FÜG

By klclygmr

2.5M 210K 142K

Bu kurgu tamamen bana aittir ve tüm hakları saklıdır. . . . . . . Kapak: pinterestten alıntıdır. More

TANITIM
1.BÖLÜM
2.BÖLÜM
3.BÖLÜM
4.BÖLÜM
5.BÖLÜM
6.BÖLÜM
7.BÖLÜM
8.BÖLÜM
9.BÖLÜM
10. BÖLÜM
11.BÖLÜM
12. BÖLÜM
13. BÖLÜM
14. BÖLÜM
15. BÖLÜM
16. BÖLÜM
17. BÖLÜM
18.BÖLÜM
19.BÖLÜM
20.BÖLÜM
21.BÖLÜM
22.BÖLÜM
23.BÖLÜM
24.BÖLÜM
25.BÖLÜM
26.BÖLÜM
27.BÖLÜM
28. BÖLÜM
29. BÖLÜM
30.BÖLÜM
31.BÖLÜM
32.BÖLÜM
34.BÖLÜM
35.BÖLÜM
36.BÖLÜM ~
37.BÖLÜM
38.BÖLÜM
39. BÖLÜM
40. BÖLÜM
41.BÖLÜM
42.BÖLÜM
43.BÖLÜM
44.BÖLÜM
45.BÖLÜM
46. BÖLÜM
47.BÖLÜM ~
48.BÖLÜM
49. BÖLÜM

33.BÖLÜM

42.8K 4.6K 2.7K
By klclygmr

Bugün yine kulaklarıma dolan o eşsiz seslerle gözlerimi açtım. Son üç gündür sabahın erken saatlerinde beni uykumdan uyandıran o güzel kuş sesleri... Baharın müjdecisi, insanın içini ısıtan, belki de dünyanın en güzel sesi. Yatağımdan kalkıp bu eşsiz sesleri daha iyi dinleyebilmek için balkon kapısını açtım. Kapıyı açmamla yüzüme çarpan ılık meltem içimi huzurla doldurup taşırdı yine. Bahçedeki ağaçların dallarında henüz açmakta olan pembe ve mor renklerdeki çiçeklerin kokusu daha şimdiden insanı mest ediyordu. Son üç gündür en sevdiğim koku olmaya aday bu çiçeklerin kokusunu derin derin soldum.

Burası düşündüğümden daha huzur vericiydi. İlk başta gelmek istememiştim ama Rüzgâr beni bir şekilde ikna etmişti. Düşünüyorum da, son zamanlarda her şeye beni çok kolay ikna ediyordu.

O gün evinin bahçesinde, "Seni o yolda asla yalnız bırakmayacağım," derken bunu kastettiğini düşünmemiştim. Resmen beni deliler hastanesinin bir odasına kapatmıştı ama burası bir hastane odasından çok daha fazlasıydı.

Kendi çalışma odasının hemen yanındaki bir odayı benim için özel olarak hazırlatmıştı. Büyük bir televizyon, ikili koltuk, masa, bilgisayar ve küçük bir kitaplık vardı odamda. Canım istediği zaman yemem için küçük bir dolabın içini atıştırmalıklarla doldurtmuştu ve her gün sevdiğim yemekler önüme geliyordu.

Burası kesinlikle bizim evden daha konforluydu.

Son vukuatımdan sonra beni tek başına bırakmak istemiyordu. Bana onunla birlikte aynı evde yaşamayı teklif etmişti ama kabul etmemiştim. Sevgilim olabilirdi ama bu onunla aynı evde yaşayabileceğim anlamına gelmiyordu. "Başka bir çare kalmadı," diyerek beni hastaneye yatmaya ikna etmesi çok da kolay olmamıştı. Tek başına delilerin olduğu bir hastanede kalmak, aklı başında biri için çok korkutucu bir şeydi! Korkuyordum.

Hastanede tek başına olmaktan korkuyordum ama en çok da, Olcay'ın olduğu bir hastanede tek başına olmaktan korkuyordum. "Yalnız olmayacaksın," dedi içime su serperek. "Burada ben de seninle aynı odada kalacağım güzelim," diyerek beni can evimden vurmuştu. Aynı odada kalma fikri beni biraz ürkütsede, Rüzgâr'ın yanımdan hiç ayrılmayacak olması hoşuma gitmişti. Üstelik hastanedeydik ve iki tane ayrı yatak vardı oda da. Sıfır tehlike!

Her ne kadar onu odama kendisi için koydurduğu yatakta bir kez olsun yatarken görmesem de, Rüzgâr benimle birlikte hastanede yaşamaya başlamıştı. İlay'la anılarının olduğu evde artık yaşamıyor, kendisine yeni bir ev bulana kadar burada benimle birlikte kalıyordu.

Rüzgâr beni hastaneye getirdiğinde, "Benden habersiz odandan dışarı çıkmayacaksın," derken çok ciddi görünüyordu. Beni bir saniye bile yalnız burakmıyordu. Her saniyemden haberdar olmak istiyor, gün içerisinde sık sık yanıma geliyor, fırsat buldukça beni dışarı çıkarıyordu. Kendisi çalışırken yanıma ya bir hemşire görevlendiriyor ya da Koray ve Güneş'i çağırıp yanımdan ayrılmamalarını söylüyordu. Bu biraz can sıkıcı bir durumdu benim için. Sürekli yanımda birileri olunca rahat edemiyordum. Rüzgâr'a itiraz edemiyordum ama sanırım ömrümün en huzurlu günlerini geçiriyordum.

Olcay'la aynı çatı altında yaşıyor olmak bile korkutmuyor beni. Rüzgâr vardı yanımda, Olcay dokunamazdı bana. Üstelik güvendeydim burada. Herhangi bir zamanda hastalığımın nüks etmesi durumunda hemen müdehale edecek insanlar vardı etrafımda. Bu hastalığın bana yaptıracağı şeyler beni de korkutuyordu. Kendi iradem dışında yaptıklarım, yapacaklarımın teminatıydı bir bakıma. Bu yüzden Rüzgâr'a itiraz edemiyordum.

Güneş bile imrenmeye başlamıştı halime. Öyle söylüyordu ziyaretime her gelmesinde. Dün yanıma geldiğinde, "Sendeki rahatlık paşalar da yok," demişti. Öyleydi de. Burada çok rahat ve huzurluydum.

"Uyanmışsın."

Huzurla daldığım düşüncelerden koparak döndüm Rüzgâr'a. "Yine üzerine bir şey almamışsın," dedi sitemle. Bugün de uyandığımda yanımda görmemiştim onu. Ne akşam uyurken yanımda oluyordu, ne de sabah uyandığımda. Bana verdiği ilaç uyku yapıyordu ve erkenden uyuyordum. Rüzgâr geç yatıyor, erken kalkıyordu. Bu yüzden onu yatağında hiç göremiyordum.

