VURGUN İZ'İ

By sayeninzihni

7.2K 929 790

Çok karanlık geceler görmüştüm. Ama bu en karası, en acımasızıydı. Korku, karanlık geceye tırnaklarını sapl... More

1.BÖLÜM "KAPANMIŞ YARANIN KANAYANI"
2.BÖLÜM "İZ'İ KALMIŞ VAKİT"
3.BÖLÜM "KAYBETMENİN EŞİĞİ"
4.BÖLÜM "KORKULARINA SARIL"
5.BÖLÜM "SABİT SEVİNÇ"
6.BÖLÜM "İNŞİRÂH'IN KANI"
7. BÖLÜM "VURGUN"
8. BÖLÜM "BARUG I"
10.BÖLÜM"DİLİ OLMAYAN"
11.BÖLÜM "ÇAPASI-"
12.BÖLÜM "SERÇE PARMAK"
13.BÖLÜM"İHANET İHTİMALİ"
14.BÖLÜM "DEĞER YARGISI"

9. BÖLÜM "BARUG 2"

455 60 48
By sayeninzihni








Herkese merhabalar...

Uzun, oldukça uzun bir aradan sonra herkese iyi akşamlar...

Keyifli okumalar diliyorum...






                                  "9. BÖLÜM"

                                 "BARUG 2"


Her insanın yalnız olduğu bir kendi vardır. Aslında yalnız olmak, kalmak istemediği ama yalnız kalamaya bırakılan an yazılır kaderine. Yalnız kalmış insan anlar, yalnız olmaya bırakılan insanın içindeki o ıssız sokağın bıraktığı korkuyu.

Adının arkasına eklenen ismin bile seni yalnız olmaya sürüklediği an olur. Taşıdığın kandan çok, akıttığın kana kör olan.

İçimde yalnız bırakmanın ihaneti, kucağımda topladığım elimde yalnız bırakamadığımı kendime tekrar etmeme sebep demir parçasının keskinliği... İçimdeki huzursuzluk parmaklarım arsasından hayali bir soğukluğu döküyordu sanki kucağıma. O kadar soğuk, o kadar gerçek.

Yalnız bırakmadım.

Bırakmam.

Saçlarımdan dökülen yoğun şampuan kokusu burnuma dolarken arabanın iç ısısını benim için yükselttiğini biliyordum. Kaç gündür sırf Alpar abi söylediği için yanımdan ayrılmayan, küçük de olsa bir ricamı kırmadan gerçekleştiren bu adama da vardı artık bir minnettim.  Ne kadar görevi olmasa da buradaydı, belki de benden çok beni düşünüyordu. Görevden çok bir emanete bakar gibi dikkatli bir o kadar da özenliydi.

Minnettim özenindendi.

Bakışlarım arabanın ön camından dışarıya taştığında fark ettim, ne kadar yabancı olduğumu. Tanımadığım yolları eziyordum, tanımadığım yolların taşları sıkışıyordu ayakkabımın dişleri arasına. O taşları taşıyordum bir adamın ayak uçlarına, benden çok tanıdığı taşları bir yabancı olarak taşımanın utancı kirpiklerimden salınırken ne yapabilirdim bilmiyordum.

Yiğit'in aldığı sessiz soluk ciğerlerini terk ederken ben kirpiklerimden salınan sayısız utancı seyretmeye devam ettim.

"Evde kalıp biraz da olsa dinlenmeliydin." Mırıltımdan dökülen o temenni arabanın boğuk sesine karıştığında, Yiğit'in dikkatinin bir yol gibi ikiye ayrılışına şahittim, bir yolu çevresindeki hareketlere odaklıyken diğeri bana ama daha çok da benim söylediğime odaklanmıştı. "Kaç gündür benim yüzümden soğuk bir koridor köşesinde bekliyorsun, babamın ne zaman geleceğini bilmiyoruz." Gözlerim bir sokak köşesinden dönen altı ya da yedi yaşlarındaki çocuğun sırtında gezindi. Babamın ne zaman geleceği hiçbir zaman belli değildi, olmamıştı. Belki de bir gün hiç o attığı sert, bastığı zaman gücü hissettiren adımları olmayacaktı. Düşüncesi göğsüme mızraktan sert bir demir sapladı. O kurşun o'ndan önce beni yarıp geçmiş gibi hissettim. Korku rüzgârda esen bir kuş yuvası gibi titredi. Bazı zamanlar çırılçıplak koca bir okyanusa bırakılmışım gibi hissettiriyordu. Her attığım kulaç kaybedişime ulaşmam içinmiş gibi ayak bileğime sarılan bir yosun parçası bitmişliğime çeker gibiydi. "Alpar abinin bile seni böyle bir zorunluluğa bırakmış olması hiç doğru değildi ama sen yine buradasın.  İtiraz da etmedin hiç. Ama artık senin de kendi hayatına dönmen gerekmez mi?"

"Komutanımın her söylediği bir emirdir." Yiğit'in bakışları dikiz aynasından arkasını kontrol ederken sakince konuştu. Gözlerindeki yorgunluk oradaydı, parmaklarımı uzatsam tozu elime dökülecek dokunsam; elim o yorgunlukta kaybolabilecek kadar yoğun bir o kadar da gerçekti. "Ayrım yapmam."

