GAYRİMEŞRU PRENSES

By kayipyazar13

113K 9.3K 1.8K

Gayrimeşru bir prensesten kraliçeliğe gidilen meşakkatli bir yol... En büyük varisi ölen kral, kızını öldürme... More

1.BÖLÜM: Gayrimeşru Prenses
2.BÖLÜM: Saraya İlk Adım
3.BÖLÜM: Taht Odası
4.BÖLÜM: Kabul Töreni
5.BÖLÜM: Balo
6.BÖLÜM: Maskeli Yabancı
7.BÖLÜM: Saraydan Ayrılma
8.BÖLÜM: Düşmüş Yıldız
9.BÖLÜM: İsyan
10.BÖLÜM: Kurtuluş
11.BÖLÜM: Ceza
12.BÖLÜM: Saray Adabı
13.BÖLÜM: Gizlice
14.BÖLÜM: Tahtın Varisi
15.BÖLÜM: Kaçırılma
16.BÖLÜM: Kayıp Prenses
17.BÖLÜM: Kaba Adam
18.BÖLÜM: Son Görüş
19.BÖLÜM: Prens Richard
20.BÖLÜM: Tahtın Yasal Varisi
21.BÖLÜM: Boş Taht
22.BÖLÜM: Tutsak
23.BÖLÜM: Acı
24.BÖLÜM: Öfke
25.BÖLÜM: İntikam
26.BÖLÜM: Dost
27.BÖLÜM: Dost Görünümlü Düşman
28.BÖLÜM: Düşman
29.BÖLÜM: Yüzleşme
30.BÖLÜM: Avuçtaki Kan
31.BÖLÜM: Sevgi
32.BÖLÜM: Terkediş
33.BÖLÜM: Yas
34.BÖLÜM: Yenilgi
35.BÖLÜM: Zindan
36.BÖLÜM: Kan
37.BÖLÜM: Paramparça
38.Bölüm: Günahkar
39.BÖLÜM: Gizli Hazine
40.BÖLÜM: Kraliçe
42.BÖLÜM: Kral John
43.BÖLÜM: Evlilik
44.BÖLÜM: Sadakat
45.BÖLÜM: İtiraf
46.BÖLÜM: Uzaklara
47.BÖLÜM: Saadet
48.BÖLÜM: Krallığın Sonu
49.BÖLÜM: Sır
50.BÖLÜM: İntikam Yemini
51.BÖLÜM: Haber
52.BÖLÜM: Çığlık
53.BÖLÜM: Matem
54.BÖLÜM: Kayıplar
55.BÖLÜM: Uyanış (Final)

41.BÖLÜM: Yargılanma

961 95 14
By kayipyazar13

Artık günaşırı gördüğüm benzer kabuslardan birinden uyandığımda sabah olmuştu. Bu durumda olmak beni rahatsız ediyordu. Her gece rahat uyuyabilmek ve kabus görmemek umuduyla Maira'ya bitki çayları hazırlatıyordum ama pek işe yaradığını söyleyemezdim.

Tahta çıkalı yaklaşık altı ay olmuştu. Bu altı ayda birçok yeni karar almıştım. Ülkemde bir düzen kurmuştum. Günlerim hızla geçiyordu. Arada halkın arasına karışıp onlardan biri gibi dertlerini dinliyordum. Ticaretle uğraşan esnaflara sağladığım katkılarla halk şimdiden refah düzeyine ulaşmıştı. Yoksul kişileri tespit ediyor, onlara da yardımcı oluyordum. Hazine diğer ülkelerle yaptığım anlaşmalar ve elde ettiğim vergilerle neredeyse dolmuştu.

Nedimelerin yastıklar üzerinde tuttuğu mücevherleri seçerek Agnes'in kolyeyi boynuma takmasına izin verdim. Ardından yüzüklerimi de parmaklarıma taktı.

"Hazırlıklara başladınız mı?"

Başını salladı. "Evet kraliçem. Küçük Arşidük için ısmarladığınız hediyeler de bu sabah saraya geldiler."

Aldous'a Milo'nun babası olup olmadığını sorduğumda şaşırmış ve duraksamıştı. Ardından elbette onun babası olduğunu, Milo'nun konuşulanları yanlış anladığını, henüz küçük olduğu için aklının bazı şeylere yetmediğini söylemişti. Aklımda şüpheler olsa da kısa zamanda ona gerçekten evladı gibi davrandığını fark edip şüphelerimden arınmıştım.

Percival ise... Onunla bir türlü eskisi gibi olamıyorduk. Kraliçe olmam sanki olabilirmiş gibi aramızı daha çok açmıştı. Zaten onu lord ilan etmem sonucu fazlasıyla görevleriyle alakadar olmaya başlamıştı. Haftanın birkaç günü danışman konseyine katılmak dışında saraya gelmiyordu. Toplantılar yapıldıktan sonra bahçede Agnes ile yürüyor, kahkahalarla sohbet ediyorlardı. Onları uzaktan dudaklarımdaki buruk gülümsemeyle izlemekten başka yapabileceğim bir şey olmuyordu.

Agnes'in boynundaki zarif kolyeye kaydı gözlerim. "Bunu sana Percival mı verdi?"

Utanarak başını eğdi. "Evet kraliçem."

Yutkunarak başımı salladım. Ardından odamdan çıkarak aşağı indim. Önüne geldiğim odanın içine girdiğimde çocuğun henüz uyumakta olduğunu görüp gülümsedim. Yanına yaklaşıp yatağın köşesine oturdum. Aldous ile bazen geç saatlere kadar çalışıyorduk. O zamanlarda Milo'yu kaleye göndermek yerine burada kalmasının daha iyi olacağını söylüyordum. O da çocuğu uykusundan mahrum bırakmamak için bu isteğimi kabul ediyordu.

Açık kumral saçları annesine de babasına da çekmemişti. Saçları uzamıştı. Rosetta mavi gözlere sahip olsa da Milo'nun göz rengi benimkine daha yakındı. Vaftiz ailesi olmadığını öğrendiğimde Rosetta'dan rica etmiş vaftiz annesi olmak istediğimi söylemiştim. Ona tarif edemeyeceğim bir şekilde bağlanmıştım. Gördüğüm en harika çocuktu. Beni kendine hayran bırakıyordu. Aldous arada bizim yakınlığımızı kıskanıyor gibi davranıp bizi güldürüyordu. Milo ile aralarında bir sorun kalmamıştı. Gerçek bir baba oğul olmuşlardı. Bayan Jehanna erkeklerin duygusal konularda zorlandıklarından bahsetmiş, onların zamanla gerçek bir bağ kuracaklarını söylemişti bana. Öyle de olmuştu.

"Milo, uyan artık," diyerek saçlarını okşamaya başladım.

Yerinde kıpırdanarak gözlerini hafifçe araladı ve beni görünce gülümsedi. "Hala?"

Ve bir de vaftiz annesi olduğumdan beri bana hala demeye başlamıştı. Küçücük çocuğun bana kraliçem demesini gereksiz bulmuştum. Büyüdükçe bana hitabı zaten değişecekti. Babasının yakını olduğumdan bana hala demesi daha uygundu. Yine de bana her hala dediğinde içim burkuluyordu. Ağabeyim ve kardeşim bir aile kuramadan kurbanım olmuşlardı. Keşke her şey daha farklı olabilseydi. En az Milo'ya olan sevgim gibi öz yeğenlerimi de severdim.

Onu kıskanan ve kendi çocuklarıyla kıyaslayan soylular da çocuklarını yanıma getirip bana takdim etmeye başlamışlardı. Kimseyi kayırdığım yoktu lakin Milo'nun yeri apayrıydı.

"Günaydın hayatım," diyerek eğildim ve alnını öptüm. "Kalk da hazırlan bakalım."

Gözlerini her mutlu olduğunda yaptığı gibi kocaman açtı. "Bugün benim doğum günüm!" Yatağın üstüne çıkıp zıplamaya başladı. "Altı yaşına girdim!"

Onun bu haline gülerek ayağa kalktım. "Maira birazdan sana kıyafetlerini getirir. Taht odasında bekliyorum. Kahvaltıya geç kalma."

Zıplamasını kesip kollarını boynuma doladı ve yanağımı öptü. Ona veda ederek odadan çıktım. Küçücük çocuğa fazla mı bağlanmıştım? İçimde ona karşı büyük bir merhamet ve iyi duygular varken sürekli yanımda olması dışında bir şey istemiyordum. Ailemin yokluğunu ve kalp kırıklığımı unutmamı sağlıyordu.

Taht odasına indiğimde masada oturan Aldous'u gördüm. Beni görünce ayağa kalkıp beni selamlayacakken elimle kalkmaması için işaret yaptım.

"Günaydın. Milo uyandı mı?"

Başımı sallayarak baş köşeye oturdum. "Evet, az önce onu kaldırdım."