Arkama geçerek elinde tuttuğu hırkayı omuzlarımın üzerine bıraktıktan sonra kollarını sardı bedenime. "Yataktan kalkınca üzerine bir şey almalısın," diyerek başını eğip yüzüme baktı. Sabahın bu saatinde bu ne yakışıklılıktı böyle?

"Hava çok güzel," dedim gülümseyerek. Kollarının arasında döndüm ve ben de ona sarıldım. Rüzgâr'ın son günlerde bana karşı tavrı biraz tuhaftı ama içimi eriten gülümsemesinden hiç mahrum bırakmıyordu beni. "Sen yine de üzerine bir şey al," dedi sevimli bir şekilde kaşlarını çatarak. Çocuğunu hastalıklardan korumak isteyen anneler gibi davranıyordu bazen.

"Bu ağaçların adı ne?" Başımla arkamda kalan ağaçları işaret ettim. "Çiçekleri tam olarak açmamış ama ona rağmen çok güzel kokuyorlar."

Kısa bir anlığına bahçeye baktı ve tekrar bana çevirdi bakışlarını. "Oya ağacı."

Hayatımda ilk kez oya ağacı görüyordum. Şimdiden böyle güzel kokan ve böylesine güzel görünenen ağacın çiçeklerini tamamen açtığında nasıl bir güzellik sunacağını merak ediyordum. "Şimdi bu oya ağacının altında ne güzel kitap okunur," dedim gülümseyerek. Güneş'in dün getirdiği bir kitabı çok sevmiştim ve dün akşam neredeyse yarısını okumuştum. "Kahvaltıdan sonra inip orada kitap okusam ne güzel olur." Yüzüme kondurduğum şirin bir ifadeyle gözlerine bakmaya başladım.

Kollarını gevşeterek benden uzaklaştı ve odaya doğru yöneldi. "Yanına bir hemşireyi alırsan neden olmasın," diyerek içeri girdi ve koltuğa oturdu. Geriye doğru yaslanıp bacak bacak üstüne atarken, sağ kolunu koltuğun yaslanma kısmına uzattı.

"Rüzgâr lütfen." Yanına geçip otururken ona biraz yaklaştım. "Yanımda hemşire varken okuyamam o kitabı."

"Neden?" derken arkamda kalan eli saçlarımla oynamaya başladı.

"Rahat edemiyorum, tepemde dikiliyorlar falan," dedim acıklı bir yüz ifadesiyle. Beni yalnız bırakmama işini fazla abartıyordu.

"Tamam, öğle arasında birlikte çıkarız okursun," deyince kaşlarım çatıldı. "Senin yanında hiç olmaz." Onun yanındayken kitaba odaklanmam mümkün değildi.

"Sebep?" dedikten sonra bana doğru döndü. "Ne okuyorsun da kimseyi yanında istemiyorsun?" Gözlerini hafifçe kısarak bir kaşını kaldırdı.

"Roman," dedim omuzlarımı silkerek. "Çok heyecanlı yerinde kaldım, kız oğlanı öpecekti." Bir aşk romanıydı ve dün gece okurken uyuya kalmıştım. Rüzgâr'ın bana akşamları verdiği ilaç uyku yapıyordu ve kitabın en heyecanlı yerinde uykuya yenik düşmüştüm.

"Kız oğlanı öpecekti," dedi kaşlarını kaldırarak. Ağır ağır başımı sallarken yüzüne bakmamaya çalıştım. Tıpkı kitaptaki çocuk gibi Rüzgâr da benden bir öpücük bekliyordu. Hem de tutkulusundan.

"Vay be," dedikten sonra dudaklarını aşağıya doğru kıvırdı. "Demek kitaplarda kızlar oğlanları öpüyor." Kısa bir süre duraksadı ve bana döndü tekrar. "Şu hayatta kitap karakteri olmak varmış."

Sitem dolu sözlerinden daha keskin olan bir şey varsa o da bakışlarıydı. Bir tutam muzur, bir tutam çapkındı bakışları. Hiç cevap vermeden karşımdaki masaya çevirdim başımı. Her ne kadar onu öpmek istesem de, henüz bunu yapacak kadar cesaretim yoktu.

"Merak ettim şu kitabı," dedi ve başını hafifçe eğip yüzüme bakmaya çalıştı. "Neydi adı?"

"Son öpücük," diyerek ona doğru dönerken kaşlarının usulca çatılmasını seyrettim.

"Neden son öpücükmüş?" Bunu söylerken kaşları hâlâ çatıktı.

"Oğlan kızı gözlerinden öpüyormuş sonra kız oğlanın dudaklarından," derken istemsizce suratımı astım. "Kız oğlanı öptükten sonra ölüyormuş Rüzgâr, Güneş öyle dedi." Güneş'in tavsiyesiyle başlamıştım kitaba ve kitabın en heyecanlı kısmını bana önceden söylemişti Allah'ın cezası. Hiç bir heyecanı kalmamıştı ama yine de büyük bir istekle okumaya başlamıştım.

"Neden," dedi başını sallayarak. "Oğlanın dudakları zehirli miymiş?" Güneş bu detayı atlamıştı.

"Bilmem, onu okuyunca anlayacağım." Henüz o kısımlara gelmeden uyumuştum ve sebebini ben de merak ediyordum.

"Benimkiler zehirli değil," diyerek oturduğu yerden biraz kaydı ve yanıma daha da yaklaştı. "Bu güne kadar kimse zehirlenmedi."

Yine aynı şeyi yapıyordu. Son günlerde sürekli geçmişte yaşadığı ilişkileriyle ilgili saçma sapan örnekler verip sinirlerimi bozuyordu. Sanki özellikle yapıyordu bunu. Özellikle yapıyor, sinirlendirmek için uğraşıyordu. Belki de kıskandırmaya çalışıyordu beni. "Keşke zehirlenselermiş," diyerek yanından kalktım. "İlay ve Sude gibi dertlerim olmazdı o zaman."

Son üç gündür bu iki kişiyle ilgili rahatsızlığımı gizlemiyordum. O bana böyle yaptıkça ben de hiç çekinmeden rahatsızlığımı belli ediyordum. Masanın üzerinde duran kumandayı alıp televizyonu açtım. "Nerede kaldı bu kahvaltı?" diyerek kapıya doğru yönelmiştim ki kolumdan tutarak durdurdu beni. "Şeker," dedi beni kendine doğru çevirirken. "İlay'ı anlıyorum, ondan hoşlanmıyorsun ben de sana hak veriyorum ama," dedi ve başını omzuna doğru hafifçe eğerek yüzüme baktı. "Bu Sude takıntını anlamıyorum."