Kucağımdaki ellerime baktım, parmaklarımın rengi solmuştu. Tenim sağlıklı bir tondan ziyade yavaş yavaş canın damarlından akarak bedenden uzaklaşan bir ölüye ait gibiydi. Kenan'ı tercih ederek verdiğim beni zar zor hayata bağlayan kandan vazgeçişim yüzünden bu halde olduğumu bilmek kendimi ölü hissettirmekten ziyade asıl şimdi yaşıyormuşum gibi hissettiriyordu.

"Bu emir çok fazla değil mi?" Safça bir düşünceyle sorduğum soru aramıza dağıldı. Bakışlarını üzerimde hissettim, yanaklarıma dökülen o saçlar bir perde gibi sarmalayıp saklıyordu gözlerimi. "Yani özel hayatını kapsadı, hatta bırakmadı. Bu çok fazlaydı, bunu kast ediyordum."

Yiğit'in verdiği sert bir soluk sesi arabanın gürültüsüne karıştığında yüzündeki ifadeyi az çok tahmin etsem de bakmadım. Bakmamayı seçtim. "İz Hanım." Vurgulu bir tonda dökülen sesi bana ulaştığında ister istemez birkaç saniyelik bakışlarımı Yiğit'e çevirdim. Sessizlik çok kısa bir an kendini gösterdiğinde Yiğit o sessizliği tek bir kirpik hareketiyle yaraladı. "Emir emirdir. Üssüm söylediyse net emir budur, sorgulama hakkı aramam beni ilgilendirip ilgilendirmediğini de düşünmem. Sorgulamam, yaparım. Her ne olursa olsun. Peki siz?"

Saçlarımın arasına sakladığım kabuk yarası gözlerimi daha net görebilmek için açığa çıkarttım. Yiğit'in sesine asılı kalmış bir soru bu hareketimle kendine bir çıkış yolu arar gibiydi. Yiğit gözlerime baktı, "Peki siz neden hayatınızı tehlikeye attığınızı bile bile kan verdiniz, evet belki zamanı yoktu ama dayanırdı, komutanım hep dayandı o gece de dayanırdı. Neden siz hiç tanımadığınız bir adam için gecelerce orada beklediniz?" Yeniden yola çevirdiği gözleri ilerisini kontrol ederken sesi koca birer kaya olmuş, yuvarlana yuvarlana üzerime devriliyordu. Bakışları belki artık yol dönmüştü ama ben neden hâlâ kendi üzerimde hissediyordum? "Kucağınızda kanlı, parça parça olmuş kıyafetlerini sakladınız ne bana ne de komutanıma dokundurttunuz. Bunların hepsini siz şimdi sadece albayım için mi yaptınız?" Burnundan verdiği kesik bir nefesle devam etti. "Bunu yapmak zorunda değildiniz, bunun sizde farkındasınız." 

Geçen o günlerin anısı yanından geçtiğimiz bir ağaçtan düşen yaprak gibi zihnimde süzülmeye başladı, o yaprağı tutunmaya zorlandığı dalından ayıran, o anıyı canlandıran adam her şeyin farkındaymış gibi işine kaldığı yerden devam ediyor, varmak üzere olduğumuz noktaya götürüyordu bizi. O paran parça, kanlı kıyafetlerin, kaç gecedir bana saklanma alanı sunan elimdeki tek bir demir parçasından olan künyenin sahibine götürüyordu.

Arabanın içindeki boğucu havayı ciğerlime çektiğimde oldukça sessizdim. Sessizlik olduğu gibi perdesini çekmiş, yaptığım, yaşadığım her şeyi tekrar tekrar parmaklarım ucuna ekiyordu.

"Kötü bir amacım yoktu." Diye mırıldandım. "Zor durumdaydı, o ân o doğruydu."

Yiğit başıyla onayladı. "Kesinlikle katılıyorum." Derken kısa bir an gözlerini üzerimde hissettim. "O ân o doğruydu, ama tehlikeliydi de. Kaç gün kendine gelemediniz, belki de siz farkında değilsiniz ama oturduğunuz yerde bilinciniz sürekli kayıyordu. Kansızlığınız size göre belki de önemsizdi ama bizim için öyle değil, komutanımın giderken gözlerinde olan o kararsızlığı görmemiş olabilirisiniz ama biz gördük. Ve sizi bir emirden çok emanet olarak gördüğüm için yanınızdayım, sonuçta sizde bizim emanetimize bizden çok iyi bakıp sahipleniyorsunuz."

Başımı ağırca kaldırdım, kirpiklerimin arasından göz bebeklerimin o kabuk bağlamışlığına dağılan cümlesi bana bakmayan gözlerini aramamı sağladığında. "Nasıl?" Sorduğum soruya başını çok az sağ omuzuna yatırarak cevap verdi.

"Belki de kendinin bile veremeyeceği özenin fazlasını siz komutanıma veriyorsunuz." Saniyelik bakışları bakışlarımı buldu, orada söylediklerindeki ciddiyeti saniyelik bile olsa yakaladığımda ister istemez yutkundum. "İyi bir insanısınız, albayımın iz'ini göğsünde taşımaktan neden bu kadar gurur duyduğunu sadece bu kadar kısa bir sürede bile yeterince iyi gösteriyorsunuz."

"Ben sadece-"

"Böldüğüm için özür dilerim," Yiğit'in cümlesi benim iki kelimemin sonunu yakalarken çıkartmak istediği yolun sonundan daha başka bir noktaya yönlendirdi. "Kendinizi açıklamak zorunda hissetmeyin, sadece ne yapmak istediğinizi ve ne yapmak istemediğinizi söylemeniz yeteri."

