımda sokak boyu otel olmuştu. Oysa benimki özgür ruhlu bir mahalleydi, severdim sağımı solumu. Komşularım oldu, yemeklerini de yedim, mekanımda da ağırladım...

Neyse. Tavernanın hazırlığı sürerken her sabah amele gibi giderdim o boş dükkâna. Ustalar gelene kadar öylece seyrederdim boşluğu. İçeride müzik sesi hayal ederdim, dolu masalar, kıpır kıpır insanlar, arı gibi çalışan garsonlar... Her şeyin en güzelini, en pahalısını seçtim. Seçtim dediysem mimarların bile en afilisini tuttum da yaptım ben o dükkânı. Bir lira kısmadım masraftan. Gelinlik kız gibi hazırlandı Xanthi. Bazen ustalar giderdi de, ben içinden çıkamazdım. Orta yere oturur hayaller kurardım. Masaların geldiği günü hiç unutmam. O gün herkes gitti, ben iki masayı çekip üzerlerine yattım. Tavana baka baka "Rafet," dedim kendime. "İşte senin sıran geldi. Sahne senin, ışıklar senin, bu oyun senin..."

Aynaya baktığımda o tıfıl oğlanı görmüyordum artık. Yalnız iş öğrenmedim Bahar. Halim, duruşum, kılığım da değişti. Berberime "çıkmıyor abi bu sakallar" demiştim de sarımsak sür demişti bana. Onu bile yaptım. Bıyık bırakacağım diye kaç zaman tıraş yüzü görmezdim de Ayhan Işık gibi üç telim anca çıkardı. Sonra Büyükada'daki kulübe yazıldım. Kalıplanmak lazımdı, alnımdan ter akıta akıta halter kaldırdım. Velhasıl, ben sahneye çıkmak için çok hazırlandım Bahar.

Xanthi'nin açılışı beş gazeteye çıktı. Açılıştan sonraki on üç akşam boyunca bir sandalyelik yerimiz bile yoktu. Birkaç kez ilave masa çekelim dedi şef garsonum. Hayır, dedim. Oturmak isteyen, rezervasyon yaptıracak. Mekânın kapasitesiyle oynamayacağız. Hiç unutmam on dördüncü akşam ilk kez rezervasyon yaptırmayan birileri yer bulabildi. Sırtımda boncuk boncuk terdi Xanthi. Kimi yorgunluktan, kimi heyecandan. Sabah herkesten önce ayak basardım dükkâna. Sabaha karşı herkes giderdi, ben gene orta yere iki masa çeker, üzerine yatardım. Yorgunluktan geberirdim de uyku tutmazdı.

Gündüzleri de boş kalmadık hiç. Açılıştan sonra da dünyanın parasını döktüm. Kimi bakanlar gelsin yemek yesin diye kimi bir ünlü misafirimiz olsun diye kucak dolusu para saçtım. Bazen gazeteciler ağırladım. Misafirler için aldığımız bazı içkiler milletin senelerce çalışsa kazanamayacağı paralar ederdi. Birinden bile kısmadım. Ama yukarda Allah var, beş koyduysam on olarak döndü bana. Kısacık zamanda gündüz vakti şarkıcıların geldiği, yemek yediği bir yer oldu Xanthi. Misafir diye çağırdıklarım daimî müşteri halini aldı. Gözüm görüyordu, bir zamanlar koklamak için oturduğum mekanların müşterileri bir bir Xanthi'ye kaydı.

Hele bir de Atina'dan sanatçı getirdim mekâna... Gelecek haftalara rezervasyon yaptırmak isteyenlerin kuyrukları sokağı aşmıştı. Telefona yetişemiyordu çocuklar. Üçüncü ayımı doldururken arka sokağımdaki iki meyhane kapandı. İşten çıkarılan garsonlar işe girmek için kapımızı çaldığında, ben yine kimsenin kalmadığı dükkanımda masalar üzerine serilip tavanı seyretmeye başladım. Babam gelirdi böyle zamanlarda aklıma. Bağda bahçede üç kuruşa yevmiyeci oluşu, İstanbul'a gelirken cebime koyacak bir kuruşu olmasa bile bana duyduğu güven, "iyi insan ol" nasihati... "Kim olduğunu unutma Rafet," derdim kendime. Birilerinin üstüne basma pahasına yürüme.

Kapanan dükkanların işletmecileriyle görüştüm. Birinin borcu ayyuka çıkmıştı, el uzatamayacağım kadar derindeydi. Ama diğerinin elinden tuttum. Borçlarını üstlendim, yarı yarıya kâr istedim. Oranın menüsü de bizden çıkardı. Fiyatlar neredeyse yarısı kadardı. Kapıdan adam çevirsek oraya yönlendirirdi çocuklar. Böylece herkes işine devam etti.

Çevremde sevilip sayılan bir genç adam oldum. O ara bir sabaha karşı dükkânın camlarına taş atıldı. Sokak serserileri de diyebilirsin ama sana az önce ne söyledim. Sırtını hem kanuna hem arka sokak muhtarlarına yaslayacaksın... Emniyet müdürlerini çok misafir ettik. Belinde silah taşıyan adamları mekanıma sokmaktan keyif almazdım ama her oyunu kuralına göre oynadım. Silahla gezdiğim günler de oldu. Bilhassa gazinoya giderken icap ederdi. Yorucu günlerdi bir taraftan. İkinci bir araba almam gerekti. Biri daima tavernanın yanında dururdu, biri gazinoda. Nereden nereye geçeceğimi ben de bilmezdim ama hiç şoför edinmedim.

Seksen yedi senesi biterken Rafet İskeçeli denilen yerde güller açardı. Bıyıklarım gürleşti. İşten fırsat bulabilirsem dost meclislerinde keyif yapar oldum. Kadınlı erkekli sofraların güldüren yüzüydüm. Haftada bir Büyükada'daki kulübe giderdik arkadaşlarla, ben gelmezsem toplanmazlardı. Bak o zamana kadar koşturmacanın ortasında durup da bir kadına vakit ayırmışlığım hiç olmadı. Günübirlik, gecelik masalların kahramanı olmadım. Ama seksen sekiz senesinde aynaya bakıp "yakışıklı adamsın ha" demişliğim vardır. İşler rayına oturmakla kalmıyor, raylar bana yetmiyordu. Beyoğlu'nda yer bulamayıp yakınan çoktu. Bir yer daha aç deyip duruyorlardı. Olur mu olmaz mı...

Yola çıkarken hiçbir şeyden korkmadığımı söylemiştim ya hani... Hani cesurdum. Yolda ilerleyince korkmaya başladım. Anladım ki insan bir şeylere sahip değilken korkusuz oluyor. Kaybetmekten korkmazken yürümek kolay. Ama gözden çıkaramayacakların varsa, cesur olamıyorsun. Beyoğlu çok iyiydi de, büyürsem eldekinden de olur muyum diye düşünmeye başladım. Küçük bir muhasebe servisiyle çalışıyordum, başka işleri de vardı onların, bir şube daha açarsam ipin ucunu kaçırırlar diye korktum. O zaman sevdiğim bir ahbabım beni Cafer beyle tanıştırdı. İşinin ehli bir mali müşavirdi. Halimi dinledi, büyüme hevesime itimat etti. Hem gazinonun işlerini ona verdim, hem de dedim ki "Xanthi'yi doğru ellerde büyütmek istiyorum."

Yine Beyoğlu'nda bir yer tuttuk ona. İki personel istedi altına. Tuttuk. Ben o sıra yine başka başka meyhanelere dadandım. Tek başıma demlenir gibi yapar, meyhanelerin duvarlarına ne astıklarını bile didik didik ederdim. Çatal kaşıkları ışıkta çizik çizik görünürdü. Bunu fark edince kendi dükkanımın çatal kaşıklarını bile inceler olmuştum. Tek bir çizik görsem atın derdim. Bakan aynaya bakar gibi olacak. Paraya acırsan itibarından olursun. Benim ticaret anlayışım buydu.

Birkaç kez hakkımda sert patron dediklerini duydum. Sevmezdim adam kalaylamayı ama yapmazdım diyemem. Bir keresinde işe on ikide gelmesi gereken garsonun birde koşa koşa geldiğini görmüştüm de ulu orta paylamıştım. "Çocuk ateşlendi de onu hastaneye götürüp getirdim" demişti bana. "Haber vermeden götüremezsin," diye bağırmıştım. Neredeyse otuz dört sene olmuş, ne vakit aklıma gelse gaddarlığıma, hal bilmezliğime ağlarım. Şimdi, şu an o çalışanı yolda görsem af dilemek isterim. Ama onun yerinde olsam beni affeder miyim bilmem. O zamanlar bir hastaneye ayağımın ucuyla bile basmamışım. Evlat dedikleri nasıl büyür bilmiyormuşum.

Vardı başka başka huylarım. İş konusunda pireli adamın tekiydim. Gündüzlerim tavernada geçerdi, bir kahveyle bütün günü geçirir, önüme bir gazete alır garsonları inceler dururdum. Hadsiz bir bakış, yersiz bir gülüş görürsem yakardım canlarını. Bu yüzden işinin ehli olmayan kimseyi işe almazdım. Onun akranı, bunun ahbabı... Öylesi bir çalışanım hiç olmadı.

İkinci şubeyi Balat'a açarken ilkinden bile daha evhamlı seçtim personeli. Utanmasam tırnaklarını bile yoklayacaktım. Babam beni öyle görse çalımıma söverdi... Babam demişken; zaman ayırıp üç dört saatlik yola çıkamazdım. Sonunda annem isyan edince dönmüştüm İskeçe'ye.

Yola saldıkları oğlan değildim bu kez. Şaşırdılar, sevindiler halime. Aldığım paranın bir bölümünü iade ettim. Tamamını da verirdim ama müteahhit bir arkadaşım Sarıyer'e apartman dikecekti. Topraktan girdim işe. Bundan sebep annemlere eksik parayla gittim. İsterseniz gelecek sene İstanbul'da daireniz olur dediğimde babam ne dedi biliyor musun? "Sıçtırtma apartmanına, odunlar bizi bekliyor."

Hakikaten odun kesme işi için beni beklemiş. Sen misin caka satan Rafet... Ormanın yolunu tuttuk, kaç ağaç devirdik, kaç tomruk kestik Allah biliyor. Kulüpte kas yapmak için halter kaldıran Rafet'e acıdım. Üç ayda akıttığım ter bir günde indi sırtımdan. Personelim oradaki halimi görse oturur kah kah gülerdi.

Tanıyorsun annemle babamı. Paraya öylesine ehemmiyet vermezler ki, istersen ülkenin kralı ol, evlerine girdiğin an onların kurallarına göre yaşarsın. Üç günün sonunda pazılarımı şişirerek döndüm İstanbul'a. Biraz da kafa izni verdim kendime. Kadınlar girip çıkmaya başladı hayatıma. Büyüdüm galiba. Adam oldum, iş adamı oldum, işveren oldum.

Yer yer çapkın derlerdi bana ama soracak olursan çapkın falan değildim. Bir kere iş yerimde tek bir kadına göz süzmüşlüğüm yoktur. İş ahlakına aykırıdır böylesi. Müşteriye müşteri gözüyle baktım hep. Nezaket göstermeye bile çapkınlık diyorlar yoksa. Ara sıra dost meclisinde tanıştığım, tanıştırıldığım kadınlar oldu. Bir kadına ters davranmak ya da çıkışmak mayamda yok. Hem ne diye reddedeyim? Elimi tutanın elini tuttum, sevmek isteyen sevdi, kim ne isterdiyse onu aldı. Ama öyle sevgili olmaklar, el ele yürümekler ya da ciddi niyetli olanlar... Gülüp geçerdim.

İşimden başka tek bir şeye aşk beslemedim. Hiçbir zaman evleneyim de çoluk çocuğa karışayım hayallerim olmadı. Aklıma bile gelmezdi. Gelse bile... Düşünüyorum da, o zamanlar aklımda olan tek şey kurduğum işi sağlamlaştırıp büyütmekti. Herkes başka türlü yaşar bu hayatı. Ben sahne ışığını severdim. Sanatım ticaretti. Başarılı olmak, parmakla gösterilmek, takdir edilmek isterdim. Ne dahil olduğum aile ne de benim kuracağım bir aile bunun önüne geçebilirdi... Sorsalar böyle derdim. Oysa yirmi altıma gelmişim. O zaman için çoluk çocuğa çoktan karışmış olmanın yaşı... Benimse umurumda bile değil. Bana kalırsa evlilik; hayata karışmanın önüne çıkan ayak bağından öte bir şey değildi.

Sonra bir akşam onu gördüm.

Eylüldü, pazar gecesiydi. Canlı müziğimiz vardı ama cuma ve cumartesi günlerine kıyasla daha az kalabalık olurdu. Ben de tüm gün dışarı işlerine koşturmuştum. İki lokma bir şeyler atıştırıp gazinoya geçecektim. Tanıdık yüzlere selam vererek girmiştim avludan. Bir sürü masada durup oyalanmıştım. Ayaküstü elime bir rakı kadehi tutuşturmuşlardı. Arkadaşlarımdan birinin masasına oturup da yemek yemesem, onu daha evvel görürdüm de yok yere oyalanmıştım bahçede. Elimi yıkayıp tavernadan çıkmaktı niyetim. Lavaboya giderken içerideki masalardan biri gözüme takıldı. Beş kız arkadaş oturuyordu. Biri var ki...

Yolun orta yerinde durup kalmışım. Ne yaptığımın, ne yapmak niyetinde olduğumun farkında bile değildim. Hayatımda ondan daha güzel tek bir şey bile görmemiştim. Tek bir insan, tek bir cisim, tek bir varlık. Ne bileyim gökteki güneş, daldaki çiçek, yağmurun can verdiği herhangi bir yeşil, görkemine hasret herhangi bir deniz... Ayna olsam karşısında çatlardım, kadın olsam onu kıskanır, yağmur olsam onun yüzü suyu hürmetine yağardım. Güzel demek ne hafif, ne kifayetsiz...

Ayaklarım beni bir duvar başına taşımış, sindiğim yerden yalnızca onu seyretmeye başlamışım. Hiç öyle bir esmerle karşılaşmamışım. Hiç öyle tatlı bir çikolatanın bir insan bedenine sarıldığını görmemişim. Bir kadının yalnızca tebessümüyle bir erkeğin içindeki bütün ülkeyi yıkabileceğini bilmiyormuşum. Kendimi onu izlerken buldum. Sarı bandanasının saçlarını tutuşunu, tutamadıklarının masaya salınışını, az konuşup yalnızca tebessüm edişini, sarının tenine yakışmasını, iri dudaklarını, sürmeli gözlerini, parmağındaki yüzükleri, kolundaki boncukları, ellerini çenesinin altına dayayışını ve önündeki şarap kadehini...

Ruhum bedenimden ayrılıp onun yanına oturmuş. Ruhsuz bedenim de bir köşede âtıl kalmış. Çok sonra "Bir isteğiniz var mı Rafet bey?" diyen garsonla kendime gelebildim.

"Şu masa," dedim doğrudan ona. "Kim onlar biliyor musun?" Başını iki yana salladı. "Gez dolaş," dedim ona. "İçlerinde daimî müşterimiz olan var mı? Daha önce buraya gelen var mı? Kimmiş, kimlermiş?"

O dönene kadar ben ellerimi yıkadım. Ellerimi yıkamakla da kalmayıp yüzüme kaç kere su çarptım... Sarhoş mu olmuştum acaba, kaç kadeh içtiğimi saydım. Hayır, tek bir kadeh içmiştim, o bile yarım kalmıştı. Neyin ahmaklığıydı üzerimdeki?

Aklım benden bağımsız, onu tanıyabilmek, bir yerlerde tanışmış olmak için çırpınıyordu. Oysa daha önce görmüş olsam unutmam mümkün değil, bunu da biliyorum.

Lavabodan çıktım, başka bir köşe edindim kendime, gözlerim yine aynı yerdeydi, onun üzerinde. İnce uzun parmakları dikkatimi çekti bu kez. Sonra kısacık eteği, bacaklarının rengi, topuklu ayakkabıları, dik duran sırtı, zarif bakışları... Garson başıma geldiğinde "Kimmiş?" dedim doğrudan. Kimlermiş değili kimmiş...

"Bilen yok," dediğinde omuzlarım çöktü. "Daha önce de gelmişler ama tanıyan yok. Telefonla yapılmış rezervasyonları, kutlama denmiş."

"Ne kutlaması?" demişim doğrudan. Şaşkın şaşkın baktı yüzüme. Ne bilsin... Bunca tutulmasam o masaya gidip her biriyle tanışmaz mıyım? Hallerini keyiflerini sorsam yeter, hiç yapmadığım şey mi sanki? Ama donup kalmışım. Aslında donup kalmak da değil. Seyrinden mutluydum. Dünyanın öbür ucunda olsa seyretmek için yine giderim, öyle bir efsun.

Nice sonra masayı gezdi gözlerim. Ondan başka herkes rakı içiyordu. Bir tek onun önünde şarap kadehi vardı. Aynı garsonu tutup kolundan çevirdim. "Masaya bir ouzo götür dedim. Bir meyve tabağı. Bir de..." Damaklarımı ısıra ısıra konuşuyorum hep. Gözüm ondan ayrılmıyor. "Mahzende hangi şaraplar var? En eskisi, en iyisi hangisi, gel bana söyle."

Bana kendi mekanımda, bir masaya yanaşmayı unutturdu. Hiçbir şey olmasa keyfiniz yerinde mi der insan... Hep yaptığım şey ama yanaşamadım, diyemedim.

Garson başımdan gidecekken kolundan tuttum. "Screaming Eagle Sauvignon Blanc var mı mahzende?" dedim. Son gelen müsteşara çıkarmışlar. Nasıl canım sıkıldı... "Koş," dedim doğrudan. "Misafirlik getirdiğim ne kalmış bir bak." Öküzgözü boğazkere mi göndereyim masaya?

Küçücük bir çeper edindim, iki üç adım atıp duruyordum. Ana yemeğin ortasındaydılar. Demekti ki yarım saati aşkın zamandır buradalardı. Belki daha da uzun. Bense bahçede zaman öldürüp durmuştum. Boyluca görebilirdim onu, uzun uzun bakabilirdim, olmadı. Gönderdiğim garson geldi o sırada.

Giuseppe Quintarelli şişesi vardı elinde. Bir hayal kırıklığı yaşadım ki... "Bu mu kaldı sadece?" dedim. Birkaç Masseto, son bir tane de Sassicaia varmış. Hep İtalyan. Fransızlara ne oldu dedim. Sormam saçmaydı, kimlere kimlere içirmedim ki... Kaz gelsin diye tavuk soktum her kalantorun midesine. Neyse, İtalyanlar canımı sıkınca var olduğundan emin olduğum "Moet & Chandon" getir dedim. Rafet'e hiç yakışmaz ama risksiz olacaktı. Zaten içtiği de buymuş. Öğrenince göğsüm kabardı. Şaraptan anlıyordu demek.

Yanarsız dönersiz bir meyve tabağı ile rakılarını yolladım. Tek kişilik peynir tabağıyla da şarabı. En özel misafirler için ayırdığımız ince cam kadehlerimiz vardı, onlardan götürün dedim. Uzaktan izledim sadece. Hayatta görebileceğin en basireti bağlanmış Rafet'ti o. En korkak olan. Kızamıyorum da kendisine. İlk kez böyle bir kadınla karşılaşıyordu, ne bilsin hayatının alt üst olup yeniden kurulacağını?

Ah, öyle güzeldi ki...

Güvendiğim çocuklardan biri yaptı servisi. Masaya rakı gelince arkadaşları bir kızardı bozardı... Mutlu görünüyorlardı, bir dedikodu kazanı kaynatmak için garsonun masayı terk etmesini beklediler. Gözleri birini arar gibi etrafı kesiyordu ama beni gördüklerini sanmam. Köşe başından izledim onları. İnce cam kadehi ve peynir tabağını önüne koydular. Başını kaldırıp garsonu dinledi. Kısacık bir andı. Elini kadehin ince beline götürüp garsona doğru itti. Önce tatmak istediğini sandım ama... Kabul etmemiş şarabı. Şişe garsonun elinde kaldığında oyuncağı elinden alınmış bebek gibi orta yerde ağlamak istedim.

Sessiz sedasız yanaştım adama. "N'oldu?" dedim. "Rakıyı kabul ettiler Rafet bey. Hatta sevindiler ama hanımefendi şarapla peynir tabağına lüzum yok dedi." Bozuldum, bozulduğumu belli etmek istemedim ama saklayabildiğimi de sanmam.

Köşeme döndüm, gözetlemeye devam ettim. Önündeki bardağı gıdım gıdım içti hep. Millet rakı şişesini bitirip ikram gelen şişeye başlarken o elini kaldırıp bir garson çağırdı. Hayattaki en büyük pişmanlıklarından biri nedir diye sorsalar o anı gösteririm. Herkesten önce görmüştüm kaldırdığı elini, ne diye koşmuyorsun yanına...

Bir kadeh daha şarap istemiş. Giyiminden kuşamından belliydi, hali vakti, parası pulu yerindeydi. Ne diye reddetti gönderdiğim şarabı anlamadım. Nasıl sıkıldı canım... Put gibi ayakta dikilirken dikkat de çektim tabii. Gelen geçen selam veriyor, yanına çağırıyor. Bir parmak şıklatıp milleti yok edebilseydim keşke.... İsterdim bunu. Bir o, bi de ben... Yaklaşıversem, yanı başından seyretsem...

Ayağına takılıyordu gözüm. Şarkıyla bir ritim tutuyordu ama yüzünde sadece tebessüm vardı. Herkes kahkaha atıyordu da o hep tebessümle yetiniyordu. Bazen eğilip ona bir şey soruyorlardı, nadiren dişlerini görüyordum. Sonra hemen elini ağzına örtüyordu. Utanınca şarap kadehine kaçıyor, ekmek hiç yemiyordu. Meyve tabağından birkaç kez yeşil elma aldı. Bir de kivi. Başkaca bir şey yemedi, içmedi.

Elime ne zaman ve nasıl bir rakı kadehi aldım bilmem. Ona buna laf yetiştirdim biraz, çene çaldım, bir gözüm hep onda kaldı. Vakit gece yarısına gelirken saati fark etti. Arkadaşlarını bir bir dürttü. Diğerleri kalkmak istemedi. O ise ayaklanacak oldu. Yemin ederim dünyanın öbür ucuna da gitse peşine takılacaktım ama onun ardından arkadaşları da kalktı. Hesabı müşterek ödediler. Cüzdanı bile kendi gibi narindi. Çantasından bir ayna çıkarıp rujunu oracıkta tazeledi. Bakarken içime ılık ılık aktı.

Çıkarken önümden geçtiler. En arkadaydı o. Ağız alışkanlığı, mırıldanır gibi "iyi geceler" demişim. Her müşteriye derim. O dönüp yüzüme baktı. "İyi geceler" dedi. Hayatımda ondan daha güzel hiçbir şey görmedim, onun sesinden güzelini işitmedim.

Onların ardından çıktım tavernadan. Sağa sola bakındım, görebilsem... Yoktular, evimin yolunu tuttum. Sabaha kadar bir uyudum, bir uyandım, rüyamda hep o vardı. Sonra günler boyu yapmadıklarımın pişmanlığı beni yedi. Adını bilmiyordum, tanışmamıştım, onu tanıyan birini görmemiş, duymamıştım. Çok yazık oldu Bahar, çok yazık oldu. Geceler boyu onun siluetini düşleyerek uyudum. Sonraki geceler belki bir daha gelirler diye her akşam tavernaya gittim. Gitmeyecek olsam bile yolumu düşürdüm, vaktim yoksa bile uğradım.

Kadınlara düşkün değildim, kadınların içinde ise esmerlere düşkün değildim. Ama onu gördüğüm geceden sonra gördüğüm her siyah saçlı kadına iki kere baktım. Ya ben bir akşam vakti düş görüp de onu kafamdan uydurmuştum ya da o evrende gezinirken yanlışlıkla yolunu dünyaya düşürmüş bir melekti. Hatırımda kalan güzelliği başka türlü izah edemedim.

Eylül geçti gitti, ekim göçtü gitti. İki şube de tıkır tıkır işliyordu. Param ilk kez hesabını tutamayacağım kadar akışkan bir kıvamdaydı. Cafer bey beni görünce nazar boncuğu takın üstünüze başınıza diyordu. O bile eleman istedi, aldık. Birkaç akranımla tatile gittim geldim. Bodrum'da sürat tekneleri hoşuma gitmişti, alsam mı almasam mı derken Gümüşlük'ten yazlık almış bulundum. Tekne mi alayım, mekân mı açayım derken ev almak; işte öyle bir bolluk zamanıydı.

Sonra kasımın on beşinde, bir salı akşamı yeniden geldiler. Şanslıydım. Gelişlerini bahçede otururken görmüştüm. Bir rüyayı yeniden görmek gibiydi. Hani uyuyup uyanırsın, aynı rüyayı başa sararsın, her seferinde başka bir detay yakalarsın. Öyle bir andı. Bu kez mekâna girişlerini de görmüştüm. Önceki pişmanlıklarım bir ağızdan "Yürü Rafet," dedi. Kapıda karşıladım onları. Bu kez altı kişiydiler. Ben yalnız birini görüyordum.

Kapıda ben karşıladım ya, içeri girişimizde bir sorun olduğunu düşünmüş personel. Etrafımda nasıl geziyorlar. Biri "Ben ilgileneyim Rafet bey," diyor. Nasıl asabım bozuldu. Def olun gidin ben ilgileneceğim diyemiyorum. Sonunda arkadaşlarından biri "Rezervasyon yaptırmıştık," dedi. Garson çağırıp listeye bakmam icap eder... Uğraşır mıyım hiç, uğraşmadım, gönlümce en güzel yere oturttum onları. Onlar yerleşirken arkama döndüm, bana bakan her garsona öyle bir bakış atmışım ki, hepsi bir anda toz oldu.

Ondan sonra dönüp en sevdiğimi seçti gözlerim. Bahadır'a ardımdan ayrılma dedim. Bir adım gerimde durdu. Anladı bence derdimi. Ardımdan altı tane menü uzatırken ne yapmam gerektiğini hatırlatır gibiydi. Bu arada ben İskeçe'de garsonluk da yaptım. Yani bilmediğim, yapamayacağım şey değil. Ah bir de nutkum tutulmasa... Bir de şans bana gülmedi. Öyle bir oturdular ki masaya, gözümün aradığı insan en uzağıma düştü. Belki de bu tetikledi beni. Kendine gel Rafet, dedim.

Gülerek baktım yüzlerine. Beş yüze saniyenin bilmem kaçta kaçı kadar; birine uzun uzun. Üç menüyü masanın sağından verdim. Üçü için öte başa dolandım. En son menüyü onun önüne bırakırken yüzüme baktı. "Teşekkür ederim," dedi. Utanmasam elimi cebime sokardım, öyle terledi avuçlarım. Kızlardan biri "Müzik ne zaman başlar?" diye sordu o sırada. "Erken mi geldik?" dediğinde o da başını merakla bana çevirdi.

Yüzüm onda kalmış. Eldivenleri vardı, parmaklarını bir bir çekerek ellerinden çıkardı. Sonra yan taktığı şapkasını çıkarıp kucağına koydu. Ben, bana sorulanı bile unuttum onu izlerken. Nice sonra o da yineledi. "Müziğiniz ne zaman başlar?"

Panikledim. Salı akşamları canlı müziğimiz yoktu. "Canlı müzik için mi geldiniz?" dediğimde hepsi yüzüme bakıyordu. "Üzgünüm," dedim. "Sadece cuma, cumartesi ve pazar akşamları sahnemiz var. Özel bir isteğiniz olursa çaldırırım ama canlı müziğimiz yok."

Hayal kırıklığı yaşadılar. Her birinin yüzünde gördüm de onun koca koca bakan kara gözlerinden çıkamadım. Delilik böyle bir şey. Şarkı söyleyebilecek, eli çalgı tutabilecek insanları koşa koşa evlerinden çıkarsam olur muydu? Yapacak kadar karardı gözüm.

"Ben size her akşam müzik olmaz demiştim," dedi birisi. Yol kazdım kendime. "Böyle güzel hanımları hayal kırıklığına uğratmak istemezdim. Dilerseniz cuma günü de ağırlayalım sizi. Sahne önündeki masayı size ayırayım."

Dilim böyle söyledi ama gözlerim hep ona baktı. Biraz utandılar, biraz sustular, içlerinden bir ikisi daha çenebazdı, geliriz gelemeyiz kendi aralarında konuştular, ben başlarında sessizce bekledim. Yalnız bir ara arkadaşlarının sözlerinin arasına girdi "Ben gelemem, siz gelirsiniz," dediğini duydum. Neredeyse elimi masaya vurup "O gelmiyorsa siz de gelmeyin," diyecektim. Yahut "Onlar geliyorsa sen de gel." Gelsin diye yalvaracak kıvamdaydım.

Gürültülerinin arasında başını kaldırıp baktı yüzüme. Hem sesli hem sessiz "Siz de müzik istiyordunuz," dedim. Utandı. Başını salladı sadece. Sonunda biri "Cumartesi gelsek olmuyor mu?" dedi. Bana sormuştu. Benle beraber onun da bakışları soran arkadaşına yöneldi. "Cumartesi için bahaneniz yok değil mi?" dedi aynı ses. Yemin ederim alnından öpmek istedim. Sen ye, iç hepsi bedava diyesim geldi. Ama onun ağzından "olur, tamam, gelirim," lafını duyamadığım için cumartesiden emin olamadım.

"Nasıl arzu ederseniz," dedim. "Cumartesi günü için altı kişilik masanız hazır."

Bahadır ardımdan gülmediyse adım da Rafet olmasın. Doluyduk, biliyordum. Ama başımın üstünde bile oturturdum, ne gam!

Kimse karşı çıkmayınca bir rahat nefes aldım. Silkelendim. Garson Rafet iş başı yaptı. "Alayım mı siparişlerinizi?" dediğimde bir ağızdan konuşmaya başladılar. Alışık olduğum arkadaş ortamlarından biraz farklıydı onlarınki. Yatılı okul kızlarını andırıyorlardı. Olabilir miydi? Yanlarında hiç erkek olmayışından da işkillendim. Öğrenci olduklarına neredeyse emindim. Çoktu İstanbul'da varlıklı ailelerin yatılı okul tercihi. Ama alelade öğrenciler olmak için gösterişliydi halleri. Yine de çalışan insanlar olamayacak kadar genç ve tasasız görünüyorlardı. Kendi arkadaşlarımla kıyasladığımda bu sonuca vardım.

Siparişlerini vermeye başladıklarında, adisyon tutuyor değildim. Aklıma yazıyordum ama ardımdaki Bahadır'ın kalem sırtına basma sesini duymuştum. Gülesim geliyordu bir yandan. Onun siparişini sona bıraktım. En tatlı kısmı o olacaktı çünkü. Göz göze geldiğimizde bir parmağı menüyü gösteriyordu. "Balık yemek istiyorum ama kararsız kaldım," dedi. Uzun uzun bakamadı yüzüme. Kaçıp durdu. Bense bir saniye kaçırmadım gözlerimi. Önündeki menüyü kapatıp "Sizinki sürpriz olsun mu?" dedim. Baktı öylece. Masaya koyduğu eldivenlerini kavradı bir eliyle, onları kucağına çekti.

"Beğenmezseniz değiştiririm," dedim. Titrer gibi salladı başını. "Şarap mı içersiniz yine?" dediğimde cevap vermeden baktı yüzüme. "Beyaz mı, yoksa yine kırmızı mı?" dedim. Yutkundu, utandı. Nefes almadan ağzından tek bir söz çıksın diye bekledim. Sonunda tebessüm etti. Ellerinin eldivenleri sıkıştırıp durduğunu gördüm. "Acıtmayın canlarını," dediğimde donup kaldı. Gülümsedim. "O da mı sürpriz olsun?" diye sordum. Demedi bir şey. Onunla konuşurken eğilmişim, farkında değildim. Doğrulduğumda diğer beş kız yüzüme bakıyordu. Utanmadım da Rafet'çe güldüm.

"Rakı mı içeceksiniz?" dedim masadaki yüzlere bakarak. Samimiyetimden yüz buldular. Biri "Eh bizimki de sürpriz olsun," dedi. Gülerek ayrıldım yanlarımdan ama sırtım su içinde kalmış. Ben önde, Bahadır arkamda... Mutfağa girdik, "Duydun mu hepsini?" dedim. Başını salladı. Sonra "Sürprizi ne yapalım?" dedi. "Onu bana bırak, sen sadece masalarını donat," dedim.

Önce balık için aşçımın yakasına yapıştım. Dedim ki, bütün siparişleri bir yana bırak, yapabildiğin en güzel deniz tabağını istiyorum senden. En, en, en güzelini. Arkama döndüm, mahzene inecekken bir daha yapıştım adamın yakasına. "Yeşil elmayla süsle tabağı," dedim bu kez. Şaşırdı adam. Haklı. Çok haklı ama sorsana ben kendimde miyim?

Sonra koşarak mahzene indim. Zaten terlemiştim, bir de şişelerin içine gömüldüm. İstediğim şarabın soğuğu yoktu, sıcak servis edecek halim de yok. Balık istemese, güzel kırmızılarım var ama yakışanı beyazdır... Titreye titreye bir Chablis ile yukarı çıktım. Geçen sefer reddettiği ince cam bardaklardan aldım elime. Bahardır masayı süslemiş bile... Başka bir garsonun koluna yapıştım, "İskeçe'den getirdiğim plağı çal," dedim. Bahadır rakı şişesini taşımıştı. Kadehlerini dolduruyordu. Ben yalnız onun servisi için yanaştım masaya. Ceketini çıkarmıştı. Kısa kolluydu elbisesi. Kadehi önüne bıraktığımda "Tatmak ister misiniz?" dedim.

Şişeye baktı, sonra yüzüme. "Beyaz mı?" diye sordu. Gözlerim cevap vermiştir. "Aslında kırmızı severim," dedi sonra. Önemli bir bilgiyi hafızama kaydettim. Yine de direndim. "Bu akşam benim için beyazı deneyin," dedim. Kadehini doldururken gözümü ondan hiç çekmedim. O yüzüme bakamadı. "Beğenmezseniz değiştireceğim," dedim. Şişeyi kovaya bıraktım. Meraklı beş çift göz beni izliyordu. "Var mı başka arzunuz?" dediğimde, içlerinden biri "Biz özel misafirler miyiz?" diye sordu. Gülmeye hazır yüzlerine bakıp ne cevap versem diye düşündüm. "Yoksa her müşterinize böyle mi davranıyorsunuz?"

Yaptığım hiç doğru değil bu arada. Başka bir bakışla müşteriyi ilginle rahatsız ediyorsun. Benim tavernalarımda olacak şey değil. Yapacağım şey değil. Tasvip etmem... De işte...

Soru karşısında gülmekle yetindim. Ama gülerken yalnızca ona baktım. Bunu fark ettiğinde başını eğdi, bir daha hiç kaldırmadı. Ben de huzurlarından çekildim. Çekildim de... Sor başka bir şey yapabildin mi, başka tarafa bakabildin mi, başka birini gözün gördü mü... Ck. Yalnızca onu seyrettim. Üstelik ara ara gözlerimiz birbirine değiyordu. Korkup kaçan onunkilerdi ama yine de bir zaman sonra benimkileri bulmayı başarıyorlardı.

Yemekler geldiğinde servis yapan Bahadır'a benim kim olduğumu sormuşlar. Ara ara üzerime dikilen gözler oldu, kaçıştım. O masa senin, bu masa benim dolanırken gözlerim defalarca kez onunla buluştu. Bir keresinde bana bakarak saçlarını yanına aldı. Sanki saçlarına dokunmuşum gibi bedenim titredi Bahar. Ayaklarım beni o masaya götürdü. "Keyfiniz yerinde mi?" dediğimde rakıyla yıkanmış ağızlar neşeliydi. Onun dışında herkes bir ağızdan bir şeyler söyledi. "Rafet bey," dedi biri. "Yunanistan'dan mı geldiniz? Mübadillerden misiniz?" Coşkulu merakları masada adımın geçtiğini gösteriyordu. Adımı öğrenmişlerdi. Bir başkası yemekleri övdü. Diğeri küçük kutlamaları için buranın ne kadar güzel olduğunu... Diyeceğim o ki; onlar sordu, ben cevap verdim. Elbette sorma sırası bana gelecekti.

Benim elimde de rakı kadehi vardı zaten. Önce "Neyi kutluyorsunuz?" dedim. İçlerinden biri öğretmen olarak atanmış, onu kutluyorlarmış. "Hepiniz öğretmen misiniz?" dedim. Hayır, liseden arkadaşlarmış, sadece biri öğretmenmiş. Elbette merakım sadece biri içindi ama o birinin ağzını bıçak açmıyordu. "Bu kadar güzel kızı hangi lise toplamış?" dedim. Vefa Lisesinde yatılı okumuşlar.

En çok konuşana -adı Hülya'ydı- boş bir zarf gönderdim. "Bana sorsalar sizin de öğretmen olduğunuzu söylerdim," dedim. "Dünyaya bankacı olmak için gelmediğime eminim," dedi. Öğretmen olan Işık'tı. Biri yönetici asistanı olarak henüz işe başlamış. İkisi hemşireymiş. Hepsi hayatın başındaydı, iş hayatına atılmak için adım atıyorlardı. Sonunda yine Hülya "Siz de bizden pek büyük durmuyorsunuz?" dedi. "Kaçtır yaşım?" dedim. Bir ağızdan tahmin yürüttüler. Biri otuz dedi, diğerleri karşı çıktı. Yirmi beşte uzlaştılar. Yirmi yediyi doldurmamıştım henüz. İsabetli kabul ettim tahminlerini ama otuz diyene teessüflerimi ilettim. "Otuz gösteriyorum demek ha!" dedim parmak sallayarak.

Yaşım büyük dursun diye bıyık bırakma çabamı kim bilecek? Bu arada herkes bir şey derken susan tek biri vardı. Suskunluğunu sevmedim. Gözlerini de bana çevirmemişti hiç. Sonunda dayanamadım, "Siz?" dedim ona. "Konuşmayı pek sevmiyorsunuz sanırım?"

"Selma mı konuşmayı sevmez?" dedi birinin sesi. İnan kim konuştu bilmiyorum. Kalbimin içinde nasıl yankılandı adı... Selma, Selma, Selma... Yankısında boğuldum da "Selma," demişim fark etmeden. Başını kaldırıp yüzüme baktı. Tutulup kaldım.

"Şarabı beğenmediniz mi?" dedim sonunda. Ama o kızlarla konuşurken teklemeyen adamın sesi göçüp gitti. İrkile irkile sordum. "Değiştireyim mi?" dedim.

"Ben yavaş içerim," dedi. Doğru, geçen gelişinde de öyle yapmıştı. Sustum, gözlerim onda kaldı.