İlay'dan neden hoşlanmadığımı biliyordu. O gece Rüzgâr'ın evinde uyuduğumda bana uyku esnasında hipnoterapi yaptığını ve İlay'la olanları detaylıca anlattığımı söylemişti. Hepsini tek tek anlatmışım hipnoz halindeyken. Öyle söyledi. Üstelik sadece İlay'la olanlar değil, her şeyi anlatmıştım ona. Rüzgâr'a terapilerde anlatamadığım ne varsa hipnoz halindeyken bir bir anlatmıştım. Başta bana sormadan böyle bir şey yapmış olmasına sinirlenmiştim ama daha sonra sakin kafayla düşününce, "İyi ki," dedim. İyi ki böyle bir şey yapmıştı çünkü kendi irademle asla anlatamayacağım şeyler vardı. Bilmesi gereken ama anlatamadığım şeyler...

Rüzgâr artık her şeyi biliyordu ve bu durum içimi bir nebze olsun rahatlatmıştı. Sanki üzerimde büyük bir yük vardı ve o yükten kurtulmuştum. Anlatamadığım şeylerin hiç birinin kendi irademle olmadığına, suçlunun ben olmadığıma beni ikna etmeye çalışırken öyle rahatlatıcı cümleler kurmuştu ki...

Bazı zamanlar kendimi suçluyordum. "O eve gitmeyi hiç kabul etmemeliydim," diyerek kendi kendime kızıyordum bu yaşımda bile. Çocuklara soruyorlardı. "Bu aile seni istiyor, sen de onlara gitmek istiyor musun? "diye. Bu bir nevi, "Zulümlerden zulüm beğen," demekti. Yurttan ve Zeynep ablanın zulmünden kurtulmak için kabul etmiştim ama geri dönmem uzun sürmemişti. Zeynep ablanın zulmünden bin kat beter bir zulme maruz kalmıştım o evde. O adamın sırtına batırdığım bıçak sebep olmuştu geri dönmeme. O gecenin sabahında erkenden beni yurda geri götürmüşlerdi. Ve tabii, Zeynep ablanın zulmü kaldığı yerden devam etmişti ama artık eskisi kadar canım yanmıyordu.

Yurda geri döndüğümde artık eski Şeker değildim. Yaralıydım. Zeynep ablanın açtığı yaralardan daha derin, daha can yakan kocaman bir yarayla dönmüştüm ve artık hiçbir şey canımı o kadar çok yakmıyordu. En beterini, en ağırını yaşamıştım çünkü.

Bana ilk hediye edildiğinde kendi adımı verdiğim oyuncak bebeğimin adını değiştirmeme neden olan o yaralar... "Senin adın da Şeker olsun," diyerek kendi adımı verdiğim bebeğimin adı artık yaralı bebek olmuştu. Yeşil kıvırcık saçlı, nerede kaybettiğimi bile hatırlamadığım yaralı bebek...

"Sude İlay gibi değil merak etme," dedi gülümseyerek. "Canını yakmaz, yakamaz."

"Neden, öldü mü yoksa?" diyerek kaşlarımı kaldırdım ve, "İnşallah ölmüştür," dedim içimden geçenleri gizlemeyerek. Anladığım kadarıyla dünyanın en mükemmel kadınıydı bu Sude ve yaşamıyor olması işime gelirdi.

Küçük bir kahkaha attıktan sonra, "Hayır," dedi başını sallayarak. "Canını yakamaz, sana yaklaşamaz bile."

Bana yaklaşmasından çok daha önemli olan bir şey varsa o da Rüzgâr'a yaklaşmasıydı. Bana yaklaşsa bir şekilde icabına bakardım ama Rüzgâr'a yaklaşırsa neler olurdu düşünmek bile istemiyordum. "Önemli olan bana yaklaşması değil canım," dedim bir kaşımı kaldırarak. "Aklı varsa sana yaklaşmasın."

Aklımdan geçenleri doğrularcasına, yüzünde keyifli bir ifade hakimdi. "Ne olur bana yaklaşırsa?" dedi ve başını iki yana sallayarak göz kırptı. Rüzgâr beni kıskandırmak istiyordu artık bundan emindim. Keyif alıyordu bu hallerimden. Özellikle böyle yapıyordu. Beni kışkırtarak istediği öpücüğü alacağını düşünüyordu belki. Normal şartlarda Rüzgâr böyle davranmazdı. Beni inciteceğini bildiği bir şeyi ısrarla yapmazdı. Neden bilmiyorum ama beni kıskandırmaya çalışıyordu. Belki de o öpücüğü almak için kışkırtmaktı amacı. Peki benim bunu farketmeyeceğimi ve aynı şeyi ona yapmayacağımı nerden biliyordu?

"Acımam," dedim tehditkar bir ifadeyle. "Keçilerim girer devreye ve," derken ağır ağır başımı salladım. "O keçiler devreye girince hiç iyi şeyler olmuyor Rüzgâr'cığım." Keçilerim de en az benim kadar çılgındı!

"Lütfen o keçilerin bir süre uslu dursun," diyerek gülümsedi. Beni kendine usulca çekip kollarının arasına alarak yüzünü saçlarıma gömdü. "Hatta mümkünse," dedi başını hafifçe eğip yüzüme bakarak. "Hiç çıkmasınlar ortaya."

"Bilemiyorum," dedim kaşlarımı kaldırıp gözlerimi büyüterek. Bazı zamanlar ben istesem de, çoğu zaman iradem dışında devreye giriyordu keçilerim. Tehditkar bir şekilde uzun uzun baktım gözlerine. Emindim artık. Rüzgâr benden de, keçilerimden de korkuyordu. Korkuyordu ama son günlerde o keçileri ortaya çıkarmak için elinden geleni yapıyordu.

"Yerim o keçileri," dedi tok bir ses tonuyla. Bakışları ara ara kışkırtıcı bir şekilde dudaklarıma kayıyordu ama hiçbir şey yapmıyordu. Ne olurdu sanki küçük bir öpücük kondursa dudaklarıma? İnatçıydı Rüzgâr. İstediğini elde edene kadar inatla iradeli davranıyordu.

"Yarın çıkıyoruz yola." Saçlarımın arasında gezinen parmakları beni mayıştırıyordu.

Dün akşam yemeğinden sonra önüme gelen meyve tabağında sadece çilekleri yemiştim. Çilek en sevdiğim meyveydi ve saniyeler içerisinde hepsini bitirmiştim. Rüzgâr şaşkınlığını gizlemeyerek, "Çileği çok seviyorsun," demişti keyifle. Elimdeki meyve tabağındaki çilek yapraklarına hüzünlü bir şekilde bakarak, "Evet, en sevdiğim meyve," demiştim ve beni ilk fırsatta çileğin bol olduğu bir yere götüreceğini söylemişti.