Bir insanın en sıkıştığı duygunun mahcubiyet olduğunu görüyordum. Belki de olmamalıydım, saçmaydı belki de ama oradaydı, kirpiklerimin kıvrımlarından süzülüyordu. Gözbebeğime ulaşmanın bir yolunu bulmuş gibi, ulaşmak istediği yerin kabuk yarası gözbebeğimin altına işlemişti. Sahte kabuk altında sakladığı ne kadar gösterirdi bilmemsem de Yiğit'e baktım kısa birkaç saniye arasında.

Zaman avuçlarında işliyordu, zamanda ilerliyordu. Zamanı geçmezdi ama o zaman içinde varmak istediğim noktaya beni götürüyordu.

"Teşekkür ederim." Küçük mırıltıma tepkisiz kalmakla yetindi. "Her şey için..."

Başını önemli olmadığını belirtmek istermiş gibi küçük bir hareketle eğdi. 

Yiğit'in aramıza bıraktığı sessizliğin görünmez silüeti hâlâ hareket halinde olan arabanın köşelerine sakince ilerleyip dokunuyordu, kafamın içinde kaybolabileceğim köşeme çekilmenin sessizliği Yiğit'in dolaylı yoldan sebep oluşuyla daha da karanlıklaşırken budan memnun değildim.

Karmaşıklık sevmiyordum, sevemiyordum. Buna rağmen karmaşa şu son on günüm içerisine öyle çok karışmıştı ki neyin ne olduğunu kavramaya çalışan yanım, kavradıkları birkaç küçük bir şey içinde darmadağın hale geliyordu.

Ruhum eksiliyordu.

Her gün biraz biraz gidiyordu sanki. Tutunamıyordum, elinden tutunmak için buralara kadar geldiğim insan yoktu, sıcaklığı yoktu, o mavi gözleri... Yoku...

Arandığım, tutunduğum yabancı mavi gözler benim olanlar değildi. Çünkü benim olanlar bana böyle bakmıyordu; yabancı, soğuk, aitsiz...

Babamın gelişini o adamın yanında beklemek ne kadar doğruydu kararsızdım ama oradan başka yerde bekleyemiyordum da. Sadece duş alıp, hazırlanırken bile yabancısı olduğum evde duramamıştım, parmak uçlarımda sessizce yürümüş, eğer gürültü yaparsam birisinin o boş odaların birinden çıkacağını düşünmüştüm.

Gözlerim yanından geçtiğimiz her kepengi açık dükkâna dokunurken o dükkanlardan birisinin üzerinde yazan yazı olduğum yerde anlık yapılmış bir dürtüyle omurgama saplanan bir demir gibi dikelmemi sağladı. Yiğit'in yoldan saniyelik kayan bakışlarını hissettiğimde, O'na döndüm.

"Şurada durabilir miyiz?" Yiğit kast ettiğim yeri anlamamış gibi önce bir baktı ama buna rağmen arabanın düşen hızını hissettiğimde dudaklarıma yerleşmeye hazır olan gülümsemeyi tutmadım. Parmağımla gitmek istediğim yeri gösterdiğimde önce parmağıma sonra da işaret ettiğim yere baktı.

Bakışları sorgular bir hâl aldığında, dudaklarımda silmediğim gülümsemeyle o küçük dükkna bakıyordum.

"Canınız kuruyemiş mi istedi?" Yiğit'in alt tondan dökülen sesiyle gülümsememin küçülüşünü arabanın camına düşen yansımamdan seyrediyordum.

Ona rağmen, sıvası dökülmeye başlamış gülümsememi dudaklarımda tutmaya devam ettim.  

"Evet."

Aslında, hayır.

Araba yol kenarında durduğunda göğsümü saran kemeri tokasından çıkarttım. Kemer yerine çekilirken Yiğit'inde açtığı emniyet kemeriyle bakışlarım onu buldu. "İsterseniz siz inmeyin, ne almamı istiyorsanız hemen alıp geleyim."

Başımı iki yana salladım. "Teşekkür ederim ama ben alırım."

"İz Hanım, farkında değilsiniz ama üşüyorsunuz." Yiğit'in sesi kapı koluna uzanan parmaklarıma teker teker dolanan zincir olurken duraksadım. Bakışlarım omuzumdan sekerken O'nun bana bakan kahverengi gözlerini buldu. Bakışları görmemi ister gibi yönü değiştirip ellerime döndüğünde bende ister istemez önüme dönüp, kapı koluna ulaşmak üzere olan parmaklarıma baktım. Her bir titreyen parmağım, görmediklerimi yüzüme vururken Yiğit'in özen gösterdiği kadar benim dikkat etmiyor oluşumla karşılaştım.

Bu ilk titreyişim değildi, ama bu ilk bir başkasının elini tutabilmek için titrer hale gelişimdi. Tıpkı onun için titrerken O'na bir şeyler almaya gidişimdi.

"Sorun değil, çok üşümüyorum." Kapı kulpunu kavrayan parmaklarımla açtım kapıyı. Parmaklarımda dokunan soğu derimi de geçip altında hissetmeye başladığımda vücudumu da çıkarttım sıcak içeriden. Sonra fark ettim arabanın içinin dışarıdan çok daha sıcak olduğunu. Kapıyı kapatırken, kapanan bir diğer kapı sesini de duydum ama farkına vardığım bir ayrıntı için yansımamın döküldüğü cama gülümsedim.

Üşüdüğüm için arabanın klimasını açmış, ben gelmeden de arabayı ısıtmıştı ve ben bunu ancak daha yeni fark ediyordum.

Utanmalıydım kendimden.

Ve utanıyordum kendimden.