Sırf adını bir kere daha söyleyebilmek için "Selma hanım," dedim. Adını doğrular gibi göz kırptı. Diyecek bir şeyim de yoktu. "Tatlı yemek ister misiniz?" diyebildim sonunda. Gülümsedi. Başını salladı, ben de başımı salladım.

"Hanımlar," diyerek kaldırdım kadehimi. "Geceyi güzel kıldınız, sizin şerefinize olsun." Hepsi bardağına davrandı. Selma'nın parmakları kadehin beline dolandı ama daha davranamadan ben elimdeki rakı bardağını camı incitmekten korkarak onunkine dokundurdum. "Adınızı öğrenmemin şerefine," dediğimde utansak bakışlarıyla "Rafet bey," dedi. Adım ağzında güzelleşti.

Anladım ki arkadaşları yanındayken benimle konuşacağı varsa da konuşmayacak. Arkadaşlarına da daha fazla şaklabanlık yapamadım. Masalarına fazla yakın olmayan bir köşede yalnızca onu izledim. Kendisini izlediğimin farkındaydı. Ara ara masadaki sohbete katılıyordu ama uzak kaldığı her an benimleydi.

Acaba Cuma akşamı ne işi vardı da gelemeyecekti? Hemşire miydi, hastanede olacaktı da o yüzden mi müsait değildi. Kurdum da kurdum kafamda. Tabii bir de adını söyleyip durdum. "Selma, Selma, Selma..." Selma... Oturduğu yerde rujunu tazelediği zaman kalkacaklarını anladım. Saat gece yarısına gelmek üzereydi. Hülya'nın bana el sallamasıyla yerimden kalktım.

"Gidiyor musunuz?" dedim. Bir dizi teşekkürü duymazdan gelirken "Cumartesi akşamı mutlaka bekliyorum," dedim. Gözüne baktım Selma'nın. Gülüştü diğerleri. Selma'yı utandıran onlar oldu.

Salıdan cumartesiye kadar günleri değil saatleri saydım. Selma ile yattım Selma ile kalktım. Cumartesi öğle vakti evden çıkarken ömrümde ilk kez ne giydiğime bu kadar dikkat ettim, o kadar çok şeyi giyip giyip çıkarttım ki... Ayakkabısından kemerine, gömleğinden ceketine... Ayna bana bakıp kahkaha atmadıysa Rafet değilim. Ama sonra ayna karşısında yemin ettim. Gece her ne olursa olsun Selma ile baş başa görüşmenin bir yolunu bulacaktım.

Zaman geçmek bilmedi akşama değin. Müzik sekizde başlardı da akşamcı müşteriler yedide masalarına otururdu. Gözüm yollarda bekledim onu. Yedi buçukta arkadaşları geldi de Selma yoktu. Ömrümce hayal kırıklığının böyle acısını tatmamıştım. "Hoş geldiniz," dememin ardından "Bu kadar mısınız?" diye sormuşum. Gülüştüler, "Selma'nın gelip gelmeyeceğini mi soruyorsunuz?" dedi Hülya. Zeki insanları severim. Hem zeki hem cesur ise daha bi' severim.

Ama saklamadım hayal kırıklığımı. "Altı kişi olacaktınız, öyle söz vermiştiniz," dediğimde bir ağızdan güldüler. "Selma gelmezse kapı dışarı edilir miyiz?" dedi biri. Kapı dışarı edemezdim de oturup bir köşede ağlardım. Müzik başladığında Selma halen yoktu. Elimde rakı bardağıyla bahçede oturuyordum. Hava da nasıl soğuk... Tıklım tıklım olması icap eden bahçede oturmak yürek ister. Yana yana oturdum, gözüm hep yoldaydı.

Çiçek Pasajını bilir misin? Şimdiki kubbesi o zamanlarda yapıldı. Benden hemen önce tadilat görmüş. İki katlı meyhaneler, barlar o zaman açıldı. Bahçeden girmek de mümkündü, pasajın avlusundan geçmek de. Ama doğrudan Xanthi'ye oturacaksan pasaja girmene lüzum yoktu. Bahçe kapımız pasajın tarihi dokusuna uygundu, ilkbaharda narenciye ağaçları, yaz ve kışları zeytin ağaçları, sonbaharda da huş ve kırmızı yapraklı ortancalar seni karşılardı.

Beyoğlu'nun bin renkli dünyasına bakıp kafamı dağıtmak istiyorum dersen avlu tarafındaki masalarda oturman lazım gelirdi. Oraya orta dünya derdim ben. Hangi mekânda oturursan otur, her birinden bir çekirdek yerdin. Eski nesil meyhanelerden birinden ansızın bir dansöz fırlardı, bir masanın üstünde o göbek atarken etrafı insanlarla çevrilirdi. Sakız Pastanesinden dondurma alıp yalana yalana onu izleyen insanlar da görürdün, pasajın yanındaki balık pazarından midye alıp elinde biralarla pasajın içinde yürüyenleri de... Avlu herkesindi, her şeyi birleştiren orta dünyaydı.

Ben diğer işletmecilerle kafayı bulacaksam avluda otururdum. Hemen her köşede bir şarkıcı, bir yazar yahut oyuncu demlenirdi. Bin çeşit şarkı birbirine girerdi. Anlayacağın hakikaten kafan güzel olsun istiyorsan avluda takılırdın. Ama hayır, ben Xanthi için geldim dersen, bahçeden atım atardın bize. İki katlıydık ama üst katta müzik kesat olurdu. Ses sistemini bilerek yaptırmamıştım çünkü kimisi müziği yalnızca meze yapar. Bir kulağı duysa yeter. İş toplantısını meyhanede yapan da var. Alt kat ise vur patlasın çal oynasıncıların yeriydi.

O akşam Selma gelecek mi, gelirse ne taraftan gelecek diye doğurdu doğuracak kediler misali meyhanenin çeperinde dört döndüm. Saat dokuzu geçtiğinde gerçekten umutsuzluğa kapıldım. İçeri girip onun arkadaşlarıyla dolu masaya bakasım bile gelmedi. Eve mi gitsem, gazinoya mı gitsem, sarhoş olup bir yerde sızsam mı derken beyazlar içinde yürüyen bir kadın gördüm.

İstiklal tarafından değil, Sahne Sokak tarafından geliyordu. Üşüdüğü aşikardı. Şapkası, eldivenleri, çantası... Onu izlemek Fransız filmlerinden birini seyretmek gibiydi. Sadece o an için demiyorum, Selma hep öyleydi. Üşüse de kalın giyinmez, ısıtacağını bilse de gözüne güzel görünmeyen bir şeyi üstüne geçirmezdi. Buna rağmen kışı çok severdi. Eldivenleriyle şapkaları çocukları gibiydi, nasıl severdi onları... Dolaplara sığmaz, atmaya kıyamaz, şekilleri bozulmasın diye üst üste bile koymazdı. Hah zarafet! Güzelliğine laf ettirmem ama onu tanımlamak istersen güzellikten önce zarafetten bahsetmen gerek. Zarafet kelimesinin tam karşılığı Selma'ydı.

O akşama dönecek olursam, gelişini gördüm ya... Koşar adım çıktım bahçeden. Ona doğru hızlı adımlarla ilerledim, beni fark ettiğinde yavaşladı. Öyle yavaşladı ki, duracak oldu. Bir eli paltosunun yakalarını tutuyordu, onu boşa çıkarıp yalnızca çantasının kısa sapını tuttu. Kendisine yaklaşmamı bekledi.

Nasıl içerlediysem "Gelmeyeceksiniz diye çok korktum," demişim. Sonra sadece adını söylemiş olmak için "Selma hanım," dedim. "Selma hanım..." Telaşlı halimin yanında sükunetle başını salladı. "Merhaba," dedi. Sonra sustu, "Rafet bey," dediği an "Sadece Rafet deseniz..." dedim.

"Arkadaşlarınız geldi. Müzik başlayalı çok oldu. Siz gelmeyince..." Tavernaya kadar yürüsek en çok otuz metre. Öyle adımlar atıyoruz ki, karıncalar şaşırır. "Hususi musiki dersim uzadı, erken çıkamadım," dedi. Musiki, resim, çalgılar, şiirler... Güzel olan her şeyde Selma'nın bir parmağı vardı.

Musiki dersi diye tekrar edip durdum. "Öğretmen misiniz?" dedim sonra. Müzik öğretmeni olduğunu düşledim. Hem yakıştırdım hem sesini en sevdiğim şarkılarla düşledim. Bir sıcak esti ki içim...

Gülümseyerek "Hayır," dedi. "Talebesiyim. Haftada iki gün şan ve piyano dersi alıyorum. Hocam gecikince dersin ortasında çıkamadım."

Birbirimize bakıp kalmışız. Ben o sırada aklımdan ne geçiyorsa söylemişim. "Sizi şarkı söylerken düşününce... Duymak istiyor insan." Çok utandı. O utandı diye ben de utandım. "Belki bir gün duyarım," dedim yine de. Başını iki yana salladı. "Arkadaşlarım da istiyor bazen ama herkesin içinde şarkı söyleyecek kadar iyi değilim," dedi.

"Ziyanı yok. Zaten ben herkesin olmadığı bir şey düşlüyordum, hayal kurmama engel değil," dedim. Daha çok utanınca "Yanlış anlamazsanız," diye girdim söze. "Bana sizi yalnızca burada görmek yetmiyor. Gelir misiniz gelmez misiniz diye uyku uyuyamaz oldum. Bir mahsuru yoksa, tabii siz de uygun görürseniz, ben sizinle başka zamanlarda da görüşmek isterim."

Kapıya kadar hiç ses etmeden yürüdü. Benimse bir şey desin -ama hayır demesin- diye yüreğim ağzımda atıyor...

"Sizi tanımayı çok isterim. Arkadaşlarınızın ne işle meşgul olduğunu bile öğrendim de sizin hakkınızda bir şey bilmiyorum. Şan dersi alıyormuşsunuz, piyano çalıyormuşsunuz. Kim bilir daha neler var... Deliler gibi merak ediyorum ama burada konuşulmuyor." Kapıdan girecekken yüzüme baktı. Ben korkudan titriyordum, üşüdüm sandı. "Üşüyeceksiniz burada," deyip içeri adım atacaktı, kolundan tuttum. "Lütfen," dedim. "Rahatsız ediyorsam söyleyin ama ben sizi gördüğümden beri uyuyamaz oldum." Şaşırdı. Gözlerini kaçırmak istedi, daha da sokuldum yanına. Kaçmasın, kaçamasın diye. Kolunu bıraktım. Sonunda güldü. "Düşünmem için de mi sabrınız yok?" dediğinde başımı eğdim.

"Gelmeyeceksiniz diye korkunca..."

Bu kez benim koluma uzanan o oldu. "Korkmayın," dedi. Gözümün içine bakıp "Seviyorum burayı," dediğinde ben kendi mekanımı iki kere sevdim. Bir kere ilk göz ağrım olduğundan, bir kere o seviyorum dediğinden. Kolay da şımarırım. Aralık kapı görürsem, dayanamam, iterim.

"Gözünüze girmek için ne yapayım, nasıl mutlu edeyim sizi diye düşünüyorum," dedim.

"Lütfen şarap şişelerine yazık etmeyin," dedi. "İki kadehten fazla içmem." Öyle. Her akşam iki kadeh kırmızı şarap içerdi. Yanına peynir değil meyve severdi. Yalnızca Ozan'a hamileyken bir de emzirirken içemedi. Şaraptan başka alkol sevmezdi zaten. Rakıyı ona sevdiremedim, tenezzül bile etmedi.

"Şişelerin ne önemi var?" dedim. "Siz isteyin yeter ki..." İçimden neler dedim biliyor musun, bir şey istesin yeter ki, imkansızı yaparım, dünyayı halı gibi önüne sererim, yeter ki bir şey istesin, içimde öyle bir coşku... Sonra çekildim kapıdan. İçeri girecekti, bir şey demek isteyip tuttum kendimi. Bunu anlayınca durdu, giremedi. O öyle bakınca da ben kendimi tutamadım..."Servis için geleceğim ama," dedim. Devamını getirecektim araya girdi. "Kızların yanında gelmeyin," dedi. Nedenini soracaktım, önce davrandı. "Rahat hissetmiyorum." Anlayabildim, hak da verdim ama başka çarem mi vardı? Yine de başımı salladım.

Sonra o da kaldırsın diye hanımı aramızdan çektim. "Madem yanına yaklaşamayacağım, o zaman bir kez olsun bana adımla seslenir misin?" diye sordum. "Bey olmadan."

İki insanın gözleriyle birbirini sevmesini bilir misin? "Rafet," dedi bana. Gözlerimi örtüp "Selma," diye karşılık verdim. Yanımdan geçerken kokusu rüzgâr olup burnuma dokundu.

Kalbimde çınlayan "Selma" yerini onun ağzından duyduğum "Rafet'e" bıraktı. Bak bugün bile gözlerimi örtünce "Rafet" sesi kulağıma doluyor. Sanki şuradan çıkıp gelecekmiş gibi.

O gece masalarına hiç yanaşmadım. Yanaşmadım ama bakmadığımı sanma. Her köşe başından izledim onu. Üst kattan, bahçeden, mutfaktan, göründüğü her yerden, her yönden, her cepheden. Nereden bakarsam öncekinden daha güzel geldi gözüme. Göz göze de geliyorduk. Gözlerimiz her buluştuğunda refleks gibi "Rafet" sesi doluyordu kulağıma. Tokat yemiş gibi sersemliyordum.

Çok içtiler o gece. Selma değil, arkadaşları. Meyhanede sarhoştan çok ne olur? Taksiler dizilirdi zaten yan sokağa. Onlar da taksiyle ayrılacaktı mekândan. Kalkarlarken yanaştım Selma'nın yanına. "Gidebilecek misiniz? Sizi bıraksam?" dedim.

"Hepsini benim evime götürüyorum, çok yakın zaten, kulede ineceğiz," dedi. Rahat edemedim. Zaten yeterince bakamamışım yüzüne, iki satır konuşamamışım... "Şey," dedim sonra. "Düşünebildin mi?"

İlk kez dişlerini göstererek öylesine güldü... Sonra başını eğip "Sabah bir kahve içelim mi?" dedi. Mutlulukla nasıl donup kaldıysam "Tabii uygunsan," dedi. "Başka zaman da olur..."

"Sabah," dedim. "Hemen eve gidip uyuyabilirsem sabah olur, sabah çok güzel olur. Sabah..."

Arkadaşları taksiye sığmaya çalışırken o yanımdan geçti. Geçerken önce "İyi geceler," dedi. Sonra "Rafet." Örttüm gözlerimi. Sabaha kadar orada öylece dururdum da, aklıma gelenle irkildim. "Selma!" diye bağırdım. Taksiye yürüyordu. Yanına yürümeyi bile beklemeden "Nereden alayım seni?" diye sordum.

Bana döndü, elleri ceplerinde "Pera'da buluşalım," dedi. Gerisin geri iki adım attı. Taksiye bindi, gitti. Kaldım öylece.

Başıma birileri geldi, birileri bir şeyler sordu, hele hele çalışanlar bir şeyler deyip durdu. Eyvallah çektim hepsine. Kabanımı bile almadan çıkmışım tavernadan. Ellerim ceplerimde yürüye yürüye eve vardım. Yatağa uzandım. Yeter ki sabah olsun diye yumdum gözlerimi.

Saat konuşmamıştık. Ben dokuz olmadan Pera'ya varmıştım. Bir süre dışarıda bekledim sağa sola bakarak. Sonra içeri girdim, bir kahve söyledim. Dışarıyı görmek de mümkün değil, arada çıkıyorum, voltalar atıyorum. On buçuğa yakındı restorana ayak basışı. Telaşlıydı.

Beni görünce sakinledi. Beklettiği için özür diledi. Arkadaşlarını uyandırıp evden göndermeyi anca başarabilmiş, yoksa bekletmek huyu değilmiş. "Sorsalar ben de beklemeyi sevmediğimi söylerim," dedim. "Ama beklerken tek kaygım gelmemendi. Yoksa hiç sıkılmadım." Saklamadım da ha. "Ömrümde hiç böyle güzel birini beklemedim," dedim. İltifat sandı. Hayatımın en hakiki gerçeğiydi oysa... İnanmadı. Hatta dedi ki, "Çapkınlık sözleri değil mi bunlar?"

"Öyle mi?" dedim.

"Değil mi?" dedi.

"Ben çapkınlık bilmem ki," dedim. Buna da inanmadı. "Neden inanmıyorsun?" dedim. Cevap verdi ama anlamadım. Neden dersen tam o sıra şapkasını çıkardı, saçlarını elleriyle taradı. Ben ne dediğini duymadım bile. Sonra da gülmeye başladım. Ne oldu dediğinde, bunu da saklamadım. "Selma," dedim. "Sen tam bir şeyler söyleyecekken saçlarınla oynadın. Ben senin saçlarına bakınca başka bir şeye gözüm kör kulağım sağır kalıyor. Aklım başımdan gidiyor."

"Çapkınlık cümleleri değil mi şimdi bunlar?" dedi hem gülüp hem utanarak.

"Değil," dedim. "Ben hiçbir kadına böyle şeyler söylemedim ki."

Aslında haklıydı. Şimdi bana desen, ben de bunlara çapkınlık cümleleri derim. Şimdiki aklımla. Zeki adamdım ama kafam duygusal şeylere çalışmazdı. İşim değildi, önceliğim değildi.

Baktım inanmıyor, daha da açtım kalbimin kara kaplı kitabını. "İstanbul'da üç seneyi doldurdum, dördü yarıladım. Bütün zamanımı işle geçiren biriyim. Var elbet dostum ahbabım ama... O türlü bir beraberliğim olmadı. İlk defa bir kadınla tanışabilmek için ne yapacağımı şaşırdım. Sorsan ağzı laf yapmayan biri de değilim ama seni gördüğüm ilk akşam, seni izleyip durdum da yanına gelmek aklıma bile gelmemiş. Haftalardır belki bir daha gelir diye seni bekliyorum. Sonra siz bir daha gelince... Çalışanların gözü önünde asla yapmayacağım şeyler yaptım. Şimdi sen benim herkese böyle davrandığımı sanıyorsundur belki ama büyük yanılgı."

Utandı, çekindi. "Hayatımda senden daha güzel birini hiç görmedim," dediğimde yüzüme bile bakamadı. Güzel, dedim içimden. En azından bu dediğime inanıyordu, laf etmemişti.

Acı bir kahve istedi başımıza gelen garsondan. Kahvesi gelene kadar da pek konuşmadık. Ara ara birbirimize baktık o kadar. Aslında öyle de değil, ben hep ona baktım, o ara ara eğdi başını. Kahvesinden bir yudum alınca da "Aslında ben gelmeyecektim," dedi.

"Niçin?" dedim. Ciddileşmişti yüzü, kayıtsız kalamadım.

"Hem dediğim sebepten," dedi. Yani beni çapkın gördüğünden... "Hem de..." Buradan sonrasında zorlandı. "Ben pek flört eden biri değilim," dedi. Yüzüme baktı, devam etsin diye bekledim. Sonunda ellerini kucağında birleştirip "Bu benim ilk randevum," dedi.

Çok şaşırdım Bahar. Elbette bir genç kızın ilk randevusu olabilirdi bu. Ama onun gibi bir güzelliğin aklını çelmemeleri beni çok şaşırttı. Mutaassıp bir çevreden gelmiyordu, her halinden belliydi. Yani öyle görünüyordu.

Bununla ilgili bir şeyler soracak oldum, utandı, sıkıldı, sonunda sormaktan vazgeçtim. Ardından "Selma," dedim. "Canın ne istiyorsa onu söyle, günler geceler boyu gıkımı çıkarmadan yalnız seni dinler, seni seyrederim."

Öyle çok konuştu ki, onu suskun gördüğüme, pek konuşmaz dediğime, utangaçtır dediğime şaştım. Tekstil mühendisliğinde okuyormuş, üçüncü sınıftaymış. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Dahası ben böyle bir işin varlığından haberdar bile değilim. Olsam kaç yazar, ona bakıp hiç mühendis der miyim sanıyorsun?

Şaşkınlığımı gizlemedim. Güldü, herkes şaşırıyormuş nedense... Babası kumaş tüccarıymış, Adana'da fabrikaları varmış. Senenin büyük bir kısmını Adana'da ve Antakya'da geçirirmiş. Dimyat'a da gidermiş ara sıra. Bir abisi, üç erkek kardeşi varmış. Dördü de babadan yetişme ticaretle uğraşıyormuş, okuyan yokmuş. Babasının üçüncü evliliğiymiş şu anki eşi. İlk eşinden bir oğlu olmuş, eşi doğum sırasında ölmüş. Hemen ardından annesiyle evlenmiş. Annesi Selma çok ufakken veremden ölmüş. Üçüncü eşiyle evlenmiş, ondan da üç oğlu olmuş. O sıralar yani Selma'nın çocukluğunda, İstanbul'da Emirgan'da mısırlı bir tüccardan kiraladıkları yalıda yaşıyorlarmış. Selma lise çağına gelince Emirgan'dan okula gidip gelmesi zor diye Vefa Lisesine yatılı başlamış.

"Aslını istersen," demişti bana. "Babam erkek çocuklarına ehemmiyet verir. Beni sever ama işleriyle alakadar olamayacağımı düşündüğü için erkek kardeşlerimle denk tutmaz. Ne istesem parasını verir, ötesine karışmaz." Çok mutlu değildi bunu söylerken.

Sonra Emirgan'da mı yaşıyorsun demiştim. Başını iki yana sallayıp anne tarafından hisseli bir mülkümüz var Beyoğlu'nda demişti. Dadısıyla beraber orada yaşıyormuş. Evet, annesi öldüğünden beri yatılı bir dadıyla büyümüş. "Severim kendisini, o da beni sever. Bunun için maaş alıyor," demişti. Anladığım kadarıyla bundan da hoşnut değildi.

Gördüğün gibi tek çocuk olan Rafet'e kıyasla kalabalık bir ailesi vardı. Aile dendiğinde gözleri parlardı, düşkündü aile kavramına ama böylesi değil, demişti. Çok kardeş olmak güzel şey ama kardeşler birbirini denk görmeli demişti.

Her parmağından bir marifet çıkıyordu. Gitar ve piyano çalıyordu. Kulaktan mandolin çalmayı öğrenmişti. Ney üflemeye başlamıştı. Ses çıkarması uzun sürmüş onda ama ilerleyeceğim demişti. Batı danslarına merakı varmış, ders almayı düşünüyormuş. Tekstil mühendisliğini babası onu erkek kardeşleriyle bir tutup işine dahil etsin diye seçmiş ama sorsan babam bile ne okuduğumu bilmez demişti. Üzülüyordu.

"Senin gönlünden geçmiyor muydu bu iş?" demiştim. Başını iki yana sallamıştı. "Bana kalsaydı tasarımcı olurdum," dedi. Kendi kıyafetlerini kendisi çiziyormuş sonra Beyoğlu'nda bir terzide diktiriyormuş. Hiç hazır giyim kıyafeti yokmuş, bir tane bile. Bir yaşıma daha girmiştim.

Pantolon giymeyi sevmezmiş, hakikaten ömrümde onu birkaç kez pantolonla görmüşlüğüm vardır. Kıyafetleri evlere sığmazdı da pantolon askısında üç pantolonu mu ve vardı. Onları bile giymezdi.

Neyse. Öğlen olduğunda Pera kalabalıklaştı. "Sahilde yürüyelim mi biraz?" dediğinde hemen ayağa kalktım. Bütün İstanbul'u yürüyelim dese mutlu olurdum. Yürürken bana ailemi sordu. Tek çocuk olmama çok içerledi, bu hali beni güldürdü.

Annemi anlattım, babamı anlattım; babamın anılarını dinlerken ağzını eliyle örte örte güldü. İskeçe'yi merak etti. Daha önce yurtdışına çıktın mı dediğimde, Mısır'ı ve İngiltere'yi bildiğini söyledi. Gezmeye düşkünmüş, yeni yerler görmeyi severmiş ama anca babası müsaade ettiğince gezebilirmiş. O da ya ailesiyle ya dadısıyla. O anlatırken kafamda onunla dünyayı gezme hayalleri kuruyordum. Hayallerimi ondan da esirgemedim. O zaman yüzünden bir gölge geçti.

"Sen benimle çok fazla hayal kurma," dediğinde nasıl canım sıkılmıştı...

Neden demeden önce "Bir daha görüşmez misin benimle?" dedim. Önce sustu, bu bile beni üzdü. Oysa öyle hissetmemiştim, yanımda keyifli vakit geçirdiğini düşünmüştüm ama bir daha görüşmeyiz gibi konuşunca...

"Ben aslında bugün de gelmemeliydim," dedi. Durduk. Önce ben durdum, sonra o. Arkasında İstanbul'un büyülü denizi vardı. Ondan bile daha efsunluydu yüzü. Gözlerinin içine nasıl acınası baktıysam "Beni çok sevme," dedi. "Çok da sevdirme kendini."

Hayatımda duyduğum en saçma, en ağır, en anlamlı ve en acı cümleydi bu.

Gözlerine bakmayı sürdürünce saçlarını bir yanına alıp oynamaya başladı onlarla. "Ben ağır bir hastalık atlattım," dedi. "Liseye iki sene ara verdim. Saçlarıma veda ettim. Sonra yeniden uzadılar. Allah biraz daha yaşamama müsaade ettiği için buradayım. Ama kimsenin gelecek hayallerine musallat olmak istemem."

Ne hastalığından bahsettiğini anlamamıştım. Ama dikkatle dinliyordum. Atlattım demişti. Fakat hayır, hâlâ hastayım deseydi bile düşüncelerim değişmezdi. Selma susunca daha da sokuldum yanına. "Neden geldin o zaman?" diye sordum.

Gözümün içine baktı ama cevap vermedi.

"Pişman mısın geldiğine?" dedim bu kez. Yutkundu ama gözlerini gözlerimden çekmedi.

"Birbirimize yalan söylemeyelim," dedim bu kez.

"Pişman değilim," dedi. Gözlerine baka baka mutlu oldum. O da gülünce yürümeye devam ettim. Yanı başımdaydı. Sormadan eline uzandım. Ayakları yeniden durunca rahatsız olduğunu düşündüm, durdum, yüzüne baktım.

"İleri mi gittim?" diye sordum. Gülümseyerek eldivenini çıkardı. "Böyle daha iyi olmaz mı?" dedi.

Ben ölmeden önce cehennem ateşinde diri diri yanmış bir adamım. Ama ateşler içinde kavrulurken bile bir kez olsun onun elini tuttuğum için pişman olmadım. Bin kere de doğsam, yine pişman olmam. Ömrümün en güzel varlığıydı. Yaşamımı anlamlı kılan tek varlıktı.

O gün Haliç Tersanesinden Kabataş İskelesine kadar ağır ağır yürümüşüz. İskeleye vardığımızda üşümüştü. Saat kaçtı bilmem. "Nasıl ısıtayım seni?" dediğimde utana sıkıla başını göğsüme yatırdı. Biliyor musun Bahar, ben de utanmıştım. Nedenini şimdi bile bilmem ama ellerimi saçlarının arasına karıştırdığımda kendi dudağımı ısırıyordum.

O kendini çekip utançla "Bu kez ileri giden ben oldum galiba?" dediğinde ona cevap vermediysem ağzımın kuruyuşundandı. Selma kendince bir ilişki yaşamanın kurallarını arıyor, bilmediği sınırları bulmaya çalışıyordu. Sonunda "Ben eve gideyim artık," dedi. Düştüğüm boşlukla kahroldum.

"Gitmesen olmaz mı?" dedim.

Ayakkabılarına bakarak "Kızlar ilk görüşmeyi uzun tutmamamı telkin verdi," deyince kahkaha attım. "Sokmam onları bir daha meyhaneye," dedim.

"Çok görüşünce çabuk sıkılırmış insan," dedi bu kez. Hep başkalarının lafları! Hülya demediyse ne olayım!

"Hani sen bir daha görüşmeyecektin benle?" dedim. Biraz durdu, ayağını yerde sürüye sürüye yüzüme baktı. İşaret parmağı önce alnıma dokundu. "Burasının dediğini," aynı parmak bu kez göğsümü aradı, "Burası kabul etmek istemiyor," dedi.

O parmağı tutup öpesim geldi ama çekindim. Onun yerine ben de onun alnına dokundum. "Ben burayı yola getiririm," dedim. Sonra yine onun gibi indirdim parmağımı. Göğsünde durdum. "Burası ne diyorsa onu söyle bana."

Kader anını bekler gibi ağzına baktım.

"Sıcak bir şeyler içerken seni dinlemek istiyormuş," dedi.

Yeniden dişlerimi dudaklarıma geçirdim. "Kalbin saçlarına rakip çıktı," dedim. "Hangisini daha çok seveyim?" Sırıta sırıta yüzünü çevirdi. Yürümeye başladı, iki adımla düştüm peşine. Elini avucuma aldım. Öyle parmaklarımız birbirine geçti sanma. Çocuk elini tutar gibi tuttum elini. Her bir tarafını sarmaya çalışarak. Ellerimize baka baka gülümsedi hep. Yakın olsun diye Murat Muhallebicisine gittik.

İki kaşık keşkül yedi. İştahı azdı diyemem ama kilo almaktan korkar da tutardı kendisini. Onca zamanda bir o huyunu değiştiremedim. Canı her şeyi çekerdi ama hep az yerdi.

Kaç kapı gezdik o gün bilsen... Her nereye otursak bu son dedi, kalktığımızda başka bir şey soktum aklına. Yemek, tatlı, kahve, çay, bir daha yemek... Evinin önüne dek beraber yürüdük. İçeri girdiğinde saat tastamam akşamın onuydu. Şu sokaktan girdik, şu köşe başına beraber yürüdük, şurada elimi bıraktı, biraz yürüyüp ardına döndü ve el salladı bana. Peşinden koştum, "Bir daha ne zaman göreceğim seni?" dedim.

"Belki yarın benden sıkılırsın Rafet," dedi. "Yeter bu kadar dersin."

"Yarın görüşüyoruz o zaman," dedim.

"Dersim dörtte bitecek," dedi.

"Dörtte kapının önünde olacağım," dedim.

Oldum da. Sonraki gün, sonraki gün, daha sonraki gün, ondan sonrakinde de... Ders programını, boşluklarını, musiki ders saatlerini, piyanosunu, gitarını, terzisini, kuaförünü, şiir dinletilerini, oturmaktan keyif aldığı birkaç mekânı... Hepsini bir haftada yalayıp yuttum. Görüşmediğimiz tek bir gün olmadı. Tek bir gün...

Eve dönüşümü bir görsen... Yatağa bırakırdım kendimi, tavana gülücükler, kahkahalar gönderirdim. Dünyanın en mutlu Rafet'iydi o. Selma diye diye kıvranırdım yatakta. İçim dışım, her yanım Selma'ydı. Yalnız kaşı gözü değil, sesi de kokusu da mutluluktan öldürürdü beni.

Üç günde talebelere döndüm desem inanır mısın? İşe Selma'nın okul saatiyle başlayıp işi Selma'nın okul saatiyle bitirdim. Tavernaymış gazinoymuş yalan oldu hepsi. Beni gören gündüz görüyor, ne soracaksa soruyor, akşamlar Allah'a emanet. Bir de tavernada gör beni. Şeker gibi adamın, hiçbir şeye sinirlenmiyorum, hiçbir şey canımı sıkmıyor.

Gazino işine hiç zaman ayıramaz olunca, ortaklıktan çıksam mı diye düşünürken başka bir teklifle çaldılar kapımı. Yeni nesil eğlence yerleri açılıyordu yavaş yavaş. Gazinoyu gece kulübüne dönüştürsek mi diye düşünüyorduk. Bir ortak daha alalım sermaye için diyorduk çünkü az buz parayla olacak iş değildi. Bir yandan Balat şube tıkır tıkır işliyordu. Ama onda hatamız mekânı küçük seçmek olmuştu. Çok fazla müşteri kapıdan dönüyordu. Önü cadde, deniz olunca büyütme imkânımız da olmadı. Bu kez üçüncü şubeyi açsak mı diye düşünmeye başladım. Önceleri yok olmaz, eldekiler pişsin derken, gözüm orada burada boş yer aramaya başladı.

Selma gündüzleri okulda, kimi zaman okuldan sonra da derste olunca bize akşamları kalıyordu. İkinci randevumuzda her akşam ayrı bir restoran keşfetme kararı aldık. O mekanların ve yemeklerin estetiğiyle ilgileniyordu. Ben her şeyiyle. Bir nevi iş ama Selma ile ballanmış bir iş. Restoran, meyhane, eski nesil lokantalar, yeni nesil yemekler, fast food. Gündüzleri oradan buradan yeni yerler duyardım, akşamları da denemek için bahanem olurdu. Yalnız keşiflerimin ortağı oldu Selma. İki kişilik bir hayata adım adım ilerledik.

Ney üflemek için ders aldığı üstadın atölyesi Fatih'teydi. Kaç zamandır uğramadığım bir hemşerimin de tavernası vardı orada. Xanthi'ye ilham aldığım nadir yerlerden biriydi. Dördüncü akşamımızda Selma ile Fatih'te buluşacaktık. Dersine kulak misafiri oldum, onun haberi yoktu. Atölyeye ayak bastığımda küçük bir çocuk karşıladı beni. Üstadının derste olduğunu söyledi, içeride arkadaşım var, rahatsız etmeyelim, ben beklerim dedim.

Selma ney üfledi benim bedenimde onunla ürpermeyen tek bir tüy kalmadı. Oturduğum yerde gözlerimi örtmüşüm. Allah'a büyük bir imanla bağlı olduğum söylenemezdi. Ama her insanın içinde olması gereken huzuru "şükür" ile dile getirmeyi bilirdim. Selma'yı dinlerken içime böyle bir huzur bahşettiği için binlerce kez şükrettim Allah'a.

Ders bitimi beni atölyede görünce şaşırdı, utandı. Kırmızılara bürünmüştü, "Burada mıydın?" dediğinde, cevap veremeyecek kadar büyüsüyle dolmuştum. Elimi uzattım, tuttu, öptüm kim bilir kaç kez.

Götürdüğüm tavernaya hayran kaldı, Xanthi'den daha otantikti mekân. Ben daha modern çizgilerle yürümüştüm, orasıysa tam manasıyla klasik Yunan işiydi. Benim aşina olduğum ona yabancı geldi, nasıl sevdi, sevdikçe nasıl bülbüle dönüştü hiç unutmam. İşletmeci dostumdu, yanımıza geldi, sarmaş dolaş olduk, Selma'nın elini öptü. Severdi böyle şeyleri Selma, iki dakikada ahbap oldular adamla. Selma'nın efsununu bir kere daha gördüm. Başkalarının yanında öyle utanan sıkılan biri değil. Nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyor.

Baş başa kalınca "İnsanları nasıl büyülediğini biliyorsun, değil mi?" dedim.

"Güzel buluyorlar beni," dedi. "Öyle söylüyorlar. Daha nazik yaklaşıyorlar."

"Öyle değil misin?" derken gülüyordum, o da karşılık verdi. "Dadım bahtı güzel olsun insanın der. Ama seninle burada oturmayı güzelliğime borçluysam ne mutlu bana," dedi.

Beni kendinden üstün tutmasına çok şaşırdım. Yüzüne bakılmayacak adam değildim de Selma'nın yanına film yıldızları yakışırdı. Bense... Ne bileyim. Zekâsı işleyenlerdendim.

"Eylüldü tavernaya ilk gelişiniz. Sonra kaç zaman yolunu gözledim bilmiyorsun."

Başını iki yana salladı. "O zaman fark etmişsin beni. Yoksa Ağustos ayında üç kez geldik. İlkinde görmüştüm seni, gece boyu izlemiştim. Ertesi gün yine geldik, yer bulmamız zor oldu, sonra bir hafta sonra yeniden geldik, bu kez rezervasyon yaptırmıştık. Benim ısrarımla. Seni görmek içindi."

Yerime, kabıma, bedenime nasıl sığdım bilmem. Öylesine bilmiyor ve beklemiyordum ki... İnanamadım. "Dürüst olacaktık birbirimize," dedi. "İlk buluşmamızda söyleyemedim, içimde kalmasın."

Ellerim titrerken tuttum ellerini. Kaç kere öptüm kim bilir. Sonunda "Rafet," dedi. "Sabah uyanınca bugün görüşmeyelim diyorum. Akşam olunca seni arıyor gözlerim."

İçi içine sığamayan bir İskeçeli ne yapar biliyor musun? Dans eder. O akşam alnımdan ter akana kadar tabak kırıp dans ettim. Selma oturduğu yerden alkış tuttu bana. Gömleğimin kollarını o kıvırdı, yerime oturduğumda alnımı o sildi. Bin ısrarla ona da tabak kırdırmaya çalıştım, denedi ama asla o kuvvetle vuramadı tabaklara. Güldüğümüzle kaldık. İncitmekten imtina ederdi, tabakları bile.

İçmiştim ama araba kullanamayacak halde değildim. Yine de müsaade etmedi, caddeye değin el ele yürüdük. Taksiye binesimiz de yokmuş ki, sahile çıktık. O zamanlar nasıl canlıydı oralar... Şimdiki gibi bir canlılık değil, gece körü kadın erkek dolaşıyor, meyhaneler kımıl kımıl. Üçüncü şubeyi açıp açmamakta kararsız olduğumu söylemiştim. Eski bir konağı göstermişti bana. Xanthi buraya yakışır demişti.

Batacağımı bilsem yine açardım şubeyi. Hem de oraya açardım. Açtım da. İki bin bir krizi beni doğrudan etkilememişti ama ihtiyatlı davranmak gerekti. Şubelerin sayısı fazlaydı o zaman, cirosu en düşük olanı kapatmak lazımdı. Kirasına oranla getirisi az olan Fatih şube oldu. Cafer bey, onu kapatmak akıllıca olur demişti. Ona da aynını söylemiştim. "Batacağımı bilsem de Fatih'tekini kapatmam." Selma seçmişti onun yerini. Balat'ı kapattım, ona dokunmadım. Perdelerinde bile Selma'nın parmak izleri vardı, hiç kıyabilir miyim?

O zamana dönecek olursak, bir akşam elimde anahtarlarla Selma'yla Fatih'te buluştum. "Burası yeni şubemiz," demişim. Planladığım sözlerin içinde böylesi yoktu, öyle çıktı ağzımdan. Boş dükkânda dönüp durdu. Sonra bir şarkı tutturdu.

"Okuduğum her cümlede,

Konuştuğum her insanda,

Gördüğüm her güzellikte sen de varsın.

Sen hep varsın!"

Sesime azıcık güvensem bile onu bölmemek için eşlik edemezdim. Gözümün içine baka baka söyledi şarkıyı. Dünyanın en güzel konserindeydim. İlk kez sınırları düşünmeden sarıldım beline. Kokladım her yanını. Elleri yüzümü sevdi. Rafet sen ne şanslı adamsın dedim kendime. Onu eve bıraktıktan sonra da yol boyu bin kere tekrar ettim bunu.