"Yarın mı?" dedim heyecanla. Bu kadar erken olacağını düşünmemiştim. "Evet," diyerek saçlarıma küçük bir öpücük kondurdu. "Ama öncesinde bu akşam babamlar bekliyor."

Annesi hakkımda ne anlattıysa babası benimle tanışmak istiyordu. Öyle söylemişti Rüzgâr. "Babam seninle tanışmak için can atıyor," demişti. Önyargıyla yaklaşacaktı bana eminim. Annesinin benim hakkımda çok sevimli şeyler söymediğini tahmin etmek zor değildi. Rüzgâr'ın bunu bana söylediği andan itibaren içimde anlam veremediğim bir korku hakimdi. Annesiyle olan ilk tanışmamızı düşündükçe, babasıyla da öyle bir tanışma olursa diye korkuyordum. Keçilerim bugün rahat durmalıydı! En azından akşam ki yemek sonlanana kadar rahat durmalıydı.

Rüzgâr'ın kollarının arasından uzaklaştım. Söylediği şey yine gerilmeme neden olmuştu. Korkuyordum. Annesiyle ve babasıyla aynı ortamda olmak beni korkutuyordu.

***

Eğer bir aile ortamında büyümediyseniz anne ve babayla aynı ortamda olmak nasıl bir şey bilemezsiniz. Anneler nelerden hoşlanır, babalar nasıl davranır, neye kızar, neyle mutlu olurlardı? Bilgisiz olduğum konulardan biri de buydu. Korkularımın sabebi de. Ben aile ortamı nedir, nasıldır bilmiyordum. Babamı hiç tanımadım. Annem babamdan hiç bahsetmemişti bana. Annemle ikimizden oluşan küçük bir dünyamız vardı hatırladığım kadarıyla. Başka kimsemiz yoktu, öyle hatırlıyorum. Küçük, silik anılar vardı zihnimde sadece.

Aileme ait tek iz olan anneminde artık yüzünü bile hatırlamıyorum. Eskiden daha netti zihnimde ama artık hiç hatırlamıyordum. Belki bir fotoğrafı olsaydı unutmazdım ama yurda bırakırken bir fotoğrafını bile çok görmüştü bana. Babam kimdi, annem neredeydi? "Seni buradan gelip alacağım," diyerek bıraktığı yurda bir kez olsun gelmemişti. Çok bekledim ama annem hiç gelmedi. Beni evlat edinen ailenin yanında kalma sürem de çok kısa olmuştu. O adamın sırtına batırdığım bıçak kısa süreli aile hayatımın sonu olmuştu. Tüm çocukluğum yurtta geçmişti ve ben aile ortamı nedir hiç bilmedim.

Şimdi bu bilgisizliğimle şu an Rüzgâr'ın annesi, babası ve kız kardeşiyle birlikte aynı masada yemek yiyorduk. Buraya gelene kadar ki gerginliğim, geldikten sonra bin kat daha artmıştı. Rüzgâr'ın annesinin asık suratı, babasının garip bakışları heyecan ve korkumu arttırıyordu. Bacaklarımın ritmik bir şekilde titremesini saymazsak şu dakikaya kadar gayet iyi idare etmiştim. Ne bir pot kırdım, ne herhangi bir rezillik çıkardım. Resmen kendimi aştım!

Tabağımdaki biber dolmasından küçük bir parçayı alıp nazikçe ağzıma attım. Şu an bu insanlar olmasaydı çatal bıçak kullanmadan biber dolmasını elime alıp gömülürdüm. Biber dolması en sevdiğim yemekti. Üstelik o kadar lezzetli olmuştu ki utanmasam herkesin tabağındaki dolmaları alıp yiyebilirdim.

"Baban ne iş yapıyor?"

Tabağımdaki dolmayla yaşadığım aşkı bölen adama çevirdim bakışlarımı. Rüzgâr'ın babası geldiğimden beri tek kelime etmemişti ve şu an bana yönelttiği ilk soru, "Baban ne iş yapıyor?" olmuştu. Ne hoş değil mi?

"Baba!" dedi Rüzgâr benden önce davaranarak. Uyarıcı, ama aynı zamanda sakin bir tonla. Babası kısa bir anlığına Rüzgâr'a baktıktan sonra tekrar bana döndü. "Ahh, evet Rüzgâr bahsetmişti." Önünde duran içki bardağını eline aldı ve büyük bir yudum içti. Rüzgâr'ın benimle ilgili babasına ne anlattığını merak etmiştim. Belli ki ben gelmeden önce hakkımda bazı bilgiler vermişti babasına. Acaba neler söylemişti?

Neden bilmiyorum ama Akif beyin bu soruyu kasıtlı sorduğunu düşünmüştüm. Sanırım Rüzgâr'ın annesi gibi babası da benden pek hoşlanmamıştı. Sürekli bana bakıyor, ama bakarken ki yüz ifadesi içimi ürpertiyordu. Onunla gözgöze gelmemek için olağanüstü bir çaba sarfediyordum. Annesi yüzüme bile bakmıyordu ve tek kelime konuşmuyordu. Ara ara Gözde'ye uyarıcı bakışlar atmasının dışında, herhangi bir yaşam belirtisi bile göstermiyordu. Ortam beklediğimden daha gergindi.

"Elbisen çok yakışmış," diyen Gözde, biraz olsun tebessüm etmeme neden oldu. Buraya geldiğimizden beri tıpkı o da Rüzgâr gibi ortamı yumuşatmak için çabalıyordu. "Teşekkür ederim," dedim gülümseyerek. Sanırım üçüncü kez söylüyordu bu sözü. Ne konuşacağını o da bilmiyor gibiydi. Ortamın soğukluğu onu da huzursuz etmiş gibi görünüyordu.

"Bence sana siyah çok yakışıyor," diyerek saçlarımı işaret etti Gözde. "Siyahla yeşilin uyumuna bayılırım." Bunu söyledikten sonra gözü bir anlığına annesine kaydı. Ben de başımı çevirmeden, gözümün kenarından annesine baktım. Gözde'ye öyle fena bakıyordu ki...

"Beyaz daha çok yakışıyor," diye karşılık verdi Rüzgâr. "Bütün renkler yakışıyor ama," derken kısa bir anlığına bana baktı. "En çok beyaz yakışıyor." Rüzgâr'a da teşekkür etmek için başımı çevirirken yine babasıyla gözgöze gelince sert bir şekilde yutkundum. Neden böyle bakıyordu?

