FÜG

By klclygmr

2.5M 210K 142K

Bu kurgu tamamen bana aittir ve tüm hakları saklıdır. . . . . . . Kapak: pinterestten alıntıdır. More

TANITIM
1.BÖLÜM
2.BÖLÜM
3.BÖLÜM
4.BÖLÜM
5.BÖLÜM
6.BÖLÜM
7.BÖLÜM
8.BÖLÜM
9.BÖLÜM
10. BÖLÜM
11.BÖLÜM
12. BÖLÜM
13. BÖLÜM
14. BÖLÜM
15. BÖLÜM
16. BÖLÜM
17. BÖLÜM
18.BÖLÜM
19.BÖLÜM
20.BÖLÜM
22.BÖLÜM
23.BÖLÜM
24.BÖLÜM
25.BÖLÜM
26.BÖLÜM
27.BÖLÜM
28. BÖLÜM
29. BÖLÜM
30.BÖLÜM
31.BÖLÜM
32.BÖLÜM
33.BÖLÜM
34.BÖLÜM
35.BÖLÜM
36.BÖLÜM ~
37.BÖLÜM
38.BÖLÜM
39. BÖLÜM
40. BÖLÜM
41.BÖLÜM
42.BÖLÜM
43.BÖLÜM
44.BÖLÜM
45.BÖLÜM
46. BÖLÜM
47.BÖLÜM ~
48.BÖLÜM
49. BÖLÜM

21.BÖLÜM

38.3K 3.6K 1.2K
By klclygmr

Sular vücudumdan akarken, bir elimin parmaklarını saçlarımın arasında gezdirdim. Diğer elim yaralıydı bu yüzden dikkatli davranıyordum. Duş alırken garip bir rahatlama oluyordu içimde. Bedenim gevşerken, sanki ruhum da arınıyordu. Kaç dakikadır duştaydım bilmiyorum. Sabah saat altı da Rüzgâr'ın telefonuyla yataktan kalkmıştım. İki saat sonra beni almaya geleceğini ve hastaneye gideceğimizi söylemişti.

Bugün Güneş'in dersi vardı ve o da erken kalkmıştı. O, kahvaltıyı hazırlarken bende duşa girdim. İki kere banyonun kapısına gelip kahvaltının hazır olduğunu söylemişti ama benim banyodan hiç çıkasım yoktu. Kâbuslarla dolu bir gecenin sabahındaydım ve bu saatte bile yorgun hissediyordum. Dün gece hiç uyuyamadım.

Gece saat iki de korkunç bir kâbustan irkilerek uyandım. Uyandım ama, yine aklım başımda değildi. Yatağımdan kalkıp direkt banyoya gitmiş, Güneş'in bütün makyaj malzemelerini yerle bir etmiştim. Gördüğüm kâbusun etkisiyle, hırsımı Güneş'in makyaj malzemelerinden çıkarmıştım. Aslında amacım kendime makyaj yapmaktı ama yapamayınca hepsini yere fırlatıp parçalamıştım.

Rüyamda Rüzgâr'ın sevgilisi İlay'ı görmüştüm. Özgüven patlaması yaşıyor, bana hakaretler yağdırıyordu. Aşağılayıcı sözleri, tiksinircesine olan bakışları... Ettiği hakaretler mi yoksa bakışları mı daha yaralayıcıydı kestiremedim. Ama rüyamı kâbusa çeviren şey bunlar değil, İlay'ın arkasında duran ve bana hakaretler yağdırırken sırtına yaslandığı adamdı. Beyaz önlüklü iri yarı bir adam vardı ve arkası dönüktü. Yüzünü göremiyordum. İlay sanki ondan cesaret alıyor, hissettiği güvenle bana saldırıyordu. Bu sırada bir ses yankılandı ortamda.