Aralık ayında sınavları vardı, üç beş gün görüşemeyiz dedi. Kazan karası günlerdi, yataktan çıkasım bile yoktu. Bir yandan yılbaşı geliyor, personel içim moral yemeği düzenleyelim mi dedi şube müdürümüz. Elbette dedim. Bana dünyayı kazandıran insanlardan bir avucu mu esirgeyeceğim?

Gereken yapıldı. Aklımda Selma ile geceye katılmak var. Sorduğumda sevindi ama münasip olmaz dedi. Patronun sevgilisi gibi görünmek istemezmiş. Patronun kendisinden daha kıymetliydi ama ikna edemedim. Zaten şu hayatta ikna edemediğim bir Selma vardı. O da bir bakışıyla beni susturabildiğinden, ikna edilen ben olduğumdan. Kız arkadaşlarıyla evde girecekti yeni yıla. Hepsi kız olunca geleyim de diyemedim. En boktan yılbaşımdı. Sıçana kadar içip sarhoş olmak yegâne tesellim, o geceyi hatırlamıyorum bile.

Ocak ayı buz kesen soğuklarla geldi. İlk kez Selma'nın çalımına sıçmak istedim. Dona dona etek giyiyordu. Ha ben bunu da lehime çevirdim. Havanın soğuğu bizi Emek Sinemasının müdavimi yaptı. Her hafta bir film izledik. Hey gidinin! Düttürü Dünya, Öğretmen, Kadının Adı Yok... Neler neler seyretmedik beraber.

Bir hafta tuttu beni "Ayı" diye bir filme soktu. Sıkıntıdan öleyazdım. Yavru ayının annesini kaybedip başka bir ayıyla hayatına devam etme öyküsü. Bildiğin ayı oynuyor filmde. Can sıkıntısından ölecekken Selma'nın ağladığını fark ettim.

Bitiremedik filmi. Ama benim can sıkıntımdan değil, onun "anne" diye ağlamasından. Bana sarılıp da ağladı, elim ayağım buz kesti. İnsanın sevdiğinin derdine çare olamamasını ilk kez o zaman tattım. Teselli vermeyi bilmeyen bir adammışım, gafil avlandım. Girmez olaydık filme, sıcak bir şeyler içelim dedim, eve gitmek istedi. Evde de ağladığına eminim. Kadın duygusallığını kavrayamadığım anlardan biriydi. Aynı zamanda hayatın içinde küçük bir detayın düğüm olacağını bilmeden geçen zaman.

Sonra... Ocak ortasında "Benim İngiltere zamanım geldi," dedi. Anlayamadım. Her sene Londra'daki bir klinikte bazı rutin tetkikleri olurmuş. İyileşmiş ama tedbirli olmak için aksatmıyormuş. Babası öyle buyuruyormuş.

Bana hastalığından da tedavisinden de bahsetmeyi sevmezdi. Anacaksa yüzünü düşürmeden, eğlenceli bir şeymiş gibi bahsederdi. "İyi, tamam, gidelim," dediğimde güldü. "Sen nereye?" dedi doğrudan. "Ya kimle gideceksin?" dedim. Babası vardı da yoktu. "Dadımla gideriz her sene," dedi.

"Ben de geleceğim," dedim. "Münasip olmaz," dedi. "Babana söylemeyiz," dedim, dadısı söylermiş. Hiç sevmedim bu münasiplik halini. Haklı mıydı evet, işime geliyor muydu hayır.

Sömestr tatilinde gitti. On gün sonra döndüler, delirsem delirirdim, ben böyle özlemek görmedim daha evvel. Kaldıkları otelin telefonunu vermişti, sadece iki akşam konuşabildik telefonda. Bir akşam yeterince İngilizce bilmediğimden resepsiyonla anlaşamadım, bağlanamadım Selma'ya. Yediremedim de kendime. Ertesi gün hususi bir dil öğretmeni buldum. İngilizcemin temelinde bile Selma yatar.

Benim mayamda yok, sevdiğimden ayrı, uzak kalamıyorum. Döndüğü günün akşamında münasipmiş değilmiş umursamadan okul çıkışında onu sarıp sarmaladım. "Böyle olmaz," dedim kulağına. "Baban, dadın, abin... Her kimse, her neredeyse tanıştır beni."

Bir şey demedi Selma. Ciddiyetimi tartamadı belki de. Ben de yeterince açık konuşmamış olabilirim. Ertesi gün yineledim. "Tanıştır beni ailenle," dedim. "Hangi maksatla?" diye sordu. Evlilik üzerine düşünen ya da konuşan insanlar değildik. Ama Selma ile sınırsızca beraber olmak için gereken buysa geri duracak biri değildim. Ne gerekirse seve seve, aşkla...

Aşk demişken... İki aydır hemen her gün görüşen, yetmedi gece vakti telefonla konuşan insanlardık. Bu bile yetmiyordu. Birbirimizden hislerimizi de saklamazdık. Özledim demek bana sadece mutluluk verirdi. Selma bana "Hangi maksatla?" dediğinde "Hangi maksatla olacak?" dedim. "Karşılarına çıkıp ben kızınıza talibim demek gerek. Demeliyim ki, bir daha bir yere gideceksen yanında olabileyim."

Renk vermedi yüzü. "Dur bakalım Rafet," dedi önce. "Daha ne oldu ki... Belki iki vakte sıkılacaksın benden. Belki yürümeyecek..."

İçten içe öyle olsun istiyordu Bahar. Bir mâni ile yollarımız ayrılsın, hatta bunu ben yapayım. Ben yapayım ki, ona yalnız üzülmek kalsın, sorumluluğu benim olsun. Onu kötülemek için demiyorum bunu. İçinde böyle bir tezatlık barındırırdı Selma. Hem evlenmek, kendine yakışan bir yuva kurup çok çocuk sahibi olmak istiyordu hem de evlenmek bir yana bir erkekle ilişkisi bile olmasın... Olmasın ki hastalanırsa, hiçbir şey yarım kalmasın.

Bunu en berrak gördüğüm zaman gece kulübü açılışıydı. Şubat başıydı. Yeni bir takım elbise diktiriyordum kendime. Ölçü alınırken ve kumaş seçerken elbette Selma yanımdaydı. Geçen yıllarda takım elbise diktirdiğim Ragıp Efendi bile Selma'nın kumaşlar hakkında bunca şey bilmesine şaşırdı. Bana kalsa, her takım elbisenin kumaşından siyah bir takım diktirip geçerdim. Nedir o kumaş deseler bilmem, lazım da değil. Selma siyaha da olmaz dedi. "Ya nasıl olsun?" dediğimde kumaş kartelasına gömüldü. Elastanlı viskonlu kumaşları tatlı diliyle eleştirdi. Yünlü kumaşlardan bejleri, kahverengileri, ekoselileri ayırdı, birbirine kattı karıştırdı.

Ragıp Efendi yüzüme bakıp dururken "Bakma öyle," dedim adama. "Diktiğini Selma'ya beğendiremeyeceksen boşuna uğraşmayalım. O beğenmedikten sonra benim beğenmemin bir anlamı yok."

Gömlek ceket giyerim derken, yeleği başka renk, ceketiyle pantolonu başka renk bir takım sipariş verdim. Gömlek yerine de boğazlı kazak olsun demedi mi Selma? Alışık olduğum şey de değil, yakışmaz dedim. "Çok yakışacak," dedi. Derken parmaklarının tersiyle boynuma dokununca sersemletti beni, karşı çıkmak ne haddime.

Yeleğe, cekete düğme dikmeyin dedi bir de. Düğmelerini o bulup seçecekmiş, sonra kendisi dikermiş. Alt tarafı düğme diyemedim, Selma için mühimdi. Evime ilk ayak basışı, açılışa beni hazırlamak içindi. Ben erken gidecektim ama birkaç saat sonra o da gelecekti, bu kez yalnız bırakmayacaktı beni.

Ragıp Efendiden aldığımız takımla evin yolunu tuttuk. Selma gelecek diye önceki günden kadın çağırmış, evi bir güzel temizletmiştim. Kirli bulmadı evi ama eşyalarımı beğendiremedim. Pek renksizmiş. Her yanı gire çıka rahatlıkla gezdi. Yatak odasında hiç durmadı, salona dönüp koltuklardan birinin kolçağına oturdu. Çantasından dikeceği düğmeleri çıkardı. Ceketimi kucağına çekti. "Ben bu evde yaşasam, ruhum sıkılır, her yan duman grisi," dedi.

Fırsat gördüm. Yatak odasında değil de salonda, onun gözü önünde soyunmaya başladım. Atletimi çıkarınca "Eh," dedim yüzüne bakarak.

"Şimdi sen istiyorsun diye mobilya değiştirecek halim yok. Ya iki vakte sıkılırsan benden?"

Aklımca onu, onun bana söylediği sözlerle vuracaktım ama mahsun bakışları üzerimde gezerken hedeflediğim gibi gülüp güldüremedim. Yanına sokuldum. "Neden düştü yüzün?" diyerek çenesinden tutup başını kaldırdım. "N'oldu?" dedim içim kıyılırken.

Bir müddet yüzüme bir müddet üzerime başıma baktı. "Ben hep evlenmem diyordum ama eğer bir gün evlenirsem bir sürü çocuğum olsun isterim," dedi. Beklemiyordum, şaşırdım.

"Nereden aklına geldi bu?" dedim. Çok yüksekteydim, eğildim, gözlerinin hizasında durdum.

Beni duymamış gibi "Sen hiç evlilik üzerine düşündün mü Rafet?" dedi bana. Yüzüme baktı ama hemen sonra düğme dikme işine döndü. Elleri de dikiş nakış olunca nasıl hızlı çalışıyor...

Yüzüme bakmamakta direnince diz çöktüm, öyle gördüm yüzünü. "Senden önce hayır, senden sonra evet," dedim.

"Çocuğun olsun ister miydin?" dedi.

"Doğrusu bunu düşünmedim. Benim derdim seni daha fazla görmek, gönlümce yanında olmak..."

"Hiç mi istemezsin?"

"Sen neyi istersen, ben onu isterim Selma," dedim.

"Ben üç dört çocuğum olsun isterim. Daha fazla da olur. Olur ama aralarında muhakkak eşitlik olmalı. Denk görmeliler birbirlerini. Sevmeliler."

Üç, dört, beş çocuk... Güldüm, nasıl gülmem. "Peki güzeller güzeli Selma'm, nereden geldi bunlar aklına?" dedim.

"Hiç," dedi. Omuz silkeledi. "Seni böyle çıplak görünce, bir de aynı evde olunca, evliymişiz gibi geldi bir an."

Ayaklandı. Kaşmir kazağı aldı eline, çocuğa giydirir gibi başımdan geçirdi. Bedenimi elleriyle düzeltti. Düzeltti demek lafın gelişi, elleriyle sevdi her yanımı. Aklım başımdan uçtu gitti. "İstersen," dedim gözlerinin içine bakarak. "Şu dakika evden çıkmayız. Sen ne dilersen öyle olur."

Ta içine baktı gözlerimin. Gel gitlerini gördüm, yanaklarını sevdim. Tek bir sözüyle yapmayacağım hiçbir şey yoktu ama diyorum ya, Selma'nın derdi sorunu, en çok kendiyleydi, benimle değil, benimle hiç ilgisi yoktu bunların.

"Pantolonunu da değiştir, ben son düğmeyi dikeyim," dedi. Yatak odasına doğru uzattı çenesini. Çıkacaktım odadan ama son anda durup ona sarıldım. Dışarıda değildik, ellerim bedeninde özgürce gezdi. "Tek bir söz," dedim kulağına. "Tek bir sözünle dünyayı yerinden oynatayım."

Sustuk, sustum. "Geç kalacaksın," dedi sonra kulağıma.

İçeri geçtim, giyinirken gözüm hep yataktaydı. Orada yatan bir Selma... Çıplak, giyinik fark etmez dedim kendime. Güne onunla başlayıp günü onunla bitirme fikri içimi kaynattı. Giyindim de döndüm yanına. Yelek ve ceketi giydirdi üzerime. Yüzünde hoşnut bir gülümseme. "Yakışıklı bir sevgilim var," dedi. "Sevgilim," dedim sadece. Tutkulu bir kelime ama o bile kulağıma az geldi.

Sonra onu eve bıraktım, üç saat sonra peri kızı gibi geldi yanıma. İlk kez gazeteye beraber çıktık. El ele. Yanı başımdan hiç ayrılmadı ama çok mu sevdi kulübü dersen, hayır, sevmedi. Hatta Selma gece kulübüne gitmemi de sevmezdi. Akşam olduğu zaman evde olmak, beraber olmak güzelmiş. Sanki ben ondan ayrı durabiliyor muydum?

Neyse, asıl güzel olan o akşamın gecesi. Onu eve bırakışım... Saat gece yarısını geçmişti. "Dadın babana laf yetiştirir mi?" dedim. "Çoktan söylemiştir," dedi. Gülüyordu yüzü.

"Senin canını sıkarlar mı?" dedim.

"Biraz, bilmiyorum," dedi. Geçiştirdi daha doğrusu. "Şimdi bunu düşünmek istemiyorum Rafet," dedi. "Öyle güzeldi ki her şey. Başka bir şey düşünesim yok."

Aslında iki kadehten fazla içmemişti ama Selma'nın sevdiğim renklerinden birine bürünmüştü. Yanıma sokula sokula konuşuyordu benimle. Konuşurken elleri bedenime dokunup duruyordu. Tutamadım kendimi. "Babanla aramdan çekil de konuşayım artık," dedim. "Yoksa kızını kaçıracağım, haberi yok."

"Kaçırıp da ne yapacaksın kızıyla?" diye sordu bu kez.

Sırıta sırıta baktım gözlerine. "Çok çocuk yapacakmışız," dedim. "Öyle istiyor kendisi. Bir yerden başlamamız lazım."

Sevdi bu dediğimi. Elleri ceketimin altından yeleğimin yakalarına uzandı. Yeleğin kollarına tutunup "Çocuk yapacağız yani, öyle mi?" dedi. Dedi de benim aklım başımda değildi o an. Dudaklarının bana nasıl yaklaştığını hatırlıyorum. Bana dokunduğunu, soğuk havanın kuruttuğu dudaklarımı nasıl ıslattığını, yaktığını, tutuşturduğunu... Bir kere değil, çok kere. Kısacık da değil, uzun uzun öpüşünü... Evet, o başlattı ama dudaklarını çekmek istediğinde müsaade etmedim, nefessiz kalıp bedenimi itene kadar çok öptüm onu.

Bedenlerimiz birbirinden ayrıldığında ben adımı bile hatırlamıyordum. Selma ise dudaklarını yalanıp duruyordu. Kim bilir neyden sonra sağ eli dudağıma uzandı. Dudaklarının yaptığını yapıp bir de parmaklarıyla tavaf etti dudaklarımı. Sonunda bıyığıma dokundu başparmağı. "Hep merak ederdim," dedi.

Neyi diyemedim, herhangi bir ses bile çıkmadı ağzımdan.

Sormasam da "Öpsem rahatsız eder mi diye," dedi. Bıyığımı kastediyordu. Uzaklaşamadım da yüzünden. "Etti mi?" dedim. Başını sallarken tebessüm etti. Sonra da koşar adımlarla girdi eve.

Yaşadığım şeyin kalp çarpıntısı bende kaldı. Bak tam şurada ayrılırdık birbirimizden. Şurada öpmüştü beni, şuraya kadar koşup burada ardına dönüp bir kere daha bakmıştı yüzüme. Rüya değil, hikâye değil Bahar; yaşandı bunlar, şurada yaşandı.

Hava soğuk, hava buz. Dönüp eve gitmem gerek ama kıpırdayamıyorum yerimden. Ne kadar durdum orada, öylece bilmem.

Neyi düşünüyordum biliyor musun? Onunla sevişmeyi. Bedenimin, zihnimin, kalbimin içi sadece bununla doluydu. Bundandı kazık gibi orada duruşum. Ama tam ben gidecekken terasın ışığı yandı. O buz gibi havada beyaz geceliğiyle Selma göründü. Göğsü bağrı açık. Saçları sere serpe. Elinde bir fırça, bana baka baka saçlarını taradı.

Az evvel iki insanın birbirini gözleriyle sevmesi dedim ya hani... Peki iki insanın gözleriyle sevişmesini bilir misin? En tesirli olanıdır. Beden yorulur, beden doyar ama göz yorulmaz, doymaz. Selma tarandı, ben büyülendim.

Eve nasıl döndüğümü hatırlamıyorum. Tek bildiğim, alelacele soyunup tıraş olduğum. Bıyık mıyık ne varsa kestim attım. Sonra yatağa bir çöküşüm var ki... Sence biri, kim kime evlenme teklifi etti dediğinde çıkıp "Selma'ya evlenme teklifi eden benim," desem haklı mıyım?

Çünkü bence bana evlenme teklifi eden Selma'ydı. Evlenirsek beni neyin beklediğini alenen bana gösteren odur. Sabahında dükkânı açsın diye kuyumcu kapısında beklediğimi bilirim. Yakut, zümrüt, pırlanta... Selma öyle çok yüzük kullanır ve hepsi de çeşit çeşittir ki, karar verene kadar vakit öğleyi bulmuştu. Parası ya da taşı mühim değildi, Selma'nın zarafetine yakışanı seçmek kolay mı sanırsın? İncili bir yüzük seçmiştim sonunda. Nadide oluşunu sevmiştim, Selma gibi.

Akşam elinden tutup da daha önce gittiğimiz tavernaya götürdüm onu. Bıyıksız halimi görünce önceki gece yaptığı gibi parmaklarını bıyıklarımın olduğu yerdeki boşluğa götürdü. "Kesmişsin," dedi. "Münasebetsizler seni rahatsız etmiş," dedim. Parmağı hâlâ dudaklarımdaydı. "Belki yeniden tecrübe etmek istersin," dediğimde başını salladı.

O gece evlenme teklifi ettim ona. Parmağına yüzüğünü takarken gözlerinin içi gülüyordu. Güzel bir akşamdı ancak doyuncaya kadar öpüp okşayamadım onu. İçimde aç bir kurt uluyup duruyordu. Seni eve götüresim yok," dediğimde "Ya nereye gideceğiz?" deyişi bile oyuna davetti. Kendi evime götürdüm. Niyetimi de saklamadım.

"Kanıncaya kadar öpmeden seni eve götürmek istemiyorum," dedim.

"Kanabilecek misin?" dediğinde gözüm karardı. Evin kapısından içeriye ilerleyemedik bile. İçeri yürüsek daha beter şeyler olacaktı, kapıda bile kendimizden geçtik de ben eve gelmekle iyi bir karar vermediğimi anlamış oldum.

Çizgileri aşmadan yapacaktım bu işi. Bundandı bir an evvel evlenme arzum. Selma da sağ olsun bu hususta, yani sabrımı korumam konusunda bir dirhem yarar sağlamadı bana. Ateş topu gibiydi, dokunduğu an tutuşturuyor, sönene kadar benim anam ağlıyordu da o bana mısın demezdi. Ben daha ertesi gün annemle babama telefon etmiştim. "Hazır olun," demiştim ikisine de. "Çok yakında kız istemek için gelip alacağım sizi."

Öyle hesap ediyor hatta yaza düğün yaparız diyordum. Her şeyin seyri ve rengi babasıyla tanıştığım zaman değişti. Ben Adana'ya giderim diyordum ama onlar İstanbul'a geldi. Uzun uzun sohbet ettiğimizi sanma. Dilbaz Rafet için bile şaşırtacak katılıkta insanlardı. Bir akşam vakti Fuat Paşa Yalısında buluştuğumuzda bunca asık suratlarla bir araya geleceğimi düşünmezdim. Ben ve Selma. Karşımızda babası, abisi ve üç erkek kardeşi. Babası Arap şeyhlerini andırıyordu, bir poşusu eksikti başında.

Ne işime iş dediler, ne yaptığıma ticaret. Sularına gitmek için çok alttan aldım, çok şaklabanlık yaptım ve her cümlemde Selma ezilip büzüldü. Bana kalırsa ona İstanbul'da bu denli özgür bir hayat sunmaları bile mucize. Yoksa varlığının onlar için herhangi bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Çünkü tavırlarıyla aşağıladıkları ben değildim, Selma'yı ezip geçtiler.

Hadi her sözlerine tamam desem de, babasının "Ne dinimiz, ne dilimiz, ne milletimiz bir," demesine hiçbir anlam veremedim. Adıma Rafet diyorum, benim nerem Yunan? Ne yapayım dinimi görsünler diye önlerinde secdeye mi durayım?

Her şey bir yana, benim üzüldüğüm Selma oldu. Oturduğu yerde boncuk boncuk yaş döktü, yüzüğüyle oynayıp durdu. Buluşmamızın yarım saati dolmadan babası bana "Bizde sana verecek kız yok, çekilebilirsin," diyerek kapıyı gösterdi.

Annemle babamın yanımda olmamasına sevindim. Babam o adamın yedi ceddine söver geçerdi. Ben ilk kez bir sınavdan ağır çakılmışım gibi bir hezimetle ayrıldım yanlarından. Selma onlarla kaldı, aklım da onda. Ne yapsam, ne etsem... Çaresizlikle döndüm eve. Evini aradım, açan olmadı. Ertesi sabah okula giderken göreyim diye kapısında bekledim, evden çıkan olmadı. Sonra okula gittim, okulda da yoktu. Aklım çıktı Bahar.

Ertesi akşam evde buldum onu. İlk kez çalmıştım kapısını. Beni görünce doğrudan ağlamaya başladı. "Git," dedi. Dadısı evde olmasa doğrudan içeri girerdim ama bunu yapmak yerine Selma'yı dışarı çektim. Doyuncaya kadar ağladı. Sakinleşince "Üzülme," dedim. "Kimseye kendini zorla sevdiremezsin. Beni sevmediler diye üzüldüğümü sanma. Bana dert olan senin bu ağlamaların."

Bir daha başladı ağlama faslı. Konuşamıyordu ki ağlamaktan. Ama Selma'nın yalnızca bana söyledikleri için ağladığını düşünme. Mesele daha derin, daha içeride, ailesinin içinde. Selma'nın bana bu meselelerde açılması da çok kısa sürmedi. Anca kendi yuvamızı kurduktan sonra...

O akşam onu alıp evime götürdüm. Sardım, sarmaladım. Ağlaşmaların arasında biraz da uyumuşuz. İkimize de iyi geldi. Uyandığında "Şimdi n'olacak Rafet?" dedi.

"Babam istemiyor diye beni unutabilir misin?" dedim. Gözleri yeniden yaşaracak oldu. "Yapma," dedim ona.

"Benim teklifim bir günlük değildi. Aşkım da bir günlük değil. Ne yapayım Allah'ın emriyle seni senden isterim."

"Evlenmek istiyor musun hâlâ?" dedi.

"Sen istemiyor musun?" dedim. Bıyıksız yüzümü ballı dudaklarıyla öptü.

Öyle hemen evlenmedik. Bir kere ailesinden onay alamamak Selma'yı çok üzüyordu. Gözüm onu öyle göre göre ona nasıl mutluluk vereceğim? Ankara'da işim var diye yola çıktım, Adana'ya gittim. Bir kere daha çaldım babasının kapısını. Gururun zerresi yoktu üzerimde. Yalvarıp yakardım. Kendim için değil, Selma için. Nuh dedi de peygamber demedi adam.

Döndüğümde içim rahat çıktım Selma'nın karşısına. Bir düğün mekânı seçelim dedim. İstemediğinden değil ama ailem yokken öylesini istemem dedi. "Ben senle düğünsüz evlenmem," dedim. Yüzü güldü ama yine de "Eğlenceli bir nikah" olsun dedi. Eğlencesini en iyi ben bilirmişim. Bilmez olur muyum? Nikahımız Büyükada'da Splendid Palace'ta kıyıldı. Şarkılı türkülü eğlencemiz de adadaki meyhanelerden birinde oldu. Sonraki gün bütün sevenlerimiz Beyoğlu'ndaki Xanthi'de tam tekmil hazırdı. Bir de orada sıyırdık eğlencenin dibini.

Annemle babama haber vermedim. Mademki Selma'nın ailesi olmayacaktı, benimkilere de lüzum görmedim. Selma'ya söylediğim tek şey "Sen kostümlerini hazırla," oldu. Şöyle diyeyim, dikilmesi çizilmesinden kısa sürmüştür. Selma haftalarca uğraştı onlarla. Bütün bunların cereyan etmesi mayısı buldu.

Aynı anda "Bir de ev seçelim," dedim Selma'ya. "İçini istediğin gibi dayayıp döşeyeceğin renkli bir ev." Nasıl severdi böyle şeylerle uğraşmayı ve nasıl mutlu olurdu... Bununla beraber Galata'daki evden ayrılmak istemiyordu. Güldürmüştü beni. "Nasıl olacak o?" demiştim. "Sen orada, ben burada mı olacak?"

"Dadımı göndereceğim," dedi. Bir daha güldüm ama yaptı mı, yaptı. Nikahımız kıyılana kadar hiçbir şey demedi ona. Nikahtan iki gün sonra mübarek dadıyı evden çıkardı. Babası da o zaman duydu evlendiğimizi. Yukarıda Allah var ben o eve girmek istemedim. İç güveysinin bir değişik hali. İhtiyacımız da yok. O manzaradan başka ev bulayım diyorum, istemem diyor.

Ev hadisemiz en uzun süren meseleydi. Akıbetinin ne olacağı da belli olmadığından bir hazırlık yapamadık. Ben her hâlükârda hazır olsun diye Emirgan'dan bir daire almıştım. Selma orayı da beğendi ama yok, inadından vazgeçiremedim. "Annemin orası, bırakmam," deyip durdu.

Bir yandan sınavlarına hazırlanıyordu. Evlendikten hemen sonra onu bekleyen sınavlar vardı. Dolayısıyla balayını hazirana erteledik ama ülkeden bir çıkacaktık, birkaç aydan evvel dönmeyecektik. Altı ülke gezdik. On sekiz şehir. En çok Paris'te kaldık, Selma'yı Türkiye'ye döndürmem zor oldu. Hey gidinin...

Bu sırada Selma aylar sonra Xanthi'ye gündüz vakti ayak basmaya başladı. Gelmeden evvel gereken herkesi tembihlemiştim. Beni ne olarak görüyorlarsa Selma daha fazlası olacaktı. Saygıysa en çoğu ona gösterilecekti. Komik olansa benim otorite ile Selma'ya bahşetmeye çalıştığım şeyi, Selma'nın Xanthi'ye iki kere gelip giderek elde etmesiydi. Güçle, zorla değil, gülen yüzüyle herkese kendini sevdirdi.

Hiç unutmam, ikinci gelişiydi, garsondan yeşil çay istedi. Çayını fincanda ve dilim limonla getirdiler. Evet, öyle severdi de kim bunu ne ara öğrendi, onu anlamamıştım. Sordum. "Geçen gün seni beklerken tanıştım herkesle," dedi.

Kulağını biraz uzatırsan bizi ne kadar yakıştırdıklarını, Selma'yı da ne kadar güzel bulduklarını her yerde, herkesten duyabilirdin. Kıvanç duymamak, mutlu olmamak elde değildi.

Bu arada eğlenceli nikah dedik ama bizimkinden çok daha sönük geçen pek çok düğün gördüm. Adaya kaldırdığımız küçük feribot bile şarkı türkülerle limana yanaştı. Sabahtan gün batımına dek süren hazırlıklar boyu Selma'nın yüzünde hep güller vardı. Arap şarkılarının ortasında onu hiç görmediğim neşeler içinde dans ederken görmenin tadı bile damağımda durur. Evet derken elimi tutuşu, haftalarca kendi başına süslediği şapkası, incileri, teniyle giydiklerinin zıtlığı, her detayında yandım, kavruldum, piştim, belki bin kere ne şanslı adamsın Rafet dedim.

Ama hepsinden öte, gece olduğunda bir insanın sevdiğiyle koyun koyuna uyumasının tek kişilik bütün uykulardan daha huzurlu olduğunu gördüm, tattım. Bir kadının çıplaklığının en güzel giysilerden daha albenili, daha vurucu, daha yakıcı olduğunu öğrendim. Selma'nın bir "Rafet" deyişiyle dünyanın en kuvvetli erkeği gibi hissettim. Hayatımın en güzel günleri onunla geçenlerdi, en güzel günlerin başıysa onunla evlendiğim gündü.

Saçlarını ellerimle çözmüştüm. Ellerimle soymuştum bedenini. Bir melek hayatıma misafir olmuş gibiydi. Ben onunla geçirdiğim bütün zamanlarda kendimi hiç bu ülkede yaşayan sıradan bir insan gibi görmedim. Dünyanın en huzurlu, en rahat, en sorunsuz ilişkisini yaşadık. Ailelerimizin yanımızda olmayışı bile bize gölge etmedi. Çünkü biz gördüğümüz, bildiğimiz bütün ailelerden daha güzelini yarattık.

Mayıstan sonbahara kadar ayaklarımız hiç yere değmedi. Hiç. Kaç ülke gezdik, kaç şehir gördük, nerelerde neler yedik, neler içtik... En sakin günlerimiz İskeçe'de geçti. Selma rahat edemez belki diye duyduğum bütün endişelerim dakikalar içinde yok oldu.

Onun bir büyüsü vardı Bahar. Bulunduğu ortamın şekline bürünürdü. En sevdiğim, âşık olduğum yanı olan zarafeti babam için hiçbir şey ifade etmeyecekti, bunu bilirdim. Babam höt zöt bir adamdır, bu Selma'yı rahatsız edebilirdi, korkardım. Ama Selma babamı bile büyüsüyle güldürmeyi başarırdı. Babam kaç kere onun yüzüne bakıp "Sen benim deli oğluma nasıl vardın aklım almıyor," dedi. Kaç kere güldük. "Demek ki sende de bir delilik var da belli etmiyorsun," deyişinde Selma kalkıp da babamı yanaklarından öptü.

Annemi kolay tavlayacağını bilirdim. İçindeki ihtiyar süs böceklerini Selma diriltti. Annem ona benden çok âşık olmadıysa bile sahip olamadığı ideallikteki kız evladı olarak gördü. Adım gibi biliyorum Rafet mi Selma mı deseler gözünü kırpmadan Selma der. Bugün bile bahçesinde yetişen her çiçeğe Selma diye seslenir. Cennetten Selma'nın gönderdiği çiçekler olarak görür onları.

Sonra... Sonbaharda İstanbul'da yerleşik düzenimizi kurabildik. Onun dediği gibi Galata'daki eve yerleştik. Selma evi iş edindi. Oyuncakla oynar gibi her köşesini elden geçirdi. Tabloları asacak boş duvarımız bile kalmamıştı, öyle dolu, öyle renkli bir evdi burası. İki kişinin yaşaması için küçük değildi ama yatılı yardımcı edinemedik, kişisel sınırlarımızı koruyamazdık. Haftada iki gün benim bekar evime gelen kadın gelir, temizlikle yemek işlerini hallederdi. Selma son senesine evli bir kadın olarak başladı. Altına son model bir araba aldık. Benden hızlı bir sürücüydü. Canı sıkılırsa okuldan çıkar beni de işten kaçırırdı. Sürerdi canının istediği yere.

İlk işlerinden biri de Yunanca kursuna yazılmaktı. Güldürürdü beni talebe halleri. Ah bir de ne çok sevişirdik! İster gençlik de ister yeni evlilik... Hiç doymadım ona, hiç doyamadım.

İş hayatına atılmak için sabırsızlanırdı. Kurumsal bir firmada çalışmak isterdi ama ben karşı çıkardım. Kimsenin altında çalışmasını istemezdim. Ne iş yapacaksan, patronu sen olacaksın derdim. Tekstil sektörüne sokacaktı bizi, sonra benden daha büyük patron olacaktı, gülüşürdük. Doksan senesine girerken Xanthi ailesinin unutamayacağı kadar şatafatlı bir yılbaşı yemeği düzenledik. Şatafatlı tarafları hep Selma'nın işiydi. İkramiyeleri katladık, erzak da dağıttık. Daha fazla veremez misin derdi hep bana. Çok çalışıyorlar; ne geceleri var ne gündüzleri; sen akşam eve gelebiliyorsun, onlar çalışıyor... Gönülden verdik ne verdiysek. Misliyle bize dönüyordu zaten o paralar.

Cuma, cumartesi ve pazar akşamları için Selma'dan müsaade isterdim. Evde olmayı istesem de tavernaların ağzına kadar dolu olduğu günlerdi ve ille birinde bulunmam gerekirdi. Ama diğer akşamlar Selma'dan iki metre uzakta olmazdım. Allah'tan o da gezmeyi, dışarıda olmayı seviyordu da, hafta sonları da beni yalnız bırakmıyordu.

Bir vakit bir arkadaşım "Sıkılmıyor musun Rafet?" demişti bana. Evde karın, işte karın, hep yan yana, boğulmuyor musun? Üzerine düşünülecek bir şey bile değildi. Karımı gökten zembille indirmediler ya; ben seçtim, neyinden nasıl sıkılayım? Asıl Selma yokken canım sıkılırdı. En stresli zamanımda bile onun yüzüne bakıp da rahatlardım ben. Sıkılmak ne demek...

Çok gezip tozardık. Yahut İstanbul'daysak bile hep bir yerlerde olurduk. Evde hiçbir şey yapmadan durduğumuz zamanlar az ama kıymetliydi. Hele bir de Selma'nın evde olup beni karşıladığı anlar vardı ki; Allah'ın sevgili kulu olduğumu söyler dururdum. Dolabın bir kanadı yalnız gecelikleriyle süslüydü. Hepsi de ithal şeylerdi, aradığını bulamazsa diktirirdi. Geç vakit dönüşlerimde hep onların içinde bulurdum Selma'yı. O zaman mesailerin en güzeli başlardı. Kadir gecesinde doğup ağzına bal çalınmış bir adamdım.

Selma'dan önce de varlıklıydım. Selma ile varlığım arttı. Selma'dan sonra zaten ayaklarım yerden kesilmişti. Bir de Ozan'a hamile kaldığı zaman var ki; biz yeryüzünden hepten uzaklaştık. Çok, çok yükseklerdeydik Bahar. Dünyadaki insanların erişemeyeceği kadar yükseklerde.

Doksan yılının temmuz ayında Selma'nın okulu bitti. Zaten çocuk için okulunun bitmesini dört gözle bekliyordu. Mezuniyet töreninde biz ikimiz başka bir partinin peşindeydik. Korunmayı kestik. Fazla mesai yapar olduk. Ekimde hâlâ hamile kalamayan Selma beni kolumdan tutup doktora götürdü. Öyle çok istiyordu çocuğumuzun olmasını. Eh tabii doktor da üç aydır uğraştığımızı duyunca bizi aynı kapıdan uğurladı. İçinden sövmüştür bile. Millet senelerce uğraşıp olduramazken, bizdeki şımarıklığa baksana... Tabii bunlar hep Selma'nın işi... Adam bize bir sene deneyin yine de olmazsa gelin dedi.

Bir, bir buçuk ay sonra hamile kaldı Selma. Bir sabah başının dönmesiyle başladı her şey. Nasıl dürte dürte uyandırmaya çalışıyor beni... "Rafet kalk, başım dönüyor," diyor. "Rafet kalk, çok fena başım döndü! Rafet duyuyor musun? Başım dönüyor Rafet!"

Endişelendim. O ise mutluluk şarkılarıyla çıktı yataktan. "Nurullah beye gidelim, hadi Nurullah beye gidelim." Çocuk gibi. Kolumdan çeke çeke doktora götürdü. Adama da yalnızca başım döndü diyor. Başka tek bir belirtisi yok. Ha bir de Selma'nın aslı böyle değil. Çocuk mevzusu dışında onu böyle heyecanlı, böyle bu kadar neşeli görmek kolay değil. Ağırbaşlılığına denk gelirsen, gülse bile dişini göstermez. O kadından böylesine...

Anne hissi diye bir şey varmış hayatta. Deseler inanmazdım ama Selma yanılmadı. Gebeydi. Hayatımızın üzerinde pembe bulutlar geziyordu Bahar. Ya da biz o pembe bulutların üzerindeydik, ayaklarımız asla yere değmiyordu. İki ay sıktık dişimizi, kimseye bir şey demedik. Kimseye diyemeyince Selma'nın bütün heyecanları bende vuku buldu. Sabahları terasta şarkılar söyleyerek kuruyor kahvaltı sofrasını, beni işe uğurlarken bir öpüşler, bir cilveler.

Her zaman öyle içten şarkılar söylemezdi. Çok keyifli olacak ki sesini bahşetsin. Hamileliği boyunca dilinde hep şarkılar gezdi. Sonra ninniye döndü onlar. İnsanı hamile kalmak güzelleştirmez. Ama mutlu olmak güzelleştirir. Her insanı. Selma nar gibi, birken bin oldu. Bense onun mutluluğunda kanat çırpan pervane.

Sabah çıkardım evden, öğlen o gelirdi yanıma. Yemeğini yer ya da kahvaltısını yapardı tavernalardan birinde. En çok Beyoğlu'nda olurduk. Oradaki her çalışan benden çok Selma'yı sever, onun yolunu gözlerdi. Herkesle sohbet ederdi, herkesle.

Bazen şaşırırdım, ulan derdim Selma'yı tanımasam, bilmesem; şu ayakkabı boyacısıyla ne sohbet edebilir ki... Ederdi. Boyayı nereden alıyorsun derdi, kaliteli deriyi nasıl anlarsın derdi. O kadar çok gördüm ki onu bahçede seyyar satıcılarla otururken. Maksadını da bilirdim, karnını doyurmak, sıcak bir şeyler içirmek isterdi, doğrudan bunu yapmaya utandığından gel sohbet edelim derdi. Bir çorba, bir çay. Ama boyatmazdı ayakkabılarını. İş yaptırmak istemezdi. Misafir bile değil, arkadaş gibi ağırlardı onları. Başka zaman adamı bahçeye yanaştırmayacak garsonlar, Selma var diye bir şey de diyemezdi. Ben de diyemezdim.

Bir kere çingene çocuklarını doldurmuş bahçeye. Yedirmiş, içirmiş, birine küpesini, birine tokasını vermiş. Çok mu hoşuna gidiyordu bunlar dersen, hayır gitmiyordu. Gerek yoktu bu iyiliğe. Gel bir yerlere bağış yapalım dese amenna ama iş yerinde yapardı bunları. Ha laf ettim mi, hiç etmedim. Etsem ayağı tavernadan kesilirdi, buna çok eminim ve bunun affını dileyemezdim. Garsonlar bile gülerdi halime. "Gülmeyin," derdim. "Çok sevince böyle oluyor. Allah size de versin." Ellerim ceplerimde izlerdim hep onu. Ha bir de "Dikkat edin," derdim onlara. Gözleri hep Selma'da ve saçma sapan misafirlerinde olurdu.

Falcı çağırmış bir kere. Üç çocuğun olacak demiş kadın, deliler gibi el sallıyor bana "Rafet gel, üç çocuğumuz olacakmış," diyor.