"Dolmayı beğendin mi?" diyerek tamamen bana döndü Rüzgâr. "Annem senin için kendi elleriyle yaptı," derken kendi söylediğine kendisi inanıyor muydu? Bu kadın benim için kılını kıpırdatmazdı. En son karşılaşmamızda Rüzgâr'a benim için, "Tam bir vahşi," dediğini kulaklarımla duymuştum. Benden nefret eden bu kadın, ben seviyorum diye dolma yapmıştı öyle mi?

Rüzgâr'a göz deviren kadına dönüp gülümseyerek, "Ellerinize sağlık, çok güzel olmuş," dedim ama o bana başını sallamakla yetindi. Varlığıma bile tahammülü yoktu ve sevmiyordu beni. Hiç bir zaman da sevmeyecekti. Sırf oğlunun hatırına ne kadar katlanabilirdi ki bana? Hiç bir zaman onun gözünde Ahu kadar bir değere sahip olamayacaktım.

Rüzgâr beni ailesine kabullendirmek istiyordu belli ki ama ne annesi, ne de babası benden hoşlanmamıştı. Babası bakışlarıyla, annesi tavırlarıyla belli ediyordu bunu. Haksız da sayılmazlardı aslında. Annesiyle olan ilk karşılaşmam ve Rüzgâr'ın evindeki o tatsız olay... Babasının gizem yüklü bakışları da cabasıydı. Bu kadın benim hakkımda kim bilir neler anlatmıştı da böyle bakıyordu? Bana böyle bakmayı bırakmalıydı.

Başımı önümdeki tabağa çevirdim tekrar. Yemeğe başladığımızdan beri tam sekiz çeşit yemek gelmişti. Hepsi en sevdiğim yemeklerdi ama hiç birine doyamamıştım. Benim dışımdaki herkes kuş kadar yiyordu ve ben de utancımdan yiyemiyordum. Nazik bir kızmış gibi davranmak çok zordu.

"Efendim, başka bir arzunuz var mı?" dedi hizmetli kadın. Bir kaç tane daha biber dolması istesem mi acaba diye düşünürken Rüzgâr'ın annesi, "Bana bir ağrı kesici getir Suna," dedi sert bir tonla. Rüzgâr'a döndü ve, "Başım tuttu yine," dedi. Hiç üzerime alınmadım çünkü geldiğimden beri tek bir rezillik çıkarmadım.

Rüzgâr annesinin elini tuttu. "Biraz uzan istersen," derken annesine çok sevgi dolu bakıyordu. "Odaya kadar eşlik etmemi ister misin?"

"İyi olur oğlum," derken gözü bir anlığına bana kaydı. "Hem seninle konuşmam gereken özel bir konu var." Kesin beni çekiştirecekti ihtiyar cadı.

Rüzgâr annesiyle birlikte masadan kalktı. Gözde de aynı şekilde masadan kalkarak, "Abi biraz dışarı çıkalım mı?" dedi heyecanla. "Uzun zamandır seninle dışarı çıkmıyoruz," derken bana baktı gülümseyerek. "Şeker'le hiç çıkmadık."

Rüzgâr annesini kolunun altına alırken, "Olmaz güzelim, sabah erken kalkacağız," dedikten sonra gülümseyerek bana baktı. "Yarın Şeker'le küçük bir kaçamak yapacağız."

Gözde gözlerini kocaman açarak, "Yaa nereye gidiyorsunuz?" diye soruyordu ki annesi araya girdi. "Rüzgâr hadi çok kötü oldum." Rüzgâr'ın koluna giren kadın başını oğlunun koluna yasladı. "Başım çatlıyor oğlum."

Annesini odaya doğru götürürken arkasından seslenerek, "Gözde'yi kırmayalım," dedim çekingen bir tonla. "Sadece bir saatliğine çıkabiliriz."

Rüzgâr omzunun üstünden başını çevirip tebessümle yüzüme baktıktan sonra başıyla Gözde'ye bir işaret yaptı. "Çık hazırlan."

Gözde sevinçle odasına doğru koşarken çok heyecanlı görünüyordu. Rüzgâr da annesiyle birlikte gitmişti ve şu an babasıyla masa da yalnızdım.

Akif beye bakmamaya çalışmak çok zordu. Bakışlarını üzerimde hissediyordum ve her saniye heyecanım artıyordu. Masanın üzerindeki mezeleri inceliyordum. Daha önce hiç tatmadığım bir sürü meze vardı masa da. Kendimi mezelerle oylamaya çalışsam da aklım karşı çaprazımda oturan adamdaydı. Acaba masadan kalksam sinirlenir miydi? Kendi içimde bir mücadele içerisindeyim ve ne yapacağımı bilmiyordum. Gözümün kenarından bir an Akif beye baktım. Keskin bakışlarının hâlâ üzerimde olduğunu farkedince aniden önümdeki tabağa çevirdim bakışlarımı.

Hizmetli kadın tekrar yanımıza geldi. Masadaki tabakları toplarken önce Akif beye baktı daha sonra bana. "Kahveniz nasıl olsun efendim?" diye soran kadına tebessüm etmeye çalışarak cevap verecektim ki, "Bırak şimdi kahveyi," dedi Akif bey. "Bizi biraz yalnız bırak." Adamın sesinin otoritesi vardı.

Kadın elindeki tabağı tekrar masaya bıraktıktan sonra hızla yanımızdan uzaklaştı. Akif beyin otoriter ses tonu beni korkutmuştu. Bakışları haddinden fazla sertti ve korkutuyordu beni. "Kaç yaşındasın sen?" dedi aynı sertlikle. Babalar hep böyle sert mi olurdu yoksa bu durum Akif beye özgü bir şey miydi?

"Yirmi yaşındayım," dedim çekingen bir şekilde. Korkudan sandalyeye iyice sinmiştim. Akif bey kaşlarını şaşkınlıkla kaldırarak tam anlamıyla beni inceliyordu. Ara ara gözüm ona kaysa da bakmamaya çalışıyordum. Beni ne kadar süre böyle inceledi bilmiyorum. Rüzgâr ne annesine ne de babasına benzemiyordu. Hem fiziksel olarak hem de karakter olarak anne ve babasına hiç çekmemişti. Özellikle de babası...

Esmer, pala bıyıklı ve oldukça kiloluydu. İlerleyen yaşından olsa gerek, saçları seyrek ve gri beyazdı. Sol gözünün hemen yanında yaklaşık iki santim uzunluğunda bir iz vardı. Koyu kahverengi gözleriyle kalın kaşları onu çok sert gösteriyordu. Kocaman olan burnu da cabası. Düz bir yüz ifadesindeyken bile sert görünen adam, kaşları çatılınca çok ürkütücü görünüyordu. Rüzgâr bana babasının çocuk psikolojisi uzmanı olduğunu söylemişti. Bu adama tedavi amaçlı getirilen çocukların korkarak kaçmadığına beni kimse inandıramazdı.