Silindire benzeyen koyu gri renkteki vücudunun iki yanında, açık kahve, beyaz ve gri renkte kanatları yere paralel bir şekilde kırılarak sağa ve sola doğru açılmıştı. Kısa beyaz tüylerle kaplı, elmaya benzeyen yüzünde boncuk gibi siyah gözleri olan baykuş, uzun kanatlarını çırparak, İlay'ın yaslandığı adamın başına kondu. Baykuşun başına konmasıyla adam, ani bir hamle yaptı ve baykuşu kanatlarından tutup benim üzerime doğru fırlattı. Baykuş bana doğru geliyordu. Bu korkutucu hayvanın gazabından korkarak geriye doğru sıçramamla, içinde boğulmak üzere olduğum kâbustan uyandım. Terler içinde yataktan kalkıp banyoya giderken aklım başımda değildi.

Güneş'in makyaj malzemelerini gözüme kestirip suratıma sürerken, neyi düşündüm, neden bunu yaptım bilmiyorum. Kendimi bir palyaçoya çevirdiğimi görüp elimdeki malzemeleri hırsla yere fırlatmıştım ve bu, bir kaç dakikalık bir zaman içerisinde gerçekleşmişti. Daha sonra kendime geldim ve banyonun son haline bakıp ağlamaya başladım. Ayna bile paramparça olmuştu.

Yerlere saçılan cam kırıklarına basmamaya dikkat ederek yere eğildim. Güneş'in bir kaç ay önce, döryüz doksan dokuz lira doksan beş kuruşa aldığı fondötene baktım. Güneş onu kullanmaya bile kıyamıyordu ama Allah'ın cezası ben, onu da kırmıştım.

Dizlerimin üzerine çökerek kırılmış fondöten şişesine uzandım. Amacım kalan fondötenleri bir kabın içine koyup kurtarmaktı. Panik olmuştum, ellerim titriyordu ve hızlı hareket ediyordum. Güneş bana çok kızacaktı. Tam fondöteni kavramıştım ki, şişenin yanındaki ayna kırıkları elimin içini kesti.

Canımın acısı fondöteni unutturmuştu bana. Acıyla hızlı bir şekilde ayağa kalktım. Elim çok derin kesilmişti. Başımı eğdim ve yere damlayan kanlara baktım. Çok fazla kan vardı. Usulca tekrar yere diz çöktüm ve damlayan kana dokundum. Rengi çok güzel görünüyordu. Parlak, koyu kırmızı ve ılık. Acaba kokusu nasıldı?

Elimden kanlar damlamaya devam ediyordu. Diğer elimi kanayan elimin altına tuttum. Çok güzeldi, yere damlamamalıydı. Avucumun içinde minik bir kan gölü oluşunca tebessüm ettim. Tadını merak ediyordum, acaba tadı nasıldı? Kanın tadına bakmak için elimi yaklaştırarak biraz eğilmiştim ki, Güneş'in "Şeker!"diyen sesi beni kendime getirdi. Uyanmış mıydı?

Sesini duymamla korkarak sıçradım ve elimdeki minik kan gölünü üzerime döktüm. Dökülmüştü. Dehşetle bir bana bir etrafa bakıyordu. İlk bir kaç saniye sadece algılamaya çalıştı. Daha sonra kaşlarının kavisi havalandı. Bakışlarındaki şey korku mu, yoksa endişe mi kestiremedim. Korkuyor gibi bakıyordu sanki. Gözleri dolmuştu ve çekinerek de olsa yanıma yaklaştı. "İyi misin?" dedi titreyen bir sesle. Evet, Güneş benden korkuyordu.

"Güneş," dedim kedi miyavlaması gibi çıkan bir sesle. Kızacak diye korkudan tir tir titriyordum. "Güneş ben yine kötü şeyler yaptım." Başım yine çok ağrıyordu. Burnumu çekip gözümden akan yaşları koluma sildikten sonra ağlamaya biraz ara verdim. Güneş dehşetle bana bakıyor, tek kelime etmiyordu. Kanlı elimle yerde duran fondöteni işaret ettim ve, "Onu da kırdım," diyerek tekrar ağlamaya başladım. "Dört yüz doksan dokuz lira doksan beş kuruşa almıştın."