Bu arada doksan senesi evlilik sarhoşluğuyla geçti gibi anlattım ama işimin başındaydım. Seksen dokuzda emekli ettiğimiz bir aşçımız vardı. Çok dil döktüm de işe devam ettiremedim. Ama senelerce beraber çalıştığı ustalar bizleydi. Buna rağmen bir yerlerden kulağıma "Xanthi'nin yemekleri eski tadında değil," lafı geldi. Aşçı arayışına girdik. Basit gibi geliyor kulağa ama meşakkatli iş. Yemeğin mezenin tadını beğenmezlerse ayaklarını keserler. Zor olur sonrası. Bir de el lezzeti diye bir şey var. İhtisaslı diplomalı aşçılardan da yemek yedim ama o sihir eksik olursa olmuyor işte...

O sıralar bir arkadaşımın ricasıyla ona yardımcı olmak için Bolu'ya gittiğim bir gün vardı. Dönüşte yemek yemek için Sapanca'dan geçmiş, küçük bir lokantada tattığımız mezelere hayran kalmıştık. Yalnız mezeler de değil, aşçının eli lezzetliydi, kendisinin peşine düştüm. Halime hanımla tanışıklığım böyle doğdu. Arkadaşlarım dünya dalga geçti benimle. Sapanca'dan İstanbul'a aşçı mı getirilir diye. Fizan'da bulsam oradan da getirirdim.

Bunca şey yemiş içmiş insanım, benim ağzım beğendiyse hemen herkesinki beğenir. İstanbul'a getirttim onu, ailesini de taşıdı. Ama İstanbul onlara iyi geldi mi dersen, hayır. Kısacık zamanda kocası tarafından terk edildi, bir çocukla bir başına kaldı. Ara sıra Selma ile bahçede sohbet ederlerdi. Ben gelince mutfağa kaçardı Halime hanım. Çünkü mutfaktakilerin bahçeye çıkışı yasaktı. Bunu o da biliyordu da Selma'ya kim laf anlatacak?

Arada arkadaşları gelirdi Selma'nın. Cıvıl cıvıl genç kızlar. Rafet beyden enişteye evriliş sürecim beni güldürürdü. Onlar tavernadaysa sesleri bahçeyi bile aşardı. Selma bülbül gibi şakırdı yanlarında, ağırbaşlılığı uçup giderdi. Seyrederdim bazen. Garsonlar halime bakıp gülümserdi. Aşkım, sevgim her ne dersen içimden taşar, Selma'ya akardı.

O günlerden birinde babası İstanbul'a gelmiş. Selma görüşeceğini söyledi. Canı sıkılır diye endişe ettim. Ben de geleceğim dedim, yalnız görüşmek istedi. Nasıl rahat etsin içim? O arabasıyla gitti, ben de peşine takıldım. Yine yalıda buluştular, içeri giremedim, dışarıda bekledim Selma'yı. Baya da uzun kaldı yanında. Sonra çıktı, doğrudan benim arabama geldi. "Niye takip ediyorsun beni, ayıp değil mi?" dedi ama yüzü gülüyordu. Bindi yan koltuğa.

"Sıkmadı mı canını?" dedim.

"Kızını affetmemiş ama torununun hatırına bu küstahça evliliği görmezden gelecekmiş."

Selma'nın yanında apaçık sövdüm. Dilime ne geliyorsa söyledim de içim rahatladı. Beni duyan Selma ise bir güldü, bir güldü. Karnı falan yoktu ama elini elbisesinin üzerine götürüp "Sen duyma babanı böyle, aslında bal gibi adamdır," dedi.

Sustuysam Selma için... Küstahça evlilikmiş. Cibiliyetini siktiğim bedevi tohumu. "Yalnız," dedi Selma. "Düğün istiyor. Böyle yangından mal kaçırır gibi şey olmuş, eşi dostu efradı... Yani şart değil, ben ikna ederim sonra onu."

O herif istediği için değil, Selma da heves ettiğinden hayır demedim. Ama aynı anda annemle babam geldi aklıma. Onları getirsem olacak türlü bir düğünde rahat ettiremezdim. "O zaman İskeçe'de de bir düğün isterim," dedim Selma'ya. Bak ona şaşırdı. "Kaç düğünümüz olacak?" dedi güle güle.

"Olmadı her sene bir tane yaparız," dedim.

Yaptıklarımızın içinden en sevmediğim düğün İstanbul'dur. Kötüydü diyemem ama gösterişi fazla eğlencesi kesattı. Selma'yı ağırlığınca altınlara boğdular. Beline taktıkları kemerler Ozan'ı bile rahatsız etmiştir. Çöpünü bile istemem o adamın, hemen hepsini bir yerlere bağışladı Selma.

Nisanda olmuştu düğün. Daha karnı falan yoktu Selma'nın, yani gün yüzünde değildi. Yoksa soyundu mu Ozan, küçük bir top gibi selamlardı bizi. Bulantısı falan olmamıştı hiç. Sabahlarımız tatlı başlardı. Üç kişilik bir sarmal olurduk. Ozan'ın sarılma sevdası annesinden gelir. Selma düşkündü sarılmalara. Yatağa yattı mı nefes alamayasıya kadar sarardı insanı yahut sarılmamı isterdi. Ozan doğunca da ona sarılır yatardı hep.

Yirmi dördüncü haftası başlarken "Sence kız mı erkek mi olur Rafet?" demişti.

"Kız geçiyor gönlümden," demiştim. "Ama kız da olsa erkek de olsa, benden bir şey almasın, her bir şeyi senden olsun."

Büktü dudağını, biraz düşündü. "Benim kadar kara olmasın Rafet," dedi. "Sizin beyazlığınızdan alsın biraz da."

Benim gönlüme nasıl iyi gelirdi o karalık. Bunu Selma'ya bir türlü anlatamadım. Sonra mayıs ayında İskeçe'ye gittik. Düğünlerin en tatlısını yaptık orada. Öyle davetiyeli resmi bir şey değil. Babama topla gırnatacıları dedim, evin önünde bir öğle vakti toplandık. Bütün İskeçe toplandı. Dakikalar içince panayır alanına döndü ortalık. Sofralar kuruldu, lokumlar lokmalar dağıtıldı. Rakı su oldu, aktı herkesin tepesinden. Ter ensemizden ayağımıza inene kadar hiç durmadık. Nice sonra annem gelip Selma'yı tuttu da oturttu. "Çocuk yoruldu zıplamandan," demişti Selma'ya.

Kaç gömlek değiştirdim bilmem. İnsan kendi toprağında daha gür büyüyor galiba. Özlemediğimi düşünürdüm ama o düğünden sonra daha tatlı gelmişti memleketim. Sonra ne zaman o eve gitsek, sokaktaki düğünümüz aklıma gelmiştir. Ne cümbüşlü gündü! Gece uyumadan evvel Selma'nın şişmiş ayaklarına masaj yapmıştım. Kikir kikir gülmüştü hep.

İskeçe'den dönerken annemle babamı da yanımızda getirmiştik. İstanbul'u sevmeyen ayak basmak istemeyen annemi İskeçe'ye zor döndürdük. O da babamın zoruyla. Selma bir haftada annemi büyüledi, büyülemekle kalmadı annem tepeden tırnağa değişti. Saçları boyandı, perma yapıldı, bir sürü yeni kıyafet alındı. Öyle ki babam "Ben bu kadını tanımıyorum, bu sizinle kalsın ben İskeçe'de yenisini bulurum," demeye başladı.

Ne gazinosu ne tavernası kaldı. Yedik içtik, gezdik tozduk, hep beraber. Yalan değil, Selma'dan önce ailemle öyle güzel zaman geçirmemiştim hiç. Annemler gidince Selma Ozan'ın odası için kollarını sıvadı.

Hani renkli bir evimiz var demiştim ya, hepsini unut, Ozan'ın odası bambaşka bir diyar oldu. İki resim öğretmeniyle beraber çalıştı Selma. Üzerinde yürüdüğümüz pembe bulutlar misali bir dünya resmettiler duvarlara. Her yanı başka bir resimdi. Selma onların önünde kucağında bebek sallamayı sabırsızlıkla bekliyordu. Okuduğu kitapları görsen... Alt tarafı bebeğimiz olacaktı, Selma bebek bakımı için kütüphane kurmuştu. Okumaktan gözleri ağrırdı. Bir gün dayanamadım "Hepimiz nasıl büyüdüysek öyle büyür, niye sıkıyorsun o güzel canını?" dedim. Dudağı büküldü. "Anneden öğreniliyor böyle şeyler, soracak annen olmayınca kitaplara kalıyorsun," dedi.

"İstersen getireyim annemi," dedim. "İnan benden çok senin annen olur."

"Ck," dedi. "Kendim bakacağım çocuğuma." Yardımcı alacaktık zaten, kaçarı yoktu ki. Aklımda olan buydu. Selma'nın bu denli karşı çıkacağını hiç düşünmemiştim. "Dadı elinde büyütmek için doğurmuyorum onu," dedi bana.

"Benim gibi büyümeyecek o," dedi üstüne. Yaralarını göstermeyi hiç sevmezdi. Ben buna hep saygı duydum. Hiç deşmedim.

Bebek hazırlığı içindeyken o eve sığmayacağımız gerçeğini kabul etti. Onca kıyafeti nereye koyacağımızı şaşırdık. O zaman bahçeli bir ev gereği dürttü bizi.

Eğer bir kızımız olsaydı, adı Ayfer olacaktı. Selma pek severmiş manasını. Erkek ismine karar vermiş değildik. Ağustos gelene değin biz hep tatildeydik. Yunan kıyılarını severdi Selma. Sekizinci ayına dek gebeliğini anlaman zordu. Anca yan dönüverirse. Ardından bak, hamile demezsin. Kızgın kumlara oturup yüzünü güneşe vermeyi severdi. Gözlerini örter, başını güneşe kaldırırdı. Bir gün yanına oturdum, ne yapıyorsun dedim, elini karnına götürdü "Çocuğumla konuşuyorum," dedi. "Ne konuşuyorsunuz bana da anlatsana," dedim.

"Ck," dedi. "İkimizin arasında."

Yanına uzandım. Yalnızca onu seyrettim. Hamile bir kadının bu kadar güzel olması hayret verici geldi bana. Saçları tuzlu suyla devşirmiş, upuzun, yüzü hâlâ incecik, elmacıkları çıkık, kirpikleri hiç boyanmadan gözkapaklarına değecek kadar gür, uzun. Dudakları iri iri. Tuttum kolundan, yanıma çektim., yan devrilip koluma yattı. Bir öptüm, iki öptüm. Coşkumuz öyle büyüktü ki Ozan bile annesini tekmelemeye başladı, gözümle gördüm anasının karnında nasıl tepiştiğini.

Sonra sonra karnı ağırlaşmaya başladı. Bu yüzden dilediğince yüzemezdi ama eline bir dergi ya da kitap alıp karnına yaslar ve yattığı yerden okurdu. Kitapsa şayet bebek bakımına dair bir şey değilse, muhakkak şiir kitabı olurdu. Sevdiği dizelerin altını çizer, dönüp bana okurdu. "Bazı insanlar ne güzel şeyler yazıyor, aklım almıyor," derdi.

Ağustos başında doğumdan önce son bir deniz sefası yapalım dedik. Arabayla gidip gelmesi kolay olsun diye Dedeağaç kıyılarında kalmıştık. Selma okuduğu kitaptan başını kaldırıp "Ben senden önce ölmek isterim," dedi.

"O nedir?" dedim.

"Şiir, Nazım Hikmet şiiri," dedi.

"Ne anlatıyor?" dedim.

"İşte," dedi. "Ben senden önce ölmek isterim derken aslında seni çok seviyorum, yokluğuna dayanamayacak kadar çok, demek istiyor."

"O zaman çıksın seni seviyorum desin, lafı dolandırmanın anlamı yok," dedim.

Hoşuna gitmedi cevabım, "Vazgeçtim," dedi sonra. "Oğlumuz olursa sana benzemesin. Düz cümleler değil, böyle güzel cümleler kursun," dedi.

"Şair mi olsun çocuk?" dedim.

"Ozan olsun," dedi.

Böyle seçti adını. Ayfer'i iki numara yaptı. Ozan'ı beklerken dilimizde hep "Ozan," vardı.

Ağustosun yirmi birinde kendi ayağımızla hastaneye gidip yatış yaptık. Selma'nın heyecanını hiçbir şeyle tarif edemem. Hiç korkmuyorum derdi bana. "Hiç korkmuyorum da bir an önce kucağıma almak istiyorum."

Benim heyecanım daha çok ondan bana bulaşandı. Öğleye doğru sancıları artmaya başladı Selma'nın. Gün akşam oldu, akşam gece. Gelmiyor Ozan. Sezaryene alacaklardı az daha. Selma inat etti de beklediler. Elinde bir tarak, boyuna saçını taradı Selma. Ayın yirmi ikisinde sabaha karşı dünyaya geldi Ozan. Ameliyathaneye götürürlerken Selma'yı bir korku tuttu. Elimi bırakmak istemedi, tatlı telaşı ağlamaklı bir hâl aldı. Ben de korktum. Yanında olsam dert değil ama ya ameliyata girip saatlerce çıkmazsa korkusu içimi sardı. Tırnaklarımı kemire kemire bekledim. Neyse ki Ozan gelene dek çok bekletse de annesini ameliyathanede hiç yormamış, hemen çıkıverdi annesinin içinden.

Çok mutluluk gördüm ömrümde. Çok çeşitli mutluluklar tattım. Ama içlerinde en başkası anne baba olmak. Tarif de edilmiyor. Nasıl desem... Belki bir gün sonrasında bir sürü derde kedere karışacaksın ama o gün, çocuğunun dünyaya geldiği gün, dünya herkes için bedbaht bir yer olsa bile sen cihanın en mutlu insanı oluyorsun. Şair değilim, şiirden de anlamam ama bak benim bile mutluluktan ağladığım bir gündü o. Şiir yazsam "Ozan doğdu, Rafet ve Selma dünyanın en mutlu insanları," derdim. Şiir kabul edilir miydi bu?

Bir de nasıl esmer doğdu Ozan... Hah dedim aynı annesi. Üç günde açılıverdi teninin rengi, hayal kırıklığına uğradım. Selma da muradına ermiş oldu.

Fotoğrafçılar dizildi kapımıza. Ne çok fotoğrafımız çekildi o gün... Selma hiçbirinde makineye bakmamış. Gözü hep Ozan'da. Koklar koklar dururdu. Hislerini tarif edememişti de, bir eli hep elimi sıkı sıkı tutmuştu.

Çok oldu gelen gidenimiz. Keşke daha büyük eve daha önce geçseydik bile dedim. Hiç durmadı o zil, hep geldiler, hep! Hediyeleri koyacak yer bulamayasıya kadar geldiler. Doğrusu ilk birkaç gün gelen gidenden babalığımı bile anlamamışım.

Sakinleyince çöktü bana babalık. Kucağıma alıyorum, tüylü müylü bir çocuk. Bir yanlışlık olmasın bu işte dedim. Bir hastalığı bir sorunu olmasın... Normalmiş. Bir haftada ay yüzlü bir çocuğa döndü Ozan. İnsanların sorduğu belli sorular vardı. "Emiyor mu, sarılığı var mı, göbeği ne oldu..." Demek önemli şeylermiş, sorula sorula öğrendim. Öyle de sorunsuz bir bebekti ki... Cop cop emerdi anasının memesini, bilirdi ağzının tadını. Kimin oğlu...

Gecelerimiz de şenlendi sayesinde! İşim gereği zaten delik teşik uyuyan bir adamdım, uykuyla aram pek kesattı. Selma da aksime severdi uykularını. Bundan sebep ondan önce ben uyanırdım, ben taşırdım anasının koynuna. Çoğu zaman onları seyrederken dalardım uykuya. Bir de Selma'nın sesiyle.

Çok şarkı söylerdi Ozan'ın başında. Çoğunu oracıkta uydurur, mandolinle çalardı. "Gök gözlüm" diye bir şarkı söylerdi misal. Çocuğun gök gözlü olduğu da yok ama şarkıya öyle kafiye yapıyormuş. Oğlu Ozan, anası da ozan anası.

Kırkı çıkmadan çocuğu dışarı çıkarmak doğru değil derlerdi. Bak işte Selma'yı en çok sıkan buydu. Bir haftası dolduğunda gezip tozmak istiyordu canı. Sonra ilk aşılarını yaptırırken doktora ne sordu biliyor musun? "Kırkı çıkmadan dışarı çıkıp biraz dolansak nazar değer mi dersiniz?" Doktora sordu bunu. Mühendis kadın. Doktora sordu.

Doktor da ne desin, "Bizim hanım fıldır fıldır gezdirmişti, çocuklarda bir sıkıntı yok."

Selma bunu duydu ya, dünyanın en bilimsel şeyini öğrenmiş gibi iki gün sonra bebek arabasıyla sokaklarda aldı soluğu. Soran olursa bezle örtmüş çocuğu, görünmüyormuş. Hem kel hem fodul dedikleri cinsten.

O gün Ozan'ı bir güzel yıkadık. Ama orasına burasına su kaçırmayalım diye nasıl boğuşuyoruz banyoda. Ozan kuru kaldı da biz su içinde karıldık. Sonunda dayanamayıp donumla oturdum yere, Selma'yı da çektim yanıma. Ozan ağladı, biz banyoda oturup gülen iki deli gibi kaldık. Kurulanınca şöyle bir havaya kaldırdım Ozan'ı. "Selma," dedim. "Bu çocuğun rengi yıkandıkça açılıyor mudur nedir? Beyazlıyor resmen..."

Geldi yanıma, gün ışığında incelemeye başladık Ozan'ı. Sonunda kucağına çekip sarmaladı Ozan'ı. "Dünyanın en güzel çocuğunu yapmışız, aferin bize," dedi.

Ertesi gün evden çıkarmış Ozan'ı, elbette tavernaya geldiler. Bebeği arabadan aldım diye paylandım. Neymiş, kırkı çıkmamış. Niye geldin o zaman diyorum, o Ozan'ı örtmüş de getirmiş. Örtü altından mı bakayım oğluma? N'oldu oldu artık dedik. Kucaktan kucağa gezdirmedik ama yüzü gözü gün gibi ortadaydı. Bahadır bir koşu fotoğrafçı çağırdı tavernaya. Hem Selma ile çekirdek aile olarak fotoğraflarımız çekildi, hem de bütün çalışanlarla fotoğrafımız oldu. Xanthi benim büyük ailemdi, başka türlü bir çocuğum.

Mutlu olduğumuzca mutlu etmeye çalıştık hep. Çok ikramiye, çok erzak dağıtıldı. Bir sürü yere bağış yaptık, bir sürü kurban kesildi. Bizi bir kenara bıraktım, Selma'nın babası da çok saçtı savurdu. Evimize de geldiler. Ozan'ın hatırına küfür çıkmadı ağzımdan ama "Size geniş bir ev alayım, buraya sıkışmışsınız," dediğinde Selma beni güç bela tuttu. Yanlarında duramadım. Ha dedeliği de bu kadar. Kucağına alıp bir güldüğünü gördün mü dersen, görmedim. Ama erkek oluşuna pek sevindi.

Sana güzel şeyler anlatmak isterim. Tepeden tırnağa mutlu zamanlardı ama dönüp bakınca en aklımda kalan sabah vakitleridir. Gün ışırdı, Selma'nın şarkılarıyla güne başlardım. Ozan'ın agusu gugusu olurdu bir de. Bebeklerin daha çok küçükken anne ve babasının sesine aşina olduklarını duymuştum. Ozan annesine gülücükler saçardı. Genel olarak güleç yüzlüydü ama annesinin kucağında ağladığını bilmem. Ne zamanki Selma onu beşiğine bırakır, işte o zaman bozulurdu Ozan. Yine de gürültücüydü diyemem.

Hiç güneşi bu salonda karşıladınız mı? Bir gün dikkat et, açık havada güneş doğarken sarı bir ışık dolar içeri. Sapsarı bir ışık. Selma, Ozan'ı havalara kaldırıp şarkılar söylerken gölgeleri duvarlarda dans ederdi. Benim için en yalın haliyle huzur buydu. Sevdiği bir şarkı vardı; "Gülpembe bahar türküleriyle, kıyıda gölgesine oturup zeytin ağacının, ben geldim derim eski günlerim..."

Hem söyler hem de kucağında Ozan'la döne dolana dans ederdi. Beni gördü mü yanaşır, günaydın öpüşüyle Ozan'ı kucağıma bırakır ve kahvaltı hazırlığına girişirdi.

Çok lezzetli miydi eli hayır. Ama eve yardımcı birinin girmesinden hoşnut olmazdı. Birinin ayak altında olması huzurunu kaçırırdı. Bu yüzden yetebildiği yere kadar tek başına baktı Ozan'a.

Doğum sonrasında kilo almaktan yana endişeleri vardı. Ona sorsan doğumdan sonra kilo aldığını da söylerdi lakin bütün bedenini avucumun içi gibi bilen bendim. Fazlası falan yoktu. Her zaman ipince bir kadındı. Ozan'a bakarken de süsünden püsünden hiç eksilmedi. Dışarı her çıkışında gözleri üzerine toplamaya devam etti. Severdi bunu. Ağzından bu şekilde duymuş değilim, tevazu göstermeyi bilirdi ama özgüveni bakışlarında yatan bir kadındı. Bundan sebep giydikleri bir değil iki kere yakışırdı. Bebek arabasını önüne kattı mı yürümek ona hiç koymazdı. Arabayı iten kadına baksan manken dersin. Podyumda gibi yürürdü. Bu yüzden dergilere de çıktı...

Bir öğle vakti Xanthi'ye geldiler Ozan'la. Ozan daha birkaç aylık olsa gerek. Ekim bilemedin kasımdır zaman. Giydiklerinden anımsamaya çalışıyorum, öyle çok soğuk değildi hava. Bir şirketin kuruluş yıldönümü için yemek organizasyonuyla ilgili görüşme yapıyorduk. Selma gelince adamlardan müsaade istedim, hem onu hem Ozan'ı öpüp bir masaya oturttum. Az sonra geleceğim dedim. Uzun sürmedi işim, yanlarına geçtikten kısa bir süre sonra bahçede yemek yiyen bir müşteri yanımıza geldi. Tanıdığım biri değildi. Ozan için ikimizi de tebrik ettikten sonra kendisini tanıttı.

O yıllarda çok sevilen, takip edilen bir kadın dergisinin editörüymüş. Dergiyi ben bilmiyordum da Selma biliyordu, ara ara okurdu. Masamıza oturdu, bir süre havadan sudan sohbet ettik. Aslında daha çok Selma ile ilgileniyordu. Bebek bakımından tut, kıyafetlerine kadar ıncık cıncık şeyler üzerine konuşmaya başladıklarında müsaade isteyerek masadan kalktım, başka başka şeylerle ilgilendim. Yanlarına geri döndüğümde, kadın kalktı, Selma'ya sizden haber bekleyeceğim dedi ve uzaklaştı.

"Ne haberi bekliyormuş?" diyerek oturdum Selma'nın yanına. Biraz heyecanlı biraz şaşkındı. "Dergi için haber yapmak istiyormuş," dedi. "Ne haberi?" dedim. "Hem taverna olacakmış haberde hem de biz, ben," dedi. Güldüm. "Nasıl olacakmış o?" dedim.

"Röportaj gibi," dedi. "Dergide görüyorum öyle şeyler ama haberin konusunun ben olabileceğimi düşünmemiştim hiç," dedi. "Aslında konu annelik ve güzellikti ama mühendis olduğumu duyunca pek bir şaşırdı. Anlamıyorum ki, güzel olunca okul okunmuyor mu? Ya da diploma alınca çocuk doğrulmuyor mu?"

Ciddi ciddi soruyor bana. "Eh" dedim. "Anlatırsın hepsinin bir arada nasıl olduğunu, onlar da öğrenir."

Kirpiklerini savura savura baktı yüzüme. "Münasip olur mu ki?" dedi.

"Çıplak poz vereceksen olmaz," dedim. Peçetesini savurdu bana. "Ciddi bir şey konuşuyoruz Rafet," dedi. Oysa ben de ciddiydim. "Sen nasıl istersen öyle olur Selma," diye cevap verdim. "Teklif sana gelmiş. Üzerine konuşabileceğin, anlatabileceğin bir şey var mı yok mu ben nereden bileyim. İnsanlar bakıp güzelliğini kıskanacak. Bana da ne ballı herif diyecekler. Gördüğün gibi ben her türlü kârdayım."

Selma biraz doğu biraz batıydı. Görüntüsü batı, ruhu batıda büyütülmüş şark. Benden müsaade almadan küçük kararlar bile vermezdi. Bense babası her hususta anasının ağzına bakan bir çocuk olarak büyüdüm. Bizim evde kararları hep annem verirdi. Dalaşları bile tiyatroydu hep. Sonunda annemin istediğinin olacağını herkes bilirdi. Yani demem o ki, ben bir kadına karışmayı, karşı çıkmayı, isteklerine olmaz demeyi görmedim, bilmedim. Hiçbir koşulda uygun da bulmam bunu.

Hele ki Selma gibi âşık olduğum bir kadına bir şeyi yasak edeceğim, olmaz diyeceğim... Mümkün değil. Selma sonra sonra alıştı buna. Benim ona hiçbir meselede köstek olmayacağımı idrak etti.

"Kabul edersem fotoğrafları burada çekerlermiş. Mekânın da reklamı olurmuş."

"Gördüğün gibi kârım büyüyor," dedim.

"Yalnız bana burayı nasıl açtınız falan diye de sordu. Yani beni de patronu sanıyor," dedi. "Aksini söyledim de duymazdan geldi."

"Burada sanılacak bir şey yok ki," dedim. "Xanthi'nin patroniçesi yapsın haberin başlığını. Çerçeveletip şuraya asarız."

Astım da. Ha Selma hemen indirdi, orası ayrı bir komedi. Bir hafta kadar sonra aradı kadını, kabul etti röportajı. Küçük bir ekiple geldiler Xanthi'ye. Boş olsun diye hafta içi bir sabah saatini seçtik. Sonbahar dekoruna geçmiştik ama çekim için zeytin ağaçlarını tercih ettiler. Selma, üç takım kıyafetle geldi tavernaya. Beni çağırdı, hangisi olsun dedi. Ben sarı rengi her zaman çok yakıştırdım ona. Düşünmeden sarıyı seçtim. Beyaz yakalı kısa elbisesi, İtalya'dan aldığı yeşil yüksek topuklu ayakkabıları, yağ yeşili eldivenleri ve vazgeçmediği küpeleri, yüzükleriyle beyaz sandalyede oturan Selma... Bir sandalye daha yanaştırmışlardı bacaklarını uzatsın diye. Benden de bir kadeh beyaz şarap istedi. İçmek için değil, poz vermek için. Kadehi önüne bırakırken, eğildim de boynundan öptüm. "Nazar boncuğu taktın mı?" dedim kulağına. Çünkü takardı, hem kendisine hem de Ozan'a. Güldü, cevap vermeyip eliyle göğsüne dokundu. İçine takmış, anladım. Çok severdi böyle şeyleri.

Ne fotoğraflar çekildi ama... Seyri bile göğsümü kabartmıştı da fotoğraflar elime gelince daha başka bir büyü sardı beni. Gördüğüm o güzel kadının kocası olduğum gerçeğinin bana yaşattığı tatmini bilemezsin...

O güne dönecek olursam, fotoğrafları çekildikten sonra Ozan'ı kucakladı. Paşazade o gün beyazlar içindeydi. Bir dizi fotoğraf daha çekildi.

Ozan İngiliz Kraliyetinin torunu olduğundan, annesi tarafından oyuncak bebek muamelesi görürdü. Çünkü kendisi için alınmış ya da diktirilmiş yüzlerce kıyafet bir kez bile giyilmeden küçülmeye başlayınca Selma çareyi, canı sıkıldıkça Ozan'ın üzerini değiştirmekte bulmuştu. Saat başı üst baş değiştirdiği çok gün oldu.

Her neyse, röportaj sırasında Ozan'ı ondan aldım, baba oğul voltalar atarak izledik Selma'yı. Sonra Ozan da olsun dediler. Selma onu benden alırken müşterek fotoğraflarımız da çekildi. Ha bunu fark eden Selma doğrudan yakamı bağrımı düzeltmeye başladı. Poz mu verdi bir yerim yamuk yumuk muydu bilmem ama...

Çekimden sonra dergiciler mekândan ayrılırken fotoğrafçı Selma'ya "Sizinle çalışmaktan aldığım keyfi hiçbir profesyonel mankenden almadım," dedi. Selma utandı. Benimse göğsüm kabardı.

Dergi kapağına koymak için Selma'nın tek olduğu fotoğrafı değil, Ozan'la olduğunu seçmişler. Röportajda tek başına oldukları var. Sağ alt köşede de üçümüzün fotoğrafı. Ne yapalım manken gibi adam olsam beni de büyük koyarlardı herhalde. Oğlumla karım kadar olamamışım demek ki... Ama içerik güzeldi, ben keyifle duvara asmıştım da, Selma kibir gördü, asılsın istemedi. Yine de evde açıp açıp baktığı çok olmuştur. Sonrasında bir dergi daha çekim istedi Selma'dan. Selma kabul etmedi.

"Bir gün kendi işimle haber yaparlarsa hayır demem," dedi. O günün sırasını bekliyordu ama önceliği hep Ozan oldu. Karşılığını da verdi Selma'ya. Daha sekiz aylıkken apaçık anne diyebiliyordu. Baba kadar sıradan, basit bir kelimeyi neredeyse yaşını dolduracakken söylüyordu. "Ba" deyip kalıyordu. İkinci "ba" bir türlü gelemedi. Akşamları evin içinde döne yuvarlana eğlenirdik. O emeklerdi, Selma ile ben de emeklerdik. Sonra Ozan bizi yakalayana kadar sevişirdik. İkinci bir çocuğumuz olsaydı halının üzerinde yapmış olurduk, hiç şüphem yok.

O sıralarda Beykoz'daki villa inşaatına girmiştik. Hazır almak daha mantıklıydı da Selma içini istediğim gibi yaptırmak istiyorum dediğinden, tadilat ile uğraşmaktansa doğrudan inşaatına müdahale edelim dedik. Ozan koşturmaya başlamadan yetişecekti ev.

Hayatımızda çok insan vardı ama evimize birilerinin gelip gittiği olmazdı. Mekânın sahibi diyorlar şimdi... Biz oyduk işte. Ozan'dan önce akşamlarımız evde geçmezdi. Hep gezip tozardık. Bir yerde yemek, bir yerde açılışlar, davetler, konserler, eğlenmeler... El ele gitmediğimiz yer yok. Selma'nın her akşam iki kadehi var. Ben bazen kaçırırdım ipin ucunu. Bazı geceler var. Kimseye anlatamam, Selma ile aramda... Anarken bile nefesim yetmiyor. Bir yerlerde beni görüyorsa, bunca yıl sonra nereden aklına geliyor bunlar deyip göz süzer bana. Doğru söylüyor, ondan bahsetmeyeli ne çok yıl oldu.

İnsanın oturduğu yerde ölçüp tartıp kendine yalan söylemeden "mutluyum" diyebilmesi büyük bir iş. Ben ne tarafından bakarsam bakayım, ne kadar az ya da çok düşünürsem düşüneyim "çok mutluyum" derdim. Selma'nın da başka türlü diyeceğini sanmam. Yağ ile bal içinde yaşayan insanlardık, çok aşıktık, çok seviyorduk, hem birbirimizi hem oğlumuzu.

Dersen ki hiç mi tartışmıyor, hiç mi kavga etmiyordunuz... Şimdi kulağına inanılmaz gelir ama hiç kavga etmedik. Bir kez bile. Tartışmak, hayır tartışılacak bir şeyimiz de yoktu. Bir tek anım vardır bununla ilgili. Doksan üç yılıydı, peş peşe iki şube açtık, birinin Kadıköy'de olması gerekiyordu, son anda ruhsat alamadık, işler sarpa sardı, kafamı kaşıyacak vaktimin olmadığı birkaç hafta var.

Beyoğlu'na adım bile atamamıştım ama Selma gündüzlerini hep orada geçirirdi. Ben bir aralık zaman bulursam gelip yemek yer, Ozan'ı görür hemen çıkardım. Onlardan birinde Halime hanım gelmişti yanıma. Bir dakika konuşabilir miyiz demişti, vaktimin olmadığını söylemiştim. Bir derdi varsa müdüre iletmesini söylemiştim. Sonra da çıkıp gittim. Benden sonra Selma çağırmış onu yanına. Derdi kızına iş istemekmiş. Muhasebeci sayılırmış, hem üniversite okuyup hem çalışacakmış. Selma bana sormadan tamam demiş, gitsin Cafer beyin yanına. Kısaca hiç bilmediğim birini, ihtiyaç yokken hem de muhasebeye işe almış.

Akşam olunca söyledi bana. Ne zaman gitsinler Cafer beyin yanına dedi. Bak orada bozulmuştum. İnsanlara yardım etmek ayrı şeydir, ihtiyaç olmadan personel almak hem de muhasebe gibi mühim ve mahrem bir alana personel almak ayrı şey. Kimmiş işe başlayacak olan? Yeterliliği var mıdır? Hem çalışıp hem okuyup ne yarar katacakmış bize? Kaldı ki ihtiyacımız yok. Öyle celallenmedim de doğru yapmadığını söyledim. Personele öyle güler yüz gösterirse böyle aşırı taleplerle çalarlar tabii kapısını.

Kızdı bana. Zaten utana sıkıla yanına geliyorlar bir çay içecek kadar dinlemiyorsun dedi. Elli tane adam var orada, her birine bir çay içimi vakit ayırsam oğlumun karımın yüzünü göremem.

İhtiyacı varsa para verseydin Selma, iş vermek ne demek dedim. Para istemedi kadın, iş istedi dedi. Her istediklerini verecek miyiz dediğimde "Sen getirmedin mi onu bilmem nerelerden, hiç mi mesuliyet hissetmiyorsun?" dedi.

Hissetmiyordum, niye hissedeyim. İş yaptık biz. Bir teklif sundum, o da kabul etti. Halime hanım her zaman diğer personelden iki kat fazla maaş almıştır, çocuğunun okumasının mesuliyetini neden ben üstleneyim?

Bir süre susup "Kökünün yerini değiştirdiğin çiçekten mesulsün," dedi. Nasıl duygusal bir bakış açısıdır o. İş dünyası böyle yürümez ki. Üç günde batarım... Geri adım atmadım, sonunda sustu ve özür diledi Selma. Bir daha karışmam deyip kalktı yanımdan. Bir bu sebeple tartıştığımızı bilirim. Onun dili özür dilese kaç yazar, yatağa girdiğimizde gönlünü alayım diye bir amuda kalkmadığım kaldı. Sabahında aramıştım Cafer beyi. Biri gelecek demiştim, bir iş bulun, uydurun. Ama bir gözünüz üstünde olsun demiştim. "İşi kıvıramazsa uzatmadan yol verirsiniz."

Meral'miş başlayan. Başladıktan sonra birkaç kez sormuştum. Nasıl, devamında yarar var mı demiştim. Sevdirmiş herhalde kendini. "Arı gibi kızcağız," demişti Cafer bey. "Her işe koşturuyor, yaşı da genç olunca neşe getirdi büroya. Ama gözüm üstünde."

Bir kere esprisini bile yaptık, kadroyu gençleştirsek mi diye. Cafer bey "Bizim gözlerimiz görmüyor artık," demişti. "Üç saatte yazdığımı, Meral yarım saatte derdest ediveriyor. Herkes yazılacak çizilecekleri kızın önüne bırakır oldu."

Bir iki kez daha methetti Cafer bey kızı. Selma'ya gidip bir şey demedim. Ama bilerek ya da bilmeyerek aldığı kararlar bana hep faiziyle döndü. Ben buna kendi içimde "iyilik kuramı" derdim. İçinde kötülük yoksa eylemlerin sana er ya da geç iyilikle dönüyor... Bilimsel geçerliliği yok. Kanıtlama aşamasındaydım, o sırada Selma kansere yakalandı.

Sene doksan beşti. Beykoz'a taşınmıştık. Evde yardımcımız vardı ama o ev işleri içindi. Ozan'ın bakımına karışmazdı. Daha doğrusu Selma bu işi kimseye bırakmadı.

Bahar vakti, Ozan'ın bahçede ilk kırmızı Mercedes'ini kullandığı zamanlar... Ozan erken uyanırdı, ben de erken kalkardım, güne beraber başlardık. Selma daha geç kalkar, çıplak ayaklarıyla bahçeye çıkar, bizi izlerdi. Ha bir de fotoğraf makinesi almıştı kendine. Boyuna Ozan'ı çeker dururdu. Her hafta bir sürü film yıkatırdı Beyoğlu'nda.

Bir sabah yataktan çıkmadı. Halsizim dedi. Ertesi gün yine böyle. Benim meseleye dahlim bu halsizliklerle başladı. Selma benden önce durumu fark etmiş. Koltuk altında bir şişkinlik varmış. Sonra memesinden bir akıntı gelince doktorun kapısını çalmış. Bana hiçbir şey demedi. Tümörü fark etmişler, tedaviye başlamak gerekmiş, Selma bana hiçbir şey demedi. Onun yerine yataktan çıkmak istemeyen bir kadına dönüştü. Bir iki gün soğuk algınlığıdır dedim, geçer dedim. İşe geç gittim, işten erken geldim, bir şey yok gibi. Sonra evdeki yardımcımız bana tuhaf bir şey söyledi. Selma öğlen uykusuna diye Ozan'ı da yanına katıp yataktan çıkarmıyormuş. Odaya kilitliyormuş Ozan'la kendisini.

Saçma geldi kulağıma. Çok saçma. Ertesi gün işe diye çıktım ama öğleden önce eve döndüm. Baktım bahçe boş. İçeri girdim, kadın beni görünce yatak odasını işaret etti başıyla. Hakikaten kapı kilitliydi. Çaldım çaldım açan yok. Neredeyse kapıyı kıracak hale geldim, Ozan kalkıp kapıyı açtı. Selma bildiğin uyuyor. Aklım yerinden çıktı. "N'apıyorsunuz burada?" dedim Ozan'a.

"Annemle uyuyoruz," dedi. Selma'nın yanı başında uzun uçuşlarda kullandığı uyku ilacı kutusu var. Ozan'a sen bir şey içtin mi dedim, hayır dedi. Güç bela uyandırdım Selma'yı. İçim geçmiş demekle yetindi. Kapıyı neden kilitledin dediğimde Ozan yapmıştır deyip geçti.

Konuşabilelim diye Ozan'ı bahçeye göndermek istedim çalışanla. Hah işte o zaman Selma yataktan kalkıp Ozan'ın kolundan tuttu. Kucağına çekti. "Oyun saati değil, yanımda dursun," deyip yatağa geri döndü. Tuhaf, çok tuhaf bir manzara.