"Sekiz yaş var Rüzgâr'la aranızda," derken kınarcasına bir hareket yaptı. Kollarını masaya koyarak bana doğru biraz yaklaştı ve, "Kendi akranlarından birini bulamadın mı?" dedi. Rüzgâr'a aylar önce, "Siz akranlarınızla arkadaşlık edin," dediğim gün geldi aklıma. Öyle miydi gerçekten? Sekiz yaş çok mu fazlaydı?

Ne cevap vereceğimi bilemedim. Haklıydı belki ama şu an Rüzgâr'la aramızdaki sekiz yaşlık fark umurumda değildi.

Tıpkı onun benden hoşlanmadığı gibi, ben de ondan hoşlanmamıştım. Gözlerini kısarak bana bakarken çok sert görünüyordu. Alt dişleriyle bıyığını çekiştiriyor, parmaklarıyla bıyığını dişlerine daha da yaklaştırmaya çalışıyordu. Beni böyle inceleyerek bakması çok rahatsız ediciydi. "Dissosiyatif kimlik bozukluğu vardı sende değil mi?" dedikten sonra ağır ağır başını salladı. "Kişilikler arasında ani geçişlerin var."

Bu adam da tıpkı İlay gibi kırıcı sorular soruyor, ben sustukça sorduğu sorulara kendisi cevap veriyordu. O da doktordu ve hastalığım hakkında yeterli bilgiye sahipti. Hastalığımın ne olduğunu ona kim söylemişti? Rüzgâr söylemiş olabilir miydi? Belki de Ahu Suzan hanıma anlatmıştı ve o da kocasına... Allah bir an önce Ahu'yu yanına almalıydı. İlay'ı da... Sude'yi de alırsa hiç fena olmazdı.

"Bu saati sana Rüzgâr mı taktı?" dedi kolumdaki saati işaret ederek. Çatık kaşlarının altındaki bakışları çok ürkütücüydü. Beni korkutmak istercesine sanki bilerek böyle bakıyordu. Dişlerinin arasından kısık bir sesle, "Cevap ver," derken işaret parmağının tersiyle masaya vurdu. "Rüzgâr mı taktı sana bu saati?" Cevap vermek istiyordum ama konuşamıyordum. Hissettiğim korku sanki konuşma yetimi kaybettirmişti. İlk tanıştığımız zamanlar da Rüzgâr'a canavar Harvey dediğim için şu an utanmıştım. Asıl canavar Harvey bu adamdı! Bu insanlardan Rüzgâr gibi minnoş bir şey nasıl çıkmıştı?

"Ben hazırım," diyerek salona giren Gözde'ye sarılmak istiyordum şu an. Beni babasının gazabından kurtarmıştı çünkü. Gözde içeri girince adamın yüzündeki ifade saniyeler içerisinde değişti. "Bu ne güzellik prensesim," dedi son derece sevimli bir şekilde. Az önceki halinden eser yoktu. Bana bakarken ateşler saçan gözlerimden kalpler çıkıyordu sanki! Gözde babasının yanına geçip kucağına oturunca burnumun direği sızladı. Gözde'yi kollarının arasına alırken öyle sevgi dolu görünüyordu ki... Herkes gibi.. Sevdiklerine sevgi çiçekleri uzatırken bana gazap oklarını fırlatan herkes gibi...

Gitmek istiyorum. Karşımda birbirine sevgiyle sarılan bu baba kızı kıskanmıştım belki bilmiyorum ama buradan gitmek istiyordum. Zaten Rüzgâr da bir türlü gelmemişti. "Lavabo nerede Gözde?" diyerek masadan kalkmak için bir hamle yaptığım sırada, Rüzgâr'ın masa da duran telefonundan gelen mesaj sesiyle durdum. "Abime mesaj geldi," dedi Gözde. İri gözlerini kocaman açıp, "Baksana kimdenmiş," diyerek telofunu işaret etti.

"Olur mu öyle şey," dedim ayağa kalkarak. Babası da yerinden kalkıp terasa doğru yönelirken düşünceli görünüyordu. Gözde heyecanla yanıma geldi ve, "Abimin bir sürü sapığı var," dedi gözlerini daha da büyüterek. "Ya onlardan biriyse?" Telefonu eline aldı ve bana doğru uzattı. "Aç bak bence, ben bakarsam kızar ama sana kızmaz."

"Gözde çok ayıp olmaz," dedim ama içime bir kurt düşürmüştü. "Abimin bir sürü sapığı var," derken sadece İlay ve Ahu'dan mı bahsediyordu yoksa bilmediğim başkaları da var mıydı? Alt dudağımı dişleyerek Gözde'ye baktım. "Aramızda kalır, abime söylemem aç hadi," dedi bir kez daha. Telefonu elime bırakıp merakla gözlerime bakıyor, açmam için kolumu dürtüyordu.

"Söylemeyeceğine söz ver," derken gözümün ucuyla kapıyı kontrol ettim. Rüzgâr her an gelebilirdi bu yüzden elimde telefonunu görmesini istemiyordum. "Söz," dedi eliyle ağzını fermuar gibi kapatarak. "Aramızda sır."

Kararsızlıkla bir Gözde'ye bir telefona bakıyordum. "Gelmek üzere hadi," diyerek bir kez daha kolumu dürtünce parmağımla ekranı kaydırdım ve telefonu açtım. Keşke şifre olsaydı da açamasaydım ama Rüzgâr'ın telefonunda şifre yoktu.

Mesaj İlay'dandı.

-Canım evimizdeyim, seni bekliyorum. Ne zaman gelirsin?

Kafama bir balyoz darbesi almış gibi oldum. Bedenimin ısısı artarken bir yandan karıncalanmaya başlamıştım. Artan kalp ritmim nefes alışverişlerimi sıklaştırıyordu. Ne okuduğumu algılamaya çalıştım bir süre. Gözde'nin, "Oha," diyerek verdiği tepkinin bin kat fazlasını yaşıyordum şu an. Dişlerimin arasındaki alt dudağımı koparmak üzereydim.

Ne yazıyordu tam olarak? Canım... Evimizdeyim... Evimiz... E-vi-miz...

Rüzgâr'a artık bu evde yaşamıyorsun, aksi halde yakarım dediğim ev. Beni hastaneye yatırırken, "Ev bulana kadar ben de seninle birlikte burada kalacağım," diyerek odama ikinci bir yatak koydurtmuştu. Neden onu bir kez olsun o yatakta yatarken görmediğimi şimdi daha iyi anlıyordum. Beni hastanede uyutup o eve gidiyordu değil mi?