Gülümseyerek elimin üstüne elini yasladı. "Onunla böyle yakından alakadar olduğun için sana minnettarım. Hiçbir kraliçe bir soylunun oğluyla böyle yakından ilgilenmiyordur."

Ben de gülümsedim. "Onun vaftiz annesiyim. Senin ve Rosetta'nın yokluğunda onunla ilgilenmek benim görevim."

Gözlerinden hem endişe hem de minnettarlık okunuyordu. Milo'nun konusu geçtiğinde hep bir tarafı huzursuz oluyordu. Nedenini anlayamıyordum. Sanırım Bayan Jehanna'nın dediği gibi erkekler duyguları konusunda zorlanıyorlardı.

"Beatrice," diye fısıldadı sandalyesini bana daha çok yaklaştırırken. "Görüyorsun, Milo ile birbirimizi kabullendik. Rosetta'ya da destek oluyorum. Artık ikimizin bir arada olması için aklında şüpheler yoktur diye ümit ediyorum."

Rahatsız olarak elimi elinin altından çektim. Masadaki bez peçeteyi alıp dizlerime yerleştirirken mırıldandım. "Bunları konuşmanın zamanı değil Aldous."

Kaşlarını çattı. "Neden benden kaçıyorsun? Aylardır yüzünü Milo dışında kimse güldüremiyor. Gereğinden fazla saray ve siyasi işlerle alakadar oluyorsun. Kendini yiyip tüketiyorsun sanki."

"Senden kaçmıyorum Aldous. Ama daha önce de söylediğim gibi... Ben artık kraliçeyim. Seninle olan yakınlığımız bile soyluların gözüne batarken bir de bana olan hislerin..."

Sözümü kesti. "Sana uğruna her şeyi göze alabileceğimi söylemiştim," dedi sert sesiyle.

Ona öfkeyle baktım. "Artık tek başına değilsin! Bencilce davranmayı bırak. Başına bir şey gelirse Milo'ya ne olacak?" Sesimi alçalttım. "Ya ben? Ne kadar kahrolurum, biliyor musun?"

Bakışları yumuşadı. "Beni anlamaya çalış. Birini uzaktan sevmenin ne kadar zor olduğunu biliyor musun? Yanında olmana rağmen bunu gizli tutmanın?"

Evet, biliyordum.

Yutkunarak başımı iki yana salladım. "Bana zaman ver Aldous. Görevlerinle ve çocuğunla ilgilen. Kendimi toplamama müsaade et. Hâlâ aileme yaptıklarımın, masumlara kıymamın üstesinden gelmeye çalışıyorum. Benim için kendimi toparlamak oldukça zor." Burukça gülümsedim. "Beni bekleyerek hayatını mahvetme. Ben etrafımdakilere sadece zarar veriyorum."

Ağzını açıp itiraz edecekti ki taht odasının kapısı açıldı. Milo Maira'nın elini tutmuş neşeyle yanımıza geliyordu. Aldous'un önüne geldiklerinde Aldous eğilip başının üstünü öptü ve yanındaki sandalyeyi oturması için çekti. Milo yerine otururken Maira'ya sağımı gösterdim.

"Gel Maira."

Ona saray görevlerimi devrettiğimden beri saraydaki statüsü artmıştı. Herkes ona saygılı davranıyordu. Bende artık yadırgayacaklarını düşünmeyerek onunla herkesin önünde daha yakın olabiliyordum. Dördümüz sohbet ederek, daha doğrusu Milo'nun heyecanla anlattıklarını dinleyerek, kahvaltımızı yaptık.

"Kraliçem," dedi Maira aklına bir şey gelmiş gibi telaşla. "Senelerdir sizin doğum gününüzü hiç kutlamadık!"

Çayımdan yudumlarken omuz silktim. "Ben doğum günlerini pek sevmem," diye mırıldandım.

Doğduğum için nefret söylemlerine maruz kalmamış mıydım? O lanetli günü bırakın kutlamayı hatırlamak dahi istemiyordum.

"Ama olmaz. Her kral ve kraliçe doğum günlerinde özel balolar düzenler. Ülkenin dört bir yanında şenlikler yapılır."

Elimi salladım geçiştirmek için. "Düzenli olarak balolar yapıyoruz zaten. Böyle şeylere gerek yok." Aldous ve Maira birbirlerine baktıklarında kaşlarımı çattım. "Sakın doğum günümü kutlamaya kalkmayın."

Aldous omuz silkti. "Zaten tarihini bilmiyoruz ki."

Doğum günümü annem ve babam dışında kimse bilmiyordu sanırım. Onlar da hayatta olmadığına göre öğrenebilecekleri kimse yoktu. Rahat bir nefes alarak çayımı içmeye devam ettim.

🏹🏹🏹

"Bunların hepsi benim mi?" Milo'nun yüzündeki şaşkınlık başımı sallamamla dağıldığında yerine heyecan geldi.

Kılıç eğitimlerine başlamıştı. Henüz tahta kılıçlarla talim yapıyor olsa da normal kılıca geçtiğinde kullanabileceği özel dövme bir kılıç yaptırmıştım. En güçlü madenlerden. Kılıcın kını mücevherlerle kaplıydı. Bunun dışında ona birçok hediye hazırlatmıştım. Boyuna ve bedenine uygun çelik zırh, okumaktan keyif alacağı tarihi kitaplar, ilmini geliştireceği kaynaklar... Hepsini de sevmişti.

Benim hediyelerimden sonra gelen hediyeler onu şaşırtmadı. Çünkü çoğunun aldığı hediyelerin daha güzellerini vermiştim ona. Bu durum soyluların yüzünü düşürdü.

Percival gülerek yanıma yaklaştı. "Sanırım sadece ben farklı bir hediye tercih ettim."

Tek kaşımı kaldırdım. "Ne gibi?"

Bana muzipçe gülümsedi. "Benim de vaftiz oğlum olduğunu unutuyorsun."

Milo'nun vaftiz annesi olmak istediğimi söylediğimde Rosetta vaftiz babasının da olmadığını söylemişti. Percival kendisi bunu teklif ederek Milo'nun vaftiz babası olmak istemişti. Başta Aldous kaba bir şekilde bunu reddetmiş olsa da benim de arzumun bu olduğunu görüp kraliçesine karşı çıkamamıştı. Böyle bir karar aldığımız için Rosetta mutlu olmuştu. Sonuçta Milo'ya yıllarca tek başına annelik yapmıştı. Şimdi ise kraliçe oğlunun vaftiz annesi, Lord Percival ise vaftiz babasıydı.

Gözlerimi kısarak elindeki hediyeye baktım. "Ver onu bana," diyerek çekmeye çalıştım.

Gözleri hayretle irileşti ve o da benim gibi hediyeyi kendine doğru çekti. "Hayır, bu benim hediyem."

Kaşlarımı çattım. "Benimkinden güzel olamaz."

"Milo hediyeyi açtığında ne kadar hayran kaldığını göreceksin."

Tısladım. "Ben senin kraliçenim! Emrediyorum, bırak!"

Biz Milo'nun hediyesini çekiştirmeye devam ederken salonda bir anda sessizlik oldu. Başımızı çevirip insanlara baktığımızda hepsinin durmuş bizi izlediğini gördük. Bize şaşkınlıkla bakıyorlardı. "Anlaşılan aramızda Milo dışında da çocuklar var," dedi Aldous gülerek.

Hediyeyi çekmeyi bırakıp kaşlarımı çattım. Percival'a kötü kötü baktım. O ise zafer kazanmış gibi bana keyifle gülümsedi ve eğilip hediyeyi Milo'ya uzattı. "Aç bakalım delikanlı."

Milo az önceki halimize gülerken hediyeyi aldı. Kollarımı göğsümde bağlayarak yanımdaki Percival'ın omzuna omzumla vurdum. Kendinden emin bir şekilde benim gibi kollarını göğsünde bağladı ve Milo'nun hediyeyi açmasını bekledi.

Çıkan şey ise kırık bir oktu. Herkes aralarında fısıldayıp bunun ne olduğunu anlamaya çalışırken oku tanıdığımda göğsüme bir öküz oturdu. Buna rağmen karnımda hareketlenme meydana geldi, bedenim heyecanla kasıldı.

Milo aklı karışmış gibi iki parça olan oku eline alıp Percival'a baktığında Percival diz çökerek onunla aynı hizaya eğildi. "Duyduğum kadarıyla ileride kraliçenin en sadık ve cengaver koruyucusu olmak istiyormuşsun."

Milo kendinden emin bir şekilde göğsünü kabartıp başını salladı. "Evet, düşmana karşı ben koruyacağım kraliçemi."

Percival gülümsedi. "Kraliçe daha bir prensesken ben de senin gibi onu korumaya yemin etmiştim. Lakin biri beni öldürmek için okunu yayına yerleştirip fırlattı. Kraliçen önüme geçerek okun kendine saplanmasını sağladı ve hayatımı kurtardı."