Dudaklarımın kenarlarından salınan utancı uçlarında düğüm olmuş bir gülümsemeyle aradım Yiğit'i. Bakışları arabanın hemen üzerinden bana döndüğünde, "Sizinle geliyorum." Dedi, itiraza kapalı bir cümleydi. Reddetmeyi önümden almış, ulaşamayacağım bir yere koymuş gibiydi.

Başımı aşağı yukarı salladım bir kez, "Nasıl istersen." Derken hâlâ dudaklarımdaki silik gülümsemeyle Yiğit'in yanıma ilerleyişini izliyordum.

Yiğit'in kirpikleri kısılırken bir adım uzağımda durdu, yüzüme bakarken yarım saniyelik bir sessizlik oldu. "Bir sorun mu var?"

Söylediğine biraz daha gülümserken buldum kendimi, başımı reddedercesine iki yana salladığımda kaşları çatılır gibi oldu. Önüme döndüm, kuru yemişçiye attığım birkaç adımla birlikte, "Sadece sende en az benim kadar düşünceli bir insansın ve ben bunun için teşekkür ederim." Omuzumun üzerinden baktım yüzüne, bakışları zaten benim üzerimdeydi. Gözlerimdeki incecik bir sızı, soğuk dudaklarımda minnet dolu bir gülümseme. "Babam yokken yanınızda çok yabancı hissetmiyorum."

Önüme döndüm yeniden.

"Bu da nereden çıktı?"

Omuzlarımı silktim, yığınla toz dökülür diye korktum. Dökülmedi. İnsanı en çok kendi yoruyordu, yolda bırakamadığı anıları, unutmayı unutamadığı korkuları ağırlıyordu.

"Hiç." Dedim mırıltıyla devam ettim hemen arkasından. "Aslında bu hep vardı."

***

Timur'un yakın geçmişimde kalan, uzansam yine o âna karışabilecek olduğum sesi, görüntüsü hemen gözlerimin önünde zihnimin berraklığında dönüp duruyordu. Sesi kulaklarımda, onun alamadığı şimdimde kucağımda ağzı kapalı bir kese kağıdının içindeydi.

Kaşınan burnum yüzünden kesik kesik nefes alırken üzerime giydiğim sweatshirt'ün boğazıma yaslanan kısmını çekiştirdim. Yiğit'in üzerime sıklıkla dönen bakışlarını yok sayamaya çalışırken kaşıntı yüzünden gözlerime dolan yaşla birlikte sweat'in yakasını daha çok açarak ağzım ve burnumu içine alacak şekilde kapatmamla aynı saniyelerde zorlukla tuttuğum hapşırığın kısıkça bir sesle içime dökülmesi bir oldu.

"İyi misiniz?"

Başımla onayladım, aldığımda genzime dolan koku beni bir kez daha hapşırmaya itiyordu. Buna rağmen sıkı sıkı sarıldım kese kağıdına.

Aynı anda bir hapşırık daha geldiğinde yine aynısını yaparak kıyafetimin içine hapşırdım. 

"İz Hanım." Dedi bir kez daha, sesi bu kez daha sert daha sorgulayıcıydı.

"Sorun yok sorun yok." Hızlı hızlı konuşmam daha çok dikkatini çekerken o bakışına karşılık vermeden hastanenin bahçesine girişimizi izledim.

"Hiç öyle görünmüyor, doktora görünmelisiniz."

Görünseydim ne söyleyebilecektim ki? Neden sürekli hapşırdığımı biliyordum, doktora gidip hem doktorun hem de ona ihtiyacı olan insanların zamanını çalacaktım. Hoş değildi, yanlıştı.

Geçerdi, sadece sıkı sıkıya sarıldığım kese kağıdını getirdiğim insana verdikten sonra odadan çıkmalıydım.

"Birazdan geçecektir, yani öyle tahmin ediyorum." Acil kapısının önünden geçerken, kapının önüne park edilmiş arabaya kırk yaşlarında bir adamın koluna girdiği tahminimce yetmişli yaşlardaki yaşlı bir teyzeyi yolcu koltuğuna oturması için yardım edişini seyrettim.

Sanırım zaman en çok da insan anatomisine acımıyordu, bir saniye önce sorunsuzca yaptığın şeyi yaşanmaması gereken bir kaza sonucunda hiç yapamaz hale de getirebilirdi ya da bir zamanlar ışıkları açabilmek için parmak uçlarında yükselişlerimizi şimdi yanından geçerken tek bir el hareketi yetiyordu.

Zaman bu kadar acımasızdı, görmezden gelirdi.

"Ben sizinle aynı fikirde değilim, üzgünüm."

Kurduğu cümlesi beni gülümsettiğinde, o insanlardan bakışlarımı çekerek Yiğit'e baktım. "Eğer geçmezse doktorun yanına ineceğim."

Söylediğime inanmadığını göstermek istercesine bir bakış attığında kaşlarımı kaldırarak baktım koyu kahve gözlerine, "Söz." Dedim bakışlarımı desteklemek istercesine.

Sıkıntıyla bir soluk aldı, araba yatak kısmının kapısına yavaşça durduğunda. "Umarım öyle olur." Dedi.

"Seni zor durumda bırakmak değil niyetim. Gerçekten geçecektir."

Konuşmadı ama bu söylediğime de sözel bir karşılık vermek yerine sadece başını sallamakla yetindi.

"Siz geçin içeriye, daha fazla üşümeyin. Arabayı bırakıp geleceğim hemen."