Güneş'in yutkunma sesini duydum. O da ağlamaya başlamıştı. Deniz mavisi gözlerinden yaşlar süzülürken, bir kez daha yutkundu. "Gel buraya," dedi elini uzatarak. "Hiç biri senden daha kıymetli değil."

Benden korkuyordu, benden herşeyi bekliyordu ama, Güneş benim bu hayattaki tek şansımdı!

***

"Şeker öldünmü kızım çık artık şu banyodan!"

Suyu kapatıp, istemeyerek de olsa banyodan çıktım. Mutfakta kahvaltı hazırlayan arkadaşıma, "Geliyorum," diye seslendikten sonra bornozu üzerime giyip saçlarımı da küçük bir havluyla sardım. Daha sonra giyinmek için odama geçerken, fön makinası ve tarağı da yanıma aldım.

Hızlı bir şekilde hazırlandıktan sonra odamdan çıkıp mutfağa geçtim. Masa hazırdı ve Güneş kahvaltıya başlamıştı bile. "Şükür çıkabildin," dedi ballı ekmeği ağzına götürürken.

"Akşam yıkanmama izin verseydin, sabahın bu saatinde banyo yapmakla uğraşmazdım," dedim gözlerimi devirerek. Akşam ki ufak çaplı facianın ardından, ellerimi ve yüzümü temizleyip üzerimi değiştirmeme yardım ettikten sonra beni zorla yatağa yatırmıştı. Bir süre başucumda oturarak uyumamı beklemişti ve daha sonra gidip banyoyu temizlemişti. Uyuduğumu zannediyordu ama ben hiç uyumamıştım. Ocağın üzerindeki çaydanlığı alıp masaya geldim. Bardağıma çay doldurduktan sonra sandalyeyi çekip oturdum. Tek elle iş yapmak çok zordu.

Masanın üzerinde envai çeşit kahvaltılık vardı. Dün kahvaltıya gelirken Rüzgâr'ın getirdiği kahvaltı malzemelerinden harika bir masa hazırlamıştı Güneş. Ben çayımı yudumlarken, "Başlasana," dedi gözleriyle masayı işaret ederek. Daha sonra uzandı ve içinde pastırma olan tabağı eline alıp benim tabağıma bir kaç dilim koydu. Hayatımda ilk defa kendi tabağımda pastırma görüyordum. Tabağı elime alarak burnuma yaklaştırıp kokladım ve, "Güneş bu bozuk," diyerek öğürdüm. Berbat kokuyordu.

"Yoo bozuk değil, ben baktım tadına," derken pastırmaya baktı. Bir şahesere bakar gibi bakıyordu.

"Bozuk diyorum Güneş, koklasana," dedim yüzümü buruşturarak. Hayatımda daha kötü bir koku duymamıştım.

"Şaka yapıyor olmalısın," dedi tabağı tekrar eline alırken. Tabağı burnuna yaklaştırıp kokladı. "Mis gibi kokuyor." Dalga geçiriyor olmalıydı.

Güneş'le zevlerimiz her zaman farklıydı ama bir şeyin kokusu kötüyse, kötüydü. Bunun için aynı zevklere sahip olmaya gerek yoktu. Tabaktaki pastırmadan bir dilim aldı ve ağzına attı. "Mmhh," diye homurdanırken mest olmuş gibi görünüyordu. "Kızım pastırma böyle kokar. Çemen kokusu bu," dedi ve bir dilim daha attı ağzına. "Daha önce hiç pastırma yemedin mi sen?"

Yememiştim, dokumamıştım, koklamamıştım bile. Kırdığı potun farkına vararak hemen konuyu değiştirdi. "Neyse boşver pastırmayı, bak ne diyeceğim."