"İyi, tamam," dedim. Kapıyı kapattım. Onlarla birlikte girdim yatağa. Ozan hiç o saatte uyur mu? Konuştukça konuşuyor. Selma onu boğarcasına sarıyor, öpüp duruyor. Ben yalnız Selma'ya bakıyorum. Dakikalarca bekledim, belki saat oldu. Sonunda Ozan'ı Selma'nın kollarından çekmek istedim, gözleri dolu dolu yüzüme baktı. "Yapma," der gibi. Ozan'ı öptüm, "Çık biraz bahçede oyna," dedim.

Zıplayıverdi. Allah biliyor, ters giden bir şey vardı ama ben paranoyak bir adam değildim. Meseleler karşısında her zaman en kötü ihtimali düşünen ya da felaket senaryoları yazan biri hiç değildim. Düşündüğüm tek şey Selma'nın bir şeye üzüldüğüydü. Nitekim Ozan gidince o da taşmak için titreyip duran gözyaşlarının arasından baktı yüzüme.

Elim yanağına uzandı. "Ne oldu?" dedim sessizce. "Neye üzüldün?" Cevap vermek bir yana dursun, ağlamaktan nefes alamayacak sandım. Yanı başındaki sürahiyi yüzüne boşalttım, avuç avuç suyla kendine gelemedi. Aklım yerinden çıktı. Diri diri elini kolunu kesseler öyle ağlayamaz bir insan. Bir yandan konuşuyor, bir şeyler anlatıyor ama ağzından çıkanlar anlaşılacak gibi değil. Sonunda "Hastayım," dediğini anlayabildim.

Ne hastası diyemedim. Selma'yı bu hale sokabilecek tek bir ihtimal vardı. Adını ağzıma değdirmek bile istemedim. İki gün sonra Londra'daydık. Ben Ozan'ı yanımızda götürmek istemedim, yeri değildi, zamanı değildi ama Selma Ozan'ı bir saniye bile yanından ayırmıyordu ki.

Tıbben tabloya bakacak olursak tedavi planı için kanserin hangi evrede odluğunu tespit ederek işe başladılar. Bir sürü, bir sürü tahlil. Özel bir klinikteydik. Korkularımın bir önemi yoktu, yegâne amacım Selma'nın elini tutmak, yüzünü güldürmekti.

Bir de ben kanserle tanışık bir adam değildim. Şuradan buradan birilerinin kanser olduğunu duymaktan öte meseleyle ilgili en ufak bir bilgim yoktu. Kim başına gelene kadar kanseri öğrenmeye çalışır ki?

Ve çok acı ama tanışana kadar hatta tanıştıktan bile sonra onun ne kadar ciddi bir illet olduğunu anlamıyorsun. Şaka yapmıyor, öldürmek için üstüne üstüne yürüyor. Son anda vazgeçmek gibi bir hali de yok.

Selma meme kanseriydi ama henüz ikinci evredeydi. Lenf bezlerine sıçramış iki santimden küçük bir tümörden söz ediliyordu. Doktor olumsuz bir tablo çizmedi bize. Bir sürü ihtimalden bahsetti. En keskin çözümün cerrahi müdahale olduğunu söylüyordu. Mastektomi ve peşinden gelecek on haftalık bir radyoterapi programı vardı. Bence harika bir şeydi ve derhal ne gerekiyorsa yapılsın dediğimde Selma uzun uzun yüzüme baktı.

Sahip olmadığın şeyden vazgeçmek kolay oluyor. Alt tarafı bir memesini alacaklar, olacak bitecek dedim içimden. Selma öyle görmedi. Alternatifleri dinlemek istedi. Tabii bütün bu diyaloglar İngilizce kuruluyor. Ben geçen zamanda dilimi geliştirmiştim ama bir şeyleri duymak ve anlamak anadiline benzemiyor.

Neyle karşı karşıya olduğumuzu ne zaman anladım biliyor musun? Doktorun tedavi yöntemleri karşısında "yaşama şansından" bahsettiği sırada. Yaşama şansının eş anlamlısı ölme ihtimali demek.

Selma'nın yok olmasından bahsettiklerini anladığımda bütün dirayetim kırıldı. Oracıkta, az evvel Selma için ameliyat olsun bitsin dediğim koltukta otururken titreye titreye ağlamaya başladım. Ozan korkunca, Selma beni teselli etmek zorunda kaldı. Bunu fark edince kendimi sıka sıka oturduğum yerde parmaklarımı ezdim.

Bunlar olurken yanımızda bir de Ozan var. Düşünebiliyor musun? Ne işi var yanımızda? Nasıl avutalım, avutacak hal mı var bizde? Selma onu oyuncak gibi kucağından düşürmüyor...

Selma ameliyatı kabul etmedi. O zaman tümörü gözlemleyip aynı anda radyoterapi sürecine başlamamız söz konusu oldu. Doktora sorduğu bir diğer şey de saçlarıydı. "Dökülecekler mi?" dedi. Doktor radyoterapide saçın dökülmeyeceğini söyleyince yüzünden bir sıcaklık geçti, sessizce sevindi.

İngiltere'de dokuz ay kaldık. Yarısı klinikteki özel odamızda geçen zamanlardı. Selma çoğu zaman halsizdi, uyuyordu, uyanınca gözleri önce Ozan'ı sonra beni arıyordu. Öyle odaya girip çıkması da kolay değil. Bir süre tek başına tuttular, ziyaret yasaktı, ölümden beter günlerdi derim ama moralsiz değildik. Bir kere "ölüm" kelimesi yasaklı kelimemizdi. Anlaşmıştık. Bir süreçti, bitecekti ve evimize gidecektik.

Bir gün Selma yatağında yatarken ama uyumaz ve neşeliyken ona şöyle demiştim. "Selma sanki seni kaçırmışım gibi hissediyorum. Bütün dünya peşimizdeyken biz Londra'da yeni bir hayata başlamışız." Bir yandan öyleydi, yeni bir hayattı bu.

Tedavinin ikinci kısmında, Selma kendini iyi hissettiği sürece klinikten çıkmak, yürüyüş yapmak, dışarıda olmak sorun değildi. Kontrol altında olması için klinikten hiç uzaklaşmadık ama hep el eleydik. En önemlisi Selma, Ozan'ı görüyordu. Görünce de iyileşmek için nasıl çabalıyordu bilsen. Neşesi keyfi yerine geldiği zaman ona "İstersen dönmeyelim," demiştim. "İngiltere'de devam edelim hayatımıza."

Tamam demesi yeterliydi ama İstanbul'u özlediğini söylüyordu. Bunun yerine hayaller kuruyordu. "Dönünce artık çalışmak istiyorum," demişti bana.

"Önce sıcak denizlerin tadını çıkaralım," demiştim. "Biraz Türkiye, biraz Yunanistan. Biraz su, biraz güneş. Sonra tekstil sektörüyle tanıştırırsın bizi."

Türkiye'ye doksan altı yılının ortasında döndük. İstanbul'da bir göründük, baktık insanların ilgisiyle baş etmek çok zor, hemen İskeçe'ye kaçtık. Annemin papatya çaylarıyla dolduk, dağ başı köyleri keşfe çıktık, biraz oğlak eti, biraz ördek yahnisi derken Selma'ya kilo bile aldırdık.

Bilhassa babam Selma'yı en çok güldüren insandı. Kaynamış oğlak bacağını tutup Selma'nın yüzüne yüzüne savururken "Bak kızcağzım, bunun içinde ilik vardır ilik, her derde devadır, bunu böyle yere vura vura çıkaracak, hapur hupur yiyeceksin. Esas hastalık zayıflıktır. Siz hiç hastalanan şişko gördünüz mü?" deyişi vardı ki, başka türlü bir tedaviyle karşılaştık İskeçe'de.

Annemle babamın kuzusuydu Selma. Yanlarına gittiğimiz zaman, o akşam, babam kaç kere tutup Selma'yı alnından öptü sayamadım. Selma da nasıl seviniyor onları öyle gördükçe. Annem sana ondan çok bahşetmiş, çok dinlemişsin. Ama asıl Selma tutkunu babamdır. Duygularını belli edemez ama Selma ile evlendiğim için beni bile daha çok sevmiştir.

İlaçtan öteydi İskeçe'de geçirdiğimiz günler, çayda suya gire çıka en ilkel yöntemlerle balık tutardık. Rehber babamdı. Sonra bir güzel temizlerdik onları. Selma tiksinirdi bu işten ama üç beş zaman sonra usta balıkçılara taş çıkaracak kadar çok balık yakalamaya başlamıştı.

Babamın Selma'ya bakıp "Balıklar bile sever bu kızcağızı, benim ihtiyar bacaklarımı gören kaçıyor, Selma'yı gören koşa koşa yüzüyor," deyişi var ki, Selma da sarılıp öpmüştü babamı. Utanmıştı bizimki, havaya bakıp durmuştu. Gözler nemli.

Bunlardan sebep o "dönelim" diyene kadar İstanbul'un adını anmadım. Sonra döndük. Yepyeni bir hayat değildi bizimki. Her şey olduğu gibi duruyordu ama işti güçtü, o kadar umurumuzda olmadı ki. Hep üç kişi yatardık yatakta. Selma'nın iyiliğinin yarıdan fazlası Ozan sebepliydi. O yüzden Ozan'ı kendi odasına göndermedik hiç. Sene oldu bitti, biz hiç baş başa uyumadık. Sevişmedik. Yakındığımı sanma, lafı bile olmaz bunun ama Selma'nın iyi olduğunu, iyi hissettiğini ancak Ozan'ı kendi odasında yatırdığı zaman anladım. Bir gece yarısı "Hâlâ güzel buluyor musun beni Rafet?" dedi.

Öyle saçma bir soruydu ki. Bir kere Selma'da değişen bir şey yoktu ama olsaydı, memesini, saçını yahut yüzünü bile kaybetseydi, Selma yine benim âşık olduğum kadın olacaktı. Yalnız bunu onun gözünden görmek, anlamak zor bir şeydi. Hastalıkla, hastalık korkusuyla, canıyla sınanan oydu.

İnan bana insanın bedeni, organları, duygularından daha sağlam. Hisler daha kolay hasta oluyor, daha kolay inciniyor. İyileşmeleri de hiç kısa sürmüyor.

Doksan altı yılının sonuna kadar bir ayağımız hep doktorda yaşadık. Doksan yedi yılında nispeten daha özgürdük. Korkularımız yatışmaya başladı. Tahliller hep temiz çıkıyordu. Kontroller daha da seyrekleşti. Ozan yarı zamanlı kreşe başladı. Biz Selma ile eskisinden bile çok gezer tozar olduk. Tavernaya geldiği zaman yediden yetmişe herkes Selma'yı mutlu etmeye çalışıyordu. Daha önce dedim ya sana, işim benim ikinci ailem diye. Hakikaten öyleydi, Selma'yı ne çok sevdiklerini gördüm, o da gördü. Mutluluk yaşamla arandaki bağları kuvvetlendiriyor. Sokak müzisyenleri bile bahçenin yanından geçerken Selma için şarkılar söylerdi. Çay çorba içmeden, yalnız sevdiklerinden.

Personeli bir göreceksin. Ben istemeden kimse bana çay kahve getirmez. Selma adım attığı an yasemin çayı önüne gelir. Masasına taze bir çiçek kondururlar. Köyünden tereyağı, bal, peynir getiren getirene. Halime hanım Selma seviyor diye gün ortasında elleriyle peynirli börek açardı. Hayatında Selma'yı en kilolu gördüğüm zamanlar diyebilirim. Bir kere hangi densizdi çok iyi hatırlıyorum, Ozan'a kardeş yapmayacak mısınız demişti de Selma'nın canı bir tek o zaman sıkılmıştı.

Nasıl istediğini anlattım sana. Ama tedaviden sonra adını bile anamadı. Anmasın da. Biz canımızla boğuşurken milletin derdi...

O sene birkaç dergiye beraber poz verdik. İş dergileriydi, röportajlar da ticaret ve iş dünyasına ilişkindi. Benle konuştular daha çok. Ama bir yerde Selma'ya da sorular sormaya başladılar. Hatta röportajı yapan genç kız Selma'ya bir güzellik sırrınız var mı diye sordu. Selma bana bakıp "Rafet'in aşkı," demişti. İçimde nasıl yer ettiyse o zaman rüyalarıma girip durmuştu.

Yine de doksan yedi yazını Ozan'ın doğum günüyle hatırlarım. Her sene onun doğum günlerine çok özenirdi Selma ama doksan yedi yazındaki doğum günü kutlamaları panayırdan farksızdı.

Ev bahçeli olunca, mevsim de yaz olunca havuzlu doğum günü partisine aşinaydık. Palyaçolar, başka başka yaşlardan çocuklar, oyuncaklarına boğulan Ozan... Bu normal, bu sıradan olan. Benim hatırımdaki burası değil, Çiçek Pasajındaki kutlama.

Ozan'ın doğum gününden iki üç gün sonrasıydı. Selma Ozan'la el ele geldi tavernaya. Yolu uzatmışlar, arabadan inip bütün İstiklal'i yürümüşler. Yürürken seyyar salıncağa denk gelmişler, Ozan'ın binesi gelmiş ama Selma başka bir şey düşünmüş. Tutmuş salıncakçıyı Çiçek Pasajına çekmiş. Benim yanıma geldi. "Rafet bu adamın günlük parasını versek de, isteyen çocuk burada sallansa ya bugün," dedi.

Bir de Markiz'e garson gönderdik, beş on pasta aldık. Bahçenin yarısını kapattı Selma. Sorarsan taverna... Ama akşama kadar bütün sokak çocukları bizim bahçedeydi. Yiyen içen salıncağa koştu. Ozan da aralarında. Selma durup durup bahçeden çıkıyor, kedinin ciğere baktığı gibi salıncaklara bakıyor. "E bin sen de," dedim. "Münasip olur mu?" dedi.

Bana sorarsa taverna da bu işler için münasip değil ama neler neler oldu. Selma çocuklardan daha mutlu oldu salıncağa binince. Önündeki oturağa da Ozan geçti. Baktım adam salıncağı döndürecek kolu çevirmekte zorlanıyor, hadi dedim o işi de sen üstlen Rafet. Bir fotoğrafımız var, ben salıncak döndürüyorum, Selma ile Ozan el ele tutuşmuş... Fotoğrafın sesi yok ama ben hatırlıyorum, Ozan'ın kahkahaları kulağımın ucunda duruyor. Hazinelerim.

Böyle böyle geçti zaman. Önceleri yüreğimin ucunda hep bir korku vardı. Selma'da da aynından hatta çok daha fazlasından olduğuna eminim.

Allah hiçbir erkeği âşık olduğu kadınla sevişirken memesinde olmaması gereken bir kitle var mı yok mu diye endişelere salmasın. Onu okşarken içinde iblis misali taşlaşmış bir tümör aratmasın. Bazen bunu farkında olmadan yapardım. Selma anlardı, buruk kalırdık. Ama geçti mi dersen, geçti.

Denizle boğuşup bata çıka nefes aldıktan sonra, fırtına bitti, deniz duruldu. Yorgunluğumuzu suyun üzerinde hareketsiz kalarak dindirmek istedik. İkinci dalga çok kuvvetli geldi, çırpındık çırpındık, sonunda ben hayatta kalırken, Selma denizin derinliklerinde kayboldu. Kurtaramadım, hiçbir şey yapamadım.

İki bin bir bitecekti. Son çeyrekteydik. Dünyada kriz var. Bir dizi tedbir aldık. Selma başımda "işçi çıkartma" deyip duruyor. Ozan on yaşını doldurmuş, onun neyi sevip neyi sevmediğini keşfetmeye çalışıyoruz. Selma'ca kabiliyet testlerine giriyor Ozan.

Ama müzik konusunda pes etmişti. Ozan piyanodan, gitardan, hele ki ney gibi sabır isteyen enstrümanlardan hiç haz etmiyor. Okula gidiyor. Arkadaşlarıyla arası iyi, enerjisi hiç bitmiyor. Öyle çok bitmiyor ki, okuldan gelip bir de bahçede Selma ile boğuşuyorlar. O günlerde belim ağrıyor diye sayıklamaya başladı Selma. İlk şikayetiydi bel ağrısı. Bel, sırt, boyun. İlişkilendirebileceğimiz bir şikâyet olsa doktora koşarız ama mevsim geçişi, üşütmek ya da incitmiş olmak... Çok kulak asmadık bunlara. Kulak asmadık dediğim en çok on gün. Bilemedin iki hafta. Hep sağ göğsündeydi gözümüz, hep ondan korkar dururduk. Bu kez sol göğsünden yumruk yedik.

Doktorların korkabilecekleri bütün riskleri içinde yaşatan bir tümörle sarsıldık. O kadar tahlil ve tetkike rağmen, o kadar peşinde olmamıza rağmen... Senelerdir hazırlıklı ve temkinliyiz sanıyordum. Ondan bir adım önde olduğumuzu sanıyordum.

Allah'a inancımın sarsıldığı zamanlardı. O kadar dua, o kadar iyilik, kimseye bir kötülüğümüzün dokunmaması ama buna karşın Selma'ya reva görülen acı. Yahu diyorum, ben boktan bir adamım desem, Selma'nın günahı ne? Ozan'ın günahı ne? Neden bu kadar çok acı çekmek zorundayız? Hiçbir borçtan kaçmadım, vergi kaçırmadım, işçinin hakkına girmedim, zekat mı dersin ne dersin, bir dünya bağış yaptım, harama el uzatmadım, neden Selma? Bir günahı varsa ben ödeyeyim, neden o?

Yeni bir tümörle karşılaştığımızda Selma benden güçlüydü. Benim isyanım karşısında sakince "Tamam Rafet," dedi. "Alışığım, böyle büyük tepkiler verme, bir işe yaramıyor."

Henüz İstanbul'daydık. Cerrahi müdahale şart dediler. Selma Londra'ya gitmek istedi. Kimseye bir şey demeden, kliniğe yatıp üç beş ay geçirecek gibi hazırlandık. "Ozan?" dedim Selma'ya. "Onu anneme gönderelim." Gözlerini koca koca açtı da "Ne diyorsun sen Rafet?" dedi. Oysa Ozan orada ayak bağından başka hiçbir şey değil. Anne oğul tarumar oluyorlar, bilmiyor muyum? Üstelik bakıcı gerek. Kadının pasaportu vizesi... Zaman kaybettiren şeyler. Selma yalnızca "Beraber bakarız," dedi. "E okulu?" dedim... Buna cevap veremedi de yine de "Bizimle gelsin," dedi.

Bakıcı almadan beraber gittik. Çocuk işte, duraksız. Oyun istiyor, gezmek tozmak, yemek içmek istiyor. Klinikte sıra beklemek istemiyor, oturmuyor, otursa bile Selma'nın kucağından inmiyor. Ağrısı var, acısı var, Selma sesini çıkarmıyor. Benim canım hep burnumda. Bir iki kere Ozan'a sesimi yükselttim diye Selma ağlamaya başladı. Ozan ürktü. Ne yapayım?

İlk görüşmemizde, Türkiye'deki tahlillerimize bakıp ameliyat dediler. Hatta öyle kısa kestiler ki, iki memenin birden alınması gerek dediler. Selma geçen sefer ne dediyse yineledi. "Başka?" Başka bir şey yoktu. Ameliyattan sonra da ağır ölçülerde kemoterapi görecekti çünkü metastaz dedikleri şeyle bedenine yayılan... Eklem ağrılarının, sırt ve bel ağrılarının sebebi buydu.

"Düşünmek istiyorum," dedi Selma. O zaman doktoru masasının üstünde süs gibi duran kum saatini alıp ters çevirdi. "Düşünün ama şu an bu durumdayız," dedi. Bir yandan başka doktorlar arıyoruz, bütün imkanlarımızı, eşimizi dostumuzu, herkesi seferber ettik. New York'ta bir doktor önerdiler. Bir sürü resmi işi devirip bulabildiğimiz ilk uçakla Londra'dan uçtuk. Ozan yine bizimleydi. Oradaki doktor da iki göğsün birden alınması gerek dedi. Selma "Ameliyat olmazsam?" dediğinde apaçık "En fazla dört beş ay yaşarsınız," dendi.

Ozan kapının önünde, hemşirelerin yanında bekliyor. Selma'nın gözleri doldu da kapıya bakıp sustu. Ben bağıra çağıra ağlamamak için ağzımı örttüm. Öyle düşünmek için üç beş gün zamanımız var sanma. Yok, hiç zaman yok.

İngiltere'ye döndük. Selma ameliyata girdi. Kapısında Ozan'la beraber bekledim. Ozan "Ne zaman eve döneceğiz?" diye soruyor. "Ne zaman okula gideceğim?" diyor. "Annem ne zaman iyileşecek?" diyor. Bekliyoruz... Kucağımda uyuyakalıyor. Yüzünü seyrediyorum, Selma'ya benzemiyor, üzülüyorum. Onu taşıyan bacaklarım uyuşuyor, onu Selma için hazırlanan odaya götürüp yatırıyorum, nasıl olsa Selma çıktığında yoğun bakımda olacak. Bir saat daha, iki saat daha. Doktor, hemşire kimi bulursam soruyorum, ameliyat devam ediyor diyorlar. Dokuz saat sonra Selma'nın ameliyatı bitiyor. Doktor mu daha yorgun, ben mi?

Sol göğsünü alabilmişler, sağ kalmış. Planlanan bu değildi, iyi bir şey mi diye düşünüyorum. İyi şeylere açım, iyi şeyler duymak istiyorum. Yok. Bağırıp çağırmaya başlamışım. Ben buraları çok hatırlamıyorum. Gözümü bir yatakta açtım. Kolumda serum. Rüya görüyorum sandım. Hasta olan Selma'ydı, yatan neden benim? Selma hâlâ yoğun bakımda. Ozan'ı hemşirelerden biri almış, dışarıda oynuyorlar.

Selma yoğun bakımdan çıktı. Eli sürekli göğsüne gidiyor. Biri var, biri yok. Bir şeylerin yolunda gitmediğini buradan anlıyor. Yarası büyük, canı yanıyor. Kemoterapi için toparlanması gerek, yanında uzun süre durmama izin vermiyorlar. Ozan'ı soruyor, görmek istiyor. Bu ortamın çocuk için uygun olmadığını söylüyorlar. Hatta klinikte olduğu sürece Ozan'ın gelip gitmesini kabul etmiyorlar. Selma o zaman Türkiye'ye dönelim diyor. Böyle konuşmadık, böyle planlamadık. Ozan'ı gönderelim diyorum, bir arkadaşımız İstanbul'dan gelip alacak, olmaz diyor.

Ambulans uçak bulma serüveni başlıyor o zaman. Sorumluluğu üstlenip birkaç gün sonra hastaneden çıkış yapıyoruz. Doğrudan özel hastaneye uçuyoruz. Anadilde kemoterapi serüvenimizin başlaması için Selma'nın toparlanması gerek. Ozan'ı avutamıyoruz artık. Selma ile yan yana geldikleri zaman çok fazla ağlıyorlar. İkisi de.

Sonunda biraz toparlanıyor Selma. Evimize dönüyoruz. Yüzlerimiz yarım gülüşlü. En mutlumuz Ozan. Annesinin iyileştiğini düşünüyor. Harap oldu dönemi ama okula gitsin istiyorum. Gitsin ki evde Selma'nın yakasında durmasın. Benim bütün düşüncelerim Selma'dan ibaret... Babası geldi birkaç kez. Başka zaman telefonla arardı, eve gelince "Ozan'ı yanıma alayım, oğlan çocuğudur, benden âlâ kim bakacak?" dedi. İnanır mısın, o adamdan hiç haz etmesem de Selma evet dese, Ozan'ı bir süre için dedesinin yanına gönderirdim. Selma babasını ondan hiç duymadığım bir sesle bağıra çağıra evden kovdu. Bedeninde var olan bir gıdım enerjisini o adama harcadı da iki gün kıpırtısız yattı.

Yüzü eskisi gibi gülmüyordu. Eve geldiğimizde yanımızda bir hemşiremiz vardı ama odasına ben taşıdım. Yıkanıp dinlenmekti niyeti. Aynada kendisini görünce suskunlaştı. Bir pijama çıkarmak istedim dolaptan. Hangisiyle rahat edeceğini sordum. Bir şeyler gösteriyorum ona. Geceliklerine bakıp durdu. Sonra yardımcı kadına seslendi, bunları dolaptan kaldırır mısın dedi. Sırası değil, yeri değil, önemli değil... Kalbinin kapılarını bana kapadı.

Birkaç sene evvel gazetenin sağlık köşesinde mastektomi sonrası hastaya gerçek meme ile neredeyse bire bir aynı meme oluşturabildikleri yazıyordu. Küçük bir paragrafta, memesi alınan hastaların psikolojisinden bahsetmişler, memenin kadının cinsel kimliği için önemli olduğunu, hastanın bununla yaşamakta zorlandığını falan söylemişler. Alt tarafı bir meme dedim Bahar. Alt tarafı bir meme. Keşke benim kolumu bacağımı alsalardı da Selma'ya dokunmasalardı. Çünkü toparlanamadı.

Sarılarak uyuyamadık, yatağın yattığı tarafı bile memesine ters düştü de yer değiştirelim diyemedi. Kıyafetlerini giymek istemedi, asla giymediği, giymeyeceği şeyleri üstüne çullanıp aynaya bakmaz oldu. Az konuşuyordu. Hatta Ozan dışında biriyle konuştuğu da yoktu. "Dışarı çıkıp gezelim mi biraz?" dedim birkaç kez. "Sen çık Rafet," diyor, sonra da yatağına yatıyordu.

Israr etmeyi denedim. Evde durmaktan bunaldığımı sandı. Bu kez beni kışkışlamaya çalıştı. Ben ömür boyu onun dizinin dibinde yaşardım. Derdim benle ilgili değildi ki... İşe gitmiyordum, umurumda bile değildi. Ama daima yanında olmam Selma'nın sinirini bozmaya başladı.

Selma'nın bütün tedavisi yurt dışında yapıldı. Öncesi, lise zamanı da öyle olmuş. Ozan için Türkiye'ye döndüğümüzde de özel hastanede tedavi gördü. Devlet hastanesinin kapısına yaklaşmadık bile. Ama kemoterapiye başlamadan önce oradan buradan çok fazla önerdikleri bir doktorla görüşsek mi dedik... Çapa'da bir profesör. Randevu aldık, saati geçti, kapısında bekliyoruz. Uzun sürdü bekleyişimiz, sinirim bozulmaya başladı. Alışık olduğum hastane konforu da yok. Ha konfor dediysem kendim için bir şey beklediğimi sanma. Selma yoruluyor, derdim o. Kalabalık, bağır çağır insan sesleri. Yakalayabildiğim her hemşireye, sekretere yakındım. Sonunda adamın odasına girebildik. Yalan değil, doğru düzgün yüzümüze bakmadı.

Kolumun altında yapışmış gibi duran bir klasör var. Selma'nın bütün hastalık geçmişi, eski yeni tahlilleri, operasyon bilmem nesi... Uzunca inceledi hepsini. Bir şey desin ama güzel bir şey desin diye ağzının içine bakıyorum. Bir şey desin de Selma umut bulsun, yüzü gülsün. Demedi. Tek bir güzel söz çıkmadı ağzından. Aslına bakarsan benle de konuşmadı. Hep Selma'ya baktı, hep onla konuştu. Ağzından çıkan ilk cümle "Siz kanserle arkadaş olmuşsunuz" oldu. Selma gülümsedi. "Seviyor beni," dedi. "Üç beş yılda bir yokluyor."

Sonra "Gelecekten ne bekliyorsunuz Selma hanım?" dedi.

"Galiba bu kez yollarımızı ayıramayacağız," dedi Selma. Ağır ağır başını salladı adam. Yerimden kalkıp ağzını örtmek istedim. Tek bir kelime etse adama tekne tokat ana avrat dümdüz saldıracağım, zor tutuyorum kendimi.

"Bu tahlillere bakarak şunu söyleyebilirim, operasyon olmuşsunuz ama bana gelseydiniz ben bu ameliyatı yapmazdım," dedi. Kısacık baktı Selma'ya. Sonra klasörün içinden bir kâğıt çekti. "Belki," dedi. "Seneler önce gelseydiniz, o zaman sizin iki memenizi de alır, sorunu kökünden kuruturduk. Ama siz kanser hücrelerini öldürüp yaşadıkları evi öylece bırakmışsınız."

"İnsan kolay vazgeçemiyor," dedi Selma.

"Anlıyorum ancak çok fazla seçeneğiniz yokmuş," dedi adam. Sonra klasörü örttü. "Benden ne bekliyorsunuz?" dedi.

Öfkelendim. Önündeki klasörü çektim, "Bir şey beklemiyoruz doktor bey," dedim. Sohbete gelmişiz gibi davranıyor, nasıl sakin kalayım. Selma yerinden kalkmadı. Gözleriyle beni yerime oturttu, adama döndü tekrar.

"Oğlum var," dedi. "Onunla daha fazla zaman geçirmek istiyorum."

"Kemoterapi ile fazladan birkaç ayınız olur," dedi adam. "Beş altı ay kadar," dedi sonra. "Daha fazlası size bağlı."

Bunları neden anlatıyorum biliyor musun? Selma bütün doktorlarının içinde en çok o adamı sevdi. En çok onun sözüne itimat etti ve kemoterapiyi Çapa'da aldı. Ben ondan sonra hastanenin caddesine bile bakamadım da bunca senenin ardından Ozan uzmanlığını Çapa'da yapacağını söyleyince uykularımdan kan ter içinde uyandım. Onkoloji koridorunda Ozan ve Selma'nın olduğu kaç kâbus gördüm, kaç kere öldüm dirildim, bilmiyorum.

Günler geçiyor, haftalar geçiyor, aylar birbirini kovalıyor, zamanı durduramıyorsun. Kemoterapi dedikleri şey bir zehir. Bir zehri temizlemek için vücuduna başka bir zehir veriyorlar. Selma kusma nöbetlerine giriyor, kafası yastıktan kalkmıyor, yaşıyor ama yaşamak der misin buna? Öyle bir günü oluyor ki, yataktan kalkmak bir yana sağından soluna dönemiyor. Ozan'ı yanına çağırmak için eliyle yatağın boş tarafını gösteriyor, ağzını bile açamıyor.

Beykoz'daki evde yatak odaları üst kattaydı. Bir gün hastaneden eve geldik, Ozan evde, gelişimizi gördü, koşa koşa iniyor merdivenleri. Bir sarıldı annesine, Selma ayakta duramadı, dizlerinin üstüne çöktü. Ozan bir şey gösterecekmiş Selma'ya, yukarı gel deyip duruyor.

Müdahale etmedim. Etsem, Selma kızacak, biliyorum. Ayağa kalktı Selma. Ozan önde koşuyor, biz ağır ağır yürüyoruz. Ozan "Hadi anne," diyor, Selma gülmeye çalışıyor. Merdivenlerin başında durdu, baktı. Sonra bana döndü "Çıkamayacağım," dedi. Kucakladım. Kollarıma yığılıverdi. Taşırken ne kadar küçük olduğunu, ne kadar zayıfladığını anladım. Ozan korktu, bir yandan anne diye ağlıyor. Selma yarı uyur, yarı uyanık. Elini Ozan'a uzatmaya çalışıyor. Yatağa yatırdım, uyudu, uyandı, uyudu, uyandı. İzledim onu. İnceyken daha da incelmiş parmaklarına baktım. Yüzük takmıyordu artık, bütün yüzükleri, alyansı bile düşüyordu parmaklarından. Bir kere "Daraltalım," demiştim. Gülümseyerek "Zahmete gerek yok," diye cevap vermişti. O gün uykudan uyanıp yüzü gözü açılınca "Alt kattaki odayı kullanayım artık ben," dedi. Kabul etmedim. "Ben neyim?" dedim doğrudan. "Seni taşımayacaksam tükür benim kocalığıma."

Güldü. Bir gülüşüne canımı verdiğim. Onca zaman sonra öyle gülüverdi ya, koşa koşa sarıldım boynuna. Öptüm öptüm doymadım. O da aylar sonra ilk kez başımı okşadı, ilk kez eskisi gibi sarıldı bana. Dünya dursun istedim. Dursun, öylece kalalım. Kaldık da Bahar. O kadar uzun süre sessizce, sarmaş dolaş kaldık ki sonunda "Özür dilerim," dedi Selma. "Yaşattığım her şey için özür dilerim."

"Yaşattığın her şey için Allah'a her gün şükrediyorum," dedim. Cevap vermedi de, bir daha sarıldı, ensemi okşadı. Ondan sonra "İskeçe'ye gidelim," dedi bana. "Biraz toparlan, hava biraz daha ısınsın öyle gidelim," dedim. Başını iki yana salladı. "Ozan'ı götürelim," dedi. "Yarın."

O gece uyanmış, Ozan'ın odasına gitmiş, yanına yatmış. Sabah yatakta göremedim de aklım çıktı. Ozan'ın odasına girdim, uyanıktı. "Sessiz ol," dedi bana. Sonra beni de yanlarına çağırdı. Bir saat kadar uyumuşum. Ozan'la bir açtım gözümü. Selma uyanıktı. Güleçti yüzü. Ozan'a "Hadi biz senle banyo yapalım, baban bize kahvaltı hazırlasın," dedi.

Okula gitmeyeceğini, İskeçe'ye gideceğini duyan Ozan havalara uçtu. Banyoya girdiler. Ayakları kayar da düşerler diye kapıda duruyorum. Aklım yerinden çıkacak. "Yaz tatiline erken başlıyorsun," dedi Selma. "Biz de babanla birazcık tatil yapıp yanına geleceğiz," dedi. Nasıl sahici konuşuyor, sesi nasıl neşeli. Kapının önündeyim, ellerim zangır zangır titriyor. Çocuk olup Selma'ya inanasım geldi. Çok inanasım...

Banyodan çıkarlarken aşağı indim. Sofraya beraber oturduk. Selma Ozan'ın ekmeğine çikolata sürüyor, çayına bal katıyor. Elleriyle besliyor onu. Sonra bir güzel giydirdi; sanırsın bayram günü. Ozan'la işi bitince geçti dolabın karşısına; Ozan'la bana ne giyeyim diye sordu. Elbiseler seçtik ona. Ozan'la ben. Sahiden tatile çıkıyormuşuz gibi. Derdi Ozan'ı kandırmaktı ama ben bile kandım ona.

Aylar sonra ayna karşısında gördüm onu. Saçını taradı. Elinde kalan bir tutamı çekmeceye sokuşturup saçlarını ensesinde topuz yaptı. Bir bandana bağladı. Ruj sürdü. Hep izledim. Sonra fotoğraf makinesini eline aldı. "Ozan gel bahçede fotoğrafını çekelim," dedi. Merdiven inecek diye peşindeyim. Tırabzana tutuna tutuna indi merdivenleri. Yalınayak bahçeye çıktı. Havuzun önünde Ozan'ın fotoğraflarını çekti. Sonra Ozan'la yer değiştirdiler. Ozan annesine "Poz ver," dedi. Selma poz verdi, Ozan beğenmedi. Başka yere yürüdüler, Selma çiçeklerin arasına geçti, Ozan onun fotoğrafını çekiyor... Az öteden bakınca her şey o kadar güzel görünüyordu ki Bahar... Gidip ikisine de sarılmak istedim. Ağlayacağımı bildiğimden yapamadım.

Niyetimiz yatıya kalmak değildi. Annem bunca ısrar etmese Ozan'ı bırakıp dönerdik ama Selma kalalım dedi, bir gece olsun kaldık. Şarkı türkülerle gittiğimiz yolu ölüm sessizliğinde geri döndük. Selma döndüğümüz gün kendi eliyle kesti saçlarını. Renkli kurdelelerle bağlayıp "Bunları sonra Ozan'a verirsin," dedi.

Kestiklerini okşadım. "Benim onlar," dedim. Gülümsedi. "Sen doyunca gördün, kokladın; hatırında tutarsın. Ozan'ın payına bu kadarcığı düşüyor," dedi.

Sarıldım. "Doymadım," dedim. "Hiç doymadım Selma."

Tutmadım kendimi. Hüngür hüngür ağladım. Allah'a, kadere, bize yaşattıklarına lanet okuya okuya ağladım. Selma da ağladı. Ama benim gibi isyan etmedi. Bilmiyorum Ozan'ı götürmek mi iyiydi, yanımızda kalması mı? Kalsaydı, Selma başka türlü üzülüyordu. Gitti de mutlu oldu sanma. Onsuzluğun acısı, hastalıktan daha beterdi. Son bir kemoterapi daha aldı, kısa saçları öbek öbek döküldü ve sonra kendi rızasıyla tedaviyi bıraktı. Her ne olacaksa bir an önce olsun bitsin istiyordu.

Kalan bir buçuk ayımızı aşkla birbirimize sarılarak geçirdiğimizi de sanma. Hastalık öyle insancıl şeyleri içinde taşımıyor. Romantizmi düşük, trajedisi yüksek. Selma'nın sahici acıları vardı. Hem sahici acıları hem Ozan'sızlığın acısı ile beni kendinden uzak tutma çabası. Evde duruyorum diye bana kızıyordu. "Git," diyordu boyuna. "Neden bütün gün evdesin, işinin gücünün başında dur, arkadaşın yok mu senin, çık, gez dolaş."

Onsuz nefes alamıyorum, nereye gideyim? Ben sustukça, alttan aldıkça, suyuna gitmeye çalıştıkça daha çok öfkelendi. Bir gün gözüm döndü, elime ne gelirse kırıp dökmek istedim, öfkemin şiddeti beni korkuttu da dışarı attım kendimi. Dışarı dediğim de on beş dakikalık yolla sahile indim. Ağladım, yürüdüm, eve döndüm.

Baktım Selma yok. Delirdim. Yanına yardımcısını da alıp dışarı çıkmış. Elim ayağım titredi. Nereye gittiğini bilmiyorum, çok sonra duydum, beni kovalayıp bulabildiği her insanla vedalaştığını. Zaten iki hafta ayakta durabildi Selma. Sonrası yatağında, korkunç acılar içinde geçti.

Yatılı bir hemşire bulduk. Zemin kattaki odalardan birine hasta yatağı kuruldu. Ölümü beklemek nasıldır bilir misin? Oturur, öylece beklersin. Yapacak başka hiçbir şeyin yoktur. Selma çoklukla uyurdu. Bazen uyanır, canı çok yanmıyorsa benimle iki cümle kadar konuşurdu. Bazen anlamsız şeyler söylerdi. Bazen saçmalardı.

"Hava sıcak galiba."

"Beyoğlu şimdi çok güzeldir."

"Canım peynirli börek çekti."

"Ozan'la konuştun mu?"

"Rafet babamdan para isteyeyim. Çok para harcadın benim için."

"Gümrükten yeni kumaşlar gelmiş mi?"

"Mürekkebim bitti Rafet."

"Fotoğraf makinesi nerede, filmlerimi banyo ettiremedim."

Bir gün gözünü açtı. "Rafet ben nereye gömüleceğim?" dedi.