Yaptığı açıklamayla elim yuvasına takılı olan emniyet kemerinin tokasına uzandığında kese kağıdına saklı olan koku her birbirine sürtüşünde etrafa koku salar gibi bırakmıştı kokusunu. Nefes alamamaya özen gösterirken, anahtarı birbirine geçmiş olan demir parçalarını ayırdım. Tıpkı on beş dakika önce olduğu gibi kemerin başlangıç yerindeki makara kemeri yeniden içine toplamaya başladı.

Oturduğum yerden toparlanırken, yolcu kapısının da kolunu çekip kapıyı ittim.

Dışarıdaki mevsim normallerindeki serin olan hava tenime çarptığında, benim yaşadığım mevsimin daha kışa yakın olduğunu düşündürtürcesine içimin titrediğini hissettim. Buna rağmen sessiz kaldım, benim verdiğim kandan dolayı başta Alpar abi olmak üzere diğerleri bile yeterince sıkıntı çekiyordu. Fazlasını bilmelerine ihtiyaç yoktu. Eğer daha fazlasını biliyor olsaydılar kucağımdaki kese kağıdını tutmama değil, aynı ortama girmeme bile müsaade etmezlerdi.

Dışına çıktığım arabanın kapısını geri kapatırken, filmli cama bakarak gülümsedim. Ben belki o siyah camın arkasından onu görmüyordum ama O, camın arkasından yüzüne bakan kabuk kabuk gözleri görüyordu. Bu bile yeterliydi.

Arabaya sırtımı dönerken, dudaklarımda silikliği kalmış gülümseme vardı. Kapıya ilerledim, dudaklarımda izi kalmış gülümseme gözlerime ulaşamayacak olan birçok gerçeği saklıyordu.

Bakışlarım hep sahte olmak zorunda kalmıştı ama gülümsemem hiçbir zaman, hiç kimse için sahte olmamıştı. Canım acıdığında da gülümsemiştim, gözlerimden duygularımı kusan yaşlar süzülürken de en samimi en gerçeğini gülümsemiştim.

Gülümsemeye de devam edecektim. O güç bende, benim en içimde saklıydı. Benimdi.

Sessizlik sakinlik benim içimdeyken dudaklarıma iliştirdiğim en büyük gücüm olan gülümsemeyle yürüdüm hastanenin steril kokusunda. Yanımdan geçen her bir insanla göz göze gelmiyor olsam bile silmedim o gülümsemeyi. Yürüdüm. Burnumun kaşıntısı, kucağımdaki saklı kokuyla daha çok artarken kata çıkana kadar iki kez daha hapşırmak zorunda kalmıştım.

Burnumdan soğuk soğuk bir akıntının geldiğini de hissedebiliyordum ama çok değildi o yüzden rahatsız değildim. Hasta mı olacaktım, zannetmiyordum. Zaten bedenin içinde hastalıklı, her yanı bir iz olan ruhu taşıyordum. Bazen de belki de en kötü yanı buydu, gözlerimde bir türlü iyileşmeyen, kabuk bile tutmayan yara varken o yaranların üstü zamanla kapanmışları ruhumda vardı.

Bakıldığında görülmüyordu, dokunulduğunda hissedilmiyordu. Sadece yarayı taşıyan biliyordu en çok hangi yanının kanadığını.

Hemen hemen bomboş olan koridora çıktığımda yüzümde silik bir gülümseme, o gülümsemeyi baltalayan hapşırma isteği vardı. Odanın nerede olduğunu biliyor olamama rağmen her kapı numarasını tekrar tekrar izledim. Kenan'ın odasına yaklaştığımda kapının hafif aralığı gözlerime ilişti. Kapıda kimse yoktu, Timur'un da ben gelmeden gittiğini sanmıyordum. Görevden döner dönmez dinlenmeye bile vakit ayırmadan arkadaşını görmek için gelmişti. Yalnız bırakacağını düşünmüyordum ya da düşünmek istemiyordum.

"Timur." Kenan'ın vurgulu sesi odanın dışına ulaştığında olduğum yerde duraksadım. Öyle bir tonda sarf etmişti ki ismini sanki sesinin parmakları olsaydı Timur'un bileklerine kelepçe olup sarılacaktı. Sesinde taşıdığı dikenleri vardı. 

"Çok sevgili Murat yüzbaşımın Vurgun'a geldiğini duydun, senin de yorgunluğunu dinlemeden ziyaretine gelesin tuttu demek... Ne kadar ince bir davranış." Timur, Kenan'ın ikinci ismini kullanırken arkadaşının ses tonundaki saklı olan uyarıyı görmezden geldiğini hissettim. Timur'un kaşlarını kaldırırken neden olduğunu bilmiyorum ama küçümsercesine bir ifadenin olduğunu hayal ettim.

Belki de bana bunu yaptıran ses tonundaki hissettiğim ciddi rahatsızlık da olabilirdi.

Konunun tam olarak ne olduğunu bilmiyordum ama bu tutumu kırıcıydı.

"Bir sorun mu var Timur?" Daha önce duymadığım yabancı bir bedenin aldığı solukların gerçeğini fark ettiğimde, neden burada durduğumu sorguladım. Konuşmalarını dinliyordum, saygısızlıktı. Burada olmamalıydım, bu kapı açık olmamalıydı.

Ama ben buradaydım ve onlar içerideydi.

Konuşan sanırım görev arkadaşı olan bir kadındı. Timur'un sinir bozucu cümlesine verdiği karşılık ise umursamadığını belli etmek ister gibiydi.