Omuzlarına dökülen sarı tutamlarını geriye doğru attı. Çok heyecanlı görünüyor, mavileri ışıldıyordu. "Sanırım biz Koray'la sevgili olduk," derken otuz iki dişiyle bana görsel şölen sunuyordu!

"Sanırım ne demek Güneş?" dedim küçük topları andıran yuvarlak peynire çatalımı batırırken. "Ya sevgilisindir ya da değilsindir."

Heyecanı görülmeye değerdi. Parmağını yaladı ve masa da duran telefonunu eline aldı. Ekranı açıp bir şeyler yaptıktan sonra telefonu bana doğru çevirdi. "Bak," diyerek ekrandaki fotoğrafı bana gösterirken dans eder gibi omuzlarını salladı.

Ekran da Koray'ın sabaha karşı instagram da paylaştığı bir fotoğraf ve altında bir not vardı. Yeni doğmakta olan bir güneş fotoğrafı paylaşmış, altına da, 'Güzel günler yakındır!' diye not bırakmıştı.

"Hadi hayırlı olsun," dedim sırıtarak. Bu ikisini çok seviyordum ve birlikte çok uyumlu bir çift olacaklarını düşünüyordum. Sonuçta ikisinin de kafasında bir tahtaları eksikti! Müthiş bir uyum.

"Darısı başınıza," diyerek kıkırdayınca düz bir şekilde yüzüne baktım. "Başınıza derken?"

"Rüzgâr'la senin. Bence siz de harika bir çift olursunuz," deyince dehşetle kalakaldım. "Saçma sapan konuşma," diyerek pastırma tabağını önüme aldım. Saçmalıyordu.

"Neden?" dedi masaya kollarını yaslayıp bana doğru biraz yaklaşarak. "Bence siz de birbirinizden hoşlanıyorsunuz." Yok artık, daha nelerdi. Benim Koray'la ikisine yaptığım şeyi şimdi o bana yapıyordu.

"Rüzgâr'ın sevgilisi var bilmiyor musun," dedim kaşlarımı çatarak. "Aptal aptal konuşma!" Dün gece gördüğüm rüyayı hatırlayınca gözlerimi sımsıkı kapattım ve aklımdan atmak için başımı iki yana salladım. Korkunç bir sevgilisi vardı hemde.

Tabakta kalan son pastırmaları da ağzıma tıktım ve çayımdan büyük bir yudum aldım. Çay bardağını eline alıp arkasına doğru yaslanarak, "Ayrılmış onlar," deyince Güneş'in üzerine iğrenç bir şekilde pastırmalı çay püskürttüm. Ne demek ayrılmışlar?

"Şeker ya," diyerek geriye doğru çekildi ve beyaz tişörtünün üzerindeki pastırmalı çay desenlerine baktı. "Ne dedin sen az önce?" dedim pastırmalı çay desenini es geçerek. "Ayrılmışlar mı?"

"Ne oldu, pek ilgini çekti bakıyorum," diyerek kinayeli bir bakış attı. Gerçekten ayrılmış olabilirler miydi? Belki de İlay cadısı dün gece bu yüzden beni ziyarete gelmişti. 'Senin yüzünden' diyordu rüyamda sürekli. 'Herşey senin yüzünden!'

"Ne alakası var ya," dedim sofradan kalkarak. "Saçma sapan şeyler söyledin dengemi bozdun Güneş. Senin yüzünden pastırma yedim." Panikle o berbat kokulu şeylerin hepsini yemiştim. Sinirli bir şekilde banyoya doğru gidiyordum ki, "Nereye kaçıyorsun yine?" dedi sanki sürekli kaçıyormuşum gibi. "Dişlerimi fırçalayacağım," dedim pastırmalı dişlerimin arasından. En az on kere dişlerimi fırçalayacağım çünkü bu şeyin kokusu ancak geçerdi.