İlay'la anılarının olduğu, her bir detayını İlay'ın belirlediği eve gitmekle kalmıyor, bir de o evde İlay'la buluşuyordu öyle mi? Telefonu masaya bırakıp ayağa kalktım. Hızlı adımlarla kapıya doğru yürürken arkamdan gelen Gözde'ye, "Abine uykum geldiği için hastaneye gittiğimi söyle," dedim ve evden çıktım. "Saçını başını yol onun," diyerek arkamdan seslenen Gözde'ye cevap vermeden evden koşarak uzaklaştım.

***

Taksiye binip Rüzgâr'ın evine gelmem on beş dakika sürmüştü. Zile bastım ve kapının açılmasını bekledim. Kısa bir süre sonra Nesrin abla kapıyı açtı. Yüzündeki şaşkın ifadeyle, "Şeker," derken gülümsemek için kendini zorladı. Beni beklemiyordu tabii. Nesrin ablayı yana doğru iterek içeri girdim. "Nesrin abla özel eşyalarını al ve hemen evden çık."

Hızlı adımlarla mutfağa doğru yöneldim. Acelem vardı. Ben mutfağa geçerken Nesrin abla aynı hızla arkamdan geldi. "Kuzum ne oluyor, iyi misin?"

"Nesrin abla," diyerek aniden ona doğru döndüm. "Canını seviyorsan bu evden çık!" Çıkmalıydı çünkü Nesrin ablanın ölmesini istemiyordum.

"Nesrin ne oluyor?" diyerek telaşlı bir şekilde merdivenlerden inen İlay beni görünce yavaşladı. Sallana sallana bana doğru yaklaşırken, "Ooo," dedi pis bir sırıtmayla. "Misafirimiz varmış."

Bu kadının varlığı midemi bulandırıyordu. Rüzgâr'ın yakasından düşmediği gibi, arsız bir şekilde davranarak sinirlerimi alt üst ediyordu. Tahammülüm kalmamıştı. "Senin burada ne işin var?" diyerek İlay'a doğru bir adım attım.

"Rüzgâr çağırdı," diyerek elbisesinin göğüs dekoltesini düzeltti. Yüzündeki şu arsız ifade bile kafamın içindeki keçileri harekete geçiriyordu. Bu kadını parçalamak istiyordum. "Rüzgâr seni neden çağırsın ezik İlay," dedim sırıtarak. Sakin kalmaya, öfkemi ona belli etmemeye çalışıyordum.

"Bilmem," dedi dudaklarını büzerek. Gözlerini evin içinde gezdirerek düşünüyormuş gibi yaptı ve, "Sanırım beni çok özledi," dedikten sonra alaycı bir şekilde sırıttı. "Ayrıca çağırmasına gerek yok, burası Rüzgâr'la ikimizin evi. İstediğim zaman gelirim, geliyorum da."

"Rüzgâr'la ikimizin evi... Geliyorum da.." İlay'ın bu sözleri buraya geliş amacımı hatırlattı bana. Sakinliğimi korumaya çalışarak bakışlarımı evin içinde gezdirirken, "Sen hâlâ burada mısın?" diyerek Nesrin ablaya sert bir bakış attım. "Çok dışarı Nesrin abla!"

Kolundan tutup Nesrin ablayı kapıya doğru çekiştirmeye başladım. "Canım Rüzgâr beyi arayalım," diyerek ellerimden kurtulmaya çalışan Nesrin ablayı son bir hamleyle kapının dışına çıkarttım ve kapıyı kapatıp kilitledim.

"Ne yapıyorsun?"

Bağırarak yanıma gelen İlay'a yandan bir bakış atıp tekrar mutfağa yöneldim. Çantamdan telefonumun sesi geliyordu. Muhtemelen Rüzgâr arıyordu ama o telefonu şu an hiç açasım yoktu. Hızlı olmam gerekiyordu çünkü Gözde eğer Rüzgâr'ı hastaneye değil de buraya yönlendirmişse, Rüzgâr her an gelebilirdi.

Ocağın başına geçtim ve bütün düğmeleri çevirerek açtım. Bu ev biraz büyüktü, umarım gaz bir an önce her yere yayılırdı. "Ne yapıyorsun sen aptal?" diyerek kolumdan tutup beni sertçe kendine çeviren İlay'a aynı sertlikte bir tokat attım. Yediği tokatla masanın üzerine doğru sendeledi ve elinde tuttuğu telefonu kaldırıp bana gösterdi. "Şimdi Rüzgâr'ı arıyorum."

Rüzgâr'ın numarasını açıp yeşil tuşa basacakken ani bir hamle yaparak elinden telefonu aldım ve, "Bu telefon bana biraz sonra lazım olacak," diyerek telefonu çantamın içine attım.

"Öldürürüm seni, ver telefonumu!"

Üzerime atlayan kadının göğsünden iterek sırt üstü yere düşürdüm. Acı dolu bir çığlık atan kadının bebek suratına ayağımın altıyla sertçe vururken inanılmaz bir keyif aldığımı hissettim. İlayın burnundan akan kan mı yoksa ocaktan sızan gazın kokusu muydu midemi bulandıran bilemiyorum. Gaz o kadar hızlı çıkıyordu ki beşli ocaktan, sesi kulaklarımı tırmalıyor, kokusu midemi bulandırıyordu.

Burnunu tutarak yerden kalkmak için bir hamle yapan kadının göğsüne tekme atıp onu yere sabitledim. Artık kalkamazdı, bunu çıkardığı inilti dolu sesten anladım.

"Hiç kasıklarına tekme yedin mi İlay?" dedim şeytani bir sırıtmayla. Bir eli burnunda yerden başını kaldırmadan gözleriyle ocağı işaret etti. "Kapat şunu."

Bunu söylerken sorhoş olmuş gibi bir hali vardı. Aldığı darbeler değildi bunun sebebi. Ocaktan sızan gaz düşündüğümden daha hızlı yayılıyordu etrafa ve beni de sarhoş gibi yapmıştı. Başım dönüyordu. Yanıbaşında duran sandalyeyi çekip oturdum. Gazın eve daha da yayılmasını beklerken ayakta durmakta zorlanıyordum. "Soruma cevap ver," derken öğürmeme engel olamadım. Midemin bulantısı daha da artıyordu. Üstelik başım da ağrımaya başlamıştı. Yerden kalkmak için başını hafifçe kaldırdı ama göğsüne aldığı darbeden olsa gerek, aynı hızla geri bıraktı. Bu sırada kapıdan gelen seslerle Rüzgâr'ın geldiğini anladım." Şeker!"dedi kapıyı yumruklayarak. "Şeker aç kapıyı!"