"Bilmem." Dedi Timur. "Sana sormak lazım. Var mı?"

Sessizlik oldu yeniden. O sessizliği, "Timur." Diyerek başka bir ses sahibi bozu. Sanırım Kenan yine sıkılmıştı, umursamıyordu. Murat Bey'in de içeride olduğunu Timur için kullandığı uyarı dolu sesinden anladım.

Burada kalmamam lazımdı. Peki neden hala buradaydım?

"Buyurun Yüzbaşım."

"Yeter." Dedi Murat Bey. Sıkılgan bir tonda kullanmıştı tek kelimesini.

Sanki o odada ne olduğunu, kimlerin aslında ne söylemek istediğini en iyi bilen kendi gibime gelmişti. Belki de gerçekten öyleydi.

"Anlaşıldı Yüzbaşım." Dedi Timur. Ciddiydi ses tonu ve öylesine kurduğu da belliydi. Söylenmek için kurulmuş birçok cümle geçerdi hayatımızdan. Kaybolurdu. Belki dinlenirdi ya da biz dinlendiğini sanırdık.

Sessizlik Timur'un cümlesi üzerine kurulduğunda olduğum yere baktım, durduğum yerde göz gezdirdim. Boş bir hastane koridoruydu. Şu an şu saniye içerisinde yanımdan es kaza geçen bir sağlık çalışanı bile yoktu.

Yalnızdım.

Benim aldığım soluklar vardı bu koridorda sadece.

Burnumun kaşıntısı arttığında sağ dirseğimi ağzım ve burnuma kapattım. Belki de daha sonra gelmeliydim?

Bilmiyordum.

"İz, yeniden gelecek mi?" İsmimi odanın ortasına taşıyan soluk, bakışlarım o küçük kapı aralığına yeniden çekmesine sebep olmuştu.

Soruyu dile getiren, ismimin arkasına ilk kez Hanım'ı eklemeden seslendiren kişi Murat Beydi.

Yutkunmak zorunda hissettim.

"Gelecek komutanım." Timur açıklamasını yaparken hem rahatsızdı hem de rahat. Kararsız bırakıyordu.

"Çok yoruldu burada."

"Vurgun'a çok da özenli bakıyor komutanım." Dedi Timur, Murat Beyin kurduğu ikinci cümlesinin hemen arkasına.

"Kalmasına gerek olmadığını söyledim." Uzun bir sessizlik sonrası ilk kez konuştuğunu duymuştum O'nun. Benim hakkımdaydı bozduğu sessizliği. Keyifsizce kurduğu cümlesi beni bir kez daha yutkundurturken kolumu yavaşça aşağıya indirdim.

Kucağımdaki kese kağıdına kırık bir bakış atarken, o kırıklığı kabuk yarası gözlerime saklamış dudaklarıma sahici olan minik bir gülümseme ekmiştim.

Burada olmamı istemiyordu, burada olduğum için rahatsızdı. Rahatsız olmaması için o kadar da az ses çıkartmıştım halbuki. Yine de rahatsız etmişim.

"Söylediğini çok da dinlemiş gözükmüyor." Dedi Murat Bey. Suçlarcasına değildi ama bu cümlesi bile kırıcıydı. "Çok yıprattı kendini."

"O zaman tutarsınız kolundan, götürürsünüz." Dedi umursamazca. Sert sesi, gözlerine dağıldığını tahmin ettiğim o soğukluğu. "Komutanım." Son kelimesini bastırırcasına kuruşuyla bakışlarım yavaş yavaş yere indi.

Bir cama küçük bir çatlak bırakmak oldukça kolaydı, hatta bunu ses sanatçıları bile kolaylıkla yapıyordu. Çıktıkları yüksek bir nota o camı patlatıyordu. Neden avuçlarıma tuttuğum camın çatladığını hissediyordum. Ben mi koruyamamıştım kalbimin etrafına sardığım camı?

"Sakin Kenan, sakin. Maazallah dikişlerine zeval gelmesin."

"Kız daha ne kadar burada kalacak komutanım? Albayım henüz dönmedi. Evine dönmesi sizce de daha güvenli olmaz mı?" Sorunun muhatabının Murat Bey olduğunu kulağıma fısıldayan yanımla o çatlağın yaprağını döken bir dal gibi çırılçıplak kaldığını hissettim.

"İz Hanım burada da yeterince güvende canım arkadaşım." Timur'un konuşmasıyla dudaklarımdaki gülümseme kırıldı. Henüz tanışalı bir gün bile olmadığı halde beni koruması çok hoştu.

"Hiç kimse çocuk bakıcısı değil Timurcum. Bahsettiğin korumanın ne olduğunun bende farkındayım ama fazla ortada dolanıyor. Göze batması doğru mu sence?" 

Tanışmadığım, ses tonunu bile ilk kez bir kapı aralığından duyduğum bir kadının; tanışmadığı, sesini bir kapı aralığından dahi olsa duymadığı bir insan için fazla kırıcı ve fazla rahatsız ediciydi.

"Haklı. Burada kalmasına gerek yok."

Bir ses bütün göğsüm boyunca yayıldığında etrafa saçılan cam kırıklarını seyrettim. Bir cam ilk yarasını aldığında sonraki parçalanması zor olmazdı, ilk çatlağı alan o çevreme sakince ördüğüm camın kırıkları sıkı sıkıya parmağına tutunduğum avcumu kesti. Kesiklere birer birer saplandı o kırıklar.

Her mavinin aslında bir kurtarıcı, bir liman olmadığını öğreten adam için yaptığım, çabaladığım hiçbir şey için pişman değildim.