***

On beş kere dişlerimi fırçaladıktan sonra, kokudan kurtulduğumu umarak banyodan çıktım. Güneş üzerini değiştirmiş, çıkmak için hazırlanıyordu. "Bir saattir ne yapıyorsun acaba banyoda?" diyerek beni kenara doğru itti ve banyoya yöneldi. Tam banyodan içeri girecekti ki dönüp bana baktı ve, "Sen böyle mi gideceksin?" diyerek üzerimdeki kıyafetleri işaret etti. Başımı eğip kıyafetlerime baktım. Koyu kahverengi bir pantolonun üzerine açık kahverengi bir tişört giymiştim. Bence gayet uyumluydu. "Evet," dedim kendimden emin bir şekilde. "Ne var ki?"

Banyonun kapısına doğru yaslandı ve bir kez daha beni süzmeye başladı. "Senin tarzına el atmanın zamanı geldi," diyerek yüzünü buruşturdu ve kollarını göğsünün üzerinde bağladı.  "Rüzgâr'ı böyle etkileyemezsin Şeker."

Hâlâ saçmalıyordu. "Banane Rüzgâr'dan Güneş," diyerek kapıya doğru yöneldim. "Ben gidiyorum." Tek derdim Rüzgâr'dı sanki.

Arkamdan, "Beni bekle," diye cırladı ama umursamadım. Kapıyı sertçe çekip söylene söylene merdivenlerden inmeye başladım. "Rüzgâr da Rüzgâr, başka derdim yok sanki bana ne Rüzgâr'dan," diyerek son basamağı da inmiştim ki, "Ne yapmış yine bu Rüzgâr?" diyen gür bir ses duymamla irkildim.

Bir elimi kalbime götürüp korkuyla sağ tarafa bakınca, Rüzgâr'ı gördüm. Bahçedeki sandalyede bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Ne zaman gelmişti? Usulca yerinden kalakarak bana doğru yaklaşmaya başladı. Hemen önümde durduğunda gözleri sargılı olan elime kaydı. Yüzündeki tebessüm bir anda soldu ve usulca kaşları çatıldı. Böyle anlarda bakışları çok sert oluyordu. Korkutuyordu beni. "Eline ne oldu?" diye sorarken kaşları hâlâ çatıktı.

Yavaşça başımı eğip elime baktım. Elimdeki kesik biraz derindi ve acıdan ziyade ağrıyordu. Bileğime kadar bir ağrı çıkmıştı. "Önemli bir şey değil," dedim gülümsemeye çalışarak. "Neden geldiğini haber vermedin?"

Ciddiyetinden ödün vermeden elini uzattı ve elimi tuttu. "Nasıl oldu bu?" diyerek elimdeki sargıyı açmaya çalışırken son bir hamle yaptım konuyu değiştirmek için. "Sevgilinden neden ayrıldın?" Kendimi batırmalara doyamıyordum.

Gözlerini kısa bir süreliğine elimden çekip gözlerime sabitledi. "Önce sen benim soruma cevap ver, daha sonra bu sorunu cevaplarım," dedikten sonra tekrar elime bakmaya başladı. "Nasıl oldu bu?"

"Kestim," diyerek omuzlarımı silktim ve arkamı dönerek bahçenin çıkışına doğru yürümeye başladım. "Gidelim artık."

Rüzgâr hızla peşimden geldi ve arabayı açtı. Arabaya binip anahtarı çevirirken, "Bilerek kesmedin diye umuyorum," derken sesi haddinden fazla imâ barındırıyordu. Ne demekti şimdi bu? Kaşlarımı çatıp sinirli bir şekilde yüzüne baktıktan sonra ona arkamı döndüm. Kollarımı göğsümde birleştirip camdan dışarı bakarken, kısık bir ses tonuyla, "Manyak mıyım ben?" dedim. Tartışılırdı!

***

Hastaneye gelmemiz yaklaşık yirmi dakika sürmüştü. Gelirken Rüzgâr sürekli bir şeyler sorup beni konuşturmaya çalışmıştı. Sorularına suratım asık bir şekilde kısa cevaplar vermiştim ve ona doğru hiç dönmemiştim. Bana ruh hastası muamelesi yapmıştı. Bana!