Milo hayrete düşmüş gibi bana bakarken bunu bilmeyen soylular da bize baktılar. Alelade gördükleri bir soylu için canımı ortaya attığımı öğrenmek onları şaşırttı.

"İşte o gün anladım ki Milo: Kraliçemiz sevdikleri için canını ortaya koymaktan çekinmez. Ve seni ne kadar sevdiğine bütün saray şahit. Bir gün büyüyüp kraliçeyi korumak için yemin ettiğinde kraliçe senin de canını kendi canından çok önemseyecek. Vaktiyle zamanında kraliçeye saplanan bu kırık ok sana hediyem ki şunu unutma; kendini çok iyi koru. Kraliçeye olan güvenini asla yitirme. Senin daima yanında olacağını bil. Çünkü kraliçe sevdikleri için bütün cihanı karşısına alabilir."

Sözleri beni burukça gülümsetti. Milo başını kaldırarak bana baktı ve hızla bacaklarıma sarıldı. "Ben de sizi seviyorum kraliçem." Percival'a çevirdi başını. "Her zaman kendimi koruyacağım ki kraliçe de kendini korusun. Ona kimse zarar veremesin," dedi söz verir gibi.

Percival ayağa kalkarken ikimize gülümsedi. "Benim de arzum bu genç adam."

Duygu yoğunluğundan buğulanan gözlerimle Percival'ın yeşil gözlerine baktım. Bana gülümseye devam etti. Eski bir anı gibi... Öylece baktık birbirimize.

"Teşekkür ederim," dedim fısıldayarak. O oku saklamış olduğunu bile bilmiyordum. Ve Milo'nun ihtiyacı olmayan birbirinin aynı birçok hediyeden birini vermediği için de şaşkındım. Bu yaptığı benim için çok kıymetliydi.

"Arkadaşlarınla bahçeye çıkabilirsin Milo," dedi Aldous Percival ile olan bakışmamıza son vermek ister gibi yanımıza gelirken.

Milo başını kaldırıp Rosetta'ya baktığında annesi onay vererek başını salladı ve Milo soyluların çocuklarıyla koşarak bahçeye çıktı.

Bir süre sonra yalnız başıma tahtıma otururken sohbet eden soyluları uzaktan izliyordum. Percival yanıma geldi ve elindeki kadehi bana uzattı. Gülümseyerek ondan aldım. "O oku sakladığını bilmiyordum."

Gözleri gözlerime tutundu. Birkaç saniye boyunca bana güzel gözleriyle baktı. "Bilmediğin daha çok şey var," diyerek sonunda kaçırdı gözlerini benden. Dudaklarını sıkı sıkı birbirine bastırdığında kaşlarım havalandı.

"Ne gibi," diye sordum merakla. Neden bahsediyordu?

Elini havada geçiştirircesine salladı. Ardından aklına bir şey gelmiş gibi hafif bir heyecanla yeniden bana baktı. "Maira'ya sana vermesi için bir kolye kutusu teslim ettim."

Gözlerimi kıstım. "Neden ki? Böyle bir hediyeye ne gerek vardı?"

Tahtımın kollarına yasladığım elimin üzerine koydu elini. Parmakları tenimi okşadılar. Dudaklarında ise içten bir gülümseme mevcuttu. "Milo senin doğum gününü bilip bilmediğimi sordu bana. Saray halkından kimse bu bilgiye sahip değilmiş." Göz kırptı. "Fakat ben senin hakkında çok şey biliyorum Beatrice. O güzel gözlerini dünyaya açtığın günü de öyle."

Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Annem ve babam dışında birinin, ağabeyimin bile, doğum günümü bildiğini sanmıyordum. Percival nereden biliyordu ki?

"Geçtiğimiz ay doğum günündü. O günü sevmediğin için kimseye söylemedim fakat sırası gelmişken sana yapmış olduğum kolyeyi vermek istedim." Elimi kaldırıp dudaklarına götürdü ve hafifçe öptü üstünü. "İyi ki doğdunuz majesteleri."

Ardından hızla ayrıldı yanımdan. Donup kalmış gibiydim. Dudaklarının değdiği elime bakıp iç çektim. Kendi kendime gülümsedim. Soylular aşağıdaki küçük kutlamada eğlenirlerken heyecanla yukarı çıkıp Maira'dan aldım kutuyu. İçini açıp baktığımda ise çok güzel bir kolye gördüm. Beyaz pırlantalarla kaplı fakat bazı yerlerinde simgem olan renkte kırmızı taşlara sahip bir mücevher kolye. Onu çok sevmiştim. Hem kolyeyi hem de...

🏹🏹🏹

"Evimiz çok hasar gördü kraliçem. Elimde birkaç gümüş sikkeden başka bir şeyim yok. Çocuklarım geceleri üşüyorlar. Hepsi hasta oldular. Onlara bir çorba bile kaynatamıyorum," diyerek gözyaşlarını akıttı kadın.

Önüme eğilmiş, dizlerime kapanmış feryat ediyordu. Robert'a elimle işaret edip ismini yazmasını istedim. Kadının omzuna dokundum. "Sana yardım edeceğim. Ağlama artık. Çocuklarına hekimler bakacaklar ve evin onarılacak. Kalk hadi."

"Tanrı sizi korusun kraliçem! Minnettarım. Siz bir meleksiniz."

Kadına gülümsedim. Haftanın dördüncü günü sarayın kapılarını halka açıyor, onlarla birebir konuşup dertlerini dinliyordum. Robert ve Anthony isimlerini not alarak onlara yardım gönderiyorlardı.

Odadan çıkan kadının ardından yırtık kıyafetleriyle orta yaşta başka bir adam girdi içeri. Yüzü gözü kir içindeydi. Her gelen gibi ayaklarıma kapanacak sandım fakat gözlerinde tanıdık emareler göründü. "Kraliçe," dedi tükürür gibi. Anthony ona kaşlarını çattığında bir adım daha attı bana doğru. "Düşkün durumdayım. Bütün malımı kaybettim. Halime bakın."

Kaşlarımı kaldırdım. "Neye ihtiyacın var?"

Yüzünü buruşturdu beni süzerek. "Konaklarımı, topraklarımı ve mallarımı geri istiyorum! Benden her şeyimi aldınız!"

Robert elindeki kağıdı masaya bırakarak adama yaklaştı. "Victor?"

Victor... Görevlerinden azlettiğim eski soylu. Şimdi karşıma çıkmış her şeyini geri istediğini söylüyordu.

"Sana mallarını geri verdim," dedim dişlerimi sıkarak. "Topraklarını ve görevlerini ise bana ihanet ederek kaybettin. Şimdi karşıma geçerek benden geri isteyemezsin!"

Parmağını tehdit eder gibi salladı. "Bana ünvanımı da topraklarımı da geri vereceksiniz!"

Gözlerimi devirdim. "Çıkar şunu Anthony," dedim elimi sallayıp adama yüz çevirirken.

Ona borç aldığım mallarını zaten geri vermiştim. Oldukça varlıklıydı. Neredeyse sarayın yıllık hazinesi kadar altını vardı. Eğer hepsini kaybettiyse bu onun akılsızlığıydı.

"Hiçbir yere gitmiyorum! Benden aldıklarınızı bana geri vereceksiniz!"

Tahtımdan kalkarken öfkeyle adamın üstüne yürüdüm. "Ne dediğimi duymadın mı? Sana çıkmanı emrediyorum!"

"Benim sekiz yaşında bir oğlum var," diye mırıldandı.

Yüz ifadem yumuşarken kafa salladım. "Ona kapılarım daima açık. Çocuğuna yardım edeceğim. Lakin benim senin gibi aşağılık bir adama geri verecek bir şeyim yok!"

Alayla güldü. "Oğlumun elinden ileride kont olma şansını aldınız. Sizin hiç mi merhametiniz yok? Topraklarımı bana geri verin," diye diretmeye devam etti.

Elimi savurdum. "Çıkarın şunu huzurumdan."

Kapıdaki iki muhafız gelip adamı kollarından tutup sürüklemeye başladıklarında ona arkamı dönerek tahtıma doğru yürümeye başladım. Adam sarayı inletecek kadar bağırdı. "Çok pişman olacaksın kraliçe! Topraklarımı alıp kendisine verdiğin o lord da cezasını çekecek! Onun sonunu getireceğim!"

Adımım havada durdu. Percival... Ve bir oğul. Adamı dışarı çıkarmış olmalarına rağmen ettiği tehditler duyulurken kalbim hızla atmaya başladı. Nefes almakta zorlandım. Kabusum gerçek mi oluyordu? Beni Percival'la tehdit etmişti. Ve bir oğlu vardı. Kabuslarımda beni babasını öldürmekle suçlayan genç çocuk onun oğlu olabilir miydi? Büyücü de düşmanlarımın bana karşı toplandığını söylemişti.

Siz korumazsanız kralı kim koruyacak?

Elimi göğsümün üstüne koyarken diğer elimle tahtımın kenarına tutundum. Anthony koşarak yanıma gelip beni belimden yakaladığında gözlerinden endişe okunuyordu.

"Bu o. Kabusumdaki öldürmüş olduğum adam o." Derin derin nefes aldım. "Azlettiğim soyluları bu gece öldüreceksin Anthony. Adamlarını topla. Bu gece bu iş bitecek. Aile üyelerinden bir kişi bile sağ kalmayacak. O adamın oğlunu da öldüreceksin."

Gözlerini dehşete düşmüş gibi açtı. "Kraliçem ama..."

Elimi havaya kaldırıp onu susturdum. "Öldüreceksin! Percival zarar görmeyecek." Nöbet geçiriyormuşum gibi daha sık nefes almaya başladım. "Zarar görmeyecek," diye mırıldandım.

Endişeyle başını sallayıp beni tahtıma oturttuğunda gözleri bu emrimin bir hata olduğunu bana anlatmaya çalışıyordu. Lakin hayır, bunu yapmak zorundaydım. Son kez günahsız ve masum demeden birilerinin canını almak zorundaydım. Percival'a zarar geleceği düşüncesi bile benim kalbimi yerinden sökmeye yetiyordu.

🏹🏹🏹

Gergin bir vaziyette ellerimi ovuşturmaya devam ederek odamda dolanıyordum. Bütün saray halkı uyumuştu. Robert ve Anthony onlara verdiğim emirle adamlarını alarak eski soyluların yaşadıkları yeri basıp ailelerini öldürmeye gitmişlerdi.

Tanrı'm, yine büyük bir günah işliyorum. Çocuklara kıyıyorum. Bağışlayın beni. Bunu yapmaya mecburum.

Gözlerim dolduğunda kalbim taşikardi nöbeti geçiriyormuşum gibi hızla atmaya başladı ve yine nefes nefese kaldım. Kendimden iğreniyordum. Fakat Percival hakkında açık açık tehdit almıştım. Üstelik kabusuma çok benziyordu.

Büyücü idam edilmemiş olsa onunla görüşmeyi isterdim. Lakin birkaç ay önce kilise; halkın büyücü hakkında bulunduğu şikayetleri göz önüne alarak, kendisinin dine aykırı davranıp şeytana yönelik işlerle uğraştığını söyleyerek onu meydanda giyotinle idam etmişti. O gün halkın arasına karışmış, Anthony ile birlikte büyücü yaşlı adamın idamını izlemiştim. Söylediği gibi ölümünü durdurmaya çalışmamıştım. Zaten Kilise Mahkemesi'nin verdiği kararı değiştirebilecek yetkiye sahip değildim. Bu Papa'yı karşıma almak demek olurdu ve ben de yargılanabilirdim.

Atlıların saraya dönmesiyle üstüme sabahlığımı geçirerek hızla aşağı indim. Anthony ve Robert altın varaklı aynalı koridorda beni bekliyorlardı.

"Bitti mi? Hepsini öldürdünüz mü?" Birbirlerine baktıklarındaki içimdeki endişeyle sesimi yükselttim. "Konuşsanıza!"

"Kraliçem," diye mırıldandı Robert.

Kaşlarımı çatarak Anthony'e döndüm. "Söyle Anthony. Neler oldu?"

Dudaklarını ısırdı. Bunu her yaptığında hoşnut olmayacağım bir haber verirdi bana. "Beş eski soylu ve ailesini öldürdük. Mallarına da el koyup saraya getirdik. Lakin..."

Daha fazla sakin kalamayarak bağırdım. "Lakin ne?"

"Victor bu gece baskın yapacağımızı tahmin etmiş gibi ailesini de alıp kaçmış. Onu bulamadık."

Dişlerimi sıktım. "Ne demek kaçmış? Hangi deliğe girdiyse onu bulup çıkaracaksınız!"

Anthony kaşlarını çattı. "İçinizdeki sadece bir kuruntu. Kimsenin Lord Percival'a zarar verdiği yok. Bugün yeterince kan döktünüz."

Son cümlesiyle içimde büyüyen korku ve öfkeyle yapmamam gereken bir şey yaptım ve Anthony'e tokat attım. Başı yana doğru düştü. Robert bunu yapmamla irkildiğinde parmağımı tehdit eder gibi salladım Anthony'e.

"Onu bulup geberteceksin! Duydun mu beni? Onu öldürmeden sakın geri gelme!" Anthony ağır ağır başını bana doğru çevirdiğinde gözlerinden birçok duygu geçti. Öfke değildi. İncinmişti. "Gidin hadi! Gidin ve oğlunu da onu da bulup öldürün!"

Robert Anthony'i kolundan çekiştirerek götürürken Anthony bana kırgın bir şekilde bakıp başını salladı ve koridorda yürüyüp kayboldular.

"Ne yaptım ben? Kahretsin," diye kızdım kendime. Öfkeyle ayağımı yere vurdum. "O senin dostun Beatrice. Nasıl ona el kaldırırsın?" Birkaç kere alnıma vurup sıkıntıyla nefes aldım. Ardından duvara yaklaşıp aynalardan birinden kendime sinirle baktım. "Korku gözlerini mi kararttı? Kendini ona nasıl affettireceksin? Aptal!"

🏹🏹🏹

"Anthony ile alakadar oluyor musun? Odasından ve hizmetkârlardan memnun mu?"

Maira yarım yamalak başını salladı. "Kendisi etrafında pek fazla kadın istemiyor. Bu yüzden hizmetçiler gündüz vaktinde odalarını topluyorlar. Yemeği de sizinle yiyorlar zaten."

Geçen gece Anthony'e attığım tokat içimi yiyip kemiriyordu. Robert o sabah saraya dönmüştü. Lakin Anthony adamı bulmasını emrettiğim için iki gündür ortalıkta yoktu. Ona tokat atarak fevri davranmıştım. Oldukça pişmandım.

"Lütfen onunla sen alakadar ol Maira. Anthony'nin kimsesi yok. Ailesi tarafından henüz çocukken Percival'ın ailesinin yanına hizmet etmesi için verilmiş. Bu saray ona yuva olsun istiyorum." Sıkıntıyla ağrıyan başımı ovuşturdum. "Bir türlü saraya da dönmedi. Merak içinde bekliyorum."

Maira yanıma adımlayıp elini omzuma koyduğunda başımı kaldırarak ona baktım. "Eğer arzunuz buysa onunla elbette bizzat alakadar olurum. Artık uyumalısınız. Günlerdir uykusuzsunuz."

Başımı iki yana salladım. "İçimde sıkıntı var. Sanki kötü bir şey olacak gibi hissediyorum. En son bunu hissettiğimde babam vebaya yakalanmıştı."

"O adam size yaptığı saygısızlığın sonuçlarından korkarak şehri terk etmiş olmalı. Dediği gibi..."

Kapı hızla açıldığında Maira'nın lafı bölündü. Geriye çekilip içeriye girene baktı. Agnes gözyaşlarına boğulmuştu. "Kraliçem, yardım edin! Yalvarırım yardım edin," diyerek kendini önüme attığında ona hayretle baktım.

"Ne oldu Agnes? İyi misin?"

Titreyen elleriyle dizlerime tutunup başını bana doğru kaldırdı. "Percival'ı yaka paça götürdüler. Onu idam edeceklermiş. Yalvarırım yardım edin."

Duyduklarımla kaskatı kesildim. "Kim götürdü? Nasıl oldu bu?" Maira kızın yanına eğilerek ona soru sorduğunda kız kendini kaybetmiş gibi ağlıyordu. Korkusu bana da geçmişti.

"Onu kaleye ziyarete gitmiştim. Sonra kilise muhafızları geldiler. Hakkında suçlu olduğuna dair iddialar varmış. Prens Richard'ı öldürmüş."

Korktuğum başıma gelmişti. Ama bu nasıl olurdu? Sadece Anthony ve Aldous gerçekleri biliyordu. Yoksa Aldous kendisine olan nefretinden dolayı onu ele mi vermişti? Halbuki bu sıralar ona nefretle yaklaşmıyordu. Ya da Anthony ona attığım tokatla öfkelenip böyle bir şey mi yapmıştı?

"Robert," diye fısıldadım. Ardından sesimi yükselttim. "Robert'a haber ver Maira! Kiliseye gidiyorum!"

Hızla ayağa kalkıp küçük odaya girdim ve pelerinimi aldım. "Kraliçem, bekleyin! Kilise kendisini yargılayacaksa onları durduramazsınız! Bu alelen Papa'ya karşı gelmek olur."

Gözlerim yere çökmüş ağlamaya devam eden Agnes'e kaydı. Ardından öfkeli gözlerimi Maira'ya çevirdim. "Eğer Percival'a en ufak zarar verirlerse o kiliseyi başlarına yıkarım! Papa dahi duramaz karşımda! Dağ olsa deviririm!"

Hızla odayı terk ederken Maira arkamdan bağırıyordu ama bu beni durdurmaya yetmedi. Kalbim deli gibi atıyor, nefeslerim sıklaşıyordu. Yine de hiçbir şey beni durduramazdı. Onlar kim oluyorlardı da Percival'ı, benim lordumu yaka paça götürebiliyorlardı? Üstelik bana danışmadan?

Koridordan ahırın olduğu kanada koşar adımlarla ilerlerken Aaron benim telaşlı halimi görüp peşime takıldı. "Kraliçem, nereye gidiyorsunuz?"

"Kiliseye! Percival yargılanacakmış."

Aaron eliyle ilerideki muhafızlara işaret verip onları da peşimize taktı. "Neden bunu yapsınlar? Lordumuz bir suç mu işledi?"

Ona cevap vermeden batı kanadının sonundaki kapıdan çıkarak ahıra ulaştım. Seyislere atımı hazırlamalarını emrettiğimde deli gibi ahırın içinde dolanıyordum. "Aaron, daha fazla muhafız topla. Gerekirse ordu birliklerine haber ver, askerlerimi yığ kilisenin önüne."

Aaron endişeyle gözlerini iri iri açtı. "Askerler kiliseye giremezler majesteleri. Bunu yapmak kiliseye karşı gelip isyan etmek olur."

Öfkeyle tısladım. "Sen dediğimi yap!"

Atım hazırlanırken Aaron koşarak yanımdan ayrıldı. Birkaç dakika içinde geri döndüğünde o, ben ve yedi muhafız atlara atlayıp kiliseye doğru süratle atlarımızı sürmeye başladık.

Buna izin veremezdim. Percival'ı hangi cüretle alıkoyabilirlerdi? Hangi cüretle!

Halkın içinden hızla geçerken insanlar onları ezmeyelim diye korkuyla koşuşturuyorlardı. Ama hiçbiri umrumda değildi. Herkesi çiğnemeye hazırdım. Gerekirse yasaları da!

Kilisenin önüne geldiğimizde muhafızlardan dördünü dışarıda bıraktık ve kilise muhafızlarının kapıyı açmasıyla içeriye girdik. "Prens Richard'ı öldürmek suçuyla yargılanacaksınız, Lord Percival. Bu suçlamaları kabul ediyor musunuz?"

Tahta sırada oturmuş Victor'u gördüğümde ensesinden tutarak ayağa kaldırdım ve nefte doğru fırlattım onu. Gürültüyle yere düştüğünde Kilise Mahkemesi'nin gözleri bana çevrildi. Ve Percival'ın da.

"Kabul etmiyor!"

Din adamları ayağa kalkıp ellerini önlerinde bağladılar. "Kraliçe."

Victor başını kaldırıp bana baktığında ona doğru hırladım. "En kötü şekilde can vereceksin köpek!"

Elini ayağımla çiğneyerek yanından geçtiğimde acıyla inledi ve Aaron muhafızlarıma onu kaldırmalarını emretti. "Sana topraklarımı geri vermeni söylemiştim kraliçe! Bunu yapmayarak lordunun ölüm fermanını kendi ellerinle imzaladın!" Sinirden gözüm seğirmeye başladığında adam keyifli bir şekilde güldü. "Adamların beni bulamadılar. Eski soyluları ve ailelerini katlederken beni elinden kaçırdın!"

Bir din adamı yanıma yaklaştı. "Kraliçe, burada olamazsınız. Şu an konseyle mahkemedeyiz."

Muhafızlar Victor'u dışarı çıkarırlarken adam hâlâ bağırıyordu. "Görüyorsunuz, Yüce Mahkeme! Kraliçe masum eski soylulara acımadığı gibi sizlere de karşı geliyor!"

Dişlerimi sıkıp bir süre sakinleşmeyi denedim ve yanımdaki din adamını kaale almadan apsisteki kilise konseyine doğru yürüdüm. "Lordumu bana haber vermeden nasıl yargılamaya kalkarsınız? Sizler kim oluyorsunuz?"

Percival'ın gözleri üzerimdeydi. Mahkemenin karşısında ellerini önüne bağlamış bir şekilde duruyordu. Yanında iki tane de kilise muhafızı vardı.

"Suçlunun cezası verildiğinde size haber verilecekti kraliçe," dedi başka bir konsey üyesi.

Percival'ın yanına kadar yürüyüp din adamlarında gözlerimi gezdirdim. "Bu yargılama olmayacak!"

Peder George sessizce kathedrasında oturmuş beni dinliyordu. Gözlerindeki üzüntüden onun da Percival hakkında endişelendiği belli oluyordu. Kilise Mahkemesi'ni o yönetiyor olsa da şimdilik ağzını açmamıştı.

"Lord Percival, Prens Richard'ı öldürmekle suçlanıyor. Eski Kont Victor bunu bildiğinizi söylediler ve kiliseye sığınarak sizin kendisini öldürmenizden kaçmaya çalıştılar."

"O adam bir hain! Bana ihanet ettiği için görevlerinden azledildi. Kraliçenizi dinlemek yerine bir haini mi dinliyorsunuz?"

Adamlar gergince aralarında fısıldamaya başladıklarında başımı Percival'a çevirdim ve dudaklarımı kıpırdattım: Seni kurtaracağım.

Düz bir ifadeyle bakıyordu bana ama içindeki kaygıyı hissediyordum. Zamanında Richard'ı öldürmeme neden olduğu için onu suçlamış olsam da ceza almasını kabul edemezdim. Kraliyet üyesine yaptığı suikast idam edilmesi demekti. Buna izin verecek değildim.

"Mahkemeyi bu şekilde bölmeye yetkiniz yok. Yargılama hakkı Kilise Mahkemesi'nin elindedir."

Dilimi dişlerimin üstünde gezdirerek sakinleşmeye çalıştım. Lakin elbette işe yaramadı. "Lord Percival, Prens Richard'ı öldürmedi! O hain Victor sizlere yalan iddialarda bulunarak benden intikam almak istiyor. Tanıkları var mıymış? Sordunuz mu?" Mahkeme üyeleri birbirlerine baktıklarında devam ettim. "Benim ise tanıklarım var! Kardeşim Richard'ı öldüren bendim. Kral Charles ve onun askerleri dahi o ana tanık oldular."

"Kraliçe," dedi Peder George sakin bir ses tonuyla. "Şu an için sözleriniz asılsız. Prensi sizin öldürdüğünüz biliniyor fakat kendisine öldürme girişiminde bulunanın Lord Percival olduğu söyleniyor. Lordu yargılamak zorundayız."

Kilise Mahkemesi'ni yönettiği için mi böyle konuşuyordu bu adam? Percival onun vaftiz oğluydu. Nasıl onu yargılamak isterdi? Alacağı cezayı bile bile üstelik?

"Siz henüz bir prensesken kilise size destek vermediği halde kardeşinize savaş açıp onu öldürdünüz. Bu dahi bir suç," dedi başka biri.

Onu muhattabım almayarak başpiskoposa baktım. "Yargılayabileceksen eğer beni yargıla peder! Ben tek gerçek kraliyet üyesiyim. Beni bırakın lordumu dahi yargılamaya sizin gücünüz yetmez!"

"Lord Percival'ın hak ettiği ceza idamdır," dedi biri.

Duyduklarımla başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Kalbim kasıldığında bütün gücümü kaybedecek, yere yığılacağım sandım.

"Kilisedeyiz kraliçe. Daha saygılı olmalısınız. Tanrı'nın evindeyken..."

"Kes sesini," diye bağırdım öndeki din adamına. "Bu topraklardaki her mülk bana aittir! İstersem kilisede dahi kan dökerim, kimseye acımam!"

"Papa Hazretleri Aziz Peder bu yaptıklarınızı öğrenecekler. Kendisinden merhamet dilenmek zorunda kalacaksınız."

Çocukken uğradığım zorbalıklar yüzünden zaten din adamlarına nefret doluyken bir de bu sözleri beni çileden çıkarmaya yetiyordu. Kendimi sakin olmaya zorluyordum ama nafile.

"Ben kimseden merhamet dilemedim, dilemem! Eğer Papa'nız topraklarımı benden almaya niyetlenirse biliniz ki siz yobaz din adamları da benimle birlikte yiter gidersiniz bu dünyadan."

Peder George kathedrasından kalkıp üç basamaktan indi ve yanıma geldi. Endişeli gözleri Percival'a çevrildiğinde aralarında kısa bir bakışma yaşandı. Ardından bana iyice yaklaşıp fısıldadı. "Kraliçem, Percival'ın canını tehlikeye atıyorsunuz. Lütfen sakin olun. İdam yok. Onu henüz yargılamadık. Sizi kızdırmaya çalışıyorlar."

Yumruklarımı sıkarak pedere öfkeyle baktım. "Bana haber vermeyerek onu asıl sen tehlikeye attın. Lakin ben onu koruyacağım. Sen ve mahkemen ona hiçbir şey yapamazsınız."

"Konsey üyeleri bu yaptıklarınızı Papa'ya iletecekler. Onlara engel olamam. Lakin Percival'ın bir süre güvende kalması ve en hafif cezayı alması için..."

"İdamdan bahsediyorlar. Buna asla müsaade etmem," dedim sesim titrerken. Geldiğimden beri ilk kez güçsüz düşmek üzere olduğumu belli ediyordum. Neyse ki o ve Percival dışındaki kimse titreyen sesimi duymamıştı.

Percival ile birkaç saniye göz göze geldik. Düz bakışlarına korkusu yansıdı. Benim dahi korkmamdan ötürü o da korktu başına geleceklerden sanırım. Ya da benim kendisi uğruna yapabileceklerimden korktu, bilmiyorum.

"Papa'dan emir gelene kadar onu zindanda tutmamıza izin verirseniz..."

Başımı hızla iki yana salladım. "O bir suçlu değil! O emri ben verdim. Kraliyet kanını ben döktüm!"

Arkadaki din adamları sesimi yükseltmemle bana hitaben konuştular.

"Lord infaz edilmeli."

"Papa Hazretleri de bu emri vereceklerdir."

"Eski Kont Victor'un dediğine göre Prens Edward'ı da Lord Percival öldürmüş. İdam edilmeli."

İşte bu benim için son noktaydı. Benim günahlarımın bedelini onun ödemesine izin veremezdim. Bunun yerine kendimi ateşe atmaya hazırdım. Percival sanki ne yapacağımı biliyor gibi başını hızla iki yana salladı. "Sakın düşündüğüm şeyi yapma," diye fısıldadı telaşla.

Bu beni durdurmadı. Mahkemenin karşısına dikildim ve itiraf ettim. "Ağabeyimi ben öldürdüm," dedim soğukkanlılıkla.

Herkesten hayret nidaları yükseldi. "Bu nasıl olur? Kendileri savaşta ölmüşlerdi. Siz ise o zaman henüz kraliyete dahi kabul edilmemiştiniz."

"Hayır," dedim keskin bir şekilde. "İsterseniz mezarını açabilirsiniz. Naaşının taşınıp sonradan defnedildiğini anlayacaksınız. Prens Edward savaştan bir sene sonra öldü. Herkes onun öldüğünü sandığında o hâlâ hayattaydı. Tahtta önümde engel olacağı için onu kendi ellerimle öldürdüm."

"Beatrice," diyen bir fısıltı duydum. Öyle kısık bir sesti ki bu benim dışımda kimse duymamıştı. Başımı Percival'a çevirdim ve üzgünce baktım ona. Bunu yapmak zorundaydım. Onun için...

"Prens Richard'ı da mı siz öldürdünüz?"

"Evet. Kardeşimi kendi kılıcıyla alt ettim. Kral Charles tanığım olacaktır."

Percival'ı kurtarmak için kendimi ateşe atıyordum. Lakin ben mühim değildim. Benim için tek önemli olan onun hayatta kalmasıydı.

"Bunlar büyük suçlar kraliçe. Papa bunları öğrendiğinde..."

Başımı kabullenişle salladım. "Beni afaroz edecek."

Hatta belki de idam.

🏹🏹🏹

"Özür dilerim," diye fısıldadım sırtımı kulenin duvarına yaslayıp ona bakmaya çekinirken. "Ama şunu bil: Sonucu ne olursa olsun seni kurtaracağım."

Kolumda elini hissettiğimde başımı çevirip ona baktım. Parmaklıklardan kolunu çıkarmış, başını da iyice parmaklıklara yaklaştırmış bana bakıyordu yumuşak bakışlarıyla. "Beatrice, kendini artık harap etme. Ben başıma gelecek her şeye boyun eğmeye hazırım."

Çenem titredi. İki aydır her geldiğimde bana bunu söylüyordu. Psikolojik olarak çökmüştüm. Kilise Mahkemesi, Papa Hazretleri'nden bir emir gelene kadar onu zindanda tutmak istemişti. Kral Charles'a kardeşimi benim öldürdüğümü Papa'ya anlatması için bir mektup yazmıştım. Edward'ı da benim öldürdüğümü öğrenip hiddetlenmişti lakin gizli anlaşmamızdan caymamıştı. Danışmanlarımla yaptığımız toplantıda Percival'ın tutsak edilmesi kararına karşı çıkamayacağımızı konuşmuştuk ve elimden gelen tek şey mahkemeyi ikna edip onu hiç değilse sarayın açık terasına bakan kulenin tepesindeki hücreye kapatmak olmuştu.

Kim hangi niyetle Victor'a Percival'ın Richard'a suikastta bulunduğunu anlatmıştı bilmiyordum. Failini hâlâ bulamamıştım. Bu gerçeği bilen dört kişiydik. Ben, Percival, Aldous ve Anthony. Anthony bana her daim sadıktı. Percival'ın yanında uzun yıllar kapı muhafızlığı yapmıştı. Bundan dolayı ondan şüphelenmiyordum. Aklıma sadece Aldous gelmişti. Karşısına dikilmeme fırsat olmadan konseydeki danışmanları toplayıp Percival'ın yargılanmasına karşı çıkmaları hususunda onlarla konuşan başta oydu. Bu yüzden kendisi hakkındaki şüphelerim de dağılmıştı.

"Böyle söyleme Percival. Yalvarırım söyleme," dedim gözyaşlarımın akmasına engel olamazken.

O lorddu. Hayatı boyunca böyle bir suçlama yaşamamış, tutsak edilmemişti. Bu yüzden hiç değilse yukarıdan topraklarıma bakabileceği bir hücrede tutulmasını sağlamıştım ama bu durum beni kahrediyordu.

"Olacak olanı değiştiremeyiz. Sen elinden geleni yaptın. Ağabeyini öldürdüğünü bile itiraf ettin. Ama Richard'ı ben olmasam öldürmeyecektin. Onu öldürmenin seni ne kadar yaraladığına gemiyle ülkeye dönerken tanık oldum. Bana olan nefretini kustun."

Bedenimi ona doğru döndürdüğümde kolumu tutan elini geri çekti. Parmaklıklara tutunarak başımı iki yana salladım. Ay ışığının vurduğu güzel yüzüne baktım. "Seni affettim. Beni korumaya çalıştığını biliyordum. Uzun zamandır yoktun, büyük bir özlem içindeydim. Üstelik kardeşimi öldürmem beni buhrana sokmuştu. Duygularımı kontrol edemedim." Burnumu çektim. "Senden nasıl nefret edebilirim Percival? Bu imkansız."

Burukça gülümsedi. "Cezam ne olursa olsun daha fazla kendini yıpratma Beatrice. Sadece kendini korumaya çalış, beni bırak. Ben kraliyet kanını döktüm. İkimiz de biliyoruz ki bunun cezası idam."

Dudaklarımdan kopan hıçkırığa mani olamadım. Parmaklıkları var gücümle sıkarak alnımı soğuk demire yaslayıp daha yüksek sesle ağlamaya başladım. Kendimi tutamıyordum. Kahroluyordum. Victor'u henüz beni tehdit ettiği sırada öldürmeliydim. Gitmesine izin vermemeliydim.

"Bir kayıp daha veremem. Yaşayamam," diye mırıldandım. "Bu saray bana cehennem olur. Seni de kaybedemem."

Ellerini parmaklıkları sıkan ellerimin üstüne yasladığında başımı kaldırarak ona baktım. Gözlerinden duygular taşıp bana doğru akıyordu sanki. Üzgündü, endişeliydi. Ama sanki benim ağlamamdan dolayı üzülüyor, benim de alacağım ceza için endişeleniyor gibiydi.

"Her zaman senin yanında olacağım. Ömrümün son anına kadar ve öldükten sonra da ruhumla. Asla yalnız olmayacaksın. Beni kaybetmeyeceksin." Çenem titremeye devam ederken sözlerini reddedercesine başımı iki yana salladım. "Edward'ı ben öldürdüm. Richard'ı ben öldürdüm. Sen sadece ülkeni korudun. Şimdi de korumaya devam edeceksin. Senin yokluğun bütün dünyayı sarsar. Benim yokluğum ise bir taşı bile titretmez." Parmaklıklara iyice yaklaşıp buğulu gözleriyle bana baktı. "Anladın değil mi? Bütün suçlar, bütün günahlar bana ait. Kabul etmiş olduğun suçları bana yükleyeceksin. Sen kraliçesin, cezalandırılmamalısın. Ülkeni ve halkını düşünmelisin. Sorunsuz bir şekilde, güven içinde tahtında oturmaya devam etmelisin."

"Percival," diye inledim acıyla. "Böyle sözler söyleme."

Parmaklıkların arası genişti. Bundan yararlanarak yüzünü iyice yaklaştırdı yüzüme. Bana buruk bir şekilde gülümsedi. "Beatrice," diye fısıldadı. "Eğer bu seni son görüşüm ise sana söylemek istediklerim var."

Başımı hızla iki yana salladım. "Hayır, bu son görüşün değil. Olmayacak! Biz seninle daha çok karşı karşıya geleceğiz. Daha çok gülüp, daha çok birbirimizin kalbini kıracağız." Ağlamaktan akan burnumu çekerek onun gibi burukça gülümsedim. "Ve her defasında daha çok seveceğiz birbirimizi. Bu hayatta en sevdiğim kişi sensin Percival. Sen benim..."

Sözlerimi tamamlayamadım. Çünkü dudakları dudaklarımın üstünü örtmüştü. Gözlerimi kapattım. Ellerini parmaklıklar arasından çıkararak başımı tuttu. Benim ise ellerim heyecandan titremeye başladı. Parmaklıklara sıkıca tutundum. Gözyaşlarım dudaklarımıza ulaştı. Islak dudaklarımızı hareket ettirerek birbirimizi öpmeye devam ettik. Ondan ayrılmayı hiç istemedim. Zaman dursun da o yargılanmasın, yargılandıktan sonra hayatta kalabilirse beni bir daha kırmasın istedim. Bende onu kırmazdım. Yemin ederim ki bunu yapmazdım. Yeter ki hayatta kalsın. Agnes ile birlikte olmasına bile izin verirdim. Yeter ki bir daha gitmesin uzaklara.

Alt dudağımı son kez emip kendini geri çektiğinde nefes nefese baktık öylece birbirimize. Duygularımın yoğunluğundan, belki de sadece korkumdan, ağlamam şiddetlendi. Uzanıp silmeye çalıştı gözyaşlarımı hüzünle. Yüzümdeki ellerini tutup avuç içlerini öptüm. Bunu yaptığımda şaşırdı. Bakışları iyice yumuşadı, güzel yeşil gözleri yıldızlar gibi parladı.

Bu sırada bir kanat çırpış sesi duyduğumuzda arkama baktım. Beyaz bir güvercin birkaç adım öteme konmuştu. "Belki bir güvercin olurum, cennete uçar sana haberler getiririm."

İçim kan ağlıyordu. Ailemi kaybettiğimdeki azap, acı ve kederin hepsi bir anda ruhuma tekerrür etmişti sanki.

Gözyaşlarımı silerken ellerimi ellerinden kopardım ve güvercine doğru eğilerek onu avucuma hapsettim. Percival dikkatle beni izlerken ona doğru yaklaşıp avucumdaki güvercini uzattım. Şaşkın bakışlarla gülümsedi ve ellerini açarak onu almayı kabul etti. Kanatlarının üstünü okşamaya başladı. Ardından başını.

"Senin ölümün beni sarsar Percival. Sarsmakla da kalmaz, yıkar. Ve benimle birlikte bütün cihan yok olur." Gözlerini güvercinden kaldırıp bana baktığında omuzlarımı dikleştirip son kez burnumu çektim. "Ya birlikte nefes alırız ya da birlikte son nefesimizi veririz. Yalnız ölmene asla izin vermeyeceğim. Gerekirse her kuralı çiğneyeceğim, yine de senden vazgeçmeyeceğim."

Arkamı dönüp merdivenlere yöneldiğimde Percival arkamdan bağırdı. "Hayır! Lütfen bunu yapma Beatrice. Lütfen kendini benimle birlikte ateşe atma."

"Biz değil, onlar yanacak!"

🏹🏹🏹

Aziz Peder'i sarayda karşılayan tüm saray halkı, soylular ve yüksek kilise rahipleri önünde saygıyla eğilirlerken başımı dik tutmaya devam ettim. Bundan böyle hiç kimsenin karşısında eğilmeyecektim.

Yanıma gelen yaşlı adam gözlerini üzerimde gezdirdi. Benden bir karşılama beklediği belliydi. "Kraliçe Beatrice?"

Tek kaşımı kaldırdım. "Aziz Peder?"

Ona saygısızlık yapılmasına alışkın olmamalı ki bana hafifçe kaşlarını çattı ve rahatsız olduğunu belli etti. "Dik başlı bir prenses olduğunuzu duymuştum. Lakin kraliçe olduğunuzda bu yanınızı törpülersiniz diye ümit etmiştim. Görüyorum ki değişen bir şey olmamış."

Yüzümü tiksinmiş gibi buruşturdum. "Bütün azizler kendini Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi gibi görür, derlerdi. Ben de görüyorum ki, haklılarmış." Alaylı bir nefesi burnumdan verdim onu daha da rahatsız olacağını düşündüğüm bir şekilde kibirle süzerken. "Sizler ancak Tanrı'nın egemenliğindeki kullarısınız. İnsanlara dini ne kadar da yanlış anlatıyorsunuz. Sonra da onları inançsız olmakla suçluyorsunuz."

Gözlerine öfke tohumları eklendi. Tam da istediğim gibi. "Size birçok şans tanıdım majeste. Gayrimeşru olmanıza rağmen kral babanız ölmeden ve tek veliaht siz değilken size ünvan verdim, sizi yücelttim. Lakin siz benden aldığınız gücünüzü günah işlemek için kullandınız. Kardeşlerinizi öldürdünüz. Ve binlerce masumu..."

Çenemi sıktım. "Benim gücüm Tanrı'dan gelir, ona olan saf inancımdan. Sizler gibi palavradan ibaret değil." Arkasındaki onlarca muhafıza baktım. "Elime bir kılıç almam daha yüzlerce cana kıymam için yeterli. Sizse bir korkak gibi onlarca muhafızla gelmişsiniz topraklarıma." Ona doğru hafifçe yaklaşıp fısıldadım. "Bakalım sizin bana tanıdığınız şansı ben size tanıyacak mıyım? Ve yanınızdaki muhafızların gücü sizi benim gibi günahkar birinden korumaya yetecek mi Papa Hazretleri?"

Adam tehdidimle gerilip başını arkaya doğru çevirdi ve sarayın dört bir tarafına konumlanmış askerlerimi gördü. "Benim gibi yaşlı bir adamı öldürmek için bu askerlere ihtiyacınız yok. Ama beni öldürmeniz durumunda bütün Hristiyanlar sizi parçalarlar. Bakalım o zaman kanlı kılıcınız kendinizi savunmanıza yetecek mi?"

Gülerek başımı iki yana salladım ve önüne geçerek sarayıma girdim. O ve muhafızları da içeriye girerlerken taht odasına geçip tahtıma oturdum. Hristiyan aleminde hiçbir kral ve kraliçe Papa'ya saygısızlık yapamazdı. Papa kraliyetin bile üstünde gelirdi. Lakin benim topraklarımda değil.

Küçük düşmemesi için bir kathedrayı da onun için getirtmiştim. Tahtımın yanına konumlandırtmıştım. Taht odasına girenler benim kendi tahtımda oturduğumu görüp şaşırdılar. Hiçbir hükümdar Papa'nın karşısında tahtında oturamazdı. O varken taht kendisine ait olurdu. Ama burada değil.

Papa dahi hayrete düştü. Yüzündeki öfkeyi silmeye çalışarak gelip yanımdaki kathedrasına oturdu. Kendi muhafızları dışında kimse önünde eğilmediğinde kaşlarını çattı. Elimi kaldırdığım an herkes eğildiğinde dudaklarımdaki kendimi beğenmiş gülümsemeyle aziz pedere yan bir bakış attım. Ardından elimi kaldırdım ve herkes dikleşti.

"Benim topraklarımda hiçbir hükme sahip değilsiniz," dedim sadece onun duyacağı şekilde.

"Çıkarın herkesi," dedi dişlerinin arasından. "İnsanlar daha fazla bana yaptığınız saygısızlığı görmesinler. Bana yapılan saygısızlık inançsızlıktır."

Dudaklarımı büzdüm. "Bu saygısızlık değil, Papa Hazretleri. Sadece size durmanız gereken yeri hatırlatıyorum."

Salonun içine doğru elimi salladığımda insanlar dışarı çıkmaya başladılar ve bizi yalnız bıraktılar. Sağ duvarda onun muhafızları, sol duvarda benim muhafızlarım bekliyorlardı.

"Bir lordu kurtarmak için mi bütün bu edepsizliğiniz? Kendinizi küçük düşüyorsunuz."

İçten içe bu durumdan ne kadar da rahatsız olduğunu anlamak beni keyiflendirdi. "Buraya gelmenizdeki neden nedir? Tek bir emriniz yeterdi lordumun canını almalarına."

"Kilise Mahkemesi'ni basmış ve alelen din adamlarımı tehdit etmişsiniz. Sizin de o lordun da cezası bellidir."

Dudaklarımı büzdüm. "Beni afaroz mu edeceksiniz?"

Adam hayrete düştü. Hayatı boyunca ve tabii Hristiyan tarihi boyunca böylesine büyük bir kaale alınmama durumuyla karşılaşmamıştı. Benim de aslında böyle bir niyetim yoktu. Lakin devrim gerekiyorsa gerçekleştirecektim. Yüz yıldır topraklarımda kilise baskısı yoktu. Bu hâlâ daha diğer ülkelerde devam ediyordu. Lakin yargılama hakkı kilisedeydi. Kraliyet görevlerine karışamıyor olsalar da bu gücü tekrar elde etmeye çalışıyorlardı. Eski başpiskopos savaşa gideceğim sırada görevlerimi kiliseye devretmemi istediğinde bunu açık açık anlamıştım.

"Prens Edward'ı öldürmüşsünüz. Ve bunu bir meziyetmiş gibi Yüce Mahkeme'min karşısında itiraf etmişsiniz. Bu durumda dinden atılmanız gerekir."

Kahkaha attım. Öyle bir kahkaha ki bütün sarayı inletecek kadar gür. "Beni dinimden kovacaksınız, öyle mi?" Gülmemi bastırmaya çalıştım. "Kendinizi gerçekten Tanrı'nın gölgesi sanıyorsunuz." Başımı iki yana sallayıp kahkahamı kestim ve keskin bir şekilde kaşlarımı çatarak ayağa kalkıp adamın tam önüne geçtim. "Kimsenin gücü beni dinimden atmaya yetmez. Sizin de kilisenizin de. Kim afaroz edecekmiş beni? Çıksın karşıma. Siz mi?"

Adam ellerini kathedrasının kol koyma kısımlarına getirip sıktı. "Kibirden gözleriniz kapanmış. Benim gücümün ve hükmümün yanında sizin gücünüz hiçbir şey! Tek bir haberimle bütün Hristiyan topluluğu sizi darmadağın eder."

Burun kıvırdım. "Sadece Katolikler." Kollarımı göğsümde bağladım. "Ortodoksların Aziz Peder'i değilsiniz. Ve duyduğuma göre yeni bir mezhep türemiş. Protestan diyorlarmış. Hangi Hristiyan birliğinden bahsediyorsunuz?"

"Bunların hepsi dinimizi bozmaya çalışanların ortaya attıkları! Protestanlık diye bir şey yok! Asıl olan Katolikliktir. Bende bütün Katoliklerin pederiyim."

Yüzümde geniş bir gülümseme oluştu. "Sizin yerinize geçebilecek onlarca papaz var, Aziz Peder." Parmağımla tahtımı gösterdim. "Benimse hiç kimse. Hiçbir insanoğlu yok ki tahtımı hakimiyetine alıp ülkemi yönetebilsin. Neden biliyor musunuz?" Ona doğru eğildim. "Çünkü ben kendi ellerimle soyumu kuruttum. Tek kraliyet üyesi kaldım."

"Yazık. Kendi ellerimle bir ülkenin kaderini değiştirdim. Sizi gayrimeşru olmanıza rağmen kabul ettim." Adamın öfkeyle kathedrasının kenarlarını sıkan kolları titremeye başladı. "Ülkenizi hâlâ bana biat eden ülkelere pay edebilirim. O zaman ortodokslar bile yanımda yer alırlar. Topraklarınızın hepsini parçalarım!"

Yerimde dikleşirken yeniden kahkaha attım. "Topraklarım ilelebet payidar kalmayacaklar. Bir gün mutlak düzen zaten değişecek." Başımı iki yana salladım. "Lakin ben tahttayken değil. Yüzyıllar sonra belki sizin de kilisenin de hiçbir hükmü kalmayacak." Tahtıma doğru yönelip oturdum. "Şimdi beni iyi dinle, Aziz Peder. Bana muhalefet olmadan önce, beni karşına almadan önce iyi düşün. Öyle bir bozarım ki senin düzenini, dininden olmayanların saldıracağını düşünürken din kardeşlerin alırlar kelleni!"

Adam çenesini sıkarak başını bana doğru çevirdi ve gözlerime nefretle baktı. "İsteğiniz nedir kraliçe?"

🏹🏹🏹

Halk Papa'ya sevgi gösterisi sunarken onun bir an önce topraklarımdan gitmek istediği yüzünden okunuyordu. Hiçbir şeyi şansa bırakmamıştım. Onunla resmi bir anlaşma imzalamış ve halka duyurmuş, diğer ülkelere bildirgeler göndermiştim. Yani ülkemden gittiğinde diğer ülkeleri bana karşı kışkırtma girişiminde bulunma niyetindeyse bunu artık gerçekleştiremeyecekti. Aksine yaptığımız anlaşmanın sonuçlarıyla uğraşmak durumunda kalacaktı. Eminim ki kilise baskısından kurtulmak isteyen ülkeler de onunla benimle yaptığı anlaşmayı yapmak isteyeceklerdi.

Bundan böyle topraklarımda yargılamayı kilise yapmayacaktı. Kilise Mahkemesi sadece dini evliliklerde açılacaktı. Sarayda yeni bir mahkeme kurulacak ve yargılamayı bizzat benim kurduğum mahkeme yapacaktı. Din adamları sadece dini yaymakla mükellef olmuşlardı.

Anlaşmamızda yazan daha birçok şey vardı. Ama hepsi yeni ve görülmemiş maddelerdi. Tarihte ilk kez benim ülkem bu devrimi gerçekleştirmişti. Kısa zamanda halka kendimi sevdirmeye başlamam ve ülkemin refahını yükseltmem de halkın yanımda yer almasını sağlamıştı. Tabii karşı çıkanlar olmuştu. Ama sayıları düşündüğümden azdı.

"Görüşmek üzere, Papa Hazretleri," dedim adamı gemiye uğurlarken.

Bana boş bakışlarla baktı. "Ben artık yaşlandım. Bir daha buraya geleceğimi sanmıyorum." İçimden adamı alaya alıp gülüyordum. Elbette gelmezdi. "Gitmeden önce size bir öğüt vermek istiyorum." Kaşlarımı kaldırıp ona baktığımda sözlerine devam etti. "Madem sadece evlilik hususunda kiliseme yetki verdiniz... Öyleyse yalnız bir kraliçe olmak yerine yakın zamanda resmi bir evlilik gerçekleştirin." Kızlar genelde on altı, on yedi yaşında evlenirlerken ben yakında yirmi dört olacaktım.

"Henüz böyle bir niyetim yok," dedim kaşlarımı çatarken.

Adam kaşlarını kaldırıp sinsice gülümsedi. "Öyle mi?" Başımı salladım. "Ne yazık... Diğer ülkelere sizin adınıza evlenmek istediğinizi duyuran bir bildirge gönderdim. Yakında adaylar karşınıza çıkacaklardır."

Ellerimi hızla yumruk yaptım. "Siz ne yaptınız," diye tısladım.

Adamın dudaklarındaki gülümseme arttı. "Kilisenin tek görevini yerine getiriyorum kraliçe. Sizi evlendiriyorum."

Arkasını dönüp gemiye binerken öfkeden kuduruyordum. Yaşlı bunak! Aklınca üstümde baskı kurmaya çalışıyordu.

Gemi uzaklaşırken Anthony yanıma gelerek bana bir parşömen kutusu uzattığında merakla elinden aldım. İçinden kağıdı çıkararak okumaya başladım.

'Saygıdeğer Kraliçe Beatrice,
Bildirgeniz sonucu evlenmek için damat adayları aradığınızı öğrendim. Yıllardır size karşı derin duygular içindeyim. Eğer beni kırmaz ve bu seneki krallığımın kuruluş yılı balosuna katılırsanız beni memnun edersiniz. O vakit sizinle özel meseleleri konuşma fırsatı buluruz diye ümit ediyorum.
Sevgi ve hürmetlerimle, Kral John.'

Continue Reading

You'll Also Like

412K 38.4K 59
Unutulmuş bir diyardan yazılan masallarla büyümüştüm. Tanrıların lanetlediği, uğursuz kimselerin kol gezdiği o yer aslında benim evimdi. Ancak yalnı...
756K 60.6K 40
EJDERHALAR SERİSİ 1.KİTABIDIR ... Onlar Tanrıların yeryüzüne gönderdiği en güçlü, en kudretli, en korkunç katillerdi. Diz çökmek, yalvarmak bile canı...
65.7K 7.8K 23
Uzun uğraşlar sonucu, koruyucumun aşkına tüm kalbimle inanmıştım. Şimdiyse sırada krallığımızı kurmak, orayı neşeli kahkahalarla süsleme zamanıydı. O...
435K 23K 38
'Sen Asla iyi olamazsın Lucretia. Sen kötü olarak var oldun. Dehşet acı kaos ve kan bunlar seni güçlendirir iyilik, işte onun olduğu yerde sen yok ol...