Yine olsa yine aynısını yapardım.

Yine bana yetmeyen kanımdan vaz geçer, yine gözlerini açmasını bekler ve yine elimde bir kese kağıdında alerjim olmasına rağmen kavrulmuş yer fıstığıyla beklerdim.

Ben yapardım.

Ama anlamıştım ki o; yapmazdı.

Kucağımda duran kese kağıdına bakarken kapıya arkamı döndüm. Başından beri bu kapı aralığından dışarıya süzülen cümleleri dinemem hataydı, yanlıştı ve ayıptı. İçime oturan kırklık dudaklarımdaki gülümsemeden çaldıklarıyla zamana karışırken ben geldiğim yolu sakince yürümeye başladım.

"Yüzbaşım." Bir adım daha uzaklaştım kapıdan. "Müsaade ederseniz rütbeden çıkabilir miyim? Sadece bir dakika için."

Timur'un artık o kadar da net olamayan ama öfkesini hissettiren sesi de hemen arkamdan attığım adımları takip etmeye başladığında fikrimi değiştirmeden yürümeye devam ettim.

Merdivenlere geldiğimde burnumun kaşıntısına daha fazla dayanamaz olurken dirseğimi kırarak yüzümü sakladım. Hapşırığımın hemen arkasından sıkı sıkıya kapattığım kirpiklerimi aralarken kolumu da bedenimden uzaklaştırdım.

Duvarı dönmek üzereyken hemen son basamakta karşı karşıya geldiğim Yiğit'le duraksadım, kabuk yarası gözlerime oturan kırgınlığı görmediğini biliyordum. Bunun için rahat olurken bir avuç cam kırığı dolu olan gülümsemeyi dudaklarıma yedirdim.

Yiğit'in kaşları derince çatılırken, önce gözlerime baktı sonra da omuzumun üzerinden geride kalan koridora.

Neden burada olduğumu, neden odaya girmediğimi sorgulayan gözlerine bakmaya devam ettim.

"İz Hanım, bir sorun mu var?" Gözlerindeki sorgulayıcı ifadeye bakarken başımı sakince iki yana salladım.

"Yok, sadece haklısın sanırım benim bir doktora görünmem lazım. Geçmiyor."

"Anladım." Dedi, başını da anladığını desteklemek ister gibi salladığında bende başımı salladım. Ne söylemeliydim ya da başka bir şey olduğunu fark ettiriyor muydum bir fikrim yoktu ama yine de yaptım. "Bende sizinle geleyim."

"Yok yok!" Boşta kalan elimi göğsümün hizasında iki yana sallarken, başımı da salladım hızlı hızlı. "Ben gider gelirim hemen, zaten hastanedeyiz."

Haklılardı, çocuk bakıcısı gibi her yere benimle geliyordu Yiğit. Elimdeki kese kağıdını ona uzatırken tutması için göğsüne sabitledim. "Sen al bunu, zaten çok uzun sürmez. Biliyorlar ya zaten rahatsız olduğumu, yardımcı olurlar hemen."

Yiğit yaptığımı yadırgamış gibi göğsüne sabitlediğim kese kağıdını tuttu hemen yanındaki basamağa indiğimde güldüm. "Hemen gelirim, gerçekten. Sen geç odaya."

Yiğit'in daha fazla gözlerine bakmak istemediğim için birkaç basamak inerken arkamdan, "İz Hanım..." Dediğini duydum ama yine de bakmadım.

"Çok sürmez," İki basamak daha indim. "Kaybolmam da dikkat ederim."

Yiğit'i olduğu basamakta bırakırken ben o merdiven basamaklarını bitirmiş yanlamasına yapılan diğer merdivenlere geçmiştim.

Hızlı hızlı indiğim basamakların orta yerinde yine bir kez hapşırdığımda Yiğit'in ne yaptığına bakmadan merdivenlerden inmeye devam ettim. Birazdan geçeceğini biliyordum, artık kucağımda fıstıklar yoktu. O yüzden kokusu da yoktu. Geçecekti.

Sadece biraz temiz hava alsam yeterdi.

Kimseyle göz göze gelmemeye öze göstererek binadan çıktım. Yüzüme çarpan hafif bir rüzgâr beni karşıladığında sağıma döndüm. Yürümeye devam ettim.

Gerçekten onlar için ayak altında dolanan işe yaramazdan farksızdım, sadece zamanlarını çalıyordum. Bu yanlıştı. Bencillik yapmamam lazımdı.

Ben hiç bencillik yapmadım. Yapmamalıydım.

Hastanenin arkasına doğru ilerlerken yaklaşık bir hafta sonra ilk kez ne yapmam gerektiğini düşündüm. Ben neden buraya gelmiştim?

Babama nasıl ulaşacaktım. Onuna konuşmam lazımdı, peki ben nasıl onunla konuşacaktım. Ne söyleyecektim, nereden başlayacaktım anlatmaya, nasıl anlatacaktım olanları.

Derince bir nefes alırken burnumdaki kaşıntının birkaç dakika önceki kadar yoğun olmadığını fark ettim. Geçiyordu. Geçeceğini biliyordum.

Geçerdi.

Her şey gibi...

Rüzgâr sol yanımdan estiği için saçlarım gözlerimin önüne savruldu. Önümde öylece süzülen saç tellerini geriye tararken çevreme bakındım. Arka bahçeye dikilen ama henüz yetişkin olamamış ağaç fidanlarından birinin yanındaki bankı gördüğümde oraya ilerlemeye devam ettim.