Arabadan inip hastaneye doğru ilerlerken içime yine bir korku yayılmıştı. Acaba Olcay neredeydi? Ürkek bir şekilde Rüzgâr'ın kolundan tutarak yürümeye başladım.

Hastaneden içeri girince Rüzgâr'ın istikamati direkt asansör oldu. "Ben merdivenlerden çıkarım," diyerek merdivenlere doğru yönelmiştim ki, kolumdan tutup beni asansörün içine çekti. "Asansör korkunu aştığımızı düşünüyorum," diyerek kapıları kapatmak için düğmeye basınca ne diyeceğimi bilemedim. Aşmamıştım ki.

Söylediği şeye sessiz kalarak cevap vermedim. Hâlâ korkuyordum ama ona belli etmek istemedim. Asansör bir anda hareket edip havalanınca panikleyerek yüzümü Rüzgâr'ın göğsüne gömdüm. Bu asansör denen baş belasını icat edeni bir bulursam...

Merdiven çıkarken ne güzel yağlarım eriyordu!

Rüzgâr kollarını havalandırıp bana sarılırken, "Korkuyor musun?" dedi gülümseyen bir ses tonuyla. Hayır anlamında başımı salladım ama çok korkuyordum. Ya elektrikler kesilirse?

"Ben de öyle tahmin etmiştim,"derken sesindeki keyif sinirlerimi bozuyordu. Kollarını sırtıma biraz daha bastırarak beni kendine daha da yakınlaştırdı ve bir eliyle sırtımı sıvazladı. "Bence gözlerini açmalısın," diyerek yüzümü görmek istercesine başını eğdi. Bunu alnımda hissettiğim nefesinden anlamıştım. Usulca başımı kaldırdım ve gözlerimle bir sağa bir sola baktım. "Kaçıncı kattayız?"

Başını çevirip asansörün ekranına baktı ve, "Daha çok yolumuz var, üçüncü kattayız," dedi. Allahın cezası hastane neden bu kadar çok katlıydı? Başımı biraz daha kaldırdım ve Rüzgâr'dan uzaklaşmak için bir hamle yaptım. Çok sakıncalı bir pozisyondaydık ama Rüzgâr bu durumdan hiç şikayetçi gibi görünmüyordu. Sırtıma hafif bir baskı yapıp beni kendine tekrar yaklaştırdı.

Göğsünden usulca iterek bir kez daha uzaklaşmaya çalıştım ama yine buna izin vermedi. "Sen yine de fazla uzaklaşma," diyerek bir kez daha beni kendine doğru çekip sırıtması, cinnet geçirtecek türdendi. "Gerek yok, korkmuyorum," diyerek son bir hamle yapıp göğsünden iterek ondan uzaklaştım. Deli mi ne?

Bir kaç saniye sonra asansörün durmasıyla, rahatlayarak derin bir nefes aldım. Kapı açıldı ve hızlı bir şekilde kendimi dışarı attım. "Allah'ım şükürler olsun."

Odasına doğru yürürken bana dönüp bir bakış attı. "Aşmışız gerçekten," diyerek kinayeli bir şekilde yüzüme bakarken, gülmemek için olağanüstü bir mücadele veriyordu. Bu adam beni katil edecek!

Rüzgâr'ın asistanı Özge oturduğu yerden ayağa kalktı tebessüm ederek ve, "Günaydın hocam, hoşgeldiniz," dedi. Rüzgâr da Özge'ye dönüp, "Günaydın Özge," dedikten sonra odasının kapısını açtı.

Ben de bir zamanlar bana ait olan masaya yerleşen Özge'ye tebessüm ettim. "Günaydın."

Rüzgâr'ın odasından içeri girdiğimde, yine insanı mest eden o çam kolonyası kokusu karşıladı beni. Garip bir şekilde içim huzur doluyordu bu odada. Öyle güzel bir havası ve kokusu vardı ki, insan hiç dışarı çıkmak istemiyordu. Huzur veriyordu bu oda bana.