Tokat gibi. Afalladım. "Anlamadım," dedim. "Bir yer bul bana," dedi.

Çok seneler önce annemle babam İskeçe'de kendilerine mezar yeri almışlar. Daha doğrusu babam almış, anneme de gel sana öldükten sonra yatacağımız yeri göstereyim demiş. Gitmişler, bakmışlar. Babam ferah olsun diye mezarlığın boş tarafından yer satın almış ama annem hiç beğenmemiş. Tepemizde bir ağaç gölgesi yok, yazın kavuruluruz burada yatarken demiş. Babam ise kimseciklerin olmadığı yerden ferah ferah toprak aldım gene beğendiremedim diye sinirlenmiş. Dalaşmışlar, mezarlıktan eve küs dönmüşler.

Barışınca satın aldıkları yere hemen üç dört ağaç fidanı dikmişler. Geçen seneler içinde ağaçlar bir güzel büyümüş. Gölgeleri olmuş, annemin içi gölgede yatacağız diye rahat etmiş.

Demem o ki, ölüme karşı çıktığım yok. Ölüm gerçek, ölüm hepimize elbet gelecek. Ama ben güneşin kemiklerimi ısıttığı bir bahar gününde titreye titreye otuz beş yaşını doldurmamış karıma mezar yeri satın aldım. Daha Selma o mezara girmeden, kuru toprağın karşısına geçip saatlerce ağladım. Böyle bir kaderi nasıl kabul edeyim, nasıl benim deyip de bağrıma basayım?

Eve dönünce Selma "Ayarlayabildin mi?" dediğinde yalnızca başımı salladım. "Teşekkür ederim," dedi. Yanına uzandım, gözlerimi örttüm. "Üzülme," dedi bana. "Yaşadığım sürece aşkların en güzelini tarttırdın, evlatların en güzelini verdin, eşlerin en güzeli benimkiydi." Ağzımı bile açamadım. Paçamda henüz Selma'nın girmediği mezarın toprağıyla öyle çok ağladım ki, sonunda onun kalbinin kapısı da kırıldı. "Ölmek istemiyorum," diye ağlamaya başladığında bir yerlerini incitmekten korkarak ama bütün kuvvetimle sarıldım ona.

"Yaşamak istiyorum," diye ağladı. "Ozan'ı bırakmak istemiyorum, seni bırakmak istemiyorum," diye diye ağladı. Kulağımın ucunda duruyor "Yaşamak istiyorum," diyen sesi. Ondan daha az gözyaşı dökmedim. Aynı şeyleri söylemekten, bizi görmeyen Allah'a yalvarmaktan yorgun düştük de öyle sustuk. Sonra ona "Arkandan geleceğim," dedim. "Hemen arkandan geleceğim. Elini hiç bırakmayacağım."

Korktu. Çok korktu. Sağdan sola zor dönüyordu ama doğruldu yatakta. "Seni affetmem Rafet," dedi. "Ozan'ı bırakırsan seni affetmem. Yaşayacaksın. Benim yerime de yaşayacaksın. Ozan'ı büyüteceksin. Gezeceksin, şarkılar söyleyeceksin, seveceksin, sevileceksin, sonuna kadar yaşayacaksın."

Esmer gözleri yorgunluktan açılmaz oluncaya kadar aynı şeyleri belki bin kere söyledi. "Söz ver," dedi hep. Ağzımdan "söz" çıkana kadar da susmadı. Son kez teşekkür etti bana. Bir daha gözleri açıldığında "Hayata küsme," dedi. "Yeniden başlayacaksın hayata. Yeniden seveceksin. Çocukların bile olur Rafet. Ozan'ın kardeşleri olur." Dediklerini ciddiye bile almadım. Ama hep aynı şeyi söyledi. "Söz ver, söz ver Rafet." Sussun diye başımı salladım. Tebessüm yüzünde kaldı, öyle uyudu.

Sonraki günleri daha acılıydı. Tek başına nefes almakta zorlandığı için solunum cihazına bağladılar. Artık takvime ya da saate bakmıyordum. Çişimi tutuyor, bir şey yemek zorundaysam, onun yanında yiyip içiyordum. Ara ara gözünü açıp başında beni arıyordu. Görünce gözlerini örtüyor, saatler boyu da açmıyordu. Bir de inlemeleri vardı. Canının acısının etimi değil de beynimi lime lime kestiği o inlemeleri... Ölmeden bir gün evvel hava karardığında gözünü açmadan maskesini indirdi. "Artık gitmek istiyorum Rafet," dedi. "Dayanamıyorum, bırak da gideyim."

Bir insanın yanında kalmasını her şeyden çok isterken, canının acısına katlanamamak nasıl bir şey bilmiyorsunuz. Ozan doktor olduğu için bildiğini sanıyor. Hastanede görüyormuş, sevdikleri sevdiklerinin elini tutuyormuş. Onu bundan mahrum bırakmışız... Başkasının acısını görmek mahrum kaldığını zannettiklerinin romantizmiyle başını döndürüyor. Laf... Bomboş laf. Selma'nın ellerini öperken "Al artık canını," diye yalvardım ben Allah'a. "Al artık da kurtulsun."

Son gününde, bilinci hiç açılmadı. Uyuyor diyordum kendime. Ancak öyle sakin kalabiliyordum. Bir ara işkillendim. Soluk almıyor gibi geldi bana. Hemşireye seslenmem lazımdı. Lazımdı ama...

Önce kalkıp odanın kapısını örttüm. Şayet düşündüğüm şey olduysa, bilinsin istemedim. Öldüğünü bilmezlerse, ölmez diye düşündüm. Bedenini de benden almaya kalkmazlar sandım. Sonra yanına uzandım. "Selma," diye seslendim. Bir değil, birkaç kez. Göğsü şişip inmiyordu. Nabzını yoklamaya cesaret edemedim. Yanı başına koydum başımı. "Selma," dedim yeniden. "Bana bir kere Rafet desene," dedim. Hiç ses vermedi. "Bir kerecik Selma," dedim. "Bir kerecik daha Rafet desene bana." Demedi.

Sonrası bende yok. Ne derlerse yaptım. Selma'yı yıkamak için evden çıkardılar, ben kimseyi aradığımı hatırlamıyorum ama eve bir anda akın akın insan geldi. Sarılanlar, ağlayanlar. Yürü dediler yürüdüm, kalabalıklardan geçtik, camii avlusunda "merhumeye hakkınızı helal ediyor musunuz?" dediler. Namaza durduk, çok kalabalıktı. Mezara gittik, üç beş zaman önce boş gördüğüm toprağa bu kez bembeyaz kumaşlara sardıkları birini yatırdılar. Selma mı bilmem. Açıp yüzüne bakmadım. Elime kürek verdiler, toprak attım üstüne. Çok tantanalı bir gündü. Herkesin ağzında aynı şey. "Başın sağ olsun, başın sağ olsun, başın sağ olsun." Tamam olsun da, benim derdim bir an önce eve gidip Selma'nın yanına yatmaktı. Eve gittim, Selma yok.

Ölmek böyle işte. Dün vardı, bugün yok oldu.

Var mı biraz daha şarap Bahar?



*




Selma ile üç beş günlük ayrılıklar yaşamamış değildik. Bazen bir iş için İstanbul dışına çıkardım, çok değil ama; en çok üç gün. Ya da kış ortasında bir hafta sonu için İskeçe'ye gitmek isterdi Ozan. Ben yoğun olurdum, Selma onunla beraber İskeçe'ye gider, birkaç gün kalırdı. Üç günü aşarlarsa çatlardım. Ya ben de yanlarına giderdim ya Selma hasretime dayanamaz, dönerdi... Daha uzun ayrılıklar görmedik. O yüzden birkaç gün dişimi sıkmam çok zor olmadı.

Ama gümler geçtiği halde Selma olmayınca... Selma yok oldu dedim ama aslında cismi yoktu. Yoksa ben günler, geceler boyu o evin içinde Selma ile yaşamaya devam ettim. Bütün kıyafetlerini yatağa döktüm, aralarına karışıp derin derin nefesler alarak onunla konuştum. "Selma iyi misin, acıların geçti mi? Gittiğin yer rahat mı? Geleyim mi ben de Selma?"

Bunları sormak delilik değil. Delilik onun bana verdiği cevaplarla başladı. Selma "İyiyim," diyor. "Cennet güzel yer ama sen olmayınca ne önemi var," diyor. "Geleyim mi?" diyorum. "Dur bekle biraz," diyor. Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum...

Evin içinde dolanan bir kadın var. "Selma," diye fırlıyorum yataktan. Evin hizmetlisi kadın nasıl korkuyor... "Çık git, def ol," diye kovalıyorum onu. Ara ara kapı çalıyor, kalkıp açacak halim yok. Selma olsa anahtarıyla girer. Günler sonra yatak odasının kapısı açılıyor, Selma diye doğruluyorum yatakta, bir bakıyorum iki arkadaşım izbandut gibi kapımda dikiliyor. Yatak odamızın kapısında! "N'apıyorsunuz siz burada?" diyorum. Selma yatak odasına götürü insan sokmaz.

"Ne işiniz var burada?" diyorum yerimden kalkarken. Hayır Selma'nın kıyafetleri var ortada, ayıp, mahrem. Selma da nasıl sevmez öyle şeyleri...

"Rafet gel," diye iki kolumdan tutmaya çalışıyorlar. "Çıkın gidin yatak odamızdan oğlum," diyorum. "Ben sizin yatak odalarınıza adım attım mı, siz ne yapıyorsunuz burada?" Elimi kolumu tutmaya çalışıyorlar, nasıl sinirleniyorum. İtiyorum birini, diğerine vurasım geliyor, engel olamıyorum kendime. Hâlâ da sakin sakin tutmaya çalışıyorlar beni. Yumruk, tekme ne varsa dövüne dövüne itiyorum onları. "Yapma Rafet, böyle olmaz," diyorlar. Dümdüz küfürler okuyorum, ağzıma ne gelirse, Selma'nın sevmediklerini bile. Selma duysa kulaklarını tıkar. "Orospu çocukları," diye bağırıyorum. "Bırakın lan beni orospu çocukları, Selma'nın odası burası, çekin ayaklarınızı."

Sonrası yok. Doktor gelmiş, sakinleştirici yapmış. Ben de böyle ruh gibi bakıyorum etrafıma. Kolumu kaldıracak halim yok. Üç gün, beş gün... Kapının kilidi mi yok, evde kapı mı yok, asla anlamadım. Habire birileri geliyor. Habire! Arkadaşıydı, müdürüydü, öbür şube müdürüydü... İş soruyorlar bana. Ben işe adım atmayalı kaç ay oldu, sene mi oldu, umurumda mı sanıyorsun? Değildi. Değildi ama insanı ne kurtarıyor biliyor musun? Çalışmak.

Fatih şubede küçük bir yangın çıktı haberiyle yerimden kalkıyorum. Orası olmaz. Orayı Selma beğendi, Selma seçti. Bak hâlâ bilmediğim şey, orada gerçekten yangın çıktı mı yoksa beni evden çıkarmak için yalan mı söylediler... Yalansa bu yalanı bulanı tebrik etmek gerek. Çünkü çalışmak, hayatla kurduğum ilk bağdı.

Yangın diye mutfağa götürdüler beni. Her yan is, kapkara. Ama dişe dokunacak bir zarar yok. Evden çıktım ya, öyle ya da böyle dolanıyorum ortada. Karnımı doyuruyorlar. Günler sonra çay içiyorum. Günler dediğim de iki haftayı geçmiş Selma göçeli. Öyle diyorlar. Ay değişmiş, temmuz olmuş. Yaz günü sımsıcak. Bir kere evden çıktım ya, bu kez dönmek istemiyor canım. Çünkü Selma orada yok. Dışarıda olunca, onun evde olma ihtimali beni ayakta tutuyor. Sıradan bir iş günündeymişim gibi.

Beni ne rahatsız ediyor biliyor musun? Sıradanlığı bozan bir şey var, etrafımı bir anda kuşatan insanlar. Gözlerinde alenen acıma duygusu var, acıyorlar bana. Hep bir başın sağ olsun tiratları. Lan karşınızdayım işte, ben sağım, Selma değil. Niye aynı şeyi söyleyip duruyorsunuz?

Daha fenası var... "Duyduk, çok üzüldük, çok gençti, nasıl böyle oldu Rafet?" diye soruyorlar. Acına ekmek banacaklar. Oturup onlara dikiş tutturmaya çalıştığımız tedavileri mi anlatayım? Göğsünde taşıdığı yumruyu mu? Dökülen saçlarını mı, alamadığı nefesleri mi? Tonla para verseler birine soramam ben bunları. Dinlemek, duymak da istemem. Birinden kaçtım, birinden sıyrıldım, baktım baş edemiyorum, kendimi yollara vurdum.

İstanbul'da değildim uzun süre. Neredeydim ben de bilmiyorum. Dönüşüm gene işten ötürü oldu. Gece kulübünün ortaklık işleri... Ama ne var biliyor musun Bahar? Gece kulübü beni kurtardı. Orada Selma ile ilgili hiçbir şey yoktu. Selma orayı sevmez, ayak basmazdı. Hatta zorunda kalmadıkça gitmemi bile istemezdi. Selma'sız hava sahası. Gündüzleri boş, geceleri gürültüden kendi sesini duyamazsın. Orası benim yeni yuvam oldu. Küçük bir yönetim ofisi vardı, oda bile demezsin, bir masa iki sandalye. Hah işte oraya bir sofa istedim. Rafet'in yeni evi orasıydı. Mümkün ise, başarabilirse gündüz birkaç saat orada uyur, geceleri kafası dümdüz olana kadar gürültüde dövülür, birkaç kadeh de içerdi. Çok değil ama. Selma sarhoşluk sevmezdi. Hele hele kendini kaybedecek kadar içenlerden nefret ederdi. Daha ilk kadehimi elime aldığım an kulağıma sesi gelirdi; "Rafet sakın çok içme."

Dinlerdim onu ama bazen de kızardım. "İçsem ne olacak Selma?" derdim. "Gelip bana bağıracak mısın? Az içsem ne değişiyor, çok içsem ne değişiyor?"

Birkaç kez arkadaş sofralarına oturdum. Konforlu değildi. Ağlasan olmuyor, insanlar bir sebepten gülüp eğleniyor, benim için ise gülmek günah. Bu sebepten yönetim ofisindeki küçük masaya kurdururdum soframı. Çoğunlukla rakı, kavun. Belki peynir, salata. O kadar. Kalabalık masalarım olmadı hiç. Tek başıma içtim, tek başıma ağladım. Bir gece kavunun mevsimi geçti abi dediklerinde donup kaldım. Kavunun mevsimi nasıl geçer? Takvime baktım. Ekim gelmiş. Ekim... Sabaha karşı eve döndüm. Yatak odasına çıkmadan salona devrildim. Sabah hizmetli kadın beni salonda görünce bir korktu ki! Sanırsın eve hırsız girmiş. Ev onun, bense hırsız. Üç beş takım elbise istedim ondan. Gömlek, çamaşır. Seyahate mi çıkıyorsunuz dedi, başımı salladım. Valizle beraber gece kulübüne yakın bir otel odasına girdim. Seyahatteymiş gibi hissetmek huzur verdi bana. Sanki bir zaman sonra eve dönecekmişim gibi, bir iyi hissettim ki!

O geceyi unutmamamın diğer nedeni de annemin cep telefonumdan aramasıydı. Eskiden arayacaksa hep evden arardı, çok yazmasın diye. Cepten araması bana bir türlü ulaşamamasından. Açasım yoktu. Çünkü açarsam karşı tarafta feryat figan ağlayacağını bilirdim. Ozan'la telefonda Selma gittikten sonra hiç konuşmadım, hiç. Ona diyecek tek bir kelimem yoktu. Doğrusu baba gibi de hissetmiyordum kendimi. Babaydım önceden. Selma varken. Selma'dan sonra hiçtim. O gece telefonu açtım, annem ağlaya zırlaya Ozan'la konuş diyor bana. "Konuşacak bir şey yok anne," dedim. O kadar, kapadım telefonu. Hataysa hata, bencillikse evet, ayıpsa kabul. Bunları umursayacak halde miyim sanıyorsun? Mazeret de sunmuyorum bak. Umurumda bile değildi. Benim Ozan'a katacak tek bir şeyim yoktu.

Ozan'ı anneme bırakıp İstanbul'a döndükten sonra, Selma henüz yatağa bağlı değilken, günlük tutardı. Hayır, eskiden beri sürdürdüğü bir alışkanlık değildi bu. Ozan için yazdığını bilirdim. Ne yazıyordu dersen, orasını bilmem. Üç defter bitirdi. Ölümüne yakın bir gün yattığı yerden hizmetli kadını çağırdı, bir eliyle çekmeceyi gösterdi, günlükleri getirdi kadın ama Selma onları almadı. "Yak hepsini," dedi. Neden, ne oldu, ne düşündü... Bilmiyorum. Ölen, cevap vermediği soruları da yanında götürüyor. Ben pencereden kadının günlükleri yakışını izledim o kadar. Üç beş parça eşyasını da İskeçe'ye giderken yanına aldığını, anneme bıraktığını biliyorum. Ama nedir onlar dersen... Yok, bilmem. Selma'nın kendisinden öte hiçbir şeyi gözüm görmezdi, görmedi.

Her neyse. İki bin üçe de yönetim ofisinde girdim. İki kapı ötede gece kulübünü sallayan insanlara inat Selma'nın sevdiği şarkıları dinleye dinleye. Onsuz, Ozan'sız ilk yılbaşımdı, ağır geleceğini bildiğimden sarhoş olup sofada uyuyana kadar hızlı hızlı içtim. İki gün başımın ağrısı geçmedi. Sonunda pes ettim. Dayanacak hiç gücüm kalmadı Bahar. Eve gidip senelerdir el sürmediğim silahımı çıkardım. Hani filmlerde olur ya, dayadım alnıma. Çeksem tetiği... Elim nasıl titriyor. Bin kere karar verip bir kere yapamadım. Yapamayınca kendime de kızdım, çok kızdım. Araf dedikleri yerde asırlık bir saat sarkacı gibi yaşamakla ölmek arasında sektim durdum. Bana bakan ne yaşıyor derdi ne de ölü.

Bütün bunların içinde tek bir geceyi güzel geçirmiştim, öyle sanıyordum. Zamanı bilmem, yılbaşından sonra olduğuna eminim, kulüpteki ofisteyim, kapım çaldı. Kafamı kaldırıp baktım, senelerdir görmediğim bir yüz. Selma'nın arkadaşlarından. Hani tavernaya gelen altılıdan biri, adı bende kalsın. Şaşkınlığımı atınca, ayaklandım, kucaklaştık. Baş sağlığı diledi de, duymazdan geldim. Yurtdışında sanıyordum kendisini, dönmüş, gece kulübüne uğramış da, acaba Rafet burada mıdır demiş, sormuş, ofise yönlendirmişler. Sohbete oturduk. Aslında beni dışarı çekmeye çalıştı da, kabul etmeyince çöktük benim masama. İçkisi, çerezi, meyvesi... Hep eskilerden konuştuk, hep Selma'dan.

Selma'yı bir başkasından dinlemek nasıl güzel biliyor musun? Tanıştığımız geceye vardı lafın ucu. "Selma az mı kaçın kurasıdır!" dedi bana. "Senin yanında dut yemiş bülbüle dönerdi de, sen ardına dönünce nasıl yakışıklı deyip dururdu! Kaç kere sürükledi bizi o tavernaya!"

O konuştukça benim ağzım ballanıyor. Bak aylar olmuş hiç öyle mutlu hissetmemişim. Selma yakışıklıyı bir bakışta seçermiş. Tavernaya ayak basar basmaz görmüş beni. Aslında masadaki bütün kızlar beğenmiş de Selma öne geçmiş... Lisede de böyleymiş Selma. Hafta sonu izinlerinde hep bir canlar yakarmış. Öyle çok güzel de değilmiş de... Orada durduruyorum onu. Selma'ya güzel değil diyen çarpılır. Benim hatırıma "Aman" diyor. "Senin gözün boyanmış. Selma yüzünü gözünü boyadığından onca güzel geliyor sana. Yoksa ne güzeller var..."

Buraları duymazdan geliyorum. Selma'nın güzelliği şahit istemez ama tutup benim gözlerimle gösterecek halim yok. Ne diyorsa kaldığı yerden devam ediyor. Lisede de böyleymiş Selma. Hafta sonu okuldan çıktı mı hep bir canlar yakarmış, severmiş de erkek milletini peşine takmayı! Kim bilir kaç sene önceden bahsediyor ama inanıyor musun dersen, ck. Selma öyle şeyleri sevmezdi. Ha benden çok önce, çocukluk zamanlarından genç kızlığa evrilirken sevmiş midir diye düşünüyorum. Pek olası gelmiyor ama olsun, varsın Selma'dan bahsedelim. İşveyi cilveyi bilirdi diyor. İçiyoruz boyuna.

Evet, Selma işve cilve bilirdi. Bilirdi de bana bilirdi. Anlattım sana, mahrem duygusu kuvvetliydi onun. El içinde ağzı açık gülmeyi bile sevmezdi. Ha ama kız arkadaşlarının yanında başka türlü şeyler konuşmuş mudur, elbette, o da insandı. Bir parçam rahatsız olsa da susturmuyorum onu. Varsın, Selma'dan bahsetsin bana. Yüzüm belki biraz gölgeleniyor ki cümleler değişiyor. Hayat memat işlerine dönüyoruz içe içe. Birkaç ay daha İstanbul'da olacakmış, yine görüşelim diyor. Seve seve kabul ediyorum. Çünkü Selma'nın arkadaşı! Yine gel diyorum, gece kulübüne gelmesi işime gelir ki insan içine çıkmam. Bilmem ne otelinde kalıyormuş, iyi, güzel. "Ben de," diyorum güle güle. Şu karşı otelde kalıyorum, kulübe gelir de bulamazsan haber getirsin çocuklar, gelirim hemen.

Gülüyor. "Selma'ya villa almıştın ne oldu ona diyor." Kafamız ayık değil. "Selma'ya çok villa aldım diyorum. Giderken Selma götürdü onları." Yalan değil. Yuvam kalmadı ama içmenin ayarını kaçırmış olmalıyım, anımsasam bile bu benim kuracağım bir cümle değil. Sonra ne oluyor biliyor musun Bahar. Yaklaşıyor bana. Selma'nın arkadaşı! Sarılacak ve vedalaşacağız diyorum ama hayır. Öpmeye yelteniyor. Bak işte orada ayılıyorum. Buz gibi sulara soksan o kadar hızlı çıkamam sarhoşluktan ama çıkıyorum. Uzaklaşıyorum yanından. Sarhoşluğuna falan verecek değilim. Düpedüz aymazlık, kalleşlik, pislik, pislik!

Kovuyorum onu ama o gecenin tesiri bende kalıyor. Günler boyu kendimi yedim ben Bahar. Selma gördüyse kahrolmuştur ve eğer bu teşebbüse ben sebep olduysam, kendimi yanlış ifade ettiysem, gülüyorum, sohbet ediyorum diye yeşil ışığı ben yakmışsam diye diye kendimi yedim bitirdim. Selma'nın fotoğrafına bakarken yüzüm kızardı benim. Değil bir kadına bakmak, yüzlerini bile görmezken olana baksana...

Her şeyden tiksindim, her şeyden! Üç beş zaman sonra yine gelmiş kulübe, yine odama geldi ama bu kez kendisine merhaba derken bile yanaşmadım. Özür diledi benden, içkinin tesiri dedi ama bir daha görüşmeyelim demekle yetindim. İçkinin böyle tesiri olmaz. İçince babasını ağabeyini öpmeye yeltenir mi insan? Düpedüz o...

Hayata dönmek bir yana dursun insanlardan tiksine tiksine yaşamaya devam ettim. Bak o sıralar taverna işleriyle de ilgileniyordum. Can yakmışımdır mutlaka. Ağzımın, dilimin ayarı yoktu. Canımın acısıyla haklı haksız demeden insan azarlamışımdır. Çünkü akşamları Selma da beni azarlardı. "Dünyanın parasını kazandırıyorlar sana, yine de hiçbir önemi olmayan meselelerle gönül kırıyorsun," derdi. "Tavernaya ayak basıyorsun da kimsenin halini hatırını sormuyorsun," derdi. "Karşındakiler de insan Rafet, bir gülümsemen yeter, niçin yüzlerine bakmıyorsun?"

Pişmanlıklarımın sesiydi Selma. Her gece ona söz verip ertesi gün yine saçmalardım. Ama beni ezelden beri böyle sanma. Ben Selma'dan önce çalışanlarına kötü muamele eden biri değildim. Ha hiçbir zaman maaşlarını ya da çalışma koşullarını kötü tutmadım. Ama Selma'dan önce disiplinin yanında hoşsohbet bir adamdım. Selma hayatıma hassasiyet kattı. O gidince hassasiyet de gitti. Sadece bu kadar değil. Kupkuru bir adam oldum. Üzerimde ot bitmedi, asık yüzlü, ters, acılı bir insan. Rafet görünümünde ama Rafet gibi de değil. Anlatabildim mi?

Başka türlü insanlar da var. Sevdiklerini kaybedip daha metanetli olanlar. Var elbet ama ben öyle olamadım, öyle olmanın yanına bile yaklaşamadım. Zehir zemberek bir adamdım, kendi tadımda çürüdüm. Güçlü değilmişim, zayıf, çok zayıf bir adammışım. Duvara yaslanıp orayla bütünleşen, orayı seven, saran bir sarmaşık, öyle bir adam. Duvar yıkılınca yerde sürünüp durdum.

Zaman böyle akıp gitmiş. Arada sana anlatabileceğim hiçbir şey yok. Yalnız bir gün, Beyoğlu'na yemek yemek için uğradım. Cacık mıydı, haydari miydi, bir kaşık aldım... Bir tatsız geldi ağzıma. İnsanlara da bunu servis ediyorsak yazıklar olsun bize... Millet parasını geri istese haklıdır, öyle kötü, öyle yavan. "Halime hanımı çağırır mısınız?" dedim. Onu da azarlayacaktım herhalde. Garson yüzüme boş boş bakınca şaşırdım. "Ne var?" dedim. Halime hanım vefat etmiş.

Kıçımı sandalyeye çivilediler sanki. Cevap bile veremedim. Sonra Bahadır geldi yanıma. Sağ kolum gibi demiştim hani. O bunu bana daha önce söylediğini söyledi de duysam unutmazdım gibi... Bilmiyorum. Çok şaşırdım. Nasıl ya da ne zaman dedim. İş yerinde ölmüş. Kalp krizi. Bir çivi daha çaktılar sanki bana.

Bir şeye mi sinirlendi, bir şeye mi üzüldü diyorum, yok diyorlar. Öyle sıradan, her zamanki gibi bir günmüş. İş yoğun bile değilmiş, hafta içiymiş, öğleden önceymiş... Cenazesine gitmiş iş yerindeki herkes. Ben... Bir benmişim eksik.

Selma o gece beni topa tuttu. Sağdan sola, soldan sağa döndüm. Selma nasıl bağırıyor. Hiç öyle sesini yükseltmemişti bana. "Senden sonra dağıldım," dedim yüzüne. "Sakın ola kabahati benim gidişime atma," dedi. "Ben seni böyle merhametsiz bilmezdim Rafet," dedi. Çok üzüldüm, çok kahroldum. Sonra bir cümlesi geldi aklıma. Kökünün yerini değiştirdiğin çiçekten mesulsün...

Sabahına Cafer beyi aradım. Dedim Halime hanım vefat etmiş, sustu. "Kızı ne yapıyor?" dedim. "Bizimle mi hâlâ?" İnan bilmiyorum. Belki işten ayrıldı, belki memleketine döndü, belki evlendi. Hiçbir fikrim yoktu. Meral'i bunca zaman boyu bir iki görmüşümdür. Şirketin yemeğinde falan. Aklımda ona dair bir şey yok. Yüzünü hatırlayamıyorum, yolda görsem tanımam. Ama Cafer bey çok önceden işinde iyi olduğunu, çekirdekten sağlam yetiştiğini söylerdi. O kadar.

"Bizimle," dedi Cafer bey. "Tazminat ödendi mi kendisine?" dedim. Hatta üzerimden yük atacağım ya "Fazla fazla ödeseydiniz," dedim. "Yok," dedi Cafer bey. "Veraset ilamı alması gerek, babasının hakkı da var, Meral'e tam ödeme yapamayız."

Babasının hakkı... Babasının ne hakkı olacak? Çocuğun yapımına eşlik etmiş, o kadar. Ondan başka ne hakkı varmış babasının? Bırakıp gitmiş? Bırakmış gitmiş. Bırakmış.... Çocuğunu bırakan babaların bir hakkı olur mu dersin?

Tıkanıp kaldığımdan başka bir şey diyemedim. Sonra "Olsun," diyebilmişim. "Siz bir yolunu bulup gönlünü yapın. Yakışan neyse, siz bilirsiniz, esirmeyin hiçbir şeyini."

"Cenazesine gelseydiniz iyi olurdu," dedi Cafer bey. İrkildim. Cafer beyi severdim. Biraz asık suratlı derlerdi ona ama bence iş için bulabileceğin en büyük nimetti. Dürüsttü, yasayı iyi bilir, uygular, ayağını çamura bulaştırmazdı. Haliyle sırtımı ona güvenle yaslar ve temiz kalırdım. İlk kez bana karşı iş ilişkisinin sınırlarında gezen bir cümle kurdu. "Bütün çalışanlarınız rahmetli Selma hanımın cenazesine katılmıştı. Halime hanımınkinde sizi de aralarında görmeyi beklediler," dedi. Sustum, öyle çok sustum ki "Diyeceğiniz başka bir şey var mı Rafet bey?" diye sordu. "Yoksa işimin başına döneyim," dediğinde onun da bana kırgın olduğunu hissettim. "Yok," dedim. "İyi günler," dedi. Son anda "Halime hanımın yani kızının adresini söyler misiniz?" dedim.

Yaşım altmışa merdiven dayadı Bahar. Cenazeleri hiç sevmedim. Saçma oluyor böyle söyleyince, cenazeyi kim sever, kim sevsin? Ama yükümlülükler var mı hayatta dersen, var. Zaman geçtikçe katıldığım cenazelerin sayısı da arttı. İstersen kafamdan çarpım tablosunu say, istersen şarkı söyle, yine de vazife gereği katılıyorsun cenaze törenlerine. "Son vazife" diyorlar buna.

Telefonu kapayınca Selma durur mu? "Sen bana bir zamanlar çalışanlarının hakkını gözeten bir patron olduğunu söylemiştin," dedi. "Hak derken yalnız parayı mı kastediyordun Rafet?" diye sordu sonra. Güldü. "Ben kocamı başka türlü biri sanıyordum," dedi. Başka türlüydüm zaten. Selma gitmeden önce... O bütün iyi şeyleri alıp da gitti. Ona da söyledim. "Güzellikler senle gitti Selma," dedim. Ses vermedi bir daha. Gücendiğini anladım. Çok gücendi Selma.

Gönlünü almak için pek sevdiğim baş sağlığı lafını zikretmek üzere Meral'in kapısına gitme kararı aldım. Ha aldım da gittim mi... Kim bilir kaç gün sonra. Selma artık sesini duyurmuyor diye. Adresi bulmam da zor oldu. Bok gibi bir mahallede, bok gibi bir evde yaşamışlar onca sene. Dört katlı viran bir evin bodrumunda. Daha kapıdan girince burnuna rutubet kokusu doluyor. Yukarı çıksan ne âlâ. Aşağı iniyorsun. Kapının önü, içeride insan yaşamından tek bir iz taşımıyor. Kapıyı çaldım, biraz sonra zincirle beraber aralandı. Zinciri görünce bir adım geri gittim. Sonra Meral kapıyı büsbütün açtı.

Tanıyabilmek için daha dikkatli baktım yüzüne. Şaşırdığı belliydi. En sevdiğim küçük cümleyi kurdum. "Başın sağ olsun." O da iade etti. "Sizin de başınız sağ olsun." Harika bir diyalog değil mi? Her neyse, vazifemi yerine getirdim. Bir ihtiyacı olup olmadığını sordum, yüce gönüllü bir patron olarak ona işe istediği zaman dönebileceğini söyledim, acele etme dedim. Bir de cebimde iyi bir miktar yazılı çek vardı. Onu da verirsem, tastamam eksikleri gidermiş olacaktım. Ama sorarsan zarfı çıkarıp veremedim... Cafer beyle ulaştırırım diye düşündüm. Kısa diyaloğumuz bitti, bir an önce merdivenleri çıkacaktım ki bir ses duydum.

"Ozan nasıl?"

Yemin ediyorum soran Meral değildi. Selma'nın sesini duyduğuma annemle babamın üzerine yemin ederim ama dönüp baktım; Meral. İçeri girip Selma burada mı dememek için kendimi zor tuttum. O kadar zaman içinde herkes her şeyi söyledi de, Ozan'ı soran olmadı. Ozan... Kendi ellerimle istemeden açıp bile isteye örtmediğim, örtemediğim yaram.

Dağıldım. Hiç yeri değildi. Toplanmam uzun sürmedi. "İskeçe'de," dedim. Tam merdivenlere adım atacakken "Hâlâ mı?" dedi Selma. Meral değil, Selma. Bakıyorum Meral. Ama ses, sorma cüreti Selma. Çünkü bunu bana kim sorabilir. Hâlâ mı? Cümlenin uzun halini söyleyeyim mi? "Ozan'ı İskeçe'den hâlâ mı almadın Rafet? Böyle konuşmamıştık, böyle olmayacaktı, cenazemden sonra gidip alacaktın? Ozan hâlâ mı orada? Hâlâ mı?"

"Özlüyordur sizi," dedi sonra Meral. İki ses arasında kafası karışan kulaklarımı tıkayıp ayrıldım oradan. Selma beni yedi, bitirdi. Yedi, bitirdi.

Günler, haftalar boyu sürdü bu. Sana anlatabileceğim hiçbir şey yok. Yastık yüzü görmez oldum. Uyuyacakken gözüme dikenler batıp duruyordu. Şimdi olsa, git o zaman getir oğlunu derim kendime. Kendime. O zaman da dedim. Cesaret edemeyişimin sebebini bilmem. Ölü gibi yerde yatmaktan başka bir şey yapmıyordum.

Hiç gezmedim, hiç keyif yapmadım, hiç gülmedim. Yaşamaksa, işte böyle yaşadım. Yaz gelmiş. Selma gideli bir yıl olmuş. Bir koca yıl. Eşyalarını toplattım Selma'nın. Bir tek beyaz geceliğini ayırdım. Şurada, şuracıkta bana bakarken saçlarını taradığı geceliğini. Onunla yatıp kalkıyordum. Uyuyabilirsem kârdı. Yok uyuyamazsam da ağlıyordum, o kadar. Ara ara onunla konuşmalarımdan öte Selma bir kere bile rüyama gelmedi. Rüyamda bile göremedim, ne yazık...

Sonra bir akşam annem aradı. "Yarın Ozan'ın doğum günü," dedi. Hatta tastamam şöyle dedi Bahar. "İnsansan çık gel, ben senin anansam çık da gel."

İnsan olan bu sözü duysa ölür zaten. Ben nasıl ve neden yaşadım bilmiyorum. Eski fotoğraflara baktım. Doğum günü fotoğraflarına. Her doğum günü koca bir albümdü çünkü. Her birine nasıl özenirdi Selma, nasıl... Yalnız sonuncusunu albümden çıkardım. Seyyar salıncakta Selma ve Ozan. Salıncağı çeviren Rafet. Yüzümüz nasıl gülüyormuş. Biz ne güzel aileymişiz, nasıl mutlu bir aileymişiz...

Sanma içimin huzurlu olduğunu. Huzursuzdum. Yeni kararlar alıyordum. Silkelenip İskeçe'ye gidecek, Ozan'ın elinden tutup getirecektim. İki kişi, baba oğul belki buruk ama bize ait bir hayat kuracaktık. Hatta Ozan'la beraber bir doktora gitme fikrim vardı. Parasını ödeyecektim ve birine sonsuza kadar Selma'yı anlatacaktım. Yeter, sus diyemeyecekti. Ozan okula gidecekti zaten. Ozan'ın okula gitmediğinden haberim yoktu. Ozan'la ilgili hiçbir şeyden haberim yoktu. Kendi ellerimle yarattığım bu huzursuzluk beni boğarken bir sabah kendimi Meral'in kapısında buldum. Ne için gittiğimi anlamışsındır, değil mi? Bana Ozan'ı sorsun, beni azarlasın diye...

Günleri karıştırmışım, saçmaladım, alelacele çıktım evden. Utanç yanımda kaldı. Selma'nın sesi de yoktu.

Çok sonra bir şey rica ettim Cafer beyden. Gece kulübündeki ortalık işleri. Yüzde elli hissedar olacaktım ilk kez. Bir ailem, bir mâni olmayınca ve demirbaş gibi kulüpten çıkmayınca, bari söz hakkım da tam olsun demiştim. Yüklü miktarlarda senetler gönderecekti Cafer bey. Bir akşam vakti ofisteki kapı çalınınca Meral'i görmek beni şaşırttı. Güvenilir biriyle gönder demiştim ama beklediğim Meral değildi. Demek o kadar çok güveniyordu bu kıza.

Kafamı kaldırdığımda Meral tuhaf yüz ifadeleriyle kulübü inceliyordu. Biraz da korkmuş olsa gerek. Beğenmediği muhakkak ama kılığına kıyafetine bakarsan zaten gece kulübüne gelecek biri değil. Genç, genç ama pek gençler gibi de durmuyor. Kılığı kıyafeti gösterişsiz, yüzü gözü de öyle. Bir bakınca aklında tutacağın bir insan değil. Havadan sudan konuştuysak bilmem. Yalnız çıkmasının gerekeceği sırada ve hiç beklemediğim bir anda bana "Ozan nasıl?" deyince... Darbe beklemediğim anda gelince afalladım, hatta asabım bozuldu. İş güç konuşurken, iş yerindeyken, ben işle uğraşırken, bana Ozan'ı sorma cesaretini gösterdi. Hem de bunu ikinci kez yaptı.

Yüzüne baktım. Çık git dercesine baktım ama o son derece sıradan bir halde cevap beklemeyi sürdürdü. "İskeçe'de," demekle yetindim ve çıkmasını bekledim. "Dönmedi mi?" dediğinde gerçekten sinirlendim. Nasıl paylamadım orada onu hâlâ bilmem. Bir kükreseydim, evine kadar ağlayarak dönerdi ama daha ben ağzımı açmadan nazik bir sesle "Bayram geliyor," dedi. "Annesini ziyaret etmek ister," dedi. Tıkandım Bahar. Öyle çok tıkandım ki... Sanırsın Selma evde beni bekliyor da ben Ozan'ı esirgiyorum.

"Annesini?" dedim. "Kabristanı," dedi.

Onun bayram için tek planı annesini ziyaret etmekmiş.