Hastaneye girmek istemiyordum. En azından şimdilik girmemem O'nun ve diğerlerinin rahatlığı için daha iyi olurdu sanırım.

Banka oturduğumdan beri düşündüğüm şeylerin kasveti o kadar yorucuydu ki zaman kavramından uzaklaştığımı fark etmem için güneşin önümde sıra sıra dizili olan dağların arkasına sinişini görmem gerekmişti.

Yalnızdım.

Sessizdi.

Öyle çok sessizdi ki kafamın içinde kimi karşıma aldığımı, kime ne anlattığımın farkında değildim. Nerede olduğumun bile ucunu kaçırmıştım. Bir haftadır sadece tek düşündüğüm Kenan, Babam ve diğerleriyken şimdi düşündüğüm; babamla karşı karşıya geldiğimde nasıl anlatacağımı bilmediğim asıl gerçekti.

Korkumdu.

Kabusumdu.

Ya geç olduysa anlatmak için. Ya çoktan kaybolduysa. Yine.

Derince bir nefes verdim.

Haklıydılar, burada olmak yerine askeriyede, babamın odası olmasa bile o soğuk koridorda beklemem gereken tek kişi olan babamı beklemeliydim.

Saatlerdir oturduğum yerde sızlayan kaburgalarımla öne doğru eğildiğimde dirseklerimi dizlerime yasladım. Şakaklarımı iki avcum içine yaslarken yerdeki taşlara baktım, ben nasıl çıkacaktım bu kabusta? Nereye gidecektim? Babam öğrendiğinde korkacağım şeyler yapar mıydı?

Derince bir soluk alırken avuçlarımın içlerini dairesel hareketlerle ovmaya başladım.

Her şey birbirine o kadar girmişti ki neyin nasıl olacağını tahmin etmiyordum. Yorgundum. Çok yorulmuştum.

Varlığım O'nu rahatsız ediyordu.

Gitmeliydim. Burada durmak onu daha çok rahatsız edecekti.

Başımı kaldırdığımda turuncuya çalınan renk gözlerime girdi.

"İz!"

Kalbimin vuruşu göğsüme saplandığında nefesim kesildi. Kulaklarıma çalınan ses tüm kâbuslarımın kapanı olurken içime saldığı tarifsiz hissiye sarmalandım.

Başımı soluma çevirdim, gözlerime çöken acı bir yangın, o yangında açtığı yerden benden metrelerce uzakta duran adamı gösterdiğinde oturduğum yerde dikleştim. Korkum her bir kalp ritmi gibi boğazımda atmaya başladığımda sertleşmiş bir yumru yakıyordu canımı.

Oturduğum yerden doğrulurken, ileriye kaykıldım. Ellerim mi titriyordu? Ayağa kalktım yavaşça, ya dizlerim? Dizlerim neden bu kadar sızlıyordu?

"Baba..." Fısıltım dudaklarımdan kaydığında kesik kesik soludum. Gözlerime derin bir acı çökmüştü.

Yıpranmış üniforması, yorgun yüzü. Uzamış sakalları... Ve... Benim olan o mavi gözleri... Dik duruşu, sarsılmaz hissettiren her an beni koruyan o güçlü göğsü...

Benim olandı. Bana gelmişti.

İz... Demişti. Bana verdiği ismi bir kez yadırgamadığım yürek sapa sağlam benim için buradaydı...

Elini bana doğru uzatışını seyrettim. Ne olduğunu anlamadım. Ne yaptığımın da farkında değildim. Koca bir hıçkırık kapalı olan dudaklarım arasında patladığında fark ettim koştuğumu.

Saniyeler içinde aştığım o koca mesafeyle birlikte yorgun olan suretine dağılan gülümsemeyi seyrettim. Gözlerim daha çok kör oldu. Aradaki mesafeyi açtığı kolları arasına girip boynuna sarılarak kapattığımda tüm korkumun buz kestiğini hissettim.

"Baba." Kısıkça çıkan sesimle etrafıma sardığı kollarının daha çok sıkılaştığını hissettim. Aramızdaki boy farkı yüzünden eğildi. Uzundu benim babam, öyle uzundu ki gölgesinde saklanırdım ben. Gölgesi bile korurdu beni sadece. "Geldin. Çok bekledim, baba çok bekledim ben seni..."

"İz'im benim." Sesine dökülen şefkati tüm kaburgamı sardığında farkındaydım; bitmişti.

Artık yalnız değildim...






Beğenilerinizi ve yorumlarınızı bekliyorum❤️❤️❤️❤️

Nasıldı sevdiniz mi bölümü?

Nasıl olmuş, uzun bir aradan sonra bölüm paylaşma heyecanını çok özlemişim. Sizi çok özlemişim ben yaaaaaa🥰🥰🥰🥰

Umarım beğenmişsinizdir❤️

Düşüneceleriniz neler?

Kenan?

İz?

Asım Albay?

Timur?

Murat Bey?

Bana ulaşmak isterseniz;
İnstagram: sayeninzihni
Twitter: sayeninzihni

•15.01.2023•

Tekrardan görüşmek üzere❤️

Continue Reading

You'll Also Like

123K 5.8K 18
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?
87.9K 5.5K 21
17 yıl sonra doğumda karıştığını öğrenen Peri... Abilerine ve üçüzlerine alışabilecek mi ? Babam gülümseyip "Aksine iyi bir şey oldu. Peri doğumda k...
853K 58.8K 35
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
6M 196K 99
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...