Rüzgâr masasına doğru giderken, "Buyurun Şeker hanım," diyerek masanın hemen önündeki koltuğu işaret etti. "Oturun lütfen."

Koltuğa doğru geçip oturuyordum ki, kapının tıklatılmasıyla açılması bir oldu. "Aman Allah'ım kimleri görüyorum," diyerek seke seke içeri dalan kişi Koray'dan başkası değildi. Onu ilk kez bu kadar keyifli görüyordum, gözlerinin içi gülüyordu. "Hoş geldin baldız," diyerek yanağımı sert bir şekilde sıkınca acıyla ciyakladım. "Baldız deme bana."

Sırıtarak tam karşımdaki koltuğa yerleşti. "Baldızım benim," diyerek arkasına yaslanıyorken masanın üzerindeki ahşap kalem kutusunu alıp havaya kaldırdım. "Bir daha baldız dersen, kafana yersin!"

Yüzünün ifadesi aniden sertleşti ve Rüzgâr'a döndü. "Kardeşim bu kızın şiddet eğilimi için ayrıca bir terapi ayarla," derken ciddi görünüyordu. Elimdeki sargıya baktı. Yüzündeki ciddi ifade yerini korurken, "Eline ne oldu?" diye sordu.

Gözlerimi kıstım ve korkutucu bir şekilde yüzüne bakmaya başladım. "Dün gece canım sıkıldı," dedikten sonra başımı pencereden tarafa çevirdim. Daha sonra sert bakışlarımı aniden Koray'a çevirip, "Bıçağı alıp elime sapladım," dedim tehtitkâr bir bakışla. Geriye doğru hafifçe sıçrarken yutkunma sesini duydum. Korkmuştu. Ben kıkırdamaya başlayınca şaşkın gözlerle önce Rüzgâr'a, daha sonra bana baktı. "Manyak mısın kızım?" Soru muydu şimdi bu?

Rüzgâr düşünceli bakışlarını üzerime sabitledi ve masa da duran telefonu eline aldı. "Özge bize kahve getirir misin?" derken hâlâ bana bakıyordu. Daha sonra telefonu kapatıp çekmeceden mavi bir dosya çıkardı. Sanırım bu dün bahsettiği anlaşmanın olduğu dosyaydı. Dosyayı bana doğru uzatarak, "Oku lütfen," dedi.

Uzanıp dosyayı aldım. İçinde bir sayfalık bir sözleşme vardı. Önce Rüzgâr'a daha sonra da Koray'a baktıktan sonra okumaya başladım. Tedavi süreciyle ilgili aşamaların yer aldığı sözleşmenin sonunda gördüğüm rakamla göz bebeklerim büyüdü.

Rüzgâr'ın uygulayacağı, yukarıda yazan tedavi yöntemlerini kabul etmem karşılığında haftalık elli bin lira. "Şaka mı bu?" dedim şaşkınlıkla Rüzgâr'a bakarak. Şaka olmalıydı.

"Neyden bahsediyorsun?" diyerek merakla elimdeki dosyaya uzandı. "Haftalık elli bin lira ne demek Rüzgâr?"

Dosyayı alıp dirseklerini masaya yasladı. "Eğer az diyorsan miktarı yükseltiriz sorun değil. Formalite gereği ekledim onu." Şaka yapmıyordu.

Sinirle gülmeye başladım. "Hayatımda bu kadar parayı bir arada görmedim ben," dedim başımı sallayarak. "Olmaz. Çok fazla." Fazlaydı.

"Az bile," diyen Koray'a 'ne demek az?' der gibi baktım. Sayı saymayı bilmiyor olabilirler miydi? Haftada elli bin lira, ayda iki yüz bin lira ediyordu. Kesinlikle çok fazlaydı. Rüzgâr'a bakarak, "Çok fazla," dedim tekrar.