İlay soruma cevap vermemişti ama kasıklarına darbe almanın nasıl bir şey olduğunu hissetsin istedim. Bunu neden istedim bilmiyorum. İçimden bir ses bu kadının kasıklarına darbe almanın ne demek olduğunu bilmesi gerektiğini söylüyordu. Sandalyeyi biraz geriye doğru çektim ve ayağa kalktım. Topladığım güç tekme atmama yeterdi. Yerde yatan güçsüz kadının bacaklarını ayağımla birbirinden ayırdım ve var gücümle bir tekme attım. Sonra bir tekme daha attım. Sandalyeye tekrar oturup oturduğum yerden bir tekme daha attım kasıklarına. Boğuk ve acı dolu iniltiler çıkıyordu dudaklarının arasından. Şu an İlay'ın sadece kasıklarına tekme atmak istiyordum. Oturduğum yerden bir tekme daha attıktan sonra ayağa kalkıp peşpeşe iki tekme daha attım.

Rüzgâr hâlâ kapıyı yumrukluyor, aç diye yalvarıyordu. Kapıyı arkadan kilitlediğimi bilmiyor olmalıydı ki anahtarıyla kapıyı açmaya çalışıyordu.

Gazdan ben de etkilenmiştim ama İlay'dan daha iyi durumdaydım. Gözleri açıktı İlay'ın. Baygın değildi. Cenin pozisyonunda yattığı yerde bir eliyle kasıklarını tutarak kıvranıyordu. Çantamdan İlay'ın telefonunu çıkarıp tezgahın üzerine bıraktım. Daha sonra saçlarından tutup onu kapıya doğru sürüklemeye başladım. Düşündüğümden daha ağırdı çünkü kapıya kadar taşımak hiç kolay olmamıştı. Saçından çekiyor olmam canını yakıyor olmalıydı, inim inim inliyordu keyfime keyif katmak istercesine.

Kapının önüne geldiğimizde kilidi çevirip kapıyı açtım. Kapıyı açar açmaz Rüzgâr'la burun buruna geldik. Kollarımdan tutup, "İyi misin?" diyerek beni dışarı çıkarmak için çekiyordu ki yerde yatan İlay'ı farketti. "İlay?"

"Gazı kapatayım Rüzgâr bey," diyen Nesrin ablanın kolundan tutup durdurdu. "Sakın," dedi Nesrin ablayı da dışarı iterek. "Hiçbir şeye dokunmayın."

Yere eğilip İlay'ı kucakladı ve onu da dışarı çıkarttı. Rüzgâr İlay'ı koşar adımlarla arabaya doğru götürürken Nesrin abla da benim koluma girdi. "Gel kuzum," diyerek kapıyı açık bıraktı ve beni kolumdan çekmeye başladı.

"Nesrin abla," dedim yüzümü buruşturarak. Midemin bulantısı kusma isteğimi tetikliyordu. Gaz kokusu hem baş dönmesi, hem baş ağrısı, hem de mide bulantısı yapmıştı. Vücudumda hissettiğim ağırlık da cabası. "Kapıyı kapatacağım ve sen sesini çıkamayacaksın," dedim kısık bir ses tonuyla. Nesrin abla şaşkın gözlerle bana bakıyordu. "Anlamadım kuzum, neden?"

Uzanıp kapının kolundan tuttum ve kapıyı kapattım. "Soru sorma Nesrin abla, arabaya götür beni çok kötüyüm." Olduğumdan daha halsizmiş gibi yaparak ağırlığımı Nesrin ablaya verdim. Beni aceleyle arabaya doğru götürürken Rüzgâr da İlay'ı arabaya yatırmış bize doğru geliyordu. Evden yeterince uzaklaştığımıza emin olduktan sonra Rüzgâr'a seslendim. "Rüzgâr!"

"Güzelim iyisin değil mi?" dedi telaşlı bir şekilde. Koluma girip beni de arabaya götürmek istedi ama yerimden kıpırdamayarak kolumu Rüzgâr'ın ellerinden kurtardım. "Birazdan daha iyi olacağım."

Çantamdan telefonumu çıkarırken Rüzgâr'ın meraklı bakışlarının hedefindeydim. "Bak şimdi," dedim telefonumu göstererek. Ev benim arkamda kalıyordu ve Rüzgâr tam karşımdaydı. Telefonumdan İlay'ın numarasını buldum ve arama tuşuna bastıktan sonra hoparlörü açtım.

Rüzgâr ne yaptığımı anlamak istercesine gözlerime bakıyordu. Yüzüme kondurduğum zoraki bir gülümsemeyle ben de onun gözlerinin içine bakıyordum. Telefon çalmaya başladığı an, gecenin sessizliğini ve karanlığını delen yüksek bir patlama sesiyle birlikte ışık yayıldı etrafa aynı an da. Evde biriken gaz, telefonun çalmasıyla büyük bir patlamaya neden olmuştu.

Rüzgâr'ın büyüyen göz bebekleri evine doğru kayınca yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. Nesrin abla çığlık atıp yere çökerken ona bakmadım bile. Şu an ki manzaram çok daha muazzamdı. Rüzgâr dehşetle patlayan evine bakıyor, kocaman olmuş bal rengi gözlerindeki alev yansımaları içimi ısıtıyordu. Dışarıda yağan lapa lapa kara inat, şöminenin karşısında kahvemi yudumluyormuşum gibi keyifliydim.

Ama ben söyledim, havaya uçururum dedim.

Sakalım yok ki sözüm dinlensin!


************BÖLÜM SONU*********

Kimler bölümü okumadan direkt yıldıza dokundu?

Kimler bu yazıyı görünce dokundu?

Acaba kimler inatla yıldıza dokunmadan çekip gitti?

Sizlere asker yolu bekler gibi bölüm bekletmek hoşuma gitmiyor ama bazen beni mecbur bırakıyorsunuz. Yine de seviyorum sizi. Allah'a emanet olun. 🤍 İnst: klclygmr

Continue Reading

You'll Also Like

5.7M 188K 98
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...
30.3K 2K 25
Ben ölülerin öpüp ruhunu çürüttüğü bir kızdım. Belki bir kahin. Belki bir katil. Yolumun kesiştiği kaderimle hayat kurmaya çalışan, sır kapılarını ar...
418 65 8
Adım Asmin. Lehayi bölgesinde doğdum, büyüdüm ve ülkemden sınır dışı edildim. Doğduğum yerde bazı sorunlar, sınır komşumuz olan diğer ülkede ise dah...
1K 248 27
'Korkunç bir şey yapmıştık, büyük bir hata. Geçmiş bizi birbirimize bağladı, kötücül bir masal gibi. Böylece biz sonsuza kadar yaşadık ama asla mutlu...