FÜG

By klclygmr

2.5M 210K 142K

Bu kurgu tamamen bana aittir ve tüm hakları saklıdır. . . . . . . Kapak: pinterestten alıntıdır. More

TANITIM
1.BÖLÜM
2.BÖLÜM
3.BÖLÜM
4.BÖLÜM
5.BÖLÜM
6.BÖLÜM
7.BÖLÜM
8.BÖLÜM
9.BÖLÜM
10. BÖLÜM
11.BÖLÜM
12. BÖLÜM
13. BÖLÜM
15. BÖLÜM
16. BÖLÜM
17. BÖLÜM
18.BÖLÜM
19.BÖLÜM
20.BÖLÜM
21.BÖLÜM
22.BÖLÜM
23.BÖLÜM
24.BÖLÜM
25.BÖLÜM
26.BÖLÜM
27.BÖLÜM
28. BÖLÜM
29. BÖLÜM
30.BÖLÜM
31.BÖLÜM
32.BÖLÜM
33.BÖLÜM
34.BÖLÜM
35.BÖLÜM
36.BÖLÜM ~
37.BÖLÜM
38.BÖLÜM
39. BÖLÜM
40. BÖLÜM
41.BÖLÜM
42.BÖLÜM
43.BÖLÜM
44.BÖLÜM
45.BÖLÜM
46. BÖLÜM
47.BÖLÜM ~
48.BÖLÜM
49. BÖLÜM

14. BÖLÜM

45.5K 3.9K 2K
By klclygmr

Uzandığım hamaktan, görüş alanımı işkal eden küçük çocuklara bakıyordum. Altı çocuk çıldırmış gibi bir topun peşinden neredeyse bir saattir koşturuyordu. Topu alan rakiplerine kaptırmamak için müthiş bir hızla koşuyor, rakipler de topu geri almak için her yolu deniyordu. Dirsek atmalar, tekmeler ve küfürler havada uçuşuyordu. Aptal bir top için birbirlerine her türlü şiddeti uygulayan çocuklara yüzümü buruşturup bakışlarımı çaprazımdaki masada oturan çifte çevirdim. Yeni evli olduğunu düşündüğüm bu ikiliyi seyretmeye başladım şimdi de. Tabaklarındaki etlerden çatala batırıp son derece nazik hareketlerle birbirlerine yediriyorlardı. Masaları fazla özenliydi. Beyaz bir masa örtüsünün üzerine yerleştirdikleri pembe porselen tabaklar ve uzun ayaklı cam bardaklar gülümsememe neden oldu. Bulundukları ortama inat fazla şık bir görüntü sunuyorlardı ve birbirlerine olan aşk dolu bakışları imrenilecek türdendi.

Güneş, Koray ve ben ormanda piknik yapmak için bir araya gelmiştik. Çok saçma bir üçlü olmuştuk ama bu iki deliyle birlikte zaman geçirmekten büyük keyif alıyordum. Üç gün önce bizim evde olan görüşmeden sonra hiç bir araya gelmemiştik. Bu yüzden Koray dün arayarak Güneş'le ikimizi piknik yapmaya davet etmişti ve bende 'Rüzgâr olmazsa gelirim' diyerek teklifini kabul etmiştim. Rüzgâr'ı görmek istemiyordum çünkü en son görüşmemizde bana, 'beni sevgilinle tanıştırır mısın?' demişti ve bende salak gibi kabul etmiştim. Olmayan sevgilimi onunla nasıl tanıştıracaktım acaba?

Evet, üç gündür hastaneye hiç gitmemiştim ve dediğimi yapıp hastandeki işimden ayrılmıştım. Rüzgâr da sevgilim izin vermiyor bahanemden dolayı bana daha fazla ısrar etmemişti. Kendime yeni bir iş bulmam gerekiyordu ama, henüz sokaklara dökülüp iş arayacak kadar enerjik hissetmiyordum. Üstelik daha önce de bir çok kez iş aradığım ve bir çoğunda da çalıştığım için seçeneklerim çok azdı. Muhtemelen daha önce çalıştığım ve kovulduğum yerlere gidip tekrardan iş isteyecektim. Sürekli farklı işlerde çalışıp kovulmak ne zormuş arkadaş. Ne yüzle gidip beni tekrar işe alın diyecektim bilmiyorum.

Beni daldığım düşüncelerden sıyıran Güneş oldu. "Şekerciğim gelip sende bir işin ucundan tutsan diyorum, " diyerek otuz iki dişini göstererek sahte bir şekilde sırıttı. Bana karşı bugün fazla kibardı ama gerginliği yüzünden okunuyordu.

Yarım saattir patlıcanın kabuklarını soymakla uğraşmak sinirlerini bozmuş gibiydi. Oflayarak uzandığım hamaktan kalkıp yanına gittim. "Alt tarafı bir salata yapacaksın amma söylendin Güneş," diyerek közlenmiş patlıcanlardan bir tane alıp salatanın başına geçtim. Koray mangalın başında biberleri közlüyordu. "Salatayı ben hallederim Koray'a etleri götür," dedim.

Patlıcanlardan kurtulmanın sevinciyle ilk olarak gidip ellerini yıkadı. Daha sonra etlerin olduğu saklama kabını alıp Koray'ın yanına gitti. Koray'ın yanına giderkenki yüz ifadesini, patlıcanlardan kurtulmuş olmasına veremedim. Güneş son görüşmemizden sonra bana sürekli Koray'la ilgili sorular soruyor, onun hakkında daha fazla bilgi istiyordu. Koray'a karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştı ve bugün piknik teklifini kabul etmem için bana ciddi anlamda baskı uygulamıştı. Koray ve Güneş mangalın başında etleri pişirmeye koyuldular. Koray etleri mangala yerleştiriyor, Güneş de bir yandan eline aldığı plastik zımbırtıyla ateşi harlıyordu. Adı neydi o şeyin? Gerçekten hatırlayamadım.

"Tatlım bana şu Ahuları uzatır mısın," diyen Koray'a çevirdim başımı. Geldiğimizden beri sürekli bir şeylere Ahu deyip duruyordu. Geçenlerde birlikte kafede kahve içerken de tabağındaki lokuma bakıp, "Kahvenin yanında da Ahu ne güzel gidiyor," demişti. Şimdi de etleri dizeceği şişlere Ahu diyordu. Deli mi bu adam?

Güneş sinirle yanıma geldi ve masada duran şişleri aldı. Bana doğru hafifçe eğilip kısık bir sesle, "Bu niye her şeye Ahu diyor?" diye sordu. Koray'ın sürekli Ahu'dan bahsetmesi canını sıkmıştı. "Ah bir bilsem," diyerek yüzümü buruşturdum. Sürekli Ahu yılanının adını duymak benim de hoşuma gitmiyordu. Güneş eline aldığı şişleri götürüp sertçe Koray'ın eline tutuşturdu. "Al Ahularını!" Trip de atarmış!

Koray, Güneş'in tavrını farketmedi ve eline bir tane şiş aldı, diğer eline de etlerin olduğu kabın içinden çıkardığı yüreği alıp Güneş'e baktı. "Bak şimdi," diyerek elindeki şiş ve yüreği Güneş'e gösterdi ve Ahu diye hitab ettiği şişi yüreğin içinden geçirdi. "Şunun anlamını bir bilseniz," diyerek iç çekti ama hiç bir şey anlamadık.

Güneş'le ikimiz anlamaz gözlerle bir süre birbirimize baktık. Daha sonra Güneş yüzünü buruşturarak Koray'a baktı ve, "O şeyi gerçekten yiyecek misin?" dedi. Koray yeniden derin bir iç çektikten sonra Güneş'e baktı ve yüzündeki hüzünlü ifadeyi bir anda silerek, "Bunun ne kadar faydalı olduğunu bir bilsen," diyerek yürek dizdiği şişi mangala yerleştirdi. "Ayrıca çok da lezzetli!"

Patlıcanların ve biberlerin kabuklarını soyduktan sonra doğrama tahtasına koyup doğramaya başladım. İlk olarak patlıcanları doğradım. Daha sonra közlenmiş biber, soğan ve sarımsakları patlıcanın üzerine ekledim ve bıçağın keskin tarafıyla vurmaya başladım. Küçük hareketlerle sebzeleri ezmeye başlamıştım. Bu sırada daha önce de defalarca kez aklıma gelen bir görüntü yine zihnimde canlanmaya başladı. Üzerinde beyaz önlük olan, göbekli, iri yarı bir adam bana doğru yaklaşıyordu. Yüzü yoktu zihnimdeki bu adamın. Ağır adımlarla bana doğru yaklaşıyor, üzerime tükürükler saçarak bağırıyordu. Seni küçük fahişe!

Evet yüzü yoktu zihnimde ama bariton bir sesi vardı. Aklıma her geldiğinde tüğlerim diken diken oluyordu. Zihnimi her istila edişinde kalp atışlarımı hızlandıran, beni bulunduğum evrenden bambaşka diyarlara sürükleyen kalın, korkutucu bir ses! Neydi bu? Neden belli zamanlarda aklıma geliyordu? Hiç bilmiyorum. Girdiğim bir Füg halinde yaşanmış bir olay mıydı diye düşünüyorum ama Füg halindeyken yaşadıklarımı unutmazdım ki ben.

"Dikkat et!"

Zihnimdeki görüntülere öylesine dalmıştım ki duyduğum sesle bir anda panikleyerek irkildim. Elimin altındaki sebzelere öyle sert darbeler indiriyordum ki son anda elimi havada yakalayıp bıçağı alarak, parmağımı kesmeme engel olan adama döndü bakışlarım.

Gözündeki güneş gözlüğüne rağmen yüzüne vuran güneş, gözlerinin rengini daha da belirginleştirmişti. Kahverengi saçlarıysa güneşin etkisinden olsa gerek koyu kumral bir hâl almış, gözlerimi kamaştırmak istercesine ışıldıyordu. Beyaz bir tişörtün altına siyah bir eşofman giymişti. "Elini kesecektin Şeker!"

Evet, o buradaydı. Olcay'dan sonra son zamanlardaki en büyük kabusum olan adam tam karşımdaydı. İlk bir kaç saniye yüzüne baktım sadece. Rüzgâr'ı görmeyi beklemiyordum çünkü Koray bana Rüzgâr'a haber vermeyeceğini söyleyerek beni buraya gelmeye ikna etmişti. Bakışlarımı Rüzgâr'dan çekip sinirli bir şekilde Koray'a döndüm ve öldürücü bir bakış attım. Âdi yalancı!

"Titriyorsun, otur şuraya lütfen," diyerek omuzlarımdan tutup sandalyeye oturmamı sağladı. Daha sonra masadaki peçeteden büyük bir parça koparıp ellerimi silmem için bana uzattı. Koray mangalın başından ayrılarak bize doğru yaklaştı ve Rüzgâr'a sarılarak, "Kardeşim hoşgeldin," dedi. Bu sırada benimle gözgöze gelmemeye dikkat ediyordu. Güneş yerinden kalkmadan elini kaldırarak Rüzgâr'ı selamladı. "Rüzgâr hoşgeldin." Belli ki Güneş'in de haberi vardı Rüzgâr'ın geleceğinden. Ona da sert bir bakış attım. Arkamdan iş çevirmiş olması canımı sıkmıştı. Omuzlarını silkerek sırıttı ve Koray'a bakıp, "Koraycığım ben çok acıktım," dedi.

"Birazdan hazır olur, sen masayı hazırla," diyerek Güneş'e tebessüm eden Koray'ı şuan öldürmek istiyordum. Özellikle Rüzgâr'ın gelmemesini söylemiştim ona. Neden bilmiyorum ama, o gün sevgilim yalanını söylediğimden beri Rüzgâr'la yüzyüze gelmek istemiyordum. Söylediğim yalanı anlayacak endişesinden mi yoksa böyle bir yalan söylemenin vicdan azabından mı bilemiyorum ama içim hiç rahat değildi.

Rüzgâr, Koray ve Güneş'le selamlaştıktan sonra usulca yanıma oturdu. Koray yeniden mangalın başına giderken Rüzgâr'a dönüp, "Sevdiğin köfteden de yaptım kardeşim," derken bir anlığına bana bakıp sırıttı. Ta en başından Rüzgâr'ın da buraya geleceği belliydi değil mi? Belki de ikisi birlikte organize etmişlerdi bu günü. Zaten bu ikisi birbirlerinden habersiz hiçbir şey yapmazlardı ve Güneş'i de kendilerine uydurmuşlardı.

Başımı öne eğip bir süre sessiz kaldım. Az önceki düşündüklerim bir yana, arkadaşlarım tarafından kandırılmış olmak canımı sıkmıştı. Rüzgâr yanıbaşımdaydı ve bakışlarını üzerimde hissediyordum. Oturduğu yerden bana doğru dönerek dirseğini masaya yasladı. "Az önce ne düşünüyordun?" derken sesi fazlaca endişe barındırıyordu. Dönüp yüzüne baktım bir kaç saniye. Gözlerindeki endişe hissedilmeyecek gibi değildi. Kaşları hafif çatılmış bir şekilde endişeyle bana bakıyordu. Tekrar önüme dönerken, "Hiç," dedim düz bir şekilde. "Hiçbir şey düşünmüyordum."

Sıkıntılı bir şekilde nefesini bıraktı ve tekrar arkasına yaslandı. Başını Koray ve Güneş'in olduğu yere çevirip onlara bakmaya başladı. Oda tıpkı benim gibi hiçbir şey konuşmadan karşıda duran Koray ve Güneş'e bakıyordu.

"Koraycığım yakacaksın al artık onları," dedikten sonra masadaki tabağı alıp son derece zarif hareketlerle Koray'ın yanına koşan Güneş'e tabessüm ettim. Koray'ın yanında inceldikçe inceliyordu. Koray'ın, "Tatlım sende biraz vampirlik var gibi," demesiyle az önceki sinirimi kaybederek sesli bir kahkaha attım. Güneş etleri az pişmiş seviyordu ama Koray yakarcasına pişirmek istiyordu. Güneş şu an elime verdiği fırsatın farkında bile değildi. Kollarımı masaya koydum ve yüzüme kınarcasına bir ifade takınıp, "Ah Güneş, sen yine çiğ et mi yedin," diyerek Güneş'i biraz utandırmak istedim. Aslında yalan değildi. Güneş, kırmızı et ya da beyaz et farketmez çoğu zaman henüz pişirmeden çiğ bir şekilde yiyordu etleri.

Koray gözlerini kocaman açarak dehşetle önce bana daha sonra Güneş'e baktı. Daha sonra bakışlarını tekrar bana doğru çevirip, "Ciddi olamazsın," dedi. Yüzümdeki ifadeyi hiç bozmadan başımı ard arda öne doğru iki defa salladım. Utancından renkten renge giren Güneş, Bana dönüp öldürücü bir bakış attıktan sonra Koray'a döndü ve," İntikam alıyor inanma," dedi.

Gayet rahat bir şekilde arkama doğru yaslandım ve, "Hadi ama, Koray ve Rüzgâr bey yabancı değil utanmana gerek yok," diyerek üsteledim. "Çiğ et yemek ayıp bir şey değil Güneş." Bunu söylerken kaşlarımın kavisini acıklı bir şekilde kaldırdım ve sanki onu teselli etmeye çalışıyormuşum gibi yaptım.

Güneş sinirli bir şekilde tekrar bana döndü ve tam bir şey söyleyecekti ki, Rüzgâr dönüp kaşlarını çatarak bana bakmaya başladı. Dudakları aralandı, bir şey söyleyecekti sanki ama burnundan soluyarak tekrar önüne döndü. Ne oldu şimdi buna?

Tekrar bana şaşkınlıkla bakan Koray'a döndüm ve, "Dalga geçmiyorum gerçekten çiğ et yiyor," dedim. Arkamdan iş çevirmek neymiş görsün Güneş hanım. Şuan bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökmek istiyordum. "Hatta bir keresinde..," diye anlatmaya devam ediyordum ki Rüzgâr sözümü kesti. "Ben biraz odun toplayayım," diyerek yerinden kalkıp yürümeye başladı. "Yeterince odun var aslında," dedim ama beni duymazdan gelerek yürümeye devam etti.

"Benim adı gibi tatlı arkadaşım soğuk şakalar yapmaya bayılır," diyerek bana gözlerini belerten Güneş'e bakıp kıkırdadım. Benimle uğraşamayacağını biliyordu, bu yüzden yalakalığa başlamıştı. "Benim şakacı arkadaşım, tatlı arkadaşım," diyerek gelip tam dibime oturdu ve koluma bir çimdik attı. "Ne yapıyorsun sen?" derken sanki gizli bir şey söylüyormuş gibi kısık sesle konuşmuştu.

Omuzlarımı silkerek, "Sen de arkamdan iş çevirmeseydin," dedim. Aynısını ben ona yapmış olsam eminim daha beter intikam alırdı benden. "Onu demiyorum Şeker," diyerek sıkılmış gibi gözlerini devirdi.

"Ne diyorsun Güneş?"

Bulunduğumuz yerden biraz uzaklaşan Rüzgâr'ı işaret ederek, "Adamın canını sıktın farkında değil misin?" dedi. Başımı çevirip uzaklaşan adama baktım. Yeterince odunumuz olduğunu bilmesine rağmen odun toplama bahanesiyle yanımızdan uzaklaşmıştı. "Ben mi canını sıktım?"

"Evet aptal arkadaşım."

"Ne yaptım ki anlamadım," diyerek Rüzgâr'ın gittiği yöne doğru tekrar çevirdim başımı. Güneş, gözünün ucuyla Koray'a bakıp tekrar bana döndü. Sesini biraz daha alçaltıp, "Ben bile ona Rüzgâr diyorum, sen hâlâ bey diye hitab ediyorsun. Verdiği tepkiyi farketmedin mi cidden?" dedi. Gerçekten buna takılmış olamazdı değil mi? Evet, aramızdaki mesafeyi korumak istiyordum çünkü yanlış anlaşılmaktan korkuyordum. Rüzgâr'ın bana karşı davranışlarındaki değişime farklı anlamlar yükleyip, bambaşka duygulara kapılmaktan korkuyordum.

Hastalığımla ilgili yaptığı araştırmalar sebebiyle bana karşı davranışlarını biraz daha yumuşatmıştı sadece ama benim aptal kalbim buna farklı anlamlar yükleyecek diye çok korkuyordum. Üstelik sadece ben değil Ahu bile bunu farketmiş olmalıydı ki, kendince bana kim olduğumu hatırlatıp gözdağı vermişti. "Artık patronun bile değil. Neyin tavrını yapıyorsun anlamıyorum," diyen Güneş'e boş gözlerle bakıyordum. Oda anlamıyordu beni. En yakın arkadaşım bile neler hissettiğimin farkında bile değildi. Rüzgâr'ın bir sevgilisi vardı ve Ahu'nun düşündüğü şeyleri onun da düşünmesinden korkuyordum. Niyetim asla onun kalbini kırmak değildi ama bu mesafe, gerekli olan tek şeydi.

Koray pişen etleri masaya getirirken rahatlamış gibi bir yüz ifadesiyle, "Bende bir an gerçek zannettim Şeker," dedi. "Güneş'i çiğ et yerken düşünemiyorum," derken Rüzgâr için getirdiği köfteleri alıp arkasını dönerek gözleriyle etrafı taradı. "Nereye gitti bu Rüzgâr? Köfteleri sıcak sever o!"

Güneş yanımdan kalkıp Koray'ın yanına gitti ve köfteleri elinden aldı. "Biz pişirmeye başlayalım gelir birazdan." diyerek mangalın olduğu yeri işaret etti.

Onlar köfteleri pişirirken bende salatayı yapıp masayı hazırladım. Ara ara gözüm fusıldaşarak bir şeyler konuşan Koray ve Güneş'e kaydı. Bana duyurmamaya çalışarak aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Daha sonra Koray, Güneş'le beraber dedikodu yaparak pişirdikleri köfteleri alıp masaya geldi. "Köfteler pişti Şeker, Rüzgâr'ı arasana nerede kalmış?"

"Üzgünüm ama arayamam," deyince Güneş'le aynı anda, "Aaa!" dediler. Köfteleri masaya koyarken, "Şeker gerçekten yeter ama," diyen Koray'a kaşlarımı çatıp masada duran telefonu gösterdim. "Telefonu burada kalmış."

Az önce Güneş'le ikisi benim hakkımda konuşuyorlardı değil mi? Rüzgâr'ı aramak istemediğimi düşünmüşlerdi ama bende en az onlar kadar merak ediyordum onu. Yerimden kalkıp Koray'ın önünde duran köfteleri aldım. Daha sonra boş bir saklama kabına köftelerin yarısını doldurup kapağını kapattım. "Siz başlayın ben onu bulup getiririm," diyerek Rüzgâr'ın gittiği yöne doğru yürümeye başladım. "Kaybolma sakın, bir de seni aramayalım" diyen Güneş'e cebimdeki telefonumu çıkarıp gösterdim. "Telefonum yanımda merak etme!"

Elimdeki kapalı kabın içinden bile mis gibi koku yayan köfteler beni daha da acıktırmıştı. Keşke biraz da et alsaydım yanıma sabahtan beri Koray'ın etleri pişirmesini beklerken çok acıkmıştım. Elimdeki kabı sıkıca tutup gözlerimle etrafı tarıyordum. Nerede bu adam? Bana trip olsun diye umarım kaybolmamıştır. Eğer kaybolduysa hiç öyle dağ bayır onu ayrayacak değilim. Vallahi oturur bir ağaç dibine, yerim bu köfteleri.

Etraf çok kalabalıktı. Hafta sonu olduğu için insanlar ailelerini alıp piknik alanına koşmuşlardı. Yaşlı insanlar, küçük çocuklar... Resmen herkes buraya akın etmişti. Bu kalabalıkta Rüzgâr'ı nasıl bulacaktım ben? Kendi etrafımda bir tur döndüm. Gözlerimi kısarak kalabalığın içinde Rüzgâr'ı arıyordum ama yok, onu bulamıyorum. Oflayarak yürümeye devam ettim.

Biraz daha ilerledikten sonra, kalabalık alandan uzaklaştığımı farkettim. Ağaçların daha yoğun olduğu, ama pek insanın bulunmadığı bir yere gelmiştim. Tam bu sırada arkamda bi çıtırdı duydum ve korkarak usulca arkamı döndüm.

Ağzından salyalar akıtarak bana hırlayan bir köpek nefes nefese bana bakıyordu. Köpeği görünce kaşlarımı çattım. "Korkuttun beni pire torbası," diyerek bende ona hırladım. İşaret parmağımı köpeğe doğru kaldırdım ve, "Eğer beni ısırmayı düşünüyorsan yanılıyorsun. Senden önce davranır ben seni ısırırım," diyerek onu korkutmaya çalıştım. Aç gözlerle salyalarını akıtarak bana bakan köpek, her an üzerime atlayacakmış gibi bakıyordu. "Oradan bakınca lezzetli göründüğümün farkındayım ama her kuşun eti yenmez çocuk," dedim. Bu aptal köpek beni korkutacağını düşünüyorsa büyük yanılıyor. Hayatı sokaklarda geçen bir kız olarak sokak hayvanlarına alışkındım. Bir çok kez geceleri köpeklere sarılarak uyumuşluğum var benim.

Köpek ard arda hızlı bir şekilde nefes alıp vererek bana doğru yaklaşmaya başladı. Benden umudu kesmiş olmalı ki elimde duran köfte dolu kapa bakıyordu. "Aklından bile geçirme, onu arkadaşıma getirdim," diyerek elimdeki kabı göğsüme bastırarak sarıldım. "Ölürüm de sana vermem onu!"

"Kimmiş o arkadaşın?"

Köpekle olan ölüm kalım mücadelem devam ederken arkadam gelen ses her şeyi berbat etmişti. Duyduğum sesle korkarak yerimden sıçradım ve elimde sıkıca tuttuğum köfte kabını panikleyerek havaya fırlattım. Rüzgâr köfte kabını son anda havada yakalamasaydı tüm köfteler etrafa saçılacaktı. Elinde köfte kabıyla sırıtarak bana bakan adama kaşlarımı çattım. "Sizin yüzünüzden az kalsın kurt'a kuş'a yem oluyordum!"

Elinde tuttuğu köftelere baktıktan sonra bana doğru bir adım yaklaştı ve, "Dua et sadece minik bir köpek çıkmış karşına. Maazallah ayı da çıkabilirdi," derken son derece ciddi görünüyordu.

Sinirli bir şekilde ona baktım. Daha sonra başımı köpeğin olduğu yöne çevirip bir elimle hâlâ bana bakarak hırlayan köpeği işaret ettim. "Neresi minik bunun? Görmüyor musunuz kocaman," diyordum ki söylediği son cümleyi idrak ederek dehşetle ona baktım tekrar. "Ayı mı? Burada ayı da mı var?"

Yüzündeki ciddiyeti silmeden başını çevirip etrafa bakmaya başladı. "Ayı neyse de..," derken kaşlarını kaldırıp alt dudağını dişledikten sonra, "Domuz çıksaydı seni kimse elinden alamazdı," dedi. Duyduklarım karşısında gözlerimi kocaman açarak hızla yanına yaklaşıp koluna girdim. "Domuzun ne işi var burada ya?" diyerek koluna daha da sıkı sarılıp korku dolu gözlerle etrafa bakmaya başladım. "Domuzdan çok korkarım ben."

Daha fazla kendini tutamayan adam başını iki yana sallayarak gülmeye başladı. "Şeker gerçekten çok alemsin."

Tuttuğum kolunu âni bir hareketle bırakıp bir adım geri çekildim. "Benimle dalga mı geçiyorsunuz?" derken sesim biraz yüksek çıkmıştı. Bu adamın yüzünden neredeyse yeni bir travmayla kucaklaşmak üzereydim. Korkudan şekilden şekle giriyorum bu canavar Harvey benimle gülerek dalga geçiyordu.

Sinirli bir şekilde ayaklarımı yere vura vura geldiğim yöne doğru yürümeye başladım. "Gidiyorum ben."

Rüzgâr hızlı bir şekilde arkamdan gelip kolumdan tutarak beni kendine doğru çevirdi. "Şaka yaptım kızma hemen."

"Şaka mı? Beni korkutmaktan sadistçe bir zevk alıyorsunuz sanırım," diyerek başımı az ileride ağaçların arasından akıp giden suya çevirdim. "Ben bu güzelliği daha önce nasıl farketmedim," diyerek hayranlıkla küçük bir şelalenin olduğu yere bakıyordum.

Öyle güzel görünüyordu ki yemyeşil bir alanın içerisine saklanmış, etrafını saran ağaçların gölgeleri şelaleden akan suyun üzerini örtüyordu. Kayaların arasından sızan berrak suyun sesi, huzur diye bir şeyin var olduğunu hatırlatıyordu. Başımı şelalenin olduğu yönden hiç koparmadan gözlerimi Rüzgâr'a çevirdim. Ben nasıl şelaleye hayranlıkla bakıyorsam, oda aynı hayranlık ifadesiyle bana bakıyordu. Bakmasın bana öyle!

"Bunları benim için mi getirdin," diyerek elindeki köfteleri gösterdi. Bunu söylerken sesi, anlam veremediğim bir kinâye barındırıyordu. "Koray köfteleri sıcak sevdiğinizi söyleyip nerede kaldığınızı merak edince..," diye açıklama yapıyordum ki, "Sende beni merak ederek köfteleri alıp beni aramaya çıktın, öyle mi?"

"Ben değil Koray merak etti."

"Neden Koray gelmedi o zaman?"

"İşi vardı onun," diyerek bu can sıkıcı konuşmaya bir son vermek için şelalenin olduğu yere doğru yürümeye başladım.

Ne kadar da meraklı beni köşeye sıkıştırmaya!

Ben niye merak edeceksem?

Şelalenin olduğu yere gelince çimlerin yoğun olduğu bir yere oturdum. Şelale tam karşımdaydı ve akan suyun huzur veren sesini çok daha net duyabiliyordum. Rüzgâr da peşimden gelip yanıbaşıma oturdu. "Bu güzel manzaraya karşı benimle köfte yer misin?" diyerek elindeki köfteleri gösterip gülümsedi.

"Bayılıyorsunuz değil mi?"

Elindeki köfte kabını alıp kapağını açtım. "Neye?" diyerek meraklı gözlerle bana bakıyordu. Deminden beri kokusuyla mideme sinyaller gönderen köfteden bir tane alıp tekrar şelalaye döndüm. "Bana reddedemeyeceğim tekliflerde bulunmak hoşunuza gidiyor," dedim. Daha önce de 'dolgun bir maaş' diyerek tüm nefretime rağmen yaptığı iş teklifini kabul ettirmişti bana. "Zaaflarımı kullanıyorsunuz."

Neyi kastetdiğimi anlamıştı ve köfteden oda bir tane alırken gülümsedi. "Her zaman başarılı olamıyorum ama," deyince bende ona gülümsedim. Bu sırada telefonumdan gelen mesaj sesiyle cebimdeki telefonu alıp ekrana baktım.

Güneş: Rüzgâr'ı bulamadın mı hâlâ?

Şeker: Buldum.

Güneş: Gelsenize kızım açlıktan ölüyoruz.

Şeker: Siz yiyin, geliriz birazdan.

Güneş: Olur mu öyle şey. Hem neredesiniz siz?

Şeker: Şelalenin kenarında oturmuş köfte yiyoruz :)

Güneş: Vaayy romantizm diyorsun.

Şeker : Salak salak konuşma Güneş.

Güneş: Tamam be bir şey demedik.

Telefonu tekrar cebime koyup Rüzgâr'a döndüm ve, "Güneş bizi merak etmiş," dedim. Başını salladıktan sonra tekrar şelaleye döndü. "Koray'la iyi anlaşıyorlar," diyerek gülümsedi. "Evet ama Koray bugün biraz kızdırdı onu," diyerek ellerimi yıkamak için oturduğum yerden kalkıp şelaleden akan suyun olduğu yere doğru yürümeye başladım. Rüzgâr da oturduğu yerden kalkıp peşime takıldı ve, "Neden, ne yaptı ki?" diye sordu.

Eğilip akan suyun içine ellerimi daldırdım. Daha sonra Rüzgâr'a dönüp, "Sürekli Ahu'dan bahsediyor. Daha doğrusu bahsetmek değil de, her şeye Ahu diyor," deyince sesli bir şekilde güldü. "Aşkın Koray üzerindeki olumsuz etkiside bu işte," deyince tiksinircesine bir hareket yaparak yüzümü buruşturdum. Korayın Ahu'ya karşı bir şeyler hissettiğini biliyordum ama bunu ilkkez Rüzgâr'dan duyuyordum. "Ne buluyor o kadında anlamıyorum," diyerek gözlerimi devirdim. Ahu Rüzgâr'a aşıktı bunu bana direk olarak söylemese de o gün ki konuşmalarından ve Rüzgâr'a karşı sergilediği davranışlardan dolayı bunu biliyordum. Koray Ahu'nun Rüzgâr'a olan duygularını bilmiyor olamazdı değil mi? "Sen Ahu'dan pek hoşlanmıyor gibisin."

"Hoşlanmıyorum," diyerek omuzlarımı silktim.

"Neden?"

"Nedeni yok, hoşlanmıyorum sadece," deyince ellerini sudan çekip bana doğru döndü ve, "Bir sebebi olmalı," diyerek sorgulayıcı bakışlarını üzerime dikti. "Aranızda bir şey mi geçti?"

O gün Rüzgâr'ın odasında bana söylediklerini söylesem ne tepki verir acaba diye düşünmeye başladım. Uzun yıllardır çok yakın iki arkadaşlardı. Aralarını bozan kişi olmak istemiyordum. Hem söylesem ne olacaktı ki? O cadı gelip benden özür diler miydi? Hiç sanmıyorum. Ayrıca onun özrüne ihtiyacım da yoktu. "Şeker bir şey sordum," deyince tekrar ona döndüm. "Geçen gün Ahsen Zorlu'nun dosyasını istemişti hatırlarsanız, "diyerek az önceki oturduğumuz yere doğru yürümeye başladım." Evet?"

Rüzgâr'ın bakışları sert bir hâl almaya başlamıştı. Çimlerin üzerine tekrar otururken yine düşünmeye başladım. Ahu yılanını tekrardan üzerime sıçratmak gibi bir niyetim yoktu bu yüzden Rüzgâr'a bir şey söylememeye karar verdim. "Orada bana karşı sergilediği tavır biraz canımı sıktı sadece," deyip gözlerimi kaçırdım. "Ne gibi?" diye sorarken oda yanıma oturdu. Konuyu nasıl değiştireceğimi düşünmeye başlamıştım ki bir anda elini tutup kendime doğru çektim. "Gönül çizginize bakmamı ister misiniz?"

Şaşkın gözlerle bir tuttuğum eline bir bana bakıyordu. Bakışları bir anda yumuşadı ve hafifçe tebessüm ederek, "Ne demek o?" diye sordu. Evet, süper zekâ Şeker konuyu başka bir yöne çekmeyi başarmıştı. Yanaklarımdaki ısının artış hızını umursamamaya çalışarak gözlerimi ellerimin arasındaki eline indirdim. Onun da bakışları avuçlarımın içindeki eline indi tekrar. "Ne demek istediğini anlamadım Şeker?"

Avuçlarımın arasındaki sol elini, sol elimin içine koyup sağ elimle parmaklarını açmasını sağladım. Daha sonra işaret parmağımla onun serçe parmağının alt kısmındaki çizgiye dokundum. "Bakın bu çizgi..," diyerek işaret parmağımı çizginin üzerinde hafifçe sürttüm. "Gönül çizgisi."

Dikkatle dudaklarımdan dökülecek olan sözleri bekliyor, gözünü elimdeki elinden ayırmıyordu. "Eğer bu çizgiden çok sayıda varsa, bu kişinin birçok kez gönül ilişkisi yaşayacağını gösterir. Evlilikleri devam etse bile her zaman yeni, sıcak ilişkilere açık olduklarını gösterir," dedim.

Pür dikkat beni dinlerken bir yandan da gözlerini hafif bir şekilde kısarak işaret parmağının alt kısmındaki çizgiye bakıyordu. "Uzun bir gönül çizgisi ise büyük ve etkili bir duysallığı ifade eder," diyerek devam ettim. "Bu kişiler derin bir bağlılıkla sevdiklerine sarılırlar. Sevdiklerini memnun etmek bu kişiler için tek amaçtır. Son derece iyi kalpli ve sadık kimselerdir," dediğimde dudaklarının kenarı yukarı doğru kıvrıldı. "Benimki bu ikinci söylediğine uyuyor Şeker, baksana tek ve uzun bir çizgi benimki."

"Evet tıpkı sizinki gibi," dedim bende gülümseyerek. "Ellerimizdeki çizgilerin her birinin kendine has anlamları olduğu gibi ellerimizin şeklinin, yüz hatlarımızın, hatta yüzümüzdeki tüğlerin bile bir anlamı var," dediğimde şaşkınlıkla ama daha çok hayranlıkla bana bakıyordu. "Bütün bunları nereden biliyorsun," diye sordu. Gözlerimi şelaleye çevirdim bir kaç saniye düşümdüm ve, "Elfabe diye bir kitapta okumuştum," dedim. Daha sonra gözlerimi tekrar aşağıya indirince elinin hâlâ elimde olduğunu farkettim. Tam elimi çekecektim ki kinâyeli bir tonla, "Allah muhabbetinizi arttırsın," diyen sesin sahibine döndüm. S*ktir! Bu kadının burada ne işi var? Benimle aynı şaşkınlığı yaşayan Rüzgâr'dan geldi ilk tepki. "İlay?"

Kadındaki zamanlamaya bak.

Ağır adımlarla bize doğru yaklaşan kadın, gözlerini bir saniyeliğine bile Rüzgâr'la ikimizin ellerinden ayırmıyordu. Kısa küt kesimli siyah saçları ve abartılı makyajına rağmen güzel bir yüzü vardı. Siyah kalem eteğinin üzerine giydiği derin dekolteli ten rengi bluzu, uzaktan bakınca sanki üzerinde hiç bir şey yokmuş gibi görünmesine neden oluyordu. Ayağındaki yüksek topuklu ayakkabıları görünce buralarda bir yerlerde orman konseptli bir defileye çıkacakmış izlenimi veriyordu. Âni bir hareketle elimi Rüzgâr'ın elinden çektim. Sanki yanlış bir şey yapıyormuşuz da basılmışız gibi kendimi kötü hissetmiştim. Hızlı bir şeklide ayağa kalktım ve Rüzgâr'a dönüp, "Ben Güneş'i bekletmeyeyim," diyerek yanlarından uzaklaşmak için bir kaç adım attım. Tam bu sırada İlay denen kadın kolumdan tutup beni durdurdu. "Nereye falcı."

Falcı mı? Ne falcısı ya?

"Benim de falıma bakmadan bırakmam seni," deyince kaşlarım çatıldı. Kolumu elinden sertçe çekip, "Falcı değilim ben," dedim. Bunu söylerken sesim olması gerekenden biraz yüksek çıkmıştı. "Az önce sevgilimin falına bakıyordun ama!"

Tam gardımı almıştım ağzının payını verecektim ki Rüzgâr konuşmama engel oldu ve, "İlay kes şunu," diyerek sevgilisine doğru bir kaç adım attı. "Senin ne işin var burada?" diyerek üzerini kontrol etmeye başladı. "Bir yerlerime çip falan mı taktın sen?" deyince istemsizce kıkırdadım.

Kıkırdadığımı duyan kadın bir kaşı havada bana doğru dönüp sert bir bakış attıktan sonra Rüzgâr'a döndü. "Seni aradım ama telefonunu Koray açtı ve piknikte olduğunuzu söyledi. Bende yanına gelmek istedim ama geldiğimde yoktun. Koray'ın yanındaki kız da burada olduğunuzu söyledi," deyince içimden Güneş'e küfürler etmeye başladım. Navigasyonlardaki kadınlar gibi nokta atışı yaparak tam bulunduğumuz yeri tarif etmişti Allah'ın cezası. İnsan bir haber verir ama değil mi?

Rüzgâr derin bir nefes aldı. Daha sonra bir sevgilisine bir de bana bakıp," Tamam, şimdi gidiyoruz," diyerek yolu işaret etti. "Hadi hanımlar."

Üçümüz yan yana yürümeye başlamıştık. İlay denen kadın cilveli bir şeklide Rüzgâr'ın koluna girdi ve, "Aşkım biraz yavaş," diyerek yüksek topuklu ayakkabılarını gösterdi. Rüzgâr başını bir anlığına bana çevirdi ama daha sonra tekrar önüne döndü. Sevgilisi gelene kadar gayet keyifli görünüyordu ama şimdi keyfi kaçmış gibiydi. Sevgilisini gördüğüne sevinmesi gerekmiyor muydu? Yüzündeki ifade haddinden fazla bıkkınlık barındırıyordu. Bir gariplik vardı ama ne olduğunu anlayamadım. Nedenini bilmediğim bir şekilde yanlarında yürümek istemedim. İçim sıkılmıştı sanki. Göğsümün tam ortasında bir sıkıntı hissettim ve, "Ben biraz hızlı yürüyeceğim," diyerek Rüzgâr'a tebessüm etmeye çalışarak yanlarından hızla uzaklaştım.

Falcıymış! Ben falcıysam sen de büyücüsün bez bebek!

Continue Reading

You'll Also Like

MARTAVAL By R.İdeli

Teen Fiction

324K 29.3K 18
İşaret parmaklarımız havaya kalktığında birbirimizi işaret ettik. "Sen!" dedik aynı anda. "Sen menžel'sin!" Odanın içinde bir perdenin açılma sesi du...
409K 34.4K 53
Texting ağırlıklıdır. (galiba) Dershanenin homof*bik serserisi Mete ve kalbi güzel sert oğlanımız Dorukhan arasında geçen pek de hoş olmayan mevzular.
574 108 16
İki genç aşık. İki yaralı kalp lakin biri katil biri maktül. Kayla, ilk aşkı için yapamayacağı hiç bir şey yokken ihanet ile sarsılır. Geçmişin kapıs...
10.4M 509K 65
Zamanın çok ötesinde tarihin tozlu sayfalarında bir hikaye anlatılır Edna dilinde. Hırs ve kibirden dövülen nefretin beden bulduğu hayatlar yıkımdan...