Rüzgâr çekmeceden beyaz sıvı bir şey çıkarıp sözleşmede yazan miktarın üzerini fırçayla çizerek kapattı. Bir süre bekledikten sonra masasında duran kalemi aldı ve az önce kapattığı yere bir lira yazarak değiştirdi. Daha sonra kalemi bana doğru uzattı ve, "Sen imzala, o kısmı bana bırak," dedi.

Uzanıp kalemi aldım. Gözüm Koray'a kaydı, sırıtarak bana bakıyordu. Bu sırada kapı çaldı ve Özge, "Hocam kahveleriniz," diyerek ellinde tepsiyle içeri girdi. Özgenin getirdiği kahvelerden birini alıp önümde duran sahpaya bıraktım. Özge'ye tebessüm ederek teşekkür ettikten sonra masada duran sözleşmeyi alıp imzaladım.

Rüzgâr sözleşme kağıdını tekrar dosyaya koyduktan sonra çekmecenin içine koydu. Kahvesini eline alıp geriye doğru yaslandı. "Kahvelerimizi içtikten sonra terapiye başlayalım," diyerek gülümsemesine sırıtarak başımı salladım. Nasıl olacaktı bilmiyorum. Rüzgâr'a nasıl dökecektim içimi? Güneş'e bile anlatamadıklarımı Rüzgâr'a nasıl anlatacaktım. Çok gergin hissediyordum. Kahvemi bitirmemek için damla damla içiyordum. Keşke bitmeyen kahve yapsalardı.

Rüzgâr gerginliğimi sezmiş olacak ki, "Şeker," dedi göz kırparak. "Ne düşünüyorsun yine?" Koray'a döndüm, elinde telefonla muhtemelen Güneş'le yazışıyordu. Ayağımın ucuyla Koray'ı dürttüm. "Bi' kahve daha mı içsek?" Kahvem bitmek üzereydi.

Rüzgâr yerinden kalktı ve masanın etrafından geçerek yanı başımda durdu. Önümde duran sehpanın üzerindeki kahve tabağı ve su bardağını alıp masaya koydu. Daha sonra sehpanın üzerine oturarak tam karşıma geçti. "Neden sürekli sana soru sorduğumda konuyu değiştiriyorsun?"

"Aa öyle mi yapıyorum?"

"Öyle yapıyorsun," dedi başını sallayarak.

"Farkında değilim," derken Rüzgâr dışında her yere bakıyordum.

"Peki, cevabı alayım."

"Soruyu unuttum."

Derin bir nefes aldı ve, "Koray," dedi ayağa kalkarken. Daha sonra hafifçe eğildi ve ellerimi tutarak beni de ayağa kaldırdı. Güven veren bakışları üzerimdeydi ama endişelerimi geçirmeye yetmedi. Korkuyordum. "Başlayalım," derken söylediği sözün adresi Koraydı ama, özü Şekerdi!






Continue Reading

You'll Also Like

3.8K 895 16
Bizim dileklerle ardından fısıldadığımız o yıldızın, gök kubbeden sürgün edildiği ihtimali hiç aklımızın ucundan geçer miydi? Yıldızlar gibi mükemmel...
18.5M 1M 52
"Karımı artık yanımda, odamda ve yatağımda görmek istiyorum!" diye bağırınca donup kaldım. Ne söylediğinin farkında mıydı? Bir başkasının kimliğiyle...
10.4M 509K 65
Zamanın çok ötesinde tarihin tozlu sayfalarında bir hikaye anlatılır Edna dilinde. Hırs ve kibirden dövülen nefretin beden bulduğu hayatlar yıkımdan...
82.3K 30.1K 20
•Başlangıç Tarihi: |23.10.2021| 💜 •Düzenleyip Yayınlama Tarihimiz: 29.12.2023 💜 •Yetişkin içeriklidir. •Türü: Genel Kurgu & Dram. "İris çiçekleri...