"Anne dediğin toprak mı?" dedim. Bağırıp çağıracağım ama kendi annesinden dem vuruyor diye bunu da yapamıyorum. Duvarın köşesine sıkıştım sanki. Meral bir sağdan bir soldan vuruyor ve en fenası da ne biliyor musun? Nasıl vuracağını ona Selma söylüyor.

Sonra bana bakıp "En azından Ozan'ın babası hayatta..." dedi.

Bak işte orada sırıttım. Onun babası da hayattaydı. Ortalıktan kaybolmasından üç beş zaman sonra zaten adamı Tekirdağ'da bulmuşlardı. Birlikte kaçtığı kadın hamileydi. Sonra çalıp da götürdüğü araba için savcılık düştü peşine. O zaman kadın ikinciye hamileydi. Boy boy kardeşleri vardı Meral'in, bunu Halime hanım da biliyordu ve Meral karşımda bana ahkam kesiyordu...

"Yanlış bilmiyorsam senin baban da hayatta!" dedim. Birbirimize karşılıklı olarak silah doğrultmuştuk. Ama farkımız neydi biliyor musun Bahar? Ben bunu dediğim an Meral'in gözleri doldu.

Bir film sahnesi düşün. Silah çekmiş iki insan. Biri bir laf ediyor, karşısındakinin eli titriyor. Sonraki sahneyi biliyorsun, eli titreyen silahını indirir ve yenilir...

Şimdiki aklım olsa asla ağzımdan çıkmayacak bir şey söylemişim. Hiç bana yakışır mı onun babasından bahsetmek? Zaten şimdiki aklım olsa Ozan'ı da bırakmazdım ama yaptığımın telafisi yok. Diyebileceğim tek şey; ilk kez düşüncesizlikle değil, bile bile böyle kalp kırdım. Meral'in dudakları titredi. Yine de güçlü kızmış, kuyruğunu kıstırıp gitmedi de "Kendinizi babamla kıyaslıyorsanız, oğlunuzu terk ettiğinizi de biliyorsunuz demek," dedi.

O film sahnesi var ya hani... Gözleri dolan ve eli titreyen silahını düşürmek yerine tetiği çekti. Yaralandım. Baktım benim de gözlerim dolacak, kovarcasına "Üstüne vazife değil," dedim. Uzun uzun baktı yüzüme. Gözyaşı aktı akacak. Öyle çıktı yanımdan.

O çıkar çıkmaz ellerimi tokat gibi yüzüme çarptım. Alay ettiğim baba var ya; Meral'in babası... Babalık hakkı olan, Meral'i terk eden adam... İşte ondan ne farkım vardı? Nefesim kesildi. İçimdeki korkuyu, acıyı ve mutsuzluğu öfkemle örttüm. Telefona uzandı elim. Cafer beyi aradım. Açsaydı, "Meral'i işten çıkar," diyecektim.

Bereket ki açmadı telefonu. Bana geri döndüğündeyse sakinleşmiştim. İyi bayramlar demekle yetindim. Bayramı da bu vesileyle hatırladım. Bodrum'a gittim ertesi gün. Bir tekne kiraladım kendime. Bir hafta koy koy gezip ağlamışım. Bir de bir teori ürettim o sırada. "Kesin," dedim. "Kesin bu Meral'i Selma ayarladı."

Çünkü ölmeden önce kapı kapı gezdiğini, kendince bir şeylere hazırlık yaptığını biliyordum, duyuyordum. Kim bilir Meral'e nasıl bir vazife vermişti de bu kız habire Ozan diyordu. Dönünce Meral'le konuşma kararı aldım. Açık açık Selma ile ne konuştuklarını soracaktım. Sonra durduğum koylardan birinde bir aile gördüm. Üç kişiydiler. Baba, anne ve çocuk. Çocukla babası balık tutuyordu. Nasıl ağrıma gitti Bahar... Nasıl kolum kanadım kırıldı.

Sadece Selma'nın gidişine değil, baba olamayışıma da ayrı üzüldüm. Çünkü Ozan yanımda olsaydı, bayramda oğlumla Bodrum'da tekne turu yapabilirdik. Tamam rahat rahat ağlayamazdım ama oğlum yanımda olurdu, olmaz mıydı? Çok kahroldum, kaç kere döndüm İskeçe'nin yolundan... Kaç kere aradım telefonlarını da onlar açmadan kapadım. Yoktu cesaretim. İnsan zamanla iyiye gider, ben zamanla daha kötüye gittim. Çok kötüye. Bir yerden sonra dağıttıklarımı toplamak öyle zor geldi ki "artık toparlanamaz" diye öylece bıraktım. Bataklık, bildiğin bataklık. Kendi yasımda boğuldum.

Çok çaldım böyle Meral'in kapısını. En fenası bir yılbaşı sabahıydı. Ayarsız herifin tekiymişim. İçip içip niye gidiyorsun kızın kapısına? Bekar, tek başına yaşayan, genç kız. Mecbur mu benim yaşımda adamla konuşmaya? Ne işin var kapımda dese izah edemem. Polisi arasa haksız değil. Ben de geçmişim karşısına Ozan'ı anlatıyorum. Günah çıkarmak bu... Muhatabı neden Meral olsun. Mecbur mu beni eve almaya? Aldı. Kim bilir kaç saat ağladım o koltukta. Sonra kendime geldim, bir utandım, bir utandım. Meral'e görünmeden çıktım evden.

Ertesi gün Cafer beyi aradım. Niyetim ağzını aramaktı. Meral iştekilere böyle böyle diye anlatsa... Nasıl rezillik ama? Kapısına önceki gidişlerimi bir sebebe bağlamak mümkün. Ama bunun izahı yok. Çok yakışıksız, çok ayıp. Şayet Meral birilerine bir şey dese... Yine işten çıkarın diyeceğim. Boku yiyen ben, eline bok bulaşan Meral, nasılmış ama kafam?

Özür dilerim. Böyle şeyler söylemek... Hayatımın en kötü zamanlarıydı. Kayıp zamanlar.

Sonra yeniden çaldım ben o kapıyı. Yeniden, yeniden... Liman gibi bir şey oldu o ev. Bütün gün denizin, fırtınanın dövdüğü bir gemiyi Meral tatlı diliyle dinlendirirdi.

Meral...

Meral'i sana nasıl anlatayım bilmiyorum.

Ben Selma'nın evrende gezerken yanlışlıkla dünyaya uğramış, burada sadece otuz beş sene yaşayabilmiş bir melek olduğuna inanıyorum. Buraya ait değildi, burada tutamadım, ait olduğu yere döndü. Ve ömrünün sadece on üç senesinde benimleydi. Bu süre zarfında biz hiç dünyaya ayak basmadık, hep pembe bulutların üstündeydik. Gerçek dünya ayaklarımızın altında kaldı. Selma öylesine bu dünyadan değildi ki, giderken onu toprağın koynuna bırakamazdım. Bir buluta yatırdım, orada kalıp uyudu. Yanında durmak istedim, olmadı, yere düştüm. Gerçek dünyayla tanışmam kırk iki yaşıma denk düştü.

Meral'i bana gönderenin Selma olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Bekledi, bekledi, bekledi... Sonunda baktı ki yapamıyorum; baktı ki dünya ile bir bağ kuramıyorum işte o zaman Meral'i bana gönderdi. Selma bir masaldı. Meral ise gerçek.

Meral sana ne anlattı, nasıl anlattı bilmiyorum. Benim pencerem biraz başka. Selma varken, sabahları onun şarkı söyleyen sesiyle uyanır, Ozan'la sohbetlerini bir süre yattığım yerden dinlerdim. Ozan okula gidecekse, erkenden kahvaltı ederdik, hep beraber. Galata'da yatılı yardımcımız yoktu, kahvaltı telaşımız müşterekti. Beykoz'da yatılı yardımcımız oldu, kahvaltı sofrası hazır edilirken biz gerçekten güle oynaya güne başlardık. Bazen yorganın altında uzun uzun oynaşırdık. Bazen Ozan bizi bırakıp okula gitmek bile istemezdi. "Bensiz gülmeyin," dediği sabahlar var. Ona inat annesini çokça öperdim de kıskanırdı. Ozan'dan sonra evden çıkardım. Öğleye doğru ben neredeysem Selma da gelirdi. Akşamı beraber ederdik. Eve döndüğümüz pek azdır. Her akşam başka bir yerde yemek yerdik. Başka bir eğlence, başka bir mekân, bazen tiyatro ya da opera, bazen sahnesiyle büyüleyen gazinolar... Hafta sonu İstanbul'da olmak zorunda değilsek mutlaka bir hareketlilik içindeydik. Yazsa deniz, kışsa kayak yahut Avrupa. Ozan çoğu zaman yanımızda olurdu ama baş başa zamanlarımız da çoktu. Demiştim sana, evliyken çevrem efradım çok sorardı bütün zamanını karınla geçirmekten sıkılmıyor musun diye.

Evlenmeden evvel, tek meşgalem işti. İş hayatında iyi bir yere sımsıkı tutunup tırmanmaktı. Eğlendiğim zamanlar da oldu elbet ama evlendikten sonra... Bütün hayatım ailemdi. Ve ben bu hayatı çok seviyordum. Selma elim kolumdu, ayağımdı gözümdü. Bu yüzden yokluğunda bu kadar sakat kaldım.

Ve bir şeyi bilmezdim; diğer aileler ne yapıyor, nasıl yaşıyor... Televizyonda akşam vakti dizi seyrediyorlarmış, Meral'den öğrendim. Biri bitince diğeri başlıyordu. Her kanalda iki dizi vardı. Meral bazen iki farklı kanalda iki dizi izlerdi. Biri reklama girince diğerini açar, reklamdan reklama devir daim yapardı. Bir kere saat ona doğru çalmıştım kapısını, koşa koşa açmıştı da kapıda duramamıştı, "Gelin gelin," demişti bana. Ayakkabılarımı çıkarırken o televizyonun karşısına kurulmuştu.

"Hayırdır?" diye girmiştim salona. "Çok heyecanlı bir yerde Rafet bey, siz oturun, beş dakikaya reklama girecek zaten," diyerek küçük yastığı kucağına çekmişti de şaşırmıştım.

Normalde kapıyı açar, içeri buyur eder, ayağıma terlik verirdi. Rutindi bu. Kapıda başlardı hoşbeşimiz. Pek de televizyona bakmazdı o sıra. Sonrası yemekti, içkiydi, çaydı tatlıydı derken... O akşam yerini ezber ettiğim terlikleri çıkardım, oturdum yanına, "Ne bu?" dedim.

"Lise Defteri," dedi. Anlamadım haliyle. Beş dakika kadar yüzüme bakmadan dizi izledi. Sonra reklam girdi de Meral televizyonu kapattı, çay mı kahve mi diye sordu, ona uyup çay içtim. O zaman kusura bakmayın dedi. "Bir yerini kaçırırsam yarınki sohbetlerden de geri kalırım."

"Ne sohbeti?" dedim.

"İşte bütün gün bilfiil çalıştığımızı düşünmüyorsunuz herhalde," dedi. "Boşluklarda dizi yorumluyor herkes. İzlemezseniz, bütün sohbetlere yabancı kalıyorsunuz."

Güldüm. "Yok mu sizin izlediğiniz dizi?" dedi.

"Yok," dediğimde şaşırdı. "Bir tane bile mi?" dedi. "Bir tane bile," dedim.

"E ne yapıyorsunuz bütün akşam?" dedi bu kez. Son birkaç ayımın her fırsatını onun yanında geçiriyordum, sormasına şaşırdım. "Buradayım işte," dedim. "Ya da çalışıyorum."

Göz kırpa kırpa "Eskiden?" dedi. Selma hakkında adını zikretmesek bile rahatlıkla konuşurduk. Su gibi akan bir doğallıkta. "Dışarıda yerdik, oluyordu her akşam bir şeyler, eve dönüşümüz zaten çok geç olurdu."

Ağır ağır salladı başını. "Ben eve çok geç gelince ertesi gün işe gitmek zor geliyor, uyanamıyorum," dedi. Aramızdaki farkları daha net gördüğüm sohbetlerden biriydi. Benim işe gitme saatim diye bir şey yoktu ki. Yahut gitmesem ne olacak, kim ne diyecek?

"Peki sen evde sıkılmıyor musun hiç? Dışarıda zaman geçirmiyor musun?"

"Bütün gün dışarıdayım zaten. İşten çıkınca da yorgun oluyor insan, eve dönmek istiyor. Denk getirebilirsek arkadaşlarımla buluşuyorum. Öyle olursa dışarıda yemek yiyorum. Ayda bir iki kez. Ayda bir mutlaka sinemaya gitmeye çalışıyorum."

"Mesela nerede yemek yiyorsun? Hiç bizim şubelerde görmedim seni. Hangi rakibimizde söndürüyorsunuz feneri?"

Böyle sorunca güldü. Biraz utana sıkıla ama eğlenerek. "Xanthi biraz pahalı kalıyor, ayda birkaç kez orada yemek yersek ay sonunu göremeyiz. Daha basit şeyler yiyoruz. Ne bileyim pizza, hamburger, pide falan."

Bütçe denilen şeyin ne olduğunu Meral'den duydum. Benim bildiğim hesap kitaplar iş kurmak üzerineydi. Büyük paraların yatırıma dönüşmesine kafam basardı ama kendi çalışanlarımın, kendi çalıştıkları yerde ailece yemek yemelerinin lüks kaldığını fark edememişim. Aslında gelen giden belliydi de ben çok düşünmemişim diyeyim. Ondan sonra personele menüde yüzde kırk indirim yapmıştık. Biliyor musun, o zaman kendi çalışanlarımı başka başka şubelerde yer içerken görür oldum.

Ama Meral'in asgari ücret almadığını biliyordum. Sohbet sohbeti aralayınca "Eee," demiştim ona. "Pizzayla pideyle bitmez o maaş. Başka neler yapıyorsun?"

Gülmüştü ve parmaklarıyla bir bir düşüne düşüne saymıştı. "Bir kere taksitlerim var," demişti. "Annem ölmeden önce halıları değiştirmişti, aslında taksitleri o ödüyordu ama bana miras kaldı. Sonra yatağı değiştirdim, onun taksiti var. Kira ve faturalar var. Eh ihtiyaçtan değil ama üst baş da alıyor insan, her ay artık almayacağım diyorum ama canım çekiyor, ille de bir şeyler alıyorum. Sonra biriktirmek de lazım. Yani küçük bir birikimim var, ileride küçük bir ev alırım kendime diyorum."

Nasıl baktım yüzüne bilmiyorum. Merakla dinliyordum aslında ama galiba kendisini kötü hissetti ki, "Aslında sizin burada, epeyce sıkılmanız gerek," dedi.

"Sıkılmıyorum," dedim. İnanmadı galiba, çay koymak bahanesiyle kalktı. Onun yanında hiç sıkılmadım Bahar. Yeni bir dünyaya adım attım, gece vardiyasından el çekip gündüze döndüm, akşamları gitmeye çalıştığım bir ev vardı. Bazen şöyle düşünürdüm, İstanbul'un ücrasında küçük bir yer keşfetmiştim. Benden başka müşterisi olmayan bir meyhane. Meral bir masada oturup duruyordu, ben de her akşam karşısına oturup günü bitiriyordum.

Ama bununla beraber Meral'e hiç başka bir gözle bakmadım. Bana bey demesinin haklı bir nedeni vardı ve o çizgiyi hiç bozmadım. Arkadaş olmuştuk. Güzeldi arkadaşlığımız, huzurluydu. En azından ben huzurluydum. Selma'ya ihanet ettiğimi düşünmedim, bunu düşündürecek tek bir temasımız, bakışmamız olmadı. Bir yere kadar.

Ama oraya gelene dek ciğerlerime yeniden hava dolmaya başladı. Böyle diyorum diye sakın Meral'le tatlı tatlı geçindiğimizi sanma. Karakterlerimiz çok başkaydı, çok başka türlü yetişmiştik ve çok fazla tartışırdık. O eve girip on dakika sonra kavga ederek ayrıldığım çok oldu. Birçoğu Meral'in bana Ozan'ı hatırlatması sebebiyleydi ve ikimiz de geri adım atmadan birbirimize diklenirdik. Ben kapıyı çarpıp çıkar iki gün sonra tıpış tıpış dönerdim. O da diyeceğinden hiç geri durmazdı. Rafet bey derdi ama kafama balyozu da indirirdi. Eh, evine gelmişim kızın, dilerse kovar, dilerse kapıyı açmaz, hakkı mı hakkı.

Bir akşam koca bir tabağa meyveleri doldurmuş, aklınca meyve tabağı yapacak. Portakalları soyarken rezil etti. Kabukları bir yana koydu, meyveyi karşı tarafa dilimledi. "Tabak getireyim mi?" dedim. "Gerek var mı bulaşık çıkarmaya?" dedi.

Anlamayıp da çatmışım kaşlarımı. "Çeşmeden akan su soğuk, bulaşık yıkarken üşüyorum sonra," dedi. Hakkı var, mutfak da soğuk olurdu o evde ama benim kafam o türlü düşünmeyince... Yer içer, kalkar giderdim. Ardımı kimin temizlediğini o vakit düşündüm. Güldüm, kalkıp bir tabak daha getirdim mutfaktan. "İş buyurmayı öğren," dedim ona. "Buradaysam bulaşıkları ben yıkarım."

Yıkadım da. O duvara yaslanıp sohbet ederek eşlik etti bana. Harbiden su fişek gibi yapıyordu adamı. Bulaşıklar bitince de çantasından bir krem çıkarmıştı. "Şunu da sürün yoksa çok çatlar elleriniz," demişti.

Bugün bile değişmedi bu huyu. O zamanlar tek kremi her yerine sürerdi. Şimdi eliyle yüzüne ayrı krem kullandığı için kendisini çok bakımlı bir kadın zanneder. Önemli mi dersen, değil. İnsanın iç huzuru yerindeyse ne sürdüğü ne sürmediği hiçbir önem arz etmiyor. Meral böyle şeyleri önemseyen biri değildi. Ama en güzel tarafı kendisiyle barışık olmasıydı. Hiç şuram çirkin buram kötü laflarını duymadım ondan. Bir kabanı iki çift ayakkabısı vardı. Bir iki pantolon, birkaç gömlek. Hafta sonu kot kazak. Çok özenirse etek. Her birini ezberlemek için Meral ile iki hafta geçirmek yeterli. Yeni bir şey aldığını anlamak bu yüzden çok kolaydı. Yakışmış dersen her insan gibi sevinir, biraz da utanırdı. Yakışmamış desen bile "Aldım bir kere, atacak halim yok," derdi. Gösterişsiz yüz hatları, sıradan olan her şey... Ama üç vakitten sonra Meral'in yüzü güzelleşti.

Hayır, Meral aynı Meral. Ama bakan gözlerim aynı olmadı. Huzurlu hallerine, huzur verişine, içtenliğine, dürüstlüğüne ve basit zevklerle dolu hayat sevgisine hayran oldum. Doğrusunu istersen, bunu fark ettiğim zaman ona bencillikle yaklaştığımı düşündüm. Akşamlarını ipotekliyordum. Oysa bıraksam başka şeyler yapar, başka insanlarla vakit geçirirdi. Ve olması gereken buydu Bahar.

Benden önceki hayatı annesi tarafından gasp edilmiş. Yoksa Meral o yaşa kadar evlenmeden, sevgilisi olmadan yaşayacak bir insan değil. Mutlaka cevherini gören ve isteyen birileri olur. Meral huysuz ya da geçimsiz de değil. Aksine işbirlikçi. Onunla aynı eve giren bir adamın mutluluk oranı çok yüksek olur. Ben hayatının akşamlarını elimde tutmasam bir başkasıyla mutlu olabilirdi. Benim gibi kırk iki yaşında, bir bakışla abisi, amcası olabilecek yaşta bir adamla gecelerini neden öldürsün? Üstelik karısının yasını tutan, oğluna sahip çıkmayan bir adamla, patronuyla...

Bunları düşünürken "Bu son," derdim kendime. "Bir daha buraya gelmek yok."

Bir iki gün direnir, üçüncü gün yine soluğu o kapıda alırdım. Daha kapıyı çalarken "Bu son," derdim kendime. Bir yanım ise "Bekliyor mudur beni?" diye düşünürdü.

Bir kere kapıyı açtığında saçı başı dağınıktı. Ama yüzü gülüyordu. "Kek yaptım," demişti. Divana oturup saçını benim yanımda tokalarla tuttururken "Yanmasın diye fırının başında bekledim, saat geçmiş, saçım başım dağılmış, kusura bakmayın," demişti. Daha sonraki gelişlerimde öyle perişan haldeyse mutfakta benim için bir şeylerle uğraştığını anlardım. Çok lezzetli şeyler yapmazdı ama benim için uğraşıyordu ya seve seve yerdim. İlk zamanlar beğenmediğimi söylerken pek bir rahattım. Sonra kıyamaz oldum.

İşte yoruluşuna bakıp "hayatın kaidesi böyle" demek kolay. Bense bir süre sonra çalışmasa keşke demeye başlamıştım... Ne bileyim bütün gün canı ne istiyorsa onla uğraşsın. Aldığı maaş ne ki, ben fazlasını vereyim... Elbette bunlar düşünceden ibaret olanlar. Yalnız bir akşam bir hata yaptım. Günlerden cumaydı. Meral'in en sevdiği; hafta sonunu başlatan cuma. Rakımı kolumun altına kıstırdım, bizim meyhaneden birkaç kap meze de alıp tuttum Meral'in yolunu. Yağmurluydu hava. Giderken geceyi de orada geçirmek var aklımda. Divana kurulur yatardım, Selma'dan sonra huzurla uyuduğum yer o divan olmuştu. Dünyanın en rahatsız yatağıydı, inanır mısın kulüpteki sofadan bile rahatsızdı, sığmak da zordu ama uyuyabilmek güzel şeydi.

Meral yorgundu, saat on bir gibi uykusu gelecekti, öyle tahmin etmiştim. İşte canını sıkan bir şey mi vardı, onu anlayamamıştım. Eski teybi soframızın yanı başında tutardık. Kaset değiştirme işi Meral'indi, oyuncakla oynar gibi kurcalardı aleti. O şarkı değiştirirken benim gözüm tavanın köşesine takıldı. Rutubet çeken duvardan incecik bir damla su sızıyordu. Yağışlı hava, bodrum kat, ne beklersin... Perdeyi örterdi ama köşe baştan gelen geçen ayakları görürdün. Köpek işese onu bile görürdün.

Ağzımı Meral'i inciteceğimi düşünmeden açtım. "Sana küçük bir daire alıvereyim Meral," dedim. Elini teypten çekti, kucağına götürdü. "Anlamadım," dedi.

"Arnavutköy'den şirin bir daire bulalım," dedim. "Denize bakar. Soframızı denize karşı kurarız. Gelenin geçenin ayağını seyretmeyiz buradan."

Başını ardına çevirip yukarı, pencereye baktı. Sonra bana döndü, gözümün içine baka baka "Siz hangi sıfatla bana daire alıyorsunuz Rafet bey?" dedi. Sesini bile yükseltmedi. "İstediğiniz yerde oturup içebilirsiniz burada durup gelen geçenin ayağına bakmak zorunda değilsiniz ki."

Bozulduğunu anladım. Mesele kötü bir yere gidiyordu ve ben tam yanlış anlaşıldığımı söyleyecekken ayağa kalktı Meral. "Ben erken yatacağım, müsaadenizi isteyeyim," dedi.

Kibarca kovuldum. Kendimi açıklamak isterdim ama kovulmanın şaşkınlığı üzerimde kaldı. Kırıldı, incindi. Bunu en çok nereden anladın dersen, epeyce içmeme rağmen araba kullanmama bile laf söz etmeden beni kapı dışarı etmesinden derim. Sonraki iki gün salonunun ışıkları açık olmasına rağmen kapıyı açmadı. Üçüncü gün işten gelişini kapısının önünde bekledim. Elimde Meral'in sevdiği Markiz'den alınmış kuru pastalar... Ama beklerken kendi kendimi yedim.

İçimde "rahat bırak kızı" ile "af dile ondan" çarpışıp durdu. Meral'in basamakları inen ayak seslerini duyduğumda oturduğum yerden kalktım. Meral kapının önünde bekleyen adamla öyle çok korktu ki, kendime bir kere daha kızdım. Beni görünce gözleri doldu, bunu da korkusuna verdi. Af diledim. Defalarca af diledim. "Tamam," dedi sonunda. "Affettim."

İçtenlikle söylemedi, üzüntüsü içimde kaldı ama ne yapayım? Çekildim kapının önünden, kuru pastaları yere, kapının eşiğine bıraktım. Anahtarını çıkardı. İçeri bir adım attı. Gel demedi. "İyi akşamlar," dedim kendisine. Merdivenleri çıkarken "Rafet bey," dedi. "Kahve içer misiniz?"

İçimdeki dalaş sürüyordu ama "Ben yapayım kahveyi," dedim. İçeri girdik, mutfağa gitmeyip Meral'i gözledim. İşten gelir gelmez ne yapıyor diye baktım... Önce salona girip elektrikli sobayı çalıştırdı. Sonra perdeyi örtüp divanların üzerine bıraktığı öte beriyi topladı. Salonda kahvaltı etmiş belli ki, bir tepsiyi mutfağa taşıdı. Orta yerde öylece durduğumu görünce panikledim. Kahve için mutfağa attım kendimi. O da odasına çekildi, üzerini değiştirip de geldi mutfağa. İşte saçları açık olurdu ama evdeyken saçlarını ensesinde toplardı. Öyle gelmişti yanıma. Elinde de terlikler.

Onları yere bırakınca "Üşürsünüz," dedi.

"Bana bu kadar iyi davranmanı hak etmiyorum," dedim.

Gülümseyerek "Misafirsiniz sonuçta," dedi.

Görüyor musun nasıl zorla eve girdiğimi Bahar? İki gün kapıyı açmamış, yine de kapısında beklemişim... Af dilemişim ama gidecekken Meral beni yolumdan çevirmiş.

Yalnız kibarlık der misin buna? O da uzak duramıyordu işte.

Sonraki gün bana ilk kez mesaj atmış. "Rafet bey merhaba, ben Meral. Akşam Cafer beyle beraber geçeceğiz eve. Bilginiz olsun."

Gelme diyor aklınca. Hem şaşırdım mesajına hem de güldüm. Dilekçe yazıyor sanki... Sonra durdum, düşündüm. Meral mesaj yazmasa da ben eve gitsem, Cafer beyle karşılaşsak... Ne olurdu ki? Cafer bey şaşırır, ben şaşırırım. Eee? Ne işiniz var burada der mi bana? Sanmam. İki bekar insan... Üstelik arkadaşız. Sadece arkadaş. Canımı sıkan ise akşamımın boşa çıkması oldu. Gidecektim ben Meral'e. Sonraki merak ise Cafer beyin evde ne işi olduğu...

İki kere mesaj yazdım Meral'e. İkisini de gönderemeden sildim. Hele ikincisinde "Cafer beyin sende işi ne?" yazmışım. Hesap sorar gibi...

"Yarın akşam görüşürüz," yazdım sonunda. Arkasından da "Saygılarımla arz ederim," dedim. Cevap yazmadı ama güldüğüne çok emindim. Akşama kadar kıçım kurtlandı. Mesai bitimine yakın aradım Cafer beyi. Havadan sudan, işten güçten konuştuk. Sonunda ona "Ne zamandır görüşmüyoruz, gelsenize meyhaneye," dedim.

Sevindi adam. "Çok isterdim de... Bu akşam olmaz," dedi. Delireceğim, ne var bu akşam yahu! "Hayırdır," dedim. "Evde mi bir iş var?" Hayatta yapmam ama ısrar ediyorum basbayağı. "Dışarıda işim var," diyor inatla. "Erken biterse geleyim," dedi sonunda.

"Erteleyiverin," dedim artık. İlla alacağım ağzından lafı. Adam iyi erteleyeyim dese sıçtım, Meral'e ayıp. Sonunda "Erteleyemem," dedi Cafer bey. "Meral'in elektrik tesisatında sıkıntı varmış. Ustalar gelecekmiş, bir başına yaşıyor, akşam vakti yalnız bırakmak olmaz kızı," dedi.

Takke çıktı, kel göründü, Rafet kıçının üstüne oturup kaldı. Ben de dururdum ustaların başlarında, ne olacak? Hangi sıfatla diye sorardı Meral. Ama arkadaşı olarak da dururdum ne olacak? Tabii ev alayım derken bu haklarımın elimden gittiğini anlayamamıştım. Küçük büyük herhangi bir sorundan bana bahsetmezdi Meral. <

O akşam aylar sonra ilk kez Xanthi'de tek başıma içtim. Arada masama tanıdık yüzler geldi, oturdu ama uzun süre kalmadılar. Ben de uzak bir masadan bütün mekânı seyrettim. Ağlamak çekmedi canım, usul usul içtim. Eskiyi özledim, özlemi saygıyla taşıdım, oğlumu göresim geldi, planlar yaptım, garsonların gözünün içine baktım, gülümsediler bana, şarkı istedim, kaset değiştirdiler, gece yarısına doğru sokaktan geçen çingene çocukları görüp masama çağırdım. Tatlı yediler, okulu sevmediklerini anlattılar, dinledim...

Kapanış saati geldi, dükkânı kapatacaklar, baktım beni bekliyorlar. Beklemeyin dedim. Vurun üstüme kilidi. Şaşırdılar. Oysa ben ciddiydim. Herkes gitti ben dükkanımda kaldım. Seneler, seneler önceki gibi iki masayı çektim ortaya, çıktım üzerlerine yattım. Güç diledim, mutluluk diledim, sabır diledim... Diledim de diledim anlayacağın.

Ertesi gün işler tam olarak istediğim gibi gitmedi. Yeni şube açılacaktı, birtakım sıkıntılar baş gösterdi, açılış tarihi ertelendi, toplantı yaptık. Cafer beyle de görüştüm, ne oldu tesisat dedim, hallettik demekle yetindi, laf koparamadım ağzından. İki toplantı arası Antikacılar Çarşısına uğradım, çok yakışıklı bir plakçalar buldum, Meral'in evine gönderttim. Ne yazık ki arka arkaya çıkan işler yüzünden Meral'e gitmem üç beş gün sonrayı buldu. Bir özlemişim... Kapıda görünce neredeyse boynuna sarılacak oldum da zor tuttum kendimi.

Plakçalarla eğlendik. O akşam seneler sonra ilk kez dans ettim. Dans ederken tuttum Meral'in elini. Gülen yüzü, dansa meyli, enerjisi, kıpır kıpır oluşu beni hayli şaşırttı. Ağırbaşlı bir duruşu var diye, sonra bir de gece kulübünü sevmedi diye başka türlü sanmıştım onu. Dans etmez demiştim. Nasıl yanıldım. Meğer çok severmiş de imkânı yokmuş. Ah Halime hanım... Yemiş kızın en güzel çağını. Yoksa Meral nasıl çiçek çiçek açıyor! Üç akşam dışarı çıksa peşinde kuyruk olurlar.

Eh ben de on sekizlik delikanlı değilmişim; kaç şarkı dans ettik bilmem ama nefesim tıkandı, kan ter içinde kalınca Meral'i de çekerek divana serildim. Kucağına yattım Meral'in. Bembeyaz yüzünde kan çanağı gibi kızarmıştı yanakları. Terledi, soludu, nasıl gülüyordu...

O gece bana aşkı sordu Meral. Nedir dedi, nasıl olur dedi. Aşk dedi ya, aklıma Selma'dan başka ne gelsin? O ise bilmiyordu aşkın ne olduğunu. Ara ara görüştüğü birileri olmuş. Çay çorba içmişler o kadar. Halime hanım uygun görmemiş, Meral de baş kaldırmamış. Ama çevresindekiler -iş arkadaşları- evlenmesini istiyormuş, talip buluyorlarmış. Bulurlar elbette. Bunca yaralı Rafet'e bile merhem olmuş Meral, başkasına iyi gelmez mi sanırsın?

Bile isteye kucağında uyudum. Bacağını yastık yaptım da örttüm gözlerimi. Utanmasam saçlarımı okşasın isterdim. Şefkati baldan tatlıydı. Hiç ses etmedi o da. Nice sonra uyandım, baktım Meral iki büklüm uyuyor. Saat üçe yaklaşmış; kucakladım da odasına götürdüm. Gözünü bile açmadı. Örttüm üstünü. Canım yanına yatmak çekti ama haddimi bildim. Odasından çıkarken ilk kez etrafıma şöyle bir bakındım. Bir şifonyerle ayna vardı odada. Aynanın kenarına iki resim bantla yapıştırılmış. İlkinin köşesinde 18.12.1993 yazıyordu. Büroda çekilmiş; muhasebe ekibi. Meral'in önünde bir pasta var. Neredeyse çocuk yaşta.

Diğer fotoğraf bana tokat gibi çarptı. 23.12.1999 yazılıydı kenarında. Yılbaşı eğlencesindendi, Meral ile dans eden Ozan'ı gördüğümde kendi oğlumu tanımakta zorlandım. Anılar üzerime çullandı. Bir yatakta uyuyan kadına baktım, bir toprağa koyduğumu düşündüm bir de bütün bunlardan habersiz yüzünü görmediğim oğlumu...

Günler boyu dayak yedim o fotoğraftan. İki gün sonra İskeçe'ye yola çıktım. Gümrük kapısından döndüm geriye. Karşısına çıkınca ne diyeceğimi bilsem, bulabilsem giderdim; o ilk cümlenin korkusu canımı okuyordu, kimseye anlatamadım bunu. Selma gittikten sonra onun kabrini ziyaret ettiğim ilk zaman oydu. Saatlerce uzandım kabrine. Yeniden onunla yan yana uyumak istedim. O varken ben böyle saçmalayan bir adam değildim. Aklımı bana geri versin istedim. Oğlumuza sahip çıkamadığım için af diledim, telafi edeceğim dedim, sarıldım, doyamadım. Alyansımı da o gün çıkardım parmağımdan. Selma'nın toprağına ektim.

Meral'in odasında gördüğüm fotoğraflardan sonra bir şeyler değişti. Ne değişti dersen bilmiyorum, günlerce işe boğuldum da Meral'in yanına gidemedim. Giderdim, giderdim de gece yarılarında kapısını çalmam lazım gelirdi, Meral yorgun, Meral uyur, gidemedim. Sonra gittim de... Özleyen kalbim onu görünce mutlu oldu. Evine girdim, mutfağa koştum, içimden şarkılar söylemek geçerken Meral bana görüşmemizin uygun olmadığını, biriyle buluşacağını söyledi.

Yüzünde hüzün. Bir şeye üzüldüğü belli, sordum, söylemedi. Saklayışı canımı acıttı. Birbirini iten çocuklar gibi... O beni itti, ben onu ittim.

Benim huysuzluğumun sebebi vardı. Artık görüşmeyeceksek... Meral'i özleyecektim. Akşamları kıvranacağımı biliyordum. Üstelik sadece arkadaşlık ediyorduk ya... Görüşmemize başka manalar yüklemek nereden çıkmıştı? Dile gelmemiş her kelime, her duygu senindir. Ağzından çıkarsa artık sahibi sen olmazsın. Bizimki ağızdan çıkmış bir şey olmadığından, henüz özgürdük. Meral bunu benim ağzımdan almak istiyor gibi geldi bana. Halbuki elbet isteyecek? Neden istemesin?

Yine de aniydi bana karşı koyuşu. Beklemediğim anda kuşanmıştı gardını. Afalladım. Biraz da suçladım. Evden çıkınca, Meral sayfasını orada kapattım, bunun sözünü verdim kendime.

Allah biliyor; en doğrusu bu dedim içimden. Şu yaşıma geldim hâlâ aynı şeyi derim; Meral'in akranı bir insanla mutlu bir yuva kurmasını çok isterdim. Bütün kalbimle isterdim. Mutluluğu benim gibi yarım bir adamla tatsın istemezdim. Akşamdan akşama evine gelen, dışarıda gönlünce salınmadığı, kalbini ve duygularını bir kadınla toprağa gömmüş, onca zaman sonra çıkardığında çamur kaplı bir adamla olmasaydı keşke...

Günler sonra şube açılışında gördüm Meral'i. Özendiği belli, giyinmiş kuşanmış. Yüzü de güleçti. Gönlünce birini bulduğunu düşündüm. Zaten az sonra personelden biriyle dans etti. Tanıştırdıkları kişinin o olduğunu varsaydım. Yaşı yaşına uygun, dul değil bekar, çocuksuz bir genç... Dengi dengine.

Hem üzüldüm hem sevindim. Hangisi ağır bastı dersen, üzülmek derim. Bir kayıp daha düştü içime. Karımı, aşkımı, çocuğumu, huzur bulduğum birini... Kaybetmeye doymayan Rafet...

Meral erken ayrıldı geceden. Peşinden gidip elektrik sobasını açmak, cezveye kahve koymak ve sonra divana devrilmek istedim. Neydi buna engel olan? Meral'in taksiye binişini izleyip kalmışım bahçede. Cafer bey geldi yanıma. "Hayırdır?" dedi. Ik bık etmedim, utanmadan Cafer beyin ağzını aradım, yokmuş görüştüğü biri. Reddediyormuş herkesi. Dans ettiğini de reddetmiş. Bana kalırsa Cafer bey o geceden biliyordu Meral'le aramızda bir şey olduğunu. Ben ona bir şey demiş değilim ama Cafer bey de aptal değildir. Son eğlenenler de gidene kadar kaldım şubede. Çıkarsam, Meral'e gidersem, bu kez arkadaşıyım diyemeyeceğimi, demeyeceğimi biliyordum. Bu yükü sırtıma aldım, kaldırabilecek miyim diye tarttım. Vardı tereddütlerim, yok diyemem. Ama Meral'in yanında nefes alıyordum Bahar. Boğulmaktan kurtulmuştum, yaşıyordum.

Kaplumbağa gibi yüklendim yeni hayatımı, soluğu Meral'in kapısında aldım. Çalanın ben olduğumu bile bile açtı kapıyı. Önce ben adım attım, ben sarıldım, ben öptüm. Bir daha da elini hiç bırakmadım. O da beni bırakmadı.

Ozan'ı almak için İskeçe'ye giderken ardımdan el sallayan bir Meral vardı. Ama Allah biliyor yola çıktığımda aklımda yine dönmek vardı. Bir yandan kafamın içinde bir sürü tanışma tasviri... Evet, kendi oğlumla tanışmaktan söz ediyorum. İki sene olmuş Ozan'ı görmeyeli, bağrıma bassam "baba" der mi bana? Ağlaya ağlaya sürdüm arabayı. Eve yanaştığımda annem bahçedeydi. Şaşkınlıktan eli ayağı tutuldu. Sanma öyle bana kucak açtığını. Yerden bir taş aldı eline, kaşları çatık, neden geldin demekle yetindi. Öptürmedi elini.

"Ozan nerede?" dedim. "Ne yapacaksın sen Ozan'ı?" dedi. "Almaya geldim, geri götüreceğim," dedim. "Sen bu bahçeden bir çuval patates bile çıkaramazsın," dedi.

"Yapma anne," diyecek oldum izin vermedi. "Bu evde senin oğlun yok," dedi. "Selma'mın oğlu var, senin oğlun yok."

Haklı. Haklı ama haksız olduğumu bilmek ağlamama mâni mi? Bahçenin ortasında kundaktaki bebekler gibi ağlattı beni. Gene de eve sokmadı. Konu komşu gözlüyor olan biteni. Annemin umurunda bile değil. "Git," diyor bana. "Bunca zaman hangi cehennemdeysen oraya git."

Ozan zaten evde değilmiş. Az sonra babamla beraber geldiler eve. Beni öyle bahçenin orta yerinde otururken gördü Ozan. Annem ona elini uzattı "Gel yavrum," dedi. Ozan babamın yanından sıyrılıp annemin elini tuttu da bana öylece bakmakla yetindi.

Nasıl değişmemiş biliyor musun? Sanki zaman durmuş, Ozan bir gıdım büyümemiş. Boyu hâlâ kısa, biraz kilo almış gibi ama yüzü onu İskeçe'ye götürdüğümüz günküyle aynı. Kıyafetleri başka türlü. Nasıl başka biliyor musun? Sokakta oynayan oğlan çocukları gibi. Ayakkabısının rengi başka, pantolonu başka, tişörtü, ceketi bambaşka renkler. Selma'nın giydirmediği öyle belli ki...

Babam gelip beni yerden kaldırmasa eğile eğile toprağa gireceğim. Onun eliyle yerden kalktım, bir yandan annemi payladı; "Millete sirk mi oynatıyorsun?" dedi. Kalkarken Ozan'a baktım. Elimi uzattım, annemin ardına adım attı. "Oğlum," dedim, "Gelsene yanıma."

Annem Ozan'ı içeri sokuşturdu. Bambaşka bir kavga sürüyor evde. Babam "Yeri babasının yanıdır," diyor. Annem "Ölümü çiğnemeden çocuğu evden çıkaramaz." Ozan mutfakta öylece oturuyor. Ben karşısında dizlerimin üstünde ona bakıyorum. "Hatırlamıyor musun beni oğlum?" diyorum. "Ck," diyor. Ellerini ayaklarını öptüm. Ağzını hiç açmadı.

Benim gençlik odamı Ozan'a vermişler ama Ozan her akşam annemle uyuyormuş. Ozan odasına girince, ben de ardından giriyorum. Dağınık ama nasıl dağınık. Yatağı acemi marangoz işi, babamla beraber yapmışlar. Okulu bırakmış, çarpım tablosunu unutmasın diye duvara yazmışlar kalemle. 6x8=42 yazıyor. 9x7=56. Taştan tahtadan yapılmış oyuncaklar her yerde. Bir tanecik de fotoğraf var yatak başında. Selma ile ben, İskeçe'deki düğünümüzde, davulcunun yanında kollarımızı açmış dans ediyoruz. Annemle babam durmaksızın Ozan ve ben hakkında kavga ediyorlar; sanki biz orada değilmişiz gibi. Ozan yatağına oturuyor. Ben de yanına oturuyorum. O ağlamıyor, bense ağlıyorum. Sonra bana "Neden ağlıyorsun?" diye soruyor. Cevap veremiyorum, bir cevap bulamıyorum.

"Benimle İstanbul'a gelir misin?" diyorum sonunda. Uzun uzun bakıyor yüzüme. Sonra başını iki yana sallayıp "Η μαμά και ο μπαμπάς θα έρθουν να με πάρουν" diyor. Ezberlemiş bu cümleyi. Nefesim tıkanıyor. Ağlayabilmek için bile nefes lazım, bende o da yok.

O gece o yatakta ben uyuyorum. Ozan annemin yanında. Annem benle konuşmuyor, babam olmasa sabaha nasıl çıkarım bilmiyorum. Gece yanımda duruyor. "Çok geç kaldın be oğlum," diyor bana. Diyor ama azarlar gibi değil. Onca zaman sonra babama sarılıp ağlıyorum. Onu ağlarken gördüğüm ender anlardan biri.

Sabah beni Ozan uyandırıyor. "Kahvaltı edeceğiz," diyor. Gözyaşlarım çapak olup gözüme yapışmış. Ozan'ı yanıma çekip sarılıyorum. Kokusu Selma'yı andırıyor, içimde bir parça güç buluyorsam bundan. Kahvaltı bizi bekliyor, biz Ozan'la sohbet ediyoruz.

"Kimim ben?" dediğimde gözleri yanı başımdaki fotoğrafa kayıyor. Davulcunun yanında duran dünya mutlusu Rafet! "Geç kaldım," diyorum. "Affedebilecek misin beni?" Susuyor Ozan. "Seni çok özledim," diyorum gözleri fotoğrafa dönüyor. Yorgan var üstümüzde, belimizde duruyor, Ozan onu çekiştirip bizi yorganın içine sokuyor. Karanlıktayız ama oğlumun nefesini duyuyorum. Böyle yapardık eskiden de. Yorgan altı dünyasında eğlenir, boğuşurduk. Bir tek Selma yok ama o an bunu düşünmüyoruz. Ben ne yapacağımı, ne diyeceğimi düşünürken konuşmadan boğuşmaya başlıyoruz. Çocuk işte, sadece çocuk. Boyundan büyük dertleri yok onun.

Kan ter içinde kalıyoruz yorganın altında. Yorganı kaldırınca saçlarını dağılmış halde buluyorum. Ellerimle düzeltirken bana bakışını görmen lazım. Afacan, mutlu, özlemiş...

Nasıl konuşulurdu çocuklarla? Selma olsa ne derdi? Basit gibi duruyor sorular ama sınav sırasında aklına gelmiyor işte... "Beni oyuncaklarınla tanıştırsana," diyorum sonra. "Bugün beraber oynayalım."

Oynuyoruz. İki vakte gülmeye başlıyor Ozan. O güldükçe benim ağlayasım geliyor. Kılıç yapmışlar asma dallarından. Xanthi Kralı diyor kendisine. Beni esir aldı, kılıçtan geçiriyor. Kahvaltı sofrasına ellerim havada, bir kılıcın ucunda iniyorum.

Babam "Bre hırsız mı yakaladın?" diyor Ozan'a. "Soksaydın kıçına kılıcı!"

Günlerce Ozan'la oyun oynuyoruz. Arada benimle İstanbul'a gelir misin diyorum. Verdiği cevaplar değişiyor. Olmaz, bilmiyorum, burayı seviyorum, gitmeyeceğim... Son akşamımızda annem onunla konuşuyor. Git, beğenmezsen dönersin diyor. Koşulla kabul ediyor Ozan. Annemse benimle hiç konuşmuyor.

Bu, Ozan İstanbul'a döndükten sonra da sürdü. Her gün uzun uzun konuşurdu Ozan'la. Ama benimle değil. Meral'i de haliyle Ozan'ın ağzından duydu. "Meral ablayla oyun oynadık," dedi Ozan, annem telefona beni istedi.

"İki söz edeceğim sana," dedi. "Hayatına bir kadın sokup sokmayacağına karışamam. Orasını senin merhametsiz gönlün bilir. Ama biri olacaksa, ben Selma'nın emanetini gelir alırım. Ozan'ı hiçbir kadının insafına bırakmam." Merhametsiz gönlüm... Bir kere sicilimi bozdum ya, Ozan'ı bir kadının insafına bırakacağımı düşündüğü için ona nasıl kızayım?

Hem nereden bilsin Meral'in Ozan'a da bana da bu kadar iyi geldiğini?

Kolaydı demiyorum. Ama sağlıklı bir baba gibi davranabiliyordum artık. Sabahtan akşama kadar Ozan'la çarpım tablosu çalışırken 6x8 kadar kılıçtan geçmek beni mutlu ederdi. Sonra Meral öğretmen gelir bize sınav yapardı. Sınavdan çakan Ozan, Rafet'i havuza atardı. Meral öğretmen sorardı; "Bu sınavdan geçersen baban bizi nereye götürsün Ozan?" Hâlâ 6x8 dersen bir nefes düşünmeden cevap veremez Ozan.

Ama neden Meral'in başkasıyla olmasını isterdim biliyor musun? Sevdiği adamla doya doya zaman geçirsin diye... Çünkü bizim her şeyimiz üç kişilikti. Kendi çocuğun olunca başka olur, çocuğunun varlığı seni rahatsız etmez ama ya Meral? Meral'in sevgilim dediği adam ona ancak çocuğunu uyuttuktan sonra gece yarılarında gelebilirdi. Meral o zamanlarda uyuyakalmamak için nasıl direnirdi bilir misin? Bardak bardak kahve içip de beklerdi beni. Çoğu görüşmemizde, kolumun altında uyuyakalırdı da kendine kızardı. Buna rağmen bir kere bile "şuraya Ozan gelmese olmuyor mu" dediğini duymadım.

Korkardım Bahar. Of diyecek, yeter diyecek ya da daha fazlasını isteyecek de veremeyeceğim diye çok korkardım. Bir yandan Ozan'ı okula döndürmeye çalışmak ve psikologla görüşmek zorunda kalmak vardı. Ozan'ın gece uykuları çok bölük pörçüktü. İlk günler uyandı mı çok ağlardı. Sonra ağlamaz oldu da evin içinde avare gezmeye başladı. Ona arkadaş bulabilmek için çocuklu arkadaşlarımla görüşmek zorundaydım. Anne, baba, çocuk... İnsanları bütün bir aile olarak görmek bana bile zor geliyordu, Ozan'a iyi geldi mi sanıyorsun?

Gökten yıldızları indirip eline de versen bir anne etmiyor. Ozan annesini istiyordu, söyle nasıl vereyim? İnan, yaşı biraz daha küçük olsa Meral'i anne bilmeye, anne demeye bile razı olacak kadar çok "anne" istiyordu. Ölümü anlatmayı denedim. Psikolog da anlattı. Ama bütün uğraşıların sonunda Ozan "Bir daha gelmeyecek mi?" derdi. Gelemeyecek derdim, "Hiç mi?" derdi. Bekliyordu hep. İyi bir şey yaparsa, uslu durursa, şu kadar zaman geçerse... Gelecek diye inandırmış kendini. Ölümün derinliğini ona nasıl anlatayım?

Meral elinden tutup mezarına götürene kadar sorgusu devam etti. Ben onlarla oraya ayak basamadım. "Gel" derdi Meral. Demesi, istemesi kolay. Ben o toprağa saatlerce uzandığımı bilirim. Uzanıversem, bıraksam kendimi Ozan da Meral de korkudan titrer. Hangisine yaşatayım bunu? Onlar beni dik dururken gördükleri için yasımı hiç anlamadı, varsın anlamasınlar.

Güçlü bir insan olmak! Güzel şey. Ben güçlü değildim ki. Ben tek kişilik bir hayata uyum sağlayamadım Bahar. Çocuğuna bakan güçlü baba da olamadım. Yoksa bir ben miyim dünyada eşini yitiren? Karısını kaybedip bilmem kaç çocuğuna tek başına bakan adamlar yok mu? Var. Var tabii. Ben kendime bile bakamadım. Zayıfım. Zayıfmışım. Bilmiyormuşum bunu.

Bilhassa Ozan'la dışarıda, başkalarının yanında vakit geçirdiğim zamanlar Meral yanımda olsun isterdim. Yahut o anlarda Meral'in tek başına evde olduğunu ya da çalışmak zorunda olduğunu bilmek canımı sıkardı. Ben sevdiğimden uzak kalabilen biri değilim. Bugün de böyle. Bak şimdi buradayım, İskeçe'ye gideceğim ama sorarsan Meral'in yanında olmak istiyorum. Bütün gün beraber olmamıza rağmen...

Birlikte yaşamak istiyordum. Evli olmak ya da olmamak benim için mühim değildi ama Meral'e "Gel benimle yaşa," desem... İncinmez mi? Patronu oluşum Meral'i çok rahatsız ediyordu. Sokakta yürüyüşünü bir görsen... Her an biri bizi basacakmış korkusu vardı. Birlikte yaşasak bu ilişkiyi ilan etmiş oluruz, bu durumda işi bırakacağı çok aşikâr. Yani istersen devam et derim de; olmaz, yakışık almaz. Ne yapacak işten çıkmak için mesai saatini mi bekleyecek ya da ben çıkıyorum diye çantasını alıp canının istediği an işten çıkabilecek mi? Gitme bugün işe desem ne yapacak? Koca fabrika olsa neyse, küçücük büroydu o. Çalışma arkadaşlarına patron karısı gibi davranmayacağını zaten biliyorum... Öbür taraftan benim çevremden çekinirdi. Bunu anlayabiliyorum. Benim umurumda olmayan çok fazla şeyi düşünüyordu. Üstelik neyim olarak yaşayacaktı evde? Sevgilim, kız arkadaşım... Meral bu sıfatlarla o evde yaşayabilecek biri değildi ki. Evlenmek gerekiyordu.

Evlenmek... Gözümde büyümüyordu desem yalan olur ama asıl çekincem Meral'in de bir düğün istemesiydi. Bak ona cesaretim de hevesim de yoktu. Bir daha o hevesli delikanlı olabileceğime inanmıyordum. Meral gencecik kız, elbette düğün isteyecek. Olmaz, istemiyorum desem kırılmaz mı? Bir sürü şeyin anlayışını gösteriyor, bir de bunu mu isteyeyim?

Ben bütün bunları düşünürdüm. Ben bunları düşünürken onun beni hayatının neresine koyduğunu biliyor musun? Herkesin, her şeyin önüne. Sahip olabileceği anneliğin, bütün dini inançlarının, ev alma hayalinin ne bileyim aklına her ne gelirse, hepsinin, hepsinin önüne Rafet'i koymuş da benim bugün bile içimde bir yumru olan çocuğumu aldırmış. Aklıma geldikçe yüreğim daha yeni evladını kaybetmiş bir baba gibi çöküp de ağlar.

Tek başına gitmiş hastaneye. Tek başına ameliyata girmiş. Ben bunları düşünürken göğsüm ağrıdı. Meral yatağında onu bırakacağım korkusuyla öyle bir çaresizlik içinde kıvranıyordu ki, ben kendimi uzun zamandır, hem de çok uzun zamandır hiç o kadar kıymetli ama aynı anda aciz görmemiştim. Ya ben ona kendimi farklı tanıtmış ve sahip olabileceğimiz bir çocuğu istemeyecek kadar insafsız biri olarak görülmüştüm ya da o beni yanlış tanıyordu. Selma'nın kaybından sonra doğmamış bir çocuğu kaybetmenin tarifi yok. Selma'yı ikinci ziyaretim de o zamana denk düşer. Bir sürü şey anlattım ona, bir sürü... Gören deli der, ben konuşup durdum. Ağladım, çok ağladım. Ne kadar kaldım yanında bilmem. Gidişim öğle vaktiydi, kalktığımda güneş batmıştı. Sonunda bana seneler önce söylediği şeyi tekrar etti. "Artık gitmek istiyorum Rafet, bırak da gideyim." Göğe saldım gönlümü, Selma bu kez gerçekten gitti.

Ozan'a, Meral ablan da artık bu evde yaşasın mı diye sorarken korkuyordum. O ise "Bence de baba," demişti. "Yok yere benzin parası gidiyor gel git yaparken."

Sanki bunu bekliyormuş sıpa. Meral yanımıza taşındığında baş başa zamanlarımız büsbütün bitti. Ozan, Meral'in her anına el koydu, her anına! Okula giderken yüzüne yüzüne "Oh be oğlum!" derdim. "Sen gideceksin de sonunda Meral'e biraz da ben sarılacağım."

"Tamam," derdi. "Şimdilik tadını çıkar, ben gelince onu senden alırım."

Ha Meral işi bırakınca üzülmedi mi dersen... Çok, çok üzüldü. Benim yanımda hıçkıra hıçkıra ağlamaları yoktur. Bir tek işi bıraktığı için ağladığını bilirim. Onun yüzü gülsün diyeydi nasıl bir düğün istiyorsun deyişim. Yüktü içimde, bir anda sordum, ne cevap verse ikiletmeden yapacaktım. Meral istemedi. Çok kat'iydi duruşu, istemiyorum diyerek kestirip attı.

Benden daha iyisini hak ediyordu derken ne demek istediğimi anlıyor musun? Selma eğlenceye doyduğumuz nikahımızı da sayarsan üç düğün gördü, her bir şeyini kendisinin çizdiği, seçtiği beş gelinlik giydi. Meral'in oynamayı dans etmeyi bunca sevmesine rağmen öyle bir düğünü olmadığı gibi nikahta giyeceği elbiseyi de gidip Beşiktaş Çarşısından aldığını biliyorum. Eve kuaför de istemedi, elleriyle yaptı saçını. Hazırlanışını yan odadan dinlemiştim. Ozan vardı yanında, bıdı bıdı konuşuyordu. Tokaydı, taraktı, çiçekti beraber yaptılar hepsini. Sonra ben kapılarını çaldım. Bahçede kıyıldı nikahımız. Birkaç evetten sonra yemek yedik. Ozan sağ olsun bize o gece müsaade etti de otele gidebildik. Evde olsak aramızda yatar, çok gördük bunları.

Selma'nın Dimyat ipeğinden gecelikleri vardı. Meral eski evinde üşümekten, evlendikten sonra ise Ozan'dan sebep hiç istediği gibi giyinip soyunamadı. Hiç çocuksuz tatili olmadı. Benim eşim sıfatıyla iş yerlerine hiçbir vakit sırtı dik gelmedi. Hatta gel diye çağırdığım zaman utanır, sıkılır, ufacık olurdu... Gelmeyeyim diye çok dil dökerdi. Son çareydi yanıma gelmesi, ateş alacak kadar kalır, insanların gözüne hiç bakmazdı.

Annemle tanışmış, sevmişsin. Sevilecek yüzü pek tatlıdır ama bir de tersi vardır ki; Allah göstermesin. Yaşlanınca ihtiyarlığına veriyorsun ama lanet huyları da çoktur. Sevmediğine tam bir cadaloz... Var İskeçe'de üç beş hasmı. Annemin adını duydukları zaman yol değiştirirler. Annemin Meral'i Selma'dan sebep sevmeyeceğini ve kabul etmeyeceğini zaten biliyordum. Yine de nikahtan sonra arayıp evlendiğimi söylediğimde az canımı sıkmadı... Sakin sakin kurduğu öyle cümleleri var ki, her biri yüreğe sıkılan kurşun. Yüz yüze geldiklerini hayal bile edemezdim.

Meral de bunu bilirmiş gibi hiç "beraber gidelim, tanışayım," demedi. Gel gör ki Ozan'ın Meral sevgisi büyüktü. Annemi bile kabuğuna geri çekecek kadar büyük. Dilinden düşmüyordu Meral. Sonra Oğulcan katıldı hayatımıza. Doğduğu gün annemi aradım. Bir torunun daha oldu dedim.

"Allah anasına da, babasına da sağlık versin. Sağlıklı, uzun ömürleriniz olsun, beraberce büyütün çocuğunuzu," dedi. Basit bir dua, basit bir dilek. Ama o kadar gerçek bir duaydı ki ağlamadan "Amin" demem mümkün olmadı.

Bazen insanların arzu ettiği şeylerin gerçekleşmemesi karşısında "Neyse, sağlıklı olalım da," gibi cümlelerle kendilerini avuttuklarını duyuyorum. Belki fark etmeden ben de yapıyorumdur. Sağlık bir teselli ikramiyesi değil. Yaşaman için gereken tek şey. O yüzden bir yerde "sağlıkla büyüsün" dedikleri zaman bunu sıradan bir şey olarak görme. Dünyanın en hakiki dileğidir o.

Annem, bir anne olarak, bir insan olarak söyleyebileceği en güzel şeyi söyledi. O zaman "Dünya hali anne," dedim.

"Meral'in annesi de, babası da yok. Meral'e bir şey olsa, bana bir şey olsa, iki torunum var der misin?"

Annemin kabuğu kırıldı. Ağlamaya başladı. İskeçe'ye hep beraber gidişimizi Oğulcan'a borçluyuz. Annemin bize kucak açmasını da. Yine de... Meral'i başka türlü hayal ederdi annem. Başka türlü... Zengin koca avcısı kadın ya da Ozan'a kötü bir üvey anne. Öyle olsa ondan nefret etmek çok kolay olacaktı. Böylece Selma'nın hatırasına da ihanet etmeyeceklerdi ama Meral iki dirhem bir çekirdek oturup süt dökmüş kedi gibi gözlerinin içine bakınca kıyamadılar ona.

Çünkü Meral'in içinde hiç kötülük yoktur. Ararsın, ararsın ama bulamazsın. Fesatlık yoktur, başkasıyla yarışmaz, kimsenin hiçbir şeyini kıskanmaz. Oğulcan'dan sonra kısacık zamanda çok kilo vermişti. Kucağında bebekle genç bir kadından ziyade liseli kızları andırırdı. Yüzünü gözünü de boyamadığından yaşı iyice küçülürdü. Sen öyle evinin bahçesinde tonton tonton oturan o kadına aldanma. Meral'i gördüğü zaman bebek bakmakla ilgili ahkam kesmek istedi. Sandı ki Meral karşı çıkacak, sandı ki lafının üstüne laf söz edecek de bir fırsat bulup ona laf sokacak, had bildirecek, hatta dalaşacak... Eğer ben de annemi tanıyorsam, çok istedi bunu. Çok.

Ama Meral, annem neye doğru dediyse başını salladı. Öyle planlı programlı yaptı sanma. Can kulağıyla dinledi annemi. Yetmedi anneme bir dünya soru sordu. Sonunda "İstanbul'da bunları soracak pek kimsem yoktu, Rafet de çok iyi bilmiyor, arada bir şey olursa telefonla arayıp sorsam olur mu?" dediğinde annemin yüzünü görmeni isterdim. Bütün silahlarını indirip yere bıraktı.

Meral'i nasıl sevmem? Elim, ayağım, kolum, gözüm, kalbim. Çok, canımdan çok seviyorum.

Hani dedim ya ben onunla gerçek hayatı öğrendim diye. Baba olmayı da Meral ile öğrendim. Meğer Ozan doğduğu zaman ben hiç babalık yapmamışım. Selma her şeyi tek başına yapmış. Hem anneliği hem de babalığı... Okuduğu o binlerce sayfa kitap ve dergi boşuna değilmiş. Bir şeyleri öğrenmiş, öğrenmeye heves etmiş. Beraber yapalım dememiş, seve seve üstlenmiş, yapmış, ben seyirciymişim.

Oğulcan doğduğunda Meral çok toydu. Gözümün içine bakıp her şeyi bana sorar, benim Ozan'dan sebep bilmemi beklerdi. Oysa bilmezdim. Ozan'ın altını değiştirmişliğim bile yoktu. Ancak Selma'nın yanında dururdum. Dururmuşum.

Ozan annesinin kucağında cop cop memesini emerdi. Oğulcan'ın emmesi üç günü buldu. Meral nasıl kaygılı, bana bir şeyler soruyor, verecek cevabım yok. Ha bildiğim tek şey bebeğin nasıl tutulacağı. Onunla da övünecek halim yok ya... Bir de geceleri Oğulcan ağlarsa Meral'den önce uyanırdım. Onu Meral'in kucağına bırakıp uyuyamazdım. Meral emzirirken uyuyakalmaktan korkardı, "N'olur uyuma Rafet," derdi. Hiç de uyuduğu olmadı ama korkusu çok gerçekti. Hele bir de Oğulcan'ın hasta olduğu geceleri görsen... Ozan da bizim odada kalırdı, üç kişilik bir kadro olarak nöbet tutardık.

Bir gece var aklımda, işten geç saatte dönmüşüm, ev sükûnet içinde, herkes uyuyor. Oğulcan önceki gece biraz ateşlenmişti, çok değildi ama dikkat ediyorduk. Ben yokum diye Ozan Meral'in yanına yatmış. Boy da atmaya başlamıştı o sıra. Neredeyse Meral kadar boyu var. Aralarına Oğulcan'ı koyup da uyumuşlar. Ben odaya girdim, Oğulcan'ın gözleri açıldı. Bana bakıp gülümsüyor. Aslında ağzından çıkan gülme sesi ama ağlayacak zannıyla hem Meral'in hem de Ozan'ın eli aynı anda Oğulcan'ın karnına uzandı. Küçücük, kısacık bir andı ama fazla değerliydi. Bir yatakta sevgiyle yatan karım, iki çocuğum... Yeniden başımı göğe kaldırıp şükürler sıraladığım bir an.

Güzel zamanlardı Bahar. Kıştan sonra gelen ilkbahar gibi zamanlardı. Hani olur, güneş içini ısıtır, öyle zamanlar. Meral'in kakül saçlarının üzerine kasket şapka takıp Şoför Nebahat gibi arabasıyla fıldır fıldır İstanbul'u gezdiği, Ozan'ın liseye gidip sınıfının en büyüğü olduğu için fazlasıyla havalı olduğu, Oğulcan'ın ise deliler gibi sevildiği zamanlardı. Az daha büyüdüğünde Ozan evde durmaz olmuştu zaten. Biz üç kişilik çekirdek aile olarak akşamları televizyon karşısına kurulur dizi izlerdik. Bir ara çekirdeğe sardım Meral yüzünden, anladım ki çok tehlikeli bir alışkanlık, derhal uzaklaştım bundan.

Sonra her şey öyle güzeldi ki, ben bir çocuğumuz daha olsun istedim, çok istedim. Meral'e az dil dökmedim ama o bir müddet düşünüp "olmaz" dedi.

"Dünyanın türlü hali var Rafet, Ozan ve Oğulcan'ın kardeşliğine halel gelsin istemem. İhtimali bile üzer, riskini neden alalım?"

Çünkü kardeşlikleri parmak ısırtan cinstendi. Ozan rüştünü kazanınca annesinin evine taşındı, en uygunu böylesiydi çünkü üçlerde beşlerde mahalleyi uyandıracak müziklerle eve teşrif etmelerine ben bile alışamamıştım. Göz görmeyince evde ders çalışıyorum demelerine inanmak daha kolaydı. Doğruyu yanlışı ayıracak teraziye sahipti. Sadece kanının çok deli aktığı zamanlardı, istediği arabayı Amerika'dan getirtmemiz üç beş ayı bulacak da on sekizine o arabayla giremeyecek diye surat asacak kadar dertsiz, başka bir araba seç dediğimde, Almanya'dan araba getirtmenin yanında teselli olarak yat isteyecek kadar arsızdı.

Biz bu tartışmaları ciddi ciddi yapacak kadar kuvvetliydik. İki ev satıp bir araba alacak kadar sarsılmaz, malvarlıklarını başkalarının üzerine yapıp ihtiyaç anında kaçırabilmeyi düşünemeyecek kadar dürüsttük.

Ve tüm bunların içinde ben Ozan'a bu gece evde otur desem, bu hiçbir şey ifade etmezdi de Oğulcan "Abi gitmesene," derse Ozan kapıdan dışarı bir adım bile atamazdı.

Bazı akşamlar, Ozan gece körü eve gelirdi. Sadece Oğulcan'ı yatırmak için ya da Oğulcan yatmadan iki top sektirmek için. Ben ya da Meral istiyor diye olmadı bunlar. İkisi de birbirine çok düşkündü. Zaman geçtikçe arttı bu düşkünlük. Biz kenardan mutlulukla izler hale geldik onları. Zaten Ozan İstanbul'da olmasa, Meral hayatta Oğulcan'ı lise çağında İstanbul'a göndermezdi. Mümkün değil.

Sonra olanları konuşmayı sevmek bir yana dursun, anmak dahi istemiyorum. Meral'in yerine hangi kadını koyarsam koyayım beni terk ederdi. Hatta gemi su almaya başladığında, kendi kayığını doldurup kaçardı. Meral'in muhasebesi benden kuvvetli, dileseydi İstanbul'da hali vakti fazlasıyla yerinde bir hayat kurup kıçıma tekmeyi basardı. Oysa kaçmak yerine elimi tutup suyun dibini boylamama engel oldu. Bize yeni bir dünya kurdu. Hayalini bile kurmayacağım, öylesine yaşamak istemeyeceğim bir dünyada gülmeyi öğrendim. Meral öğretti. Oğulcan'ın eski kıyafetlerini satıp kira ödediğimiz günler oldu. Gözünün içine bakardım da "Dolapta çürüsünler mi Rafet?" derdi.

Sözde dükkânı kuracaktık da o kendi işine dönecekti... "Aklım sende kalıyor Rafet," diye diye köfteci oldu, garson oldu, paket servise çıktı, temizlikçi oldu... Neler neler olmadı ki. Rafet'in patronluğu biterken Meral'in kraliyeti başladı. Dükkânın ilk müşterilerini ağırladığımız gün, bal kavanozundan bahşiş kutusu yaptı, adını da "Oğulcan fonu" koydu. Oraya giren her kuruş Oğulcan'ın bir şeyiydi. Bazen spor ayakkabısı bazen okul çantası. Bazen bir şeylere gücümüz yetmezdi, Ozan'ın sahip olduklarından Oğulcan mahrum diye çok üzülürdüm ama Meral hep şöyle derdi; "Annesi de babası da sağ Rafet, sakın Oğulcan'ın şanssız olduğunu düşünme."

Hakkı var; Oğulcan her yaşında yüzünden gülücükler saçan bir çocuk oldu. Gemi battı diye Oğulcan'ın ağladığı olmadı ama Ozan çok zorlandı. Sorumlusu benim. Ayağının altına dünyaları serip sonra bir çırpıda her şeyini çekip aldım.

İnsan dar gününde iyiyle kötüyü daha kolay ayırıyor. Ozan'ın okulu için kimsenin kapısını çalamadım. Ozan'a dilerse Adana'daki dedesinin ya da dayılarının kapısını çalabileceğini söyledim. Selma'dan sonra bir kere bile görüşmediğim insanlar... Ozan'ı arayıp sordular mı, hayır. Bizi birbirimizle ilgili kılan tek varlık Selma'ydı, o gidince ne olacak? Ozan da istemedi varlıklarını.

Ama gerçek dostlar el uzatmayı bildiler. Onlardan biri de seneler boyu hiç konuşmadığım Hülya oldu. Dubai'de bir bankada yöneticilik yapıyormuş. Olanları duyunca İstanbul'a gelmişti. Bana da yardım etmek istedi ama Meral yeni yeni dalgalardan korktu, bunun için ona kızamam. Lakin Hülya'nın Ozan'a sağladığı burs, yaramın en büyük merhemiydi. Hayır, mesele para değildi; Selma gerçek arkadaşlarının olduğunu görür de mutlu olur diye sevindim.

Meral beni "bütçe" denilen şeyle tanıştırdı. Bir kâğıda tarih atıp başlardı yazmaya. En üste geliri beyan eder, alta zorunlu giderleri sonra da ihtiyaçları sıralardı. Gelir ile zorunlu harcamalar örtüşmezse ya da çok az bir para kalırsa ihtiyaçları tek tek gözden geçirirdi. Ertelenebilecek olanları erteler, bir kısmını taksitlerdi. Son bir iki sırada lüks harcamalar olurdu. Çoğu zaman paramız onlara hiç yetmedi. Neydi o lüks dersen; değişirdi. Birkaç kere "İstanbul'a gitmek" yazmış listeye. Belki bir günlüğüne gitmekten bahsederdi ama ona hiç sıra gelmedi. Oğulcan'ı okul gezisine ya da istediği bir kursa, hobi oluşturacak bir etkinliğe göndermek genelde son sırada yazardı ama ona öncelik vermeye çalışırdık.

Birkaç sene sigortasız çalıştık. Hastaneye yolumuz düşmeyecekmiş gibi... Oğulcan çocuk yaşta, nasıl düşmesin. Buna rağmen Meral öyle bir hesap kitap yaptı ki, ben nasıl olduğunu anlamadan iki sene önce emekli oldum. Emekli maaşına sevinecek adam mıydı Rafet? Nasıl sevindim anlatamam... Küçük bir birikim yapmaya çalışıyorum. Ozan da fondu borsaydı bir şeyler söyleyip yardımcı oluyor. Üç beş zaman içinde gölü gören güzel bir ev alma hayalim var Meral'e. Her sabah bu şevkle güneş doğmadan iş başı yapıyorum.

Üç sene önce Meral'in boynu ağrımaya başladı. Kolay kolay yakınmaz o. Sesli söylüyorsa dayanılmaz olmuştur acısı. Nasıl korktum anlatamam. Özel bir hastaneye gidelim diyorum dinlemiyor beni. Gitmiş devlet hastanesinden randevu almış, gün bekledik. Yastığa başımı koyduğumda sessiz sessiz ağladığımı zannederdim. Meral elimi tutup "Korkmasana Rafet," derdi. "Alt tarafı boyun ağrısı." Fıtık dediler, ameliyata lüzum yokmuş. Olmasın da. Meral'in tırnağı incinse benim canım yanıyor. Çok isterim çalışmasın, çok isterim daha iyi şartlarda yaşasın. Ben bu yaşa geldim, bir oğlum doktor oldu, kendi hayatını kurdu. Diğeri birinci sınıfa başladığından beri çalışkanlığıyla göz dolduruyor, ufku, geleceği çok parlak, biliyorum. Ama Meral... Meral'i pamuklara sarabilsem o bile az. Konforlu bir hayat sunamıyorum ona, derdim bu.

İkinci el bir arabamız var. Alırken tek isteğimiz ayağımızı yerden kesmesiydi. On senedir bizimle. Hiç yolda bırakmadı, hiç canımızı sıkmadı. Selma'nın mücevherleri var bir de. Senelerdir kiralık bir kasada durur. Ne yapacağımı bilemediğimden... Vaktiyle Ozan'ın okulunu karşılasın diye bozduracak oldum, Ozan kabul etmedi. Fotoğrafçılıkla çarkı döndürmeye başlamış, birkaç zaman bize bile destek olmaya kalktı... Kendi çöküşüme üzüldüğüm kadar Ozan'ın ayakları üzerinde duruşuna hayran olmuştum.

Sonra birkaç dar zamanımız daha oldu. O mücevherleri bozdurmak en doğrusu olacaktı ama bu kez de Meral mâni oldu. İşin özü kimse onlara para gözüyle bakmıyor. Hatıra diyoruz... Ne var biliyor musun Bahar? Meral, Oğulcan'ın küçülen giysilerini sattığı zaman "Ama hatıraları var," demiştim. O da bana "Hatıraları benim aklımda, dolapta çürümelerine gerek var mı?" demişti. Elbette bu bir teselli cümlesi diyebilirsin. Öyle zaten. Ama samimiyetine inanırsın bu güzel bir bakış açısı. O zaman Meral'e benim takım elbiselerimi de sat bari demiştim. Bir kaşı havada bakmıştı yüzüme. Ne yapayım onca güzel takımı? Müşteriye servis ederken mi giyeyim yoksa köfte pişirirken mi? Yeni hayatımda böyle şeyler yoktu.

"İçlerinden birini ayıralım," dedi Meral. Elim Selma'nın özenle seçip diktirdiği takıma yöneldi. Kaç senelerin takımı, içine girip giremeyeceğim bile meçhul... Meral ise bunu bilmeden "Koyu renk bir şey seçsen daha iyi değil mi?" dedi. "Her yerde, her şeyle giyersin." Haklıydı. Onun dediği gibi yaptık. Geri kalanları sattı. Aylarca kiraydı faturaydı uğraşmadık, iyi oldu.

Ozan geçenlerde "Şu kasadaki mücevherleri bozdurup bir ev alsana," dedi bana. Şaşırdım. "Annenin onlar," dedim. "Ben de bir gün onları kullanmasını çok isterim ama bir yirmi sene daha beklesek de gelip kolyelerini takmayacak," dedi. "Tasarrufu senindir oğlum," demekle yetindim.

"Benim bir evim var," dedi. "Siz kirada otururken ya da Oğulcan'ın bir evi yokken o altınları alıp kullanmayacağımı biliyorsun," dedi. Selma'nın mücevherleriyle Oğulcan'a ev alınır mı sence? Selma buna gücenir mi?

Ck. Gücenmez, aksine mutlu olur. Belki bir yerlerde "Hâlâ neyi bekliyorsun Rafet?" diyordur. Sana söylediğim şeye gelince. Selma öyle biri değil. Dilinin ucu yumuşacıktır. Dokunduğu yeri acıtmaz, hayatta en sevdiği varlığı Ozan'dı. Ozan'ın bir kere sevdiğini o iki kere sever.

Ben iki insan arasında yaşanan şeylere hakkım ve haddim olmadan, üstelik Selma'nın adını bulaştırarak dokundum. Bunun için senden bütün kalbimle özür dilerim."



*



İkisi de aynı anda birkaç kez yanaklarını sildi. Aynı anda burunlarını çektiler, aynı anda nefes aldılar. Biri evin içine diğeri kuleye bakarken "Özrün için teşekkür ederim," dedi Bahar.

Sustular, nice susmaktan sonra Bahar adama dönüp "Rafet amca," dedi. "Eğer burnu büyüklük olarak algılamazsan, senden bir şey isteyebilir miyim? İskeçe'den dönerken yayayla papusu da getirir misin? Meral ablayı da çağırsam, büyük bir aile sofrası kurabilir miyiz burada? Hep beraber toplanabilir miyiz bu evde?"



*


*


*


Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakârlığımı anlıyorsun
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.

18.02.1945 – Nazım Hikmet Ran 



----------------------------------------------------------<3


Merhaba,


Bu bölümü ocak ayında yazıp bitirmiştim, yazarken biliyordum, benim için hikayenin en özel bölümü olacaktı. Ocaktan beri rafta bekliyordu, bugün yayınlamadan önce son okumasını yaparken çok ağladım. Sadece bölümdeki duygu yoğunluğundan değil, hissettirdikleri bugünümüze de denk düştüğünden. Galiba her çağda, her felakette, her ihtimalde ölümün rengi aynı. 

Bu yüzden yitirdiklerimiz için paylaşıyorum. Kalbimize gömülen herkes için. 


"Sağlık" ve sevgiyle kalın.

 


Anita Felipova Emilova



Continue Reading

You'll Also Like

6K 623 21
Biz, farklı olanlardık. Çıt çıkmayan, ciddi bir ortamdaki kıkırdamaydık. Biz, tüm renklerin kontrast yaratanıydık. Cennetten kovulan meleğin kanatla...
1.3K 657 31
Jeolog profesör Luca Ozario, yapılan bir keşfi fırsat bilip kendini öne çıkarınca yeni kurulan bir araştırma merkezine davet edilir. Alp Dağları'nın...
624K 5.6K 5
DÜŞ DAHA BAŞINDAN BİR ANIDIR!!!(Oruç Aruoba) Sonsuz bir aşkın içinde kayboldu Tanrıça.. Bütün şairler, söylenen bütün sevda sözleri, yaratılmış her ş...
27.1K 3.2K 16
❝Kırgın ruhlar senfonisi; kimisine ölüm ninnisi, kimisine yaşam emaresi.❞ Hayatını travmalarının yönettiğinin bilincinde olan bir kadın, onlardan kaç...