BAZI İNSANLAR BÖYLE YAŞAR

Por filizpuluc

2M 128K 199K

Lina Kara, babasıyla ettiği kavga sonucu babasını kendi kafasına sıktığı bir kurşunla kaybeder. Bu kayıp kend... Más

BAZI İNSANLAR BÖYLE YAŞAR
Bölüm 1 | Ölüm Meleği ile Cennet Çiçeği
Bölüm 2 | Azrail'in İpine Dolanan Katil
Bölüm 3 | İpini Kesmek İsteyen Kukla
Bölüm 4 | İçi Boş Cam Bebek
Bölüm 5 | Zihin Tutsağı
Bölüm 6 | Doğrunun Kişisel Pusulası
Bölüm 7 | İlginlik Yasası
Bölüm 8 | Kördüğüm
Bölüm 9 | Vurgun
Bölüm 10 | Savaşın İzleri
Bölüm 11 | Buruk Kaburga, Kemikten Kalp
Bölüm 12 | İşler Kalpler Çarpımı
Bölüm 13 | Kürkçü Dükkânı
Bölüm 14 | Sıraya Dizilen Acılar
Bölüm 15 | Kapalı Anılar Ardında
Bölüm 16 | Gönül Karası ve Bir Kurşun Yarası
Bölüm 17 | Bir Sus Çizgisi Mesafesi
Bölüm 18 | Bıçağın İki Tarafı
Bölüm 20 | Sokak Çocuğu ve Vitrin Bebeği
Bölüm 21 | Tilkinin İni
Bölüm 22 | Devirlen Zamanın Kızıl Gölgesi
Bölüm 23 | Kara Çakı ve Karo Ası
Bölüm 24 | Polonyalı Ölmezi
Bölüm 25 | Kalbe Giden Damar
Bölüm 26 | Bir Aral Noktası
Bölüm 27 | Joker's Wild
Bölüm 28 | Otuz Beş Binde Bir
Bölüm 29 | Keder Meleği
Bölüm 30 | Çirkin Tilki Yavrusu
Bölüm 31 | Aslan Evi ve Tilki Yemi
Bölüm 32 | Rok ve İleri
Bölüm 33 | Ahlâktan İp, Etikten Tabure
Bölüm 34 | Tilki Kapanı ve Ateşten Yelkovanı
Bölüm 35 | Yüzleşme
Bölüm 36 | Bir Kelebeğin Kanadı
Bölüm 37 | Ağlama Duvarı
Bölüm 38 | Seçimler ve Tutulan Dilekler
Bölüm 39 | Rayın Üzerinde Beş Adam
Bölüm 40 | Boynumdaki Mecburiyet Tasması, Ne Zor Ondan Kendini Asması
Bölüm 41 | Bir Yaşam Dileği ve Cehennem Çiçeği
Bölüm 42 | Dirim Mezarda, Ölüm Dinlenir Ayakta

Bölüm 19 | Buz Dağının Altında

58.6K 3.4K 7.2K
Por filizpuluc


İyi akşamlar <3

Nasılsınız? Bir aydır görüşemiyoruz.

Size yine uzuuuuun bir bölüm getirdim. Siz de bana harika pasaj yorumları bırakırsınız diye düşünüyorum ehehehehe 

Oy verip yorum yapmayı unutmayın lütfen. Öpüldünüz <3

Isntagram ve Twitterdan beni takip edip gelişmelerden haberdar olabilirsiniz.

Instagram: filizpuluc

Twitter: filizpuluc & gunestozuperisi

Tumblr: gunestozuperisi

Spotify: filizpulu

Bazı İnsanlar Böyle Yaşar için bazı sosyal medya hesapları:

Instagram: baziinsanlarıboyleyasar

Instragram: karo.a.lina

Instagram: aral.cakirca

Twitter'da #BazıİnsanlarBöyleYaşar ve #Biby taglerini kullanarak attığınız her twiti okuyorum. Orada benimle teorilerini ya da bölümle ilgili düşüncelerinizi yazabilirsiniz. Hikayemize orada destek olabilirsiniz. Twitlerinizi okuyor olacağım.

Keyifli okumalar <3


Cehennemde açan cennet çiçeklerine... 🥀🥀🥀

BÖLÜM 19 | BUZ DAĞININ ALTINDA

 ♪ Far From Home - Adamors

 ♪ The 30th - Billie Eilish

 ♪ Bu Şarkı Aşka Yazıldı - Cem Adrian 

 ♪ Snowman - Sia

 ♪ Unuttun Mu Beni? - Sezen Aksu

 ♪ Carolina - Taylor Swift

 ♪ Poselen Kalbim - Sena Şener

 ♪ In Silence - Janet Suhh


Müjde ile belayı birbirinden ayıt edebilmeli insan. Bunun içinde zaman vermeli. Kimse ilkten belli etmez çünkü ne niyetini ne de kendini. Bazen kuzu bir kurttan ibarettir postunun altında gizli. Bazen de saldırgan bir kurt acı çekiyordur vermek üzereyken son nefesini. Görebildiklerinden ibaret sayarsan her şeyi; mutlaka ezilirsin asıl gerçekle, altındaki.

Tik. Tak. Tik. Tak.

Zaman, kimsenin dostu değil.

Tik. Tak. Tik. Tak.

Kurdun istediği kuzunun postu değil.


2 ŞUBAT 2021 - İSTANBUL

EKİN ÇAKIRCA

Bir Çakırca olmanın bazı şaşmaz kuralları, rutini vardır.

05:00. Uyanırsın. Şayet uyuyabilmişsen.

Uyandığında Yaz ya da kış fark etmez buz gibi suyla duş alırsın. Tıraşın her zaman nizami olmalı. Haftanın günleri, ne hissettiğin nasıl bir duygusal durum içinde olduğunun bir önemi yok. Kılık kıyafetine özen göstermen gerekir. Belli bir terziden dikilen özel dikim bir klasik takım. Giydiklerinden, taktığın aksesuara ve saç tıraşına kadar her şeyin uygunluk ve düzen içinde olması gerekir. Küçüklüğünden beri sana bu öğretilir.

06:00. Kahvaltı.

Hükümdar Çakırca masaya tam 05:55'de iner. Masaya geldiğinde, cesaret edip yoluna çıkan olmamışsa şayet saat 05:59'u gösterir. Asla şaşmaz. O şaşmıyorsan senin şaşma hakkın yoktur. Hastalıktan ölsen dahi o yataktan 05:50'de çıkar, masada ondan önce olur, onu ayakta bekler, saygıda kusur etmeden onu selamlar ve oturmasını beklersin. Ancak sana oturman için bir el hareketi ile izin verdiğinde hasta olduğunu beyan eder, şanslıysan bayılmadan önce yatağına dönebilirsin.

06:30. Kahvaltı biter.

Ne önce ne de sonra kalkabilirsin masadan. Masada konuşmayı sever ama iş değil. Sorulan soruları cevaplarken o yarım saat içinde açsan yersin yemeğini, değilsen de göze batmamaya çalışırsın. Yarım saat sonra özgür sayılırsın.

07:00. Çalışma zamanı.

Hükümdar Çakırca kendi işine sen kendi işine. Akşama kadar olan vakitte serbest sayılırsın. Tabii ona çalışmıyorsan.

19:00 Akşam yemeği.

Herkesin katılması zorunludur. Katılamayacak hayati problemleri olmaz Çakırcaların. O masaya herkes gelmek zorundadır. Aile bağlılığına öner verir Hükümdar Çakırca. Bu yüzden sadece iki kişiyiz.

22:00 Gün biter.

Hükümdar Çakırca odasına çekilir. Saat beşe kadar Çakırca olmayı bırakabilirsin. Becerebilirsen tabii.

Şu an saat tam 23:41. Serbest zamanımdayım ve hâlâ Ekin Çakırca'yım. Ya da Kelebek. Bu bana takılan bir lakap. Sevimliliğimden değil elbette. Yanımda taşıdığım çakıdan geliyor bu isim. İyi kullanılmazsa sahibine bile zarar verecek olan bir çakıdan.

"Durum nasıl?"

Murat gözlerini ön camdan ayırmadan cevapladı sorumu. "Savcılıktan sonra eve geçmişler Ekin Bey. Aral Bey'in yarasına Lina Hanım müdahale etmiş ama hastaneye de uğramışlar. İyiymiş durumu."

Gülümsetti bu bilgi beni. "Yaralayan da o yaranı diken de," diye mırıldandım. "Ne romantik."

"Anlamadım efendim."

"Boş ver," dedim ona. "İfşa olmuş senin adamın. Bulmuş abim kim olduğunu."

"Evet efendim," diye onayladı beni. "Ama işten çıkarmayınca Aral Bey biz de bir şey yapmadık."

Güldüm. "Hükümdar Çakırca'yı özel koruması olarak kullanıyor adam."

"Kürşat bizim adamın neyi bilip bilmeyeceğiyle iyi ilgileniyor," diye övdü iş arkadaşını.

"Aynı performansı bekliyorum senden de."

"Emredersiniz efendim."

Mekâna yaklaşırken dikiz aynasından bana çevirdi gözlerini. "Efendim haddime değil bağışlayın ama Hükümdar Bey duyarsa olacaklardan endişeliyim."

Alayla gülümsedim. "Bence hoşuna bile gider sosyalleşiyor olmam."

Önüne çevirdi gözlerini başka bir yorumda bulunamayarak. Araba mekânın önünde durdu. Kapımı kendim açarak indim. Bir sigara yaktım. Mekânın önündeki korumlar beni gördüklerinde yüzlerinin rengi attı. Saçlarımı düzelttim el alışkanlığıyla. Sonra iş yerinde olmadığımı fark ederek dağıttım saçlarımı. Sigaramdan derin bir nefes alırken mekânın girişine ilerledim. Murat peşimden geliyordu.

Korumaların hiçbiri durdurmadı beni. Sigaram dudaklarım arasında mekândan içeri girdim. Kabanımı almalarına müsaade etmedim. Çift kanatlı kapılar açıldı. Sigaramdan derin bir nefes aldım.

Beni tanıyan herkesin oturuşunu düzeltişini izledim. Haber vermemiştim kimseye ama haberimin gittiğini biliyordum sahibine. Kaçmamışsa pek tabii.

Bar tezgâhının önündeki yüksek bar taburesine oturdum. Barmen gergin bir havayla önümde durdu.

"Ne içersiniz?"

"Çilekli limonata."

Seçimime bariz bir şekilde şaşırdı ama gülümsemeye cesaret edemedi. Akıllıca bir seçimdi. Mafyanın çocukları sek viski içer diye bir kural mı vardı?

Sigaramdan derin bir nefes aldım. Dumanıyla yuvarlak bir şekil çıkardım. O sırada bana doğru adımlayan adım seslerini işittim. Geldiğimden beri müziğin sesi kısılmıştı.

Bir ıslık çalmaya başladım rastgele bir melodiyle. Sağımdaki tabureye oturdu. Islık çalarak ona çevirdim kendi taburemi.

"Komik," dedi ıslığıma.

Alayla gülümsedim. "Asıl komik olan ne olurdu biliyor musun?" diye sordum ona çenemle boynumdaki köpek eğitim düdüğünü işaret ederek. Gömleğimin açık düğmelerinden görebiliyordu gümüş rengi özel yapım düdüğü. "Bu düdüğü çalıp üzerindeki etkisini izlemek."

Dişlerini sıktı ama bir şey söylemedi. Çilekli limonatamı bıraktı barmen. Ardından olabileceği en uzak noktaya gitti.

"Niye buradasın Ekin Çakırca?"

Sağ elimi cebime attım rahat bir tavırla. Cebimdeki çakıya dokundum. "Sen söyle. Neden gelmiş olabilirim Pars Bertnard?"

"Abine zarar vermelerini ben emretmedim. Onların aptallığı, cezalarını da çektiler."

"Asaf öyle demiyor," dedim gözlerine ifadesizce bakarken. "Duyduğuma göre Lina'ya da mesaj atmışsın. Asaf'a karşılık cevaplar? Hangi cevaplar yalancı kancık?"

"Asaf'a kaçma fırsatı veren kimdi lan?" Kaşları çatılmıştı. "Gelmiş iyiyi oynuyorsun karşımda?"

"Kaçmasına izin vermedim," dedim alayla gülümseyerek. "Farenle oynadım biraz. Korkusu pekişsin diye. Senin niye götün tutuştu onu anlamadım?"

"Bak Ekin. İyisin, hoşsun da seni alakadar etmeyen konulara sokma burnunu. İki abin geldi eli boş döndü. Çıkmaz benden cevap. İç limonatayı, git havla babana memnun et, bur kafayı yat."

Kafamı salladım. "Tamam o zaman," dedim kabullenmiş gibi.

Sol elimle bardağı tuttum. Kafama diktim limonatayı. Peçete ile dudaklarımı temizledim. Nezaket her şeyden önce gelirdi. Ayağa kalktım. Pars hâlâ oturuyordu karşımda. Sağ elimi çakıyla birlikte çıkardım cebimden. Göz açıp kapayınca kadar parmaklarım arasında dolaştırdım çakıyı. Çakıyı dik bir şekilde Pars'ın ol omzuna saplarken elimi de omzunun üzerine koydum. Sıkıca tuttum omzunu ve yüzüne yaklaştım.

Dişlerini sıkıp inledi hafifçe. Çekilen silahları görmezden geldim.

"Tıp terkim ben," dedim Pars'ın gözlerine bakarak. "Yara nasıl kapatılır bilmem ama neresi çok acır çok iyi bilirim. Sinirleri ezbere biliyorum." Biraz daha sıktım omzunu. "Çok acımıştır. Ama sen acıyı unutabileceğini sanıyorsun. Yanılıyorsun," dedim buz gibi bir sesle. "Bir daha Aral Çakırca'nın ya da Lina Kara'nın yanında, yöresinde seni, tilkini, kuşunu, tüyünü, bitini, pireni görürsem varoluşsal sancına kadar tüm evveliyatını sikerim senin."

Alnı boncuk boncuk terlerken güldü alayla. "Yengeci mi oldun? Ne olduğunu biliyorsun değil mi onun?"

Alayla gülümserken biraz daha bastırdım çakıyı. Yüzündeki gülümseme silindi.

"Aral Çakırca'nın problemi," dedim net bir sesle. Aral Çakırca bu iyiliğimi unutmasa iyi ederdi.

Aniden bıçağı çekip çıkardığımda inledi yine acıyla. Çakıma bulanan kanını ceketine sürerek sildim.

"Göze göze, dişe diş. Omuza omuz," dedim gözlerine bakarak. "Aklın varsa Çakırcalardan ve onlarla alakalı olanlardan uzak durursun."

"Sahibin biliyor mu burada olduğunu?"

"A-a-a-a," diye uyardım onu susması için. Elimdeki çakıyı parmaklarım arasında çevirdim. "Bir Çakırca'yı başka bir Çakırca ile tehdit etmek dünyanın en kötü stratejisi. Bizde kol kırılır yen içinde kalır. Hiçbir faydası olmaz yani sana... Hem Hükümdar Çakırca gelmedi diye sevinmelisin." Murat'a baktım. "Değil mi Murat?" Buz gibi gözlerimi ona çevirdim. "Yoksa şimdi it gibi bağırttırıyordu seni burada. Tilkilerde köpekgillerden değil mi?"

Dişlerini sıktı. "Ben sabrediyorken siktir Ekin."

Alayla gülümsedim. Minnettarmışım gibi başımla selamladım onu. "Misafirperverliğin için sağ ol," derken sol omzuna pat patladım. "Bir dahakine bize gel. Köpekleri bağlarız. Sana da yer buluruz illaki."

Dişlerini sıktı yalnızca. Ona gülümseyip arkamı döndüm. Yüzüme ölüm gibi bir ifade otururken çıkışa doğru ilerledim.

Eve geldiğimde saat 01:22'ydi.

Loş ışıkların açık olduğu salonda sessiz adımlarla ilerlerken gözlerim istemsizce kış bahçesine çevrildi. Ne bahçede ne de bahçenin diğer kanadına açılan evde bir ışık yoktu. Annem uyuyor olmalıydı. İç çektim.

"O Pars piçiyle işim olmasa belki sen uyumadan önce yakalardım seni." Ensemi ovdum. Uzaktan görebilirdim biraz erken gelsem."Abim iyiymiş ama."

Odama çıkmadan önce duvardaki aile tablosuna takıldı yine gözlerim. Hükümdar Çakırca dört çocuğunu ve karısını kolları altına almıştı. Solunda Güneş ablam, Aral abim, sağında Deniz abim ve ben vardık. Annem ortamızda bir sandalyede oturuyordu, ekinlerin içindeydik. Aral abimin arkasından sıradağ yükseliyor, Güneş ablamın başının arkasından güneş doğuyordu. Deniz abimin arkasında deniz manzarası vardı. İsimlerimiz, bizim dünyamız ve Hükümdar'ı... Küçük dünyasına hükmetmek zevkli olmalıydı. Neden bu kadar köpek sevdiğini anlayabiliyordum.

Alayla gülerdim hep bu tabloya ama evde iki kişi kaldığımızdan beri alayla bakasım yoktu hiç. Abimin yüzüne baktım. Epey gençti bu tabloda ama yüz olarak pek bir fark yoktu.

"Şu yaptığımı görsen fırça atardın kesin," diye mırıldandım. Sonra savunma hakkım doğmuş gibi tablonun altındaki koltuğa iliştim yavaşça. "Adil olduğumu düşünüyorum. Onlar seni vurmasa gitmezdim, suçlu değilim." Gözlerimi yüzünde gezdirirken bana kızdığını hayal edebildiğimden kaşlarım çatıldı. "Sen alışmışsın tüm yükü alayım üstüme ama kimse benim için kılını kıpırdatmasın. Yok öyle yağma." Öfkeyle baktım yüzüne. "Melek falan mısın sen anasını satayım?" Dilimi ısırdım. "Affedersin... Küfretmek istemedim. Sana etmedim. Annelere de etmem zaten." Yorgunlukla kaşınan gözlerime dokundum. "Neyini seviyorsun o kızıl belanın bilmiyorum ama yarana iyi bakar inşallah. Bir daha yara açarsa söz veremem kendimi tutabileceğime. O evde bir sen yoksun. Ablam ve bir abim daha var. Yeğenim var ulan," diye aydınlandım bir an düşünceli bir ifadeyle. "Bir yeğenim daha var içerde." Kaşlarım çatıldı. Böyle söyleyince bebek kodeste gibi olmuştu. "Neyse. O kızı zapt edebiliyorsun gibi. İyi et. O hediye çok pahalıya patladı bana. Küçüklüğümden beri ilk kez kemer yedim. Bok gibi hissettiriyor insana. Sana, Deniz abime ya da ablamla yeğenlerime bir şey olursa Hükümdar Çakırca çeker ipimi."

İç çektim. Lina'nın abim içeri girecek sanıp korkudan ağladı geldi aklıma. Gülümsedim alayla. Zeki kızdı ama hemen inanıyordu. Fotoğrafın maddi değeri bile yoktu, gaspı da sıkıştırmıştım araya, ödü kopmuştu.

"Aşırı gıcık oluyorum ona," dedim dürüstçe. "Ama Defne'den on kat daha iyi. Zeki, güçlü, ayakları üzerinde duruyor ve sana benziyor. Hem de yaşadığı onca şeye rağmen. Halledebilirsen eğer, evlenirsin kesin sen bu kızla." Yutkundum. "Beni de davet eder misin acaba? Lina istemez belki gelmemi. En azından bekârlığa vedana katılayım ama. Eş dost falan laf söz eder canını sıkar. Bir köşede dururum sıkmam canını." İçimdeki yalnızlık hissini bir gülüşle bastırdım anında. "Hep uslu bir çocuk olmuşumdur."

Derin bir nefes alarak kalktım koltuktan. "Deniz abim kesin senden önce evlenecek," dedim ona alayla. "Neden diye sorma. Az değil o..." Gözlerimi tablodaki ailemde gezdirdim.  "İyi geceler Çakırca ailem."


4 ŞUBAT 2021 - GÜNÜMÜZ

LİNA KARA

Uykum var. Uyumak istiyorum, tatlı bir uyku çağırıyor beni kollarına ama başımdaki sinir bozucu ağrı bırakmıyor peşimi. Ağrı kesici içmek istiyorum. Su içmek istiyordum ama yerimden kalkmak da istemiyorum. Üzerimde bir ağırlık var sanki.

Derin bir nefes alarak araladım gözlerimi. Sırt üzeri uzanıyordum yatakta, sağ elimi zorla açtığım için sızlayan gözlerime götürmek istediğimde birine çarpında gözlerimi sağıma çevirdim. Kısık gözlerimle önce boynunda ışıyan künyesini gördüm. Çenemi biraz daha kaldırdığımda beni izleyen yüzünü gördüm. Sol kolunun üzerine yattığımı o zaman fark edebildim. Sol eli sol omzum üzerindeki saçlarımla oynuyordu.

"Ben mi uyandırdım?" diye sordu uykumu dağıtmak istemiyormuş gibi kısık bir sesle.

Gözlerimi açar açmaz onu gördüğüm için değişen bir kalp ritmiyle kendimi ona dönerken buldum. Mıknatıs vardı sanki vücudumda, direkt ona çekiliyordum.

Kafamı iki yana sallayıp uykulu bir halde ona sokularak yüzümü göğsüne yasladım. Sanki bunu yıllardır yapıyormuş gibi rahattım onun yanında. Bu yaptığım bana bile yabancıydı halbuki.

"Başım ağrıyor," diye mırıldandım.

Sol elini başımın arkasına yerleştirişini ve tepeme bir öpücük bırakışını hissettim. Sonra da bedeni sağına döndü. Gitmesin diye tişörtünü avuçladım yalnızca. Yanağımı sol kolunun içine yasladım. Arkaya uzandığı için sertleşmişti kol kasları ama yumuşaktı teni. Sonra gevşediler, yanağımı sürterek yerleştim yerime iyice. Tekrar uykuya dalmak istiyordum.

Yumuşak bir ses işittim yüzümün yakınlarında. "Lina."

"Hım," diye mırıldandım zorlukla.

"Su içmek ister misin biraz?"

Susadığımı nereden anlamıştı bilmiyordum ama tam da çok su içmek isterken söylemesi mutlu etti beni. Gözlerimi aralayıp ona baktım. Kolunu rehin aldığım için zorlukla hareket ediyordu uzandığı yerden ama su doldurmuştu bana.

Derin bir nefes aldım uykulu uykulu. Sonra da dikeldim yavaşça. Yüzümü buruşturdum baş ağrımdan ötürü. O da oturur bir pozisyona geçmişti benimle birlikte. Bana uzattığı su dolu bardağı dudaklarıma yaslayıp içmeye başladım gözlerim yarı açık yarı kapalı.

Dudaklarımdan ayırdım bardağı. İyi gelmişti su içmek.

"Bir bardak daha alabilir miyim?" diye sordum bardağı uzatarak.

Uykulu yüzüme bakarken gülümsetti bu söylediğim onu. Yüzüme uzanıp dudaklarını sol gözüme bastırdı ve bir öpücük bıraktı sevgiyle. İçim sıcacık olurken sevgiyle gözlerim kapanmış yüzümü ona yaslamıştım fakat bu birkaç saniye sürdü. Bana su vermek için geri çekildi. Bu hiç hoşuma gitmedi. Öftü. Ne güzel uykuya dalacaktım o şekilde.

Bana bir bardak daha su verdi. Suyu içtim çabucak. Ona uzattım. O arkasına uzanıp bardağı komodine bırakırken dizlerim üzerine kalktım ve ona uzandım. Kollarımı omzuna dikkat ederek boyuna sardım, başımı boynuna gömdüm ve tüm ağrılığımı ona verdim uzanması için. Ne istediğimi anlayarak sırt üzeri bıraktı kendini yavaşça. O yatağa ben de onun üzerine uzandım. Ağrıyan sağ şakağımı sol göğsüne yasladım. Sol elini saçlarımla oynarken kolu sarılmıştı bana.

"Lina."

"Hım," diye mırıldandım uyku dolu bir sesle.

"Sen uyanana kadar bir yere gidip geleceğim."

"Tamam," diye mırıldandım çok sorgulayamayarak uykum olduğu için.

"Sonra konuşalım."

"Hım," diye mırıldandım sadece.

Ne konuşmak istiyordu ya da nereye gidecekti hiçbir fikrim yoktu. Sormak istedim ama onun kolları arasında düştüğüm uykuya galip gelemiyordum hiç. Kokusu burnuma, kalp ritmi kulağıma dolarken o tatlı uykunun beşiğinde uyuya kaldım.

(Birkaç saat sonra.)

Zihnim uyandığından beri Aral'ın kokusu doluyordu ciğerlerime ama onun varlığını hissedemiyordum yanımda. Gözlerimi aralarken dün bir ara uyanıp su içtiğimi ve o sırada yanımda olduğunu anımsıyordum. Çatık kaşlarımla baktım açık perdelerden gözüken manzaraya. Perdeleri de açmıştı giderken.

Gözlerimi ovalama isteğiyle ellerimi yüzüme götürdüğüm sırada üzerimdeki gömleği fark ettim. Kokunun kaynağı belli olmuştu. Aral'ın gömleği vardı üzerimde. Gömleği görünce dün şarap içtikten sonra hafif sarhoş olduğumu anımsadım. Yaptıklarım ve söylediklerim bir bir üşüşmeye başladı zihnime.

"Aklını kaçırmışsın sen Lina," dedim utançla yatakta yumak haline gelirken.

Aral'ın kucağında öpüşmemiz, künyesini çekişim ve Aral'ı soktuğum zor durumlar bir bir gelirken aklıma gözlerimi yumup kafamı yastığa gömdüm. Ben neden her sarhoş oluşumda bu adama asılıyordum görmemiş gibi? Üstüme iyilik sağlıktı gerçekten. Künyesini istemiştim bir de. Kendimdeyken istersem verirmiş. Eviymişim. Kalbim göğsümde küt küt attı. Künyesine asıldığımdaki yüz ifadesi zihnimde spot ışıklarla ışırken karnımdaki kıpırtılara ilaven büyük bir utançla sarıldı etrafım. Sabrını sınamıştım resmen. Gerçekten peygamber soyundandı sanırım.

Yatakta kıvranır gibi sağ tarafıma döndüğümde komodinim üzerindeki günlüğüme ilişti gözlerim. Bununla birlikte dün künyesini bana vereceği sözünü aldıktan sonra hediye diye okuduğum sayfalar geldi aklıma bu kez. Kalbimin ritmi değişti. Bir hüzün ve endişe ile sarmalandım. Yutkundum. Kabaca ne okuduğumu da Aral'ın yüzündeki ifadeyi de anımsıyordum. Aral'dı o bahsettiğim adam. Hoşlandığım adam. Hoşlanıp unuttuğum adam dün kolları arasında olduğum adamdı.

Kalbimde ince bir sızı peyda oldu. Boğazım kurudu. Onu unuttuğumu zaten biliyordum. Ama onu seve seve unuttuğum gerçeği kalbim eziliyormuş, ruhum sıkılıyormuş gibi hissettiriyordu.

Dikelip oturdum yatakta. Saçlarımı kulağımın arkasına iterken günlüğüme uzandım. Yorganın altında bağdaş kurduğum bacaklarım üzerine yasladım.

Aral bana, habersiz sevdim seni demişti. Tek değilmiş. Onun da benden haberin yokmuş bunca zaman. Ben Aral Çakırca'ya ilk kez değil ikinci kez âşık olmuşum ve bunu Aral da biliyordu artık.

Yutkundum. Korka korka karıştırdım sayfalarını günlüğümün. Dün okuduğum sayfayı buldum. Benden 06.12.2019 istemişti halbuki ama boştu o sayfa. Neden o tarihi istemişti? Onu unutmamla mı ilgiliydi? Onu unuttuğumu Aral ne zaman fark etmişti? Ne vardı bu tarihte? Neden o tarihi merak ediyorsun Aral? Neden o tarih zihnim gibi bomboş?

Göğüs kemiklerimde bir ağrıyla birlikte dün ona okuduğum sayfayı okudum tekrar. Tekrar. Tekrar. Başımda bir ağrı peyda oldu o sırada. Çok okuduğum için mi bilmiyorum bir an zihnimde okuduğum anlar canlandı sanki. Aral'ın üzerinde lacivert bir takım, siyah bir palto vardı, saçları ve kendisi yağmurda ıslanmıştı. Şemsiye taşımayı hiç sevmezdim yanımda. Pişman olmuştum. Hatırlıyordum. Keşke taşıyor olsaydım demiştim. Üstelik araba ile geldiğini de biliyordum onun. Kuzey'i beklerken onunla beklemeyi teklif edecek bir bahanem olsun istemiştim.

Burnum sızladı bu anıyla. Sol gözüm yaşardı yaşardı ağrıdan. Acıyla kapattım gözümü. Göz yaşım gitti tam Aral'ı anlattığım kısmın üzerine düştü. Elimi kaldırıp sol gözüme bastırıp hafifçe inledim ağrıyla. 

Zihnimin derinliklerinde birkaç tane Aral'ın bana gülümsediği anı ışıdı. "Memnun oldum Lina."

"Linacım."

Yaşaran gözlerimi odamın kapısını açmış beni izleyen Alin'e çevirdim. Eli kapının kulpunda yüzünde üzgün bir ifadeyle bakıyordu bana.

"Aalıyoy musun?" diye sordu bana üzgün bir sesle. "Yeden aalıyoysun?"

Akan burnumu çekip günlüğü kapattım ve yutkundum. "Ağlamıyorum," dedim kafamı iki yana sallayıp. "Başım ağrıyor biraz."

Ona sarılmaya o kadar ihtiyaç duydum ki o an. Kollarımı açtım gelmesi için. Ona kollarımı açınca kapının kulpunu bırakıp koşarak yanıma geldi. Yatağa çıkıp kucağıma kollarımın arasına girdi. Kollarını boynuma sardı yanağımı öptükten hemen sonra.

"Aalama Linacım," dedi üzgün bir sesle. "Ayalcım iyileştiyecek seni öyle söyledi."

Aral iyileştirir beni ama ben hep yaralıyorum onu Alin. Hiç adil değil bu.

"Hım," diye mırıldandım. "İyileştirir beni. Üzülme sen."

Hafifçe geri çekilip yumuşak elleriyle göz yaşımın nemini sildi yanaklarımdaki. "Deniscim dedi ki kaynın ayyıyoysa buyaya getiyebiliymiş kafaltını."

"Aral yok mu evde?" diye sordum ben de güzel yüzünü izlerken.

Yumuşak yanağını okşadım.

Kafasını iki yana salladı. "Yok. Sabak işe gitmiş."

İşe mi gitmiş? Neden? Bir şey mi olmuştu yine ben uyurken?

"Kim söyledi bunu?"

"Deniscim söyedi. Güneş abyaya söyleyken duydum. İşi vaymış."

Yutkundum. Alin'in yanağına bir öpücük bırakıp komodin üzerindeki telefonuma uzandım. Arayıp mesaj atmak arasında kaldım. Neden çekiniyorsun ki Lina? Unutmuş olduğun yeni bir sürpriz değildi ki sana?

Son aramada ilk başta o vardı. Aral Çakırca. Üzerine basıp telefonu kulağıma yasladım. Alin dikkatle izlerken beni saçlarıma dokunuyordu her zamanki gibi. Alnına bir öpücük bıraktım sevgiyle. Sol kolumu daha sıkı sardım ona, yanağımı başına yasladım. Kalbim üzerine bastırdım onu. O benim yaşam sebebimdi.

Aral'ın açmasını bekledim. Bir kez çaldı. İki kez çaldı. Üç kez çaldı. Açmadı. Ne zaman arasam telefonlarımı açmadığı hissiyle çevrelendim. Halbuki ne zaman arasam açar gibi hissediyordum hep. Ne zaman arasam anında burada olurmuş gibi geliyordu ama o açmıyordu telefonumu. Hasta olduğumda eve yakın diye açmadığından bahsettiğini hatırlıyordum hayal meyal. Bana telefonda yalan söylememek ya da doğruyu söylerken ondan uzakta endişelenip fevri davranmamam için açmıyordu sanırım. Yine de açsaydı keşke. Çünkü asıl o açmadığında fevri kararlar verebiliyor ya da endişelenebiliyordum. Belki bilmiyordu ama onun sesini duymak iyi geliyordu bana.

Mesajlara girip yine en üstte olan ismine tıkladım.

Nerdesin?

Mesaj iletildi ama görmedi. İç çekerek gözlerimi Alin'in yüzüne çevirdim.

"Sen doyurdun mu karnını?"

Kafasını iki yana salladı. Henüz yeni yapılacak olmalıydı kahvaltı. Onunla uzun zamandır ilgilenemiyordum kendi derdimden. Vicdan azabı çekmeme sebep oluyordu bu durum.

"Hadi kahvaltı yapalım," dedim gülümsemeye çalışarak. "Minik sincapla kahvaltı yapmayı özledim."

Gülümsedi güzel yüzü. "Ben de ösledim," dedi hevesle.

Saçlarını öptüm. "Üzerimi değiştireyim gidelim," diyerek kalktım ayağı. 

Yerdeki hırkamı ve sutyenimi berjerin üzerine bırakmıştı Aral düzgün bir şekilde. Kendime kızan bir iç çekişle dolabıma adımladım.

Önce bir sutyen takıp arından üşümemek için siyah bir tay üzerine siyah bol kesim bir pantolon, ekru boğazlı bir kazak, üzerine de krem rengi bol keskim bir kazak giyip eteğini pantolonumun altına çıkıştırdım. Aral'ın gömleğini astım kendi dolabıma. Bunu yaparken benim kıyafetlerime kokusu siner belki diye düşünmeden edememiştim.

Saçlarımı kıskaçlı bir toka ile topuz yapıp Alin'in kıyafetlerini koyduğum kısımdan Alin'in üzerini değiştirdim. Ardından saçlarını tarayıp öperek tavşan kulak yapıp salona götürdüm elinden tutarak.

Güneş abla, annem ve Batı vardı masada.

"Günaydın," dedim elimden geldiğince bir şey belli etmemeye çalışarak. Bu konuda iyi sayılırdım sanırım, annem göz yumabiliyordu durumuma ne de olsa.

"Günaydın," dedi Güneş abla sevecenlikle.

Aral yoktu evde gerçekten. Deniz de işe gitmiş olmalıydı. Ya da Aral'ın malum işine gitmişti o da. Bilmiyordum. Kürşat burada mıydı mesela? Şahin'i de mi arasaydım acaba?

Alin'le oturduk masaya. Önce onun tabağını doldurdum. Ekmeklerini küçük küçük böldüm önüne. Güneş abla ve annem sohbet etmeye devam ettiler. Sohbete katılmadan yalnızca Alin ve Batı ile meşgul ettim kendimi. İyi şeyler düşünmeye çalıştım. Her zamanki gibi Alin'e sığındım. Batı'yla ilgileniyordu Güneş abla ama ben de ilgilendim onunla sevgiyle. O çok sevimli bir çocuktu.

Yaklaşık yirmi dakika sonra Alin'in ve Batı'nın karnını doyurmuş ikisinin de kalkmasına izin vermiştim. Birlikte salona çizgi film içmeye koşturmuşlardı hemen yarışarak.

Kendi tabağımla oyalanıyordum bir süredir. Zorla bir şeyler yiyordum. İki zeytinle koca gün geçmiyordu, biliyordum. Bir araba sesi işittim o sırada. Bu bile kalbimin ritmiyle oynadı. Aral mı gelmişti? Gülseren Hanım doğrudan kapıya yöneldi araba sesi işitmiş gibi.

"Hoş geldiniz Aral Bey," dediğini işittim Gülseren Hanım'ın.

"Hoş buldum Gülseren Hanım," demişti Aral da nezaketle.

Sesi normal gelmişti. Kalbimdeki endişe sakinleşti biraz olsun.

"Hoş geldiniz," dedi tekrar Gülseren Hanım.

Bu kez iki farklı ses karşılık verdi. "Hoş bulduk." Şahin ve Mehmet Ali. Demek ki normal bir iş değildi. Ne olmuştu yine?

Güneş abla ve annem gelenleri nezaketle selamlarken kafamı çevirip bakacak bile halim yok gibiydi o an. Bu yüzden dönüp bakmadım. Öylece tabağımla ilgilendim. Nedense Aral'ın yüzüne bakmaya çekiniyordum. 06.12.2019. Onu gördüğüm ilk güne kadar 400 gün yapar. Bugüne kadar 426.

Önemli bir tarih bu Aral için neden bilmiyorum. Önceki gün hatırlıyorum onu üstelik. Ben akşamları yazardım günlüklerimi. Gecesinde mi bir şey olmuş? Ya da ben mi paronayaklık ediyordum? Belki de yalnızca yazmaya değer görmemiştim. Aral için önemli bir günü kayda değer görmemem için bir sebebin mi var ki Lina? Seviyormuşsun onu. Onun için önemliyse senin için de olmalı. Ama boş bırakmışsın. Unuttun belki de. 

Sonraki sayfaları okusam anlayabilirdim bunu. Biliyordum. Ama yapamamıştım. Başıma ağrı girince korkmuştum. İstediğim olmuş çünkü. Ben unutabiliyormuşum bir şeyleri. Ya yine unutsam? İlk tetiklendiğim gün dört saat uyudun demişti Aral. Endişeli bir ifadesi vardı yüzünde. Uyanmadım diye sanmıştım. Yalnızca bunun için değildi değil mi Aral? Seni yine unutacağım diye korktun değil mi? Böyle biriyle ömür mü geçer Aral? Sen biliyorsun benim zihnimin içindeki karmaşayı ve yine de benimle bir gelecek mi istiyorsun? Niye beni seviyorsun ki Aral bu kadar? Niye kendimden nefret ettiriyorsun?

Yanımdaki sandalye çekilene ve onun kokusu etrafımı sarana kadar derin dipsiz ve karanlık bir kuyuya düşüyormuşum gibi hissederken o yanıma oturduğunda havada asılı kaldım sanki. Düşmeye ara verdi zihnim bir anlığına. Uçuruma baktığın zamanlara geri mi döndün Lina?

Bak işte feleğin çarkı devrini tamamladı,

Beni aynı yere getirip bıraktı.

Sohbet ederlerken bir zeytin daha yedim. On dakika içinde yediğim dördüncü zeytindi. Sol elimi sıcak el bir kavradı masanın altından. Onun solak olmasını sevdiğimi fark ettim o an. Ellerimizi ayırmadan, el ele tutuşurken yemek yiyebiliyorduk.

Buz mavisi bir gömlek, lacivert bir pantolon vardı üzerinde. Bu takım, o gün giydiğin takım mı Aral? O zamanda buna benzer bir şey giyiyordun.

"Lina?"

İsmimin söylendiğini yaklaşık birinci dakikasında idrak ederek başımı masadan kaldırdım ve güneş ablaya çevirdim gözlerimi. Yüzümde gördüğü ifade bariz bir şekilde üzerken onu gözlerini Aral'a çevirdi. Sanırım Aral ile aramızda bir şey olduğunu tahmin etmişti ama neler olduğunu asla tahmin edemezdi. Edemezdi değil mi? Belki de ederdi. Belki de bu evdeki herkesle ikinci kez tanışıyordum ben. Belki de Mehmet Ali başlarda bu yüzden kızgındı bana.

"Efendim?"

Güneş abla gülümsedi sıcak bir gülümseme ile. "Çayını tazeleyeyim mi canım?" diye sordu sevecen bir sesle. "Soğumuştur."

Soğumuştu. İçesim yoktu. Kafamı iki yana salladım bu yüzden elimden geldiğince sıcak bir şekilde gülümsemeye çalışarak.

O sırada "İzninizle," diyerek ayağa kalktı Aral.

Gözlerimi ona çevirdim. Elimi bırakmadan kalkmıştı ve annem hâlâ masadaydı. Dün annem görmesin diye erkenden bırakmıştı ama bu sabah bırakmamıştı elimi.

"Lina'yı alacağım birkaç dakika," dedi anneme.

Annem başıyla onayladı onu ama nedenini sormadı. Sormazdı. Çünkü cevaplarla pek ilgilenen biri olmadığını biliyordum artık.

Aral bana baktığında ayağa kalktım. Kaçabileceğim bir şey değildi bu ve konuşmak istiyordum ben de. Nerede olduğunu sormak istiyordum. Neden açmadığını bilmek istiyordum.

El ele arka bahçeye yürüdük. Ellerimize baktım. Bu eli tutmak güzel bir histi ama hak etmiyordum sanki. Onu unuttuğum için değil. Bunun benim elimde olduğunu sanmıyordum ama ideal bir sevgili de sayılmadım. Üstelik tüm bunlar benim yüzümdenmiş gibi kötü bir his vardı içimde.

Arka bahçeye girdiğimiz ilk an sırtına bakarken "Neden açmadın telefonunu?" diye sordum bizi her zaman oturduğumuz koltuğa götürürken.

Başını çevirip bana baktı önce. Sonra da koltuğa oturup gözlerini yüzümde gezdirirken dizine çekti beni. İstediği gibi ona yaklaşıp dizine oturdum yavaşça. Onun beni dizine oturtup derdimi anlattırmasını, beni dizinde teselli etmesini seviyordum.

"Eve çok yakındım. Yüz yüze konuşalım istedim," dedi sol elini uzatıp yanağıma yaslarken.

"Aramızda bir kapı bile olsa ararsam aç Aral," dedim gözlerine bakarak. "Olur mu?"

"Olur," dedi yanağımı nazikçe okşarken. Yüzüme uzandı sonra. Endişeyle bir boşlukta sallanan kalbime hayata tutunabileceği bir ritim kazandırdı. "Aramızda bir nefes bile olsa açarım bundan sonra. Yeter ki öyle bakmasın gözlerin," deyip alnımı öptü.

Dudakları alnıma yaslandığında gözlerimi kapattım. Ona sokulmak, kolları arasında kalmak ve tüm günleri dünkü gibi yaşamak istiyordum. Anı yaşamak, normal bir hayat sürmek istiyordum. Yapamaz mıydım? Olmaz mıydı? Herkes kendi hayatıyla ilgilense, kimse kimsenin özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece özgürce istediği gibi yaşasa... Olmaz mıydı? Herkes gibi normal işleyen bir zihnim olsa olmaz mıydı?

Derin bir nefes çektim içime. Onun kokusu sardı ciğerlerimi yine. Gözlerimi boynundaki künye zincirinde gezdirdim. Evimsin demişti bana. Evi bana verirsen cenaze seninle kalır ama Aral. Kalmasın sen de. Üzülürüm. Hem ben nasıl isteyeceğim ki senden şimdi evin olmayı? Ev içinde yaşayanı unutur mu? İnsana evi sırtını döner mi Aral? Dönüyorsa ev değildir ki orası.

"Günlüğümde yazdığım adam," diye mırıldandım kısık bir sesle.

Gerildi. Belime sarılı kolundan anladım bunu ama devam ettim. Kaçamıyordum. Üstelik kaçmayacağıma söz vermiştim. Kimse bana verdiği sözleri tutmadı Aral. Ama ben en azından sana verdiğim sözleri tutmak istiyorum. Unutmadıkça.

"Sensin değil mi?"

Okuduklarımı dinlerken yüzünde beliren buruk mutluluğu hatırlıyordum. Seni unuttuğum halde unutmadan önce de seni sevdiğim için mutlu oluyorsun Aral. Kim üzüntülere alıştırmış seni bu kadar sevgilim? Ben mi? Ailen mi? Hayat niye kızmış bize bu kadar? Ondan çok sevdik diye mi birbirimizi?

"Benim," diye onayladı beni gözlerime bakarak. Yine o buruk mutluluk parıltıları vardı siyah gözlerinde. "Senin de beni sevdiğini öğrendiğim için gözüme uyku girmedi." Dili dudaklarını ıslattı, bir an olsun çekmedi gözlerini gözlerimden. "Kaç yaşında adamım ve çocuk gibi seviniyorum buna."

Senin çocuk olmana izin vermemişler. Bu yüzden kendine yaşını hatırlatıp duruyor, çocuklar gibi mutlu olunca utanıyorsun Aral. Hiç adil değil bu sevgilim. Yirmi dokuz sene yaşamış olabilirsin ama mutlulukların yürümeyi bile öğrenmemiş senin.

Burnum sızladı. Sen beni niye bu kadar seviyorsun Aral? Neden? Ne buluyorsun bende? Hastalıklı bir ruh ve zihinden başka ne görüyorsun ki bende? Sorsam pazarlık bu Lina diyeceksin bana. Ama Aral. Hayat hesap sormuyor mu hep bizden? Hesabı tutulmalı demek ki bir şeylerin? Tutmadığımızdan, pazarlığını yapmadığımızdan borçlu çıkıyoruz belki de.

"Kızdın mı okumana izin verdiğim için?" diye sordu yumuşak bir sesle.

Ben seni unutmuşum Aral. Benim sana kızmaya hakkım var mı?

Kafamı iki yana salladım. "Kızmadım... Kendime kızgınım yalnızca."

Kafasını iki yana salladı yavaşça. "Kızma," dedi yanağımı okşayarak. "Elinde değil Lina. İnan bana, bu güzel kafanın içi düşman olduğundan yapmıyor sana bunu."

O tarihte ne oldu Aral diye sormak istedim. Ama o gözlerime öyle bakarken, kendi daha üzüldüğü halde beni teselli ederken soramadım. Boğazıma dizildi dört tane yumru, ismi gibi. Seninle ikinci kez tanıştıktan sonra ismini söyleyemedim ben Aral. İsmini söyleyemiyordum ben senin. Seni gördüğümden beri kabuslarımda benim yüzümden ölüyorsun hep. Kan içinde gördüm ben seni. Batı seni kaybetmekten korkmuş daha önce de. Bu unutkanlığın sebeplerinden korkuyorum Aral. Seve seve seni unutmamın sebebinden korkuyorum. Şimdimizi yakma dedin bana, ateşin kendisi olmaktan korkuyorum.

"Bana arkanı dönme diye bıçak çektim sana," dedim pişmanlık içinde. Burnum akacakmış gibi hissediyordum. "İlk dönen benmişim halbuki."

Gözlerimde üzüntü, endişe, sevgi, şefkat, yorgunluk gördüm. Sezen Aksu, Her Şeye Rağmen şarkısını sana yazmış bence Aral. Sen de o yüzden çok dinliyorsun bence o şarkıyı.

İç çekti gözlerime bakarak. "Uzun süre sonra adımı ilk söylediğinde beni karanlıkta bırakma demiştin. Kendimi yakarım seni karanlıkta bırakmam diyememiştim."

Boğazım dizildi söylediği her kelime.

"Yanma," dedim üzüntüyle. "Yakma kendini benim için. Ben değmem bu kadarına."

"Sen her şeye değersin."

"Yaşadıklarımıza rağmen mi?" diye sordum endişeyle kasılırken kalbim. Dilimi ısırdım ama sordum ona yine de. "Unutmama rağmen mi?"

Buruk bir gülümseme oldu yüzünde. Acısına gülümsedi yine. "Her şeye rağmen," dedi gözlerini bile kırpmadan. "Yaşadıklarımız elimizde değil belki ama bazı seçenekler bizim elimizde Lina. Sevgi hep senin ellerindeydi ve sen cennet çiçeğim ikinci kez onu bana vermeyi seçmişsin. Bana sorarsan Lina, aramızdaki bu şey her şeye değer. Sen yeter ki bırakma benim elimi, ben her şeyi, herkesi yenerim."

O an Aral, tüm korkularımla arama bir set çekmiş gibi hissettim. Gerilen bedenim gevşedi bir nebze. O günlükte unuttuğum nice şey saklıydı ve bunun bilincindeydim ama Aral vardı. O her şeye değer diyorsa ona inanırdım. İnanmak istiyordum. Çünkü onu seviyordum ve bir tek o vardı. Onu da kaybetmek istemiyordum.

Uzanıp sağ yanağını öptüm. "Özür dilerim," dedim tenine doğru ve geri çekildim hafifçe.

"Dileme," dedi gözlerinden bir hüzün dalgası geçerken. "Hallolacak her şey."

Kafamı salladım. Pollyanna değildim. Zor günlerin bizi beklediğini biliyordum ama en azından tek savaşmak zorunda olmadığımı bilmek güç veriyordu bana. Birden değil belki ama zamanla nihayetine erecekti bu ve biz kazanacaktık bu kez. Buna inanmak istiyordum. Zamanı bile yenebilirdim Aral'la. Sadece hayat yanında durmama izin verse yeterdi. Bir molam, sırtımı yaslayabileceğim bir sıradağ vardı arkamda. Bunu bilmek, bu adama sahip olmak inanılmaz bir güç veriyordu bana. Bencillikse bu bir kere bencillik etmek istiyordum. Evrenin Güneş'i, Dünya'nın insanları vardı. Benim de bir Aral'ım olsundu. Yeterdi.

"Nereye gitmiştin?" diye sordum kafamın içindeki karmaşadan uzaklaşmak isteyerek.

Derin bir nefes aldı. Belli ki iyi bir cevabı yoktu bu sorunun. Sorun değildi. Halledecektik. Hallederdik. Hallederiz. Değil mi Aral?

"Seni götürmeden önce kendim görmek istedim. Seni nasıl etkiler bilemiyorum." Yüzüme baktı birkaç saniye. Nasıl açıklayacağını ya da açıklarken nasıl daha az canımı yakacağını düşünüyor gibiydi. "Seni ne tetikler kestiremiyorum. Endişeleniyorum bu yüzden."

Korkuyorsun. Yine unuturum diye. Ben olsam ben de korkardım ve ben bunu bilerek her şeye değeceğime inanmak istiyorum. Bu çok mu büyük bir bencillik Aral?

"Halledebilirim," dedim hem kendim buna inanmak hem de onu teselli etmek isteyerek. "Acıysa beni tetikleyen zihnim güçlenmiştir o süre içinde. Babam öldüğünde bir şey olmadı." Olmamıştı değil mi? İnsan bir kere unuttuğunu bilince emin olamıyordu hiçbir şeyden.

Kafasını salladı hafifçe. O da bu söylediklerime inanmak istiyor olmalıydı. Keşke seni saklasam Alin'le birlikte Aral.

Dili dudaklarını ıslattı. Yüzüme dökülen saçlarımı kulağımın arkasına itti nazikçe. Gözlerinde üzüntü ve endişe seçebiliyordum. Sebebini hem merak ediyor hem de korkuyordum. Korku içinde yaşamaya yaşamak denir mi Aral?

"Dün gece uyandın yine... Babanın sana verdiği küpü çözdün."

Kaşlarım çatıldı. Halbuki dün aynı yerde dönüp durmuştum ama kafamın içinde uyurken çözmüş olabilirdim. Tıpkı bir matematik sorusu gibi.

"İçine bir kart saklamış baban. Koordinat vardı üzerinde. Oraya gittim."

Tane tane konuşarak sakince anlatmıştı yine bunları. İnsanı şok edebilecek şeyleri böyle anlatınca o kadar da şaşılacak şeymiş gibi gelmiyordu insana. Zira ben de bir şey çıkmasını bekliyordum ondan. Bu yüzden çok da şaşırmış sayılmazdım ama meraklanmıştım.

"Ne varmış?" diye sordum merakla.

Emin olmayan bir bakış vardı yüzünde. "Bir tür spor salonuna benziyor."

Kaşlarım çatıldı. Hayatımda gittiğim tek spor salonu babamla gittiğimiz yerdi. Bana dövüşmeyi öğrettiği yerdi, geceleri gittiğimiz için sadece ikimiz olurduk. En azından bana söylediği buydu.

"Bizim evin oradaki parkın yakınlarında mı?"

Kafasını salladı. "Biliyor musun orayı?"

Kafamı salladım. "Babamın bana dövüşmeyi öğrettiği bir spor salonu vardı. Akşamları yürüyüşe çıkardık sonra da orada bana bir şeyler öğretirdi. Arkadaşının olduğunu söylemişti. Yalandır o da kesin."

İlgiyle bakıyordu yüzüme. "Bir şifre giriyor muydu?"

"Evet," diye onayladım. İlgimi çekmediğinden hiç bakmamıştım eline fakat tuşların sesini hatırlıyordum. "Uzun bir şifresi vardı. Sayı olarak bilmiyorum ama ses olarak hatırlıyorum. Çıkarabilirim şifresini muhtemelen."

"Ses hafızası," diye mırıldandı Aral bir şeyi fark etmiş gibi.

Islık sesi mi gelmişti onun da aklına. Islık sesi duyduğumda tetiklenmemin sebebi de bu özelliğimden ötürü müydü acaba? İyi bir çıkarımdı. Fakat ne kafede duyduğum melodiyi ne de o melodini bana hatırlattığı küçüklük anımdaki melodiyi hatırlamıyordum ve bu çok garipti. Islık sesi duyduğumu biliyordum ama ne tür bir ritim olduğunu anımsayamıyordum.

"Oraya mı gideceğiz?"

Derin bir nefes aldı. "Yiğit ilgileniyor. Arar şifreyi çözebileceğini söylerim. O da müsaitse gideriz, deneriz şansımızı."

Kafamı salladım. "Neden oranın koordinatını saklamış ki küpe?" diye sordum anlamayarak. "Çok da önemli bir şey yoktur belki de. Küpü bana vereli bir sene olacak neredeyse çünkü. Önemi varsa da kaybetmiş olabilir."

Kafasını salladı. "Bu da bir ihtimal ama göz ardı edemeyiz. Boşuna vermemiştir sana."

Biliyordum. Ama anlam veremiyordum. "Ölmeden önce vermişti," diye mırıldandım keyifsizce. "Belki de bununla ilgiliydi ama ben aptallık edip anlamadım."

"Lina sen insansın. Üzülmeye hakkın var senin."

Tüylerim diken diken oldu. İrkildim istemsizce. Aral da fark etti bunu. Bir hüzün belirdi onun da gözlerinde.

"Lina," dedi yumuşacık bir sesle ama gerildiğini anlayabiliyordum. Onu tanıyordum. Ben bu adamı dört yüz gün geride bırakmışım ama tanıyorum işte. "Hatırlıyor musun bir şeyler hiç?" Tereddüt içindeydi bunu sorarken. Bence o da korkuyordu ama belli etmiyordu bana. Ona hep ayakta durmayı öğretmişler. Yıkılsa bir gün, bir tek onun haberi olacak. İçten çürüyen bir bina gibi içeriden çökecek. "Bir şeyler hatırladım demiştin. Oluyor mu yine? Saklıyor musun benden?"

Ne hatırladığımı tarif edemiyorum ki Aral. Anlam veremiyorum yalnızca hisleri kötü. Seni hatırladım ama bu sabah. Söylesem üzülür müsün? Yalan da söylemek istemiyorum ama kırılan yerlerini kaynamamışken oynatmak istemiyorum aynı yerden. Fakat doğru zaman bana bağlı, söylemem lazım değil mi? Baş ağrılarımdan bahsetmeli miyim sana? Endişelendir bu seni, biliyorum.

"Dürüst ol bana Lina," dedi gözlerimdeki kararsızlığı gördüğünden. "Dürüst ol ki geç kalmayayım."

"Bazen başımın sol tarafına bir ağrı giriyor," dedim dürüstçe. "Bir söz, bir anı tetikliyor sanırım. Anlam veremediğim bazı anlık görüntüler ya da sesler hatırlıyorum. Çok değil ama. Bir anlık şeyler... Zorlarsam başımdaki ağrı artıyor."

"Ben var mıyım hiç?"

Ses tonu boğazımda bir baskıya sebep oldu. Sanki boğazıma kızgın bir şiş bastırıyorlardı. Burnum sızladı. Kalbim eziliyordu. Kafamı salladım hafifçe.

"Vurulduğun gün," diye mırıldandım üzgün ve korkan bir sesle. "Kan içinde olduğun bir an hatırladım. Seni kaybetmişim gibi sanki."

Siyah gözlerindeki hüzün elle tutulur cinse belli ettiğinde kendini burnum akmaya başladı. Ben seni gerçekten kaybetmişim.

"Bir de... Bu sabah sana okuduğum sayfaları okudum." Gözlerim buğulandı. "Çok okuduğum için mi bilmiyorum ama o günü hatırlıyorum galiba... Üzerinde bu takıma benzer bir takım vardı galiba."

Dili dudaklarını ıslattı. Ufak bir baş sallamasıyla onayladı beni. "Doğru hatırlıyorsun."

Tüylerim diken diken olurken gözlerimi kapattım birkaç saniyeliğine üzüntüyle. Ağlamak istemiyordum. Hem suçlu hem de güçlü olmak istemiyordum. Hem unutup hem de Aral tarafından teselli edilmek istemiyordum. Hem katil hem de kurban olmak istemiyordum. Ben katil değilim.

Sol gözüm üzerinde hissettim dudaklarını. Kalbim sancıdı. Ağlamamak için sıktım kendimi. Ona yasladım başımı. İçimi gör bir de demişti bana. Önceden çok istiyordum bunu. Ama şimdi korkuyordum bundan çok.

"Konuşalım," dedi dudakları tenime yaslanmışken.

Kalbimin ritmi değişti. Kaçınılmaz sonunda fayda etmez endişesi belirdi. Zamanı gelmişti. Ne önceydi artık ne de sonraydı. Aral işler kontrolden çıkmadan kendisini açıklamak istiyordu. Bu şansı korktuğumdan vermezsem ona, bizim dezavantajımıza olacaktı. Biliyordum.

Yüzümü eğip ona sokuldum ve yüzümü boynunun sağ tarafına gömdüm. Kolları sarmaladı beni.

"Konuşalım," diye fısıldadım.

Zamanımız kalmamış. Yine de on dört şubata birlikte girelim istiyordum Aral ama olmayacakmış gibi hissediyorum.

"Ama karnını doyuralım önce senin. Dört zeytin mi yedin ben yokken yalnızca?" Sesi yumuşaktı ama fırça atıyordu bana. Saçlarımı öptü. "O kadar mı özledin beni?"

Kalbim sancıdı. Özlemiştim. İnkâr edemezdim. Alışmıştım hemen uyanınca onu görmeye. Onunla yemeye içmeye. Dizinde teselli edilip kollarında uyumaya. Her şeyine alışmıştım. Bir gün değil bir sabah yoksa özlüyordum. Ama dört yüz gün Aral. Sen beni dört yüz özlemişsin sevgilim. Ben bununla yarışamam ki.

"Özledim."

Saçlarıma dokunan parmakları duraksadı. Bu kadar kolay itiraf etmemi beklemiyordu muhtemelen. Yüzünü saçlarıma gömerek iç çekti.

"Lina, Lina, Lina," diye ismimi sayıklayıp burnunu sağ yanağıma sürttü. "Senin bu tahmin edilemez tatlı hallerinle ne yapacağım?"

Al beni tepe tepe kullan Aral. Ama yeter ki yanında kalmak için bir bahane ver bana. Her şeyi konuştuktan sonra bile yanında kalabilmem için bir iyi bir sebep ver bana.

"Ben de seni özledim."

Derinden gelmişti sesi. Ve bu cümlenin ağırlığını düşünsem altında kalırdım. Düşünmemeye çalıştım. O dört yüz günü düşünmemeye çalıştım. Ona neden gelmedin diye sorduğumu düşünmemeye çalıştım. Geçmişle yakma beni derken ki üzüntüsünü düşünmeme çalıştım. Gözlerine bakarak bazı şeyleri unutmak iyidir deyişimi ve onun da bana buruk gülümseyişini düşünmemeye çalıştım.

"Öpsem geçer mi?" diye sordum tenine mutsuz bir sesle.

Bir tek bunu yapabiliyorum çünkü. İnsan geçmiş günlere dönüp sevgisini pay edemiyor Aral. Şimdimizden başka bir şey yok elimizde. Gelecek bile muamma şu an bizim için. En azından şimdimizde sana verebileceğim her şeyi verebilmek istiyorum.

"Geçmez ama öp," dedi usulca. "Mesafeyle ilgisi yok benim özlemimin. Milimetrelerle bile kavgam var benim konu sensen Lina."

Öyle söyleme Aral. Çok üzülüyorum ben.

Dudaklarımı boynuna bastırdım. Sevgiyle öptüm şah damarının üzerini. Yaşam damarlarının dudaklarım altında atışını hissettim. Bazı insanlar böyle yaşar diye diye yaşadım ben Aral. Ama artık sessiz yaşayabilirmişim gibi gelmiyor bana.

"Başın ağrıyor mu hâlâ?"

Sanırım gece bir ara uyandığım zamankinden bahsediyordu. Cıkladım. "Geçti."

"Reglin nasıl?"

"İyi."

"İnanayım mı?"

"İnan," dedim dudaklarım omzuna yaslıyken.

O an fark ettim ki ben Aral'a her gün nasıl olduğunu sormuyordum. İyi bir sevgili değildim. Derttim ona. En iyi yaptığım şey dert olmaktı ona.

"Sen nasılsın?" diye sordum ensesindeki saçlarını okşayarak. Pansuman yapmamıştım yine ona.

"İyiyim."

"Omzun nasıl?"

"O da iyi."

"İnanayım mı?" dedim ben de onun gibi.

"İnan."

"Pansuman yapamadım yine sana."

"Halettim ben kendim."

"Ben yapmak istiyordum." Neden ben senin yarana bakamıyorum Aral?

"Bugün sen yaparsın."

Fırsat bulabilecek miydim bu kez?

"Hadi içeri dönelim. Merak etmesin annen seni."

Annem beni merak etmiyor ki Aral. Annem benim iyi olduğuma inandıryor kendini. Başımı kaldırdım. Güzel yüzüne baktım. Sol gözünün hemen altındaki benini öptükten hemen sonra kalktım ayağa. Elimi tutarak kalktı o da. Sonra sağ kolunu omzuma atıp beni kendisine çekti ve tepeme bir öpücük bıraktı. O şekilde yürüdük kapıya kadar.

Kapıyı açtı ve kolunu indirdi omzumdan. Eski bir şarkı çalındı kulağıma o sırada. Birlikte salona ilerledik. Güneş abla ve annem verandaya yakın olan kısımda oturuyorlardı ve Güneş abla anneme plaklar gösteriyordu. Şarkı da bir plaktan geliyordu. Annem hevesliydi böyle şeylere. Bizim de epey eski bir pikabımız ardı. Orada Türkçe, Lehçe ve İngilizce plaklar koyar dinlerdi.

Anne annemle, annemin doğum günü için Beyoğlu'nda eski plakçıdan aldığımız The Beatles – The Fool on the Hill plakanı hatırladım bir an. Adımlarım durdu. Hastanede çalan müzik orijinal parça değil annemin sevdiği versiyonuydu. Orjinalini hayal meyal hatırladığımda tüylerim ürperdi. Zihnimde dönen bu melodiyi hatırlıyorum bir yerden. Ses hafızası... Kaşlarım çatıldı.

Aral da yanımda durmuş ilgiyle bana bakarken bileğinden yakaladım onu ve gerisin geri arka bahçeye götürdüm. Arka cebimden telefonumu çıkardım o sırada. Müzik uygulamasına girip orijinal şarkıyı arattım ve arka bahçeye girip arkamızdan kapattım kapıyı. Şarkının üzerine tıkladığımda telefonumdan bir müzik yayılmaya başladı.

"Ses hafızası," dedim düşünceli düşünceli. "Hastanede çalan orijinal şarkı değil, annemin sevdiği versiyonu."

 Aral yüzüme bakıyor ama ne demek istediğimi anlamıyordu. Haklıydı. Kendi kendime sesli düşünüyordum. 

"Hastanede çaldığında bunu düşünmedim ama orijinal hali değildi o. Belki de orijinal haline dair bir ses hafızam-," demiştim ki şarkının 1:23 saniyesinde araya giren flüt sesi susturdu beni, kaşlarım çatıldı. 

Tüylerim diken diken oldu. Bu sinir bozucu müziğin kendini tekrar edip durduğu bir yer biliyordum. O kadar sinirimi bozuyordu ki içine girmeye tahammül edememiştim hiç.

"Lina?" dedi Aral beklentiyle yüzümü izlerken.

"Eğlence merkezi," dedim müziği kapatırken. Daha fazla dinlemeye tahammül edememiştim yine. Ürpertiyle titredim. Palyaçolardan nefret ederdim ve bu müziğin çaldığı oda palyaçolarla doluydu. "Bu müziğin sürekli çaldığı bir yer var eğlence merkezinde. Palyaço müzesi gibi bir yer ama daha önce hiç girmedim. Durmaksızın bu müzik çalar durur."

Kartın işaret ettiği bu olabilir miydi? İlk kart eğlence merkezini, ikinci kart babamı, üçüncü kart Corse'u işaret ediyordu belki de. Belki de sırasıyla yaparsak bir şeyler anlamını kazanırdı. Elimi alnıma götürdüm kafam uyuşmuştu.

"Kart orayı işaret ediyor mu diyorsun yani?"

Dudaklarımı ıslatıp ardından dişlerim arasında soydum. "Belki de," diye mırıldandım. "Üçüncü kart Corse'a çıkıyor," diye mırıldandım düşünceli bir sesle. "Belki de sırayla gidip ipucu toplamamız içindir."

Duraksadım. Küçükken korsan haritaları alır, düzmece hazine avlarına çıkardım. İpucu bulmaya bayılırdım çünkü. Kahretsin. Gerçekten babam mı yapıyordu bunları? Peki eksiklikler, mantıksızlıklar ne olacak? Çocukken söylediğimiz korsan şarkısını değiştirmesinin bir amacı mı var?

"Eskiden ipuçlarını takip edip hazine aramayı severdim," diye mırıldandım. "Belki de gerçekten babamdır bunu yapan." Sinirle güldüm. "Oyun mu oynuyor gerçekten benimle?"

"Baban öyle biri değil."

"Belki de tam da böyle biri."

"Değil," dedi üstüne basa basa. Onu savunmaktan çok mantığını elden bırakmadığını biliyordum. Neden oyun oynasındı sonuçta benimle? Neden bunu bana yapsındı? "Ben babanla aynı masaya oturdum, yemek yedim, dertleştim Lina." Bu gerçek her seferinde hem nasıl canımı yakabilir hem de beni memnun edebilirdi? Nasıl olabiliyordu bu? "Baban seninle bırak alay etmeyi, sana söz konduracak biri değil."

"Ben Asaf için on ay çalıştım ama," dedim hayal kırıklığıyla. "Bana kendisi diye başka bir ölü adamı verip katili ilan etti ama."

Dişlerini sıktı. Belki de kendine de kızdı bunun için. Bilmiyorum. Ama bu gerçeği affedemiyordum. Kafamı geriye yatırdım yorgunca. Tetiklendikçe mi tetikleniyordum yoksa her şey üst üste gelmeyi mi seviyordu emin değildim ama şimdi gidilecek iki yerimiz vardı.

Sıkıntıyla bir nefes verdim. Durabiliriz demişti Aral. Duramıyorduk ama işte. Hayat sen yoruldun diye durup beklemiyor çünkü. Akıyor ve sen düştükçe boğuyor seni.

"O şerefsizi içeri alınca eğlence merkezinin faaliyetleri durduruldu. Arama yapıyordu Yiğit en son. Hazır bir ekip oradayken ilk oraya gidelim o zaman. Bir şey bulabilir miyiz bakalım. Küp olayına orada değiniriz."

Kafamı salladım yavaşça. "Tamam."

"Karnını doyuralım."

"İştah mı kaldı," diye söylendim elimde olmadan.

"Gerekirse zorla yutacaksın," dedi gözlerime bakarak. "Ayakta kalmamız lazım bizim."

"Ayakta kal. Hayatta kal. Bu bir savaş meydanı."

Gözlerimi kapattım zihnimde canlanan sesle. Bu neydi şimdi? Tekerlememi mi? Küçükken babam bana çok tekerleme öğretirdi. Onlardan biri miydi bu? Neden sürekli bir şeyler çıkıyordu bir yerden? Nefret ediyordum bunun olmasından.

Aral'ın dudaklarını bir anlığına dudaklarımda hissedince tüm dikkatim dağıldı. Gözlerimi açtım şaşırdığımdan. Yüzü hemen yüzümün önündeydi.

"O güzel ağzından çıkan kelimelere dikkat et," dedi gözlerime bakarak.

Kaşlarım çatıldı. "Ne dedim ki?" diye sorduğum an Asaf dediğimi anımsadım. İsmini bile ağzıma almama katlanamıyordu. Haklıydı da. "Ederim."

"Güzel," diye beni onaylayıp dikeldi ve elimi tutarak kapıya yöneltti yine bizi. "Annen beni kaçırmanı yanlış anlamasın gidelim de karnımızı doyuralım."

"Annemin benimle ilgili bir şeyi anlamaya çalışacağını sanmıyorum," diye mırıldandım adımlarım onu takip ederken.

Aral'ın bir anlığına adımları durdu. Böyle bir itiraf beklemiyordu sanırım. Bana baktı üzgün bir ifadeyle. O annesini çok seviyordu ama yanında değildi ve ona gidemiyordu da. Ben de annemi seviyordum ve yanımdaydı ama ben de gidemiyordum. İnsan kurtuluşu olduğunu bilse, anlaşılmadığı değer görmediği yerde çok kalamıyormuş. Öğrendim Aral.

"Üzülme," dedim yüzündeki ifadeye gülümseyerek. "Ben üzülmüyorum artık. Bir gerçeği belirtim sadece."

Derin bir nefes aldı ne diyeceğini bilemezmiş gibi. Annem, Aral'ı bile tesellisiz bırakıyordu. İnanılmazdı gerçekten. Sevgi dolu hissettim Aral'a karşı. Elimi tuttuğu sağ koluna yüzümü yaslayıp öptüm.

"Hadi kahvaltı yapalım. Tansiyonum düşecek bayılacağım şimdi. Zaten kan şekerim düşüyor. Seni yerim bak."

Burnundan güldü bu söylediğime. Sonra yüzünde muzip bir gülümseme olduğunda kaşlarım çatıldı merakla. Neye gülüyordu öyle?

"Waffle aldım sana," dedi bizi kapıya doğru götürürken. Bakışları önüne bakarken gamzesi çıktı söyleyeceği şey her neyse epey eğlendiriyordu onu. "Baklava da aldım yemek istersin belki diye."

Baklava mı almış? Baklava... Aral'lı olmayan... Lina sana alkol yaramıyor kızım. Alma bir daha sakın. Deniz'e de teessüf edecektim gördüğüm ilk yerde. Yazıklar olsundu gerçekten. Düştüğüm duruma baktı.

Tenimin ısındığını hissettim ama çaktırmadım. Hatta üste çıkmaya karar verdim çünkü altta kalırsam dayanamazdım.

"Ne münasebet?" diye sordum asla çaktırmayarak utancımı.

Dişleri gözükerek güldü bu söylediğime. "Canın çekmiş gibiydi dün," deyip bana baktı.

Utanması yoktu bu adamın hiç. Yazıklar olsundu. Yoksa çok mu baklava dağıtmıştı? Ne bu rahatlıktı? Hayırdırdı yani?

"Sen her canı çekene ikram mı ediyorsun?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Dağıttın mı tepsi tepsi. Sundun mu başkalarına?"

O kadar sesli güldü ki bu söylediğime gamzesi adeta bir çukurdu artık. Ne güzel gülüyordu. Bir bana gülsün istesem ayıp mı olurdu?

"Hangisinden bahsediyoruz?"

"Ha ikisini de yaptın yani?"

"Yapmadım yapmadım," dedi tatlı tatlı.

"Yemedim," dedim inanmayarak.

Yememiştim de gerçekten. Yedirtmemişti dün. Ucundan ikram ederdi insan. Annesi çok iyi yetiştirmişti bu adamı gerçekten. Ben de öyle sanırdım kendimi Aral'la tanışmadan önce. Meğer o kadar da edepli değilmişim. Bak sendi.

"Yersin yersin," dedi bu kez eğlenen bir sesle.

Ne zaman yiyebilirdim tam olarak? Sadece bir soru.

Kapıyı açıp elime öpücük bırakıp göz kırptı gülümseyerek ve bıraktı elimi. Kalbimde bir ritim bozukluğuyla salona geri döndük yine.

Şahin, Mehmet Ali ve Kürşat masada oturmuş kahvaltı ediyorlardı. Sanırım Aral'la gittikleri için haliyle bir şey yememişti onlar da.

"Aral," diye seslendi Güneş abla.

İkimizin de bakışları ona çevrildi. Aral'ı yangından kaçırır gibi arka bahçeye kaçırmam pek hoş olmamıştı tabii. Refleksle yapmıştım o an.

"Nasıl gidiyor?" diye sordu bizi soramadığı için.

"İyi," dedi Aral gülümseyen bir sesle. "Hallediyoruz, sorun yok."

Hallediyorduk. Halledecektik. Aslandık. Yapardık.

Kahvaltı ettikten sonra Aral arka bahçede durumu Şahin, Mehmet Ali ve Kürşat'a açıklarken ben ormanı izliyordum. Ormana bakmak rahatsız ederdi beni hep. Dün Aral'ın kollarında uyanıp bakınca güzel bile gelmişti ama şimdi hâlâ rahatsız ediyordu beni. Bakış açısı çok garipti.

Konuşma sonrası odama gidip siyah şişme montumu aldım askıdan. Üzerime giyip telefonumu cebime atarken Aral'ın alerji ilaçlarını anımsadım. İlaçlarını öğrenmemiştim hâlâ. Öğrensem iyi olurdu.

Masanın üzerindeki lalelerime çevrildi gözlerim. Uzanıp yapraklarını okşadım. "Koca evde sana vazo bulamadım," diye mırıldandım. "İsteyemedim yani. Ben sana alırım ama. Hemen bırakma kendini," diye teselli ettim onu.

Derin bir nefes alıp odamdan çıkarken annemin odasından konuşmaya benzer sesler işittim. Kaşlarım çatıldı. Birkaç adım ilerleyip kulak kesildim. Kulaklarım iyi duyardı.

"Dünyası başına yıkılır," dediğini işittim annemin.

Tüylerim diken diken olurken kalbimde endişe tohumları filizlendi. Kimle konuşuyordu?

Sonra onun sesini duydum. Aral'ın. "Tekrar inşaa ederim," dedi anneme. "Yalanla dolanla değil. Acıyla belki ama gerçekle, sevgimle inşaa ederim tekrar. O korkuyla sebepleri bilmeden yaşamayı hak etmiyor. Ben sizin gibi gözlerinin içine baka baka susamıyorum. Bazı insanlar böyle yaşar diyerek değil, nasıl istiyorsa öyle yaşasın istiyorum. Benle ya da bensiz. Kendi hayatını kendi kararlarıyla yaşasın istiyorum."

"Yapamaz," dedi annem. "Eğer bunu yaparsan yıkılacak Lina. Susmak acımasızlık gibi geliyor sana ama Aral sen neden sustun bunca zaman? Onun iyiliği için değil miydi?"

"Öyleydi," diye kabul etti Aral. "Şimdi de öyle. Nerede konuşacağımı da nerede susacağımı da bilmeyi öğretti annem bana. Siz hep susmuş, Lina'ya da susmayı öğretmişsiniz Celina Hanım. Lina güç sanıyordu bunu. Halbuki susmak yalnızca yük."

Omuzlarım düştü. İyi şeylerden bahsetmeyeceğini biliyordum Aral'ın ama dünyamın başıma yıkılacağı da sürpriz olmuştu biraz. Tekrar da inşaa edemezmişim. Annem inanmıyordu buna hiç. Tanırdı kızını değil mi yirmi iki senelik? Aral sandığımdan da çok şey biliyor gibi duruyordu benin hakkımda üstelik. Gerçi kuşumu bile biliyordu, geçmişimi de anlatmıştı belki de babam. Sonuçta hiçbir şey tesadüf değildi yaşadıklarımızın.

"Sana yapma diyemem," dediğini işittim annemin. Ağlıyordu sanırım. "Yapmanı da istiyorum bir yandan. Çünkü ne zaman gözlerimin içine baksa ve sussam ona kalbinin kırıldığını gördüğüm halde teselli edemiyorum onu. Ama çok zor Aral. Ben yapamam. Sen yapabilirsen yap."

Karşılık vermedi Aral. Kapıyı açtı. Saklanmaya yönelik hareket dahi etmedim. Aral beni görmeyi beklemiyordu. Kanı dondu bir anlığına. Sanırım çıldırmamı falan bekliyordu ama sakindim. Ardından kapıyı kapattı annemin benim burada olduğumu bilmesini istemiyormuş gibi.

Bana adımladı üzgün ve endişeli bir ifadeyle. "Lina-"

Lafını kestim. "Kek yapmak istiyorum," dedim gözlerine bakarken.

Yüzünde anlam veremediğim bir ifade oluştu. Kekten bahsedince elindeki çay bardağı da düşmüştü. Onun da mı kötü anısı vardı bilmiyordum ama iyi anıya çevirmek isterdim.

"Ne?" dedi anlamayarak.

Gülümsedim elimden geldiğince. Güçlüydüm ben. Aslandım. Yapardım. Sorun yoktu hiç. Her şeye değeriz biz. Hallederiz. Halledebilirim. Ben neleri hallettim. Aral'ım var hem benim. Dünya'yla bile savaşabilirim. Yıkılsın çok istiyorsa canı. Tekrar inşaa edermiş Aral benimle. Ederdik ne olmuş yani? Hiçbir şeyi ben hazır elde etmedim ben. Çok çalışırdım yine. Ne olacaktı?

"Dünyam başıma yıkılmadan önce sana kek yapmak istiyorum." Hiç bozuntuya vermedim ama gözlerim buğulandı elimden olmadan. Korkuyordum çünkü kabul etmesem de. Gülümseyerek baktım ona samimiyetle. "Vanilyalı kek yapıp üçüncü günümüzü kutlayalım."

On dört şubatımız yok bizim Aral. 4 Şubatımız var. O da olur. Bir eksik başında ne olacak? Biz bir eksik yaşamaya alışığız zaten sevgilim.

Bana sarılmak için adım attığında bir adım geri çekildim. Şimdi olmaz Aral. Şimdi sarılırsan ağlarım. Şimdi olmaz.

"Sadece yapalım de," diye rica ettim. "Yapalım sevgilim de." Lütfen Aral.

Yutkundu gözlerime bakarak. Ben değil Aral sanki un ufak oluyordu içerden. İçten çökeceğimiz gün bugüne mi kısmetti?

"Yapalım sevgilim," dedi sesini bulabildiğinde. "Ne istersen yapalım."

Gülümsedim. Genzim ağrıyordu. Burnum aktığında elim bir refleksle yüzüme gitti. Sıcak sıvıya dokundu parmak uçlarım. O sırada Aral'ın da kaşları çatılmış hemen dibimde bitmişti. Parmaklarım ucuna bulanan kanıma baktım. Kendimi sıktığım için burnum kanamıştı yine.

"Sorun değil," diye mırıldandım güçsüz bir sesle.

"Değişmeyecek hiçbir şey," dedi Aral çenemi kaldırıp gözlerime bakarak. "Bana bak Lina. Bak benim gözlerime. Ben senin dünyanın yıkılmasına izin verir miyim? Yıkar mıyım ben senin dünyanı başına? Yıkıldı diyelim, tek bırakır mıyım ben seni? Ezilmene izin verir miyim?"

"I-ıh," diye bir ses çıkardım buna inanmayı çok isteyerek.

Çünkü eğer ağzımı açarsam ağlardım biliyordum. Korkumdan ağlayacaktım. Endişeden, kaygıdan, korkudan, üzüntüden, bu daralmışlık sıkılmışlık hissinden ağlayacaktım.

"İzin vermem," dedi üstüne basa basa. Beni ikna etmek istediği kadar kendisini de ikna etmek istiyordu sanki. Kendi ailen değil yalnızca, benim ailem bile yük sana Aral. Yine sana verdiler en zor görevi.

Hemen solumdaki banyonun kapısını açtı. Beni içeri soktu. Bir pamuk alıp burnuma tampon yaparken parmaklarıma bulanan kanı suya tuttum. Kana bulanan suya bakmak bir anlığına başka bir görüntü anımsattı bana. Gözlerimi kapattım anında. Hatırlamak istemiyordum. Şimdi değil. Kan olmaz.

Yüzümü avuçladı. Titrek kirpiklerimi araladım. Yüzüne baktım. Sakinliğine alışık olduğum gözlerinde huzursuzluk kol geziyordu.

"Seni kaybettim bir kez," dedi açık açık. "Bir daha etmeyeceğim."

Kafamı salladım yavaşça. İzin vermezsin değil mi Aral? Sorun neyse bir çözüm buluruz birlikte.

"Çok seviyorum ben seni Lina." Alnını alnıma yasladı. "Çok seviyorum."

İçim gitti ona. Kalbim ona doğru bir akış içindeydi sanki.

"Korkma cennet çiçeğim. Üstesinden gelemeyeceğimiz bir şey değil. Kolay değil ama yenemeyeceğimi bir savaş değil. Sen varsan, varım. Senin için savaşırım. Sen kendin için savaşmayı bırakma yalnızca. Yenerim Lina. Herkesi, her şeyi yenerim. Tüm ihtimalleri hesap eder, sana istediğin dünyayı inşaa ederim. Bazı insanlar böyle yaşar diye değil Lina, kendi istediğin gibi yaşa diye."

Seni seviyorum. Seni seviyorum. Seni seviyorum.

Hafifçe geri çekilip gözlerimin içine baktı. "İnanıyor musun bana?"

"İnanıyorum," dedim kırık ama net bir sesle.

Alnımı öptü. "Sıkma kendini. Ağlamak istersen ben hep buradayım sevgilim."

"Ağlamayacağım," dedim kararlılıkla. "Ağlayacak bir şey yok. Düzelecek her şey."

Ben o tutmayan belle dört işte çalışıp bir de stajı, 'ağlayacak bir şey yok düzelecek her şey' diyerek yaptım Aral. Bazı insanlar böyle yaşar diyerek yaptım. Dik durmaya mecburiyet bir tek senin omuzlarına yük değil sevgilim. Ben de yapabiliyorum bunu. Ben sana yük etmem kendimi.

Kafasını salladı. Sol gözüme de dudaklarını bastırıp kokumu içine çekerek geri çekildi, parmaklarımız birbirine dolandı. Birlikte çıktık evden.

Eğlence Merkezi çok uzak değildi. Şişli'deydi. Adliyeye yakın sayılırdı. Girişinde polis memurları vardı. İçeri almıyorlardı kimseyi. Aral'ın dediği gibi çalışıyorlardı içeride.

Gergindim. Aral sol elimden tutuyordu girişe doğru yürürken. Onun da gergin olduğunu biliyordum. Bahçede Yiğit'le karşılaştık. Şahin, Mehmet Ali ve Kürşat arkamızda duruyorlardı. Kısa bir selamlaşma faslı geçti aramızda. Sonra gözler bana çevrildi. Hiçbir şey çalışmıyordu eğlence merkezinde ama Yiğit hangi alana gideceğimizi biliyor olmalıydı. Yine de fırsat tanıdı bana. İyi olmadığım o kadar mı belli oluyordu?

Derin bir nefes aldım. Nefret ettiğim alana doğru adımladım. Ölmedikçe bir çıkış yolu bulabilir insan. Yaşaman lazım senin Lina, Alin'in senden başka kimsesi yok. Aral'ı arkada bırakamayız hem.

Botlarımız arasında ezilen karın sesi eşlik etti bize. Kapıyı açtı bir polis memuru. Önce Yiğit girdi. Ardından biz girdik. Gördüğüm görüntü irite etti beni. Aral'ın elini sıktım, palyaçoları gördüğüm an. Her yerde palyaçolar vardı.

Alan yedi metre genişliğinde yirmi beş metre uzunluğunda vardı. Koyu kırmızı duvarları tablolar, cam prizma içinde çeşitli palyaço tiplemelerinin kuklaları, palyaço büstleri, heykelleri ve absürt süs eşyalarıyla doluydu. Müzeyi anımsatıyordu ve normalde içerisi palyaço kaynardı. Onların içinde gezilen gergin bir müze etkinliği gibi bir konsepti vardı. Normalde daha loş bir ışık kullanılıyordu ama tüm ışıklar açıktı şimdi. Palyaçolar da yoktu neyse ki ama kuklalar hâlâ rahatsız ediciydi. Birinin içerisinde benim tiplemem de vardı. Bakmaya katlanamıyordum.

Savcı daha önce bu alanı gezmiş olduğundan bir kenarda durup bize müsaade etti. Aral ve ben müze gezer gibi gezmeye koyulduk. Ne aradığımızdan emin değildim.

"Lina."

Gözlerimi bana seslenen savcıya çevirdim.

"Emin olmak için şarkıyı çaldıracağım," diye bilgilendirdi beni.

O da bizimle birlikte gelmiş, önceden teyit edememişti muhtemelen. Kafamı salladım. Polis memuru telsizden muhtemelen kontrol merkezinde olan görev arkadaşına açmasını söyledi. Hoparlörden tanıdık o ses yükseldi. Odanın içindeki herkesin yüzünü buruşturmasını izledim. Gerçekten sinir bozucu ve tam bir palyaço müzesi gezilecek müzikti.

Savcı kapattırdı müziği. Sonra da telefonundan teyit ederken ben etrafa bakınmaya devam ettim. Tüm palyaçoların yanına gittim sırasıyla. Aral'a daha önce palyaçolardan nefret etiğimi söylediğim için elimi bırakmıyordu hiç. 

Salonun diğer başındaki en büyük tabloya ilerledim nihayetinde. Tanıdık gelen bir o vardı koca salonda. Bir yerde gördüğüme emindim neredeyse. 

Tablonun önünde durdum. Bir soytarı tablosuydu bu. Kırmızı bir kıyafet gidiyordu ve üzgün bir hali vardı. Nedense babamı hatırlattı bu bana.

"Stańczyk."

Lehçe soytarı diyen Aral'a çevirdim bakışlarımı. aynı zamanda bu kelime tüylerimi diken diken etmişti.

"Biliyor musun bu tabloyu?" diye sordum merakla. 

"Polonya tarihinin en ünlü soytarısı."

Ürperdim tekrar. "Bu bilgiyi babamdan mı öğrendin?"

Kafasını salladı yavaşça. "Babanın buradaki lakabı Soytarı'ydı diye biliyorum."

Kaşlarım çatıldı, ensemdeki diken diken olup enseme battılar. Gözlerimi tablodaki soytarı üzerine diktim. "Tanıdık geliyor. Ama çıkaramadım." Yalnızca uğursuz hissettiriyordu.

"Mektupta ülkenin düşmanın eline geçtiği haberi yazıyor. Soytarı bu yüzden ülkesinin durumu için hem çok üzgün hem de çok endişeli," diye anlattı kısaca tabloyu.

Ülkesi için...

"Soytarılar önemli kimseler aslında," diye mırıldandım dalgın dalgın soytarının üzgün yüzüne bakarken. "Kralların danışmanı bile sayılabilirler."

Onayladı beni Aral. "Özellikle bu soytarı üç krala hizmet edecek kadar zeki ve vatansevermiş." Gözlerini bana çevirdiğinde ben de ona baktım. "Her hükümdar sözünü dinlemeyen soytarının haklı çıkacağını bilir, derdi baban hep."

Tam babamın söyleyeceği bir şeydi. Hükümdar deyince aklıma Aral'ın babası gelmişti istemsizce. Onun babası hükümdar benim babam soytarıydı. Bu işte babam mı haklıydı?

Derin bir nefes alıp birkaç adım geri çekilip geniş bir açıyla baktım tabloya. Arka planındaki dünya haritası çizimi ne işti peki?

"İngiltere, İspanya, İtalya'dan aşağı," diye mırıldandım.

Artık dünya haritalarına bakınca aklıma gelen ilk şey buydu ve o kısımlar tablonun arkasında kalıyordu. Belki de filmlerdeki gibi arkasında bir kasa falan vardı? Aral'la bir anlığına gözlerimiz çakıştı. Sonra arkasını döndü ve bir işaret verdi. Lateks eldivenler giyerken bana da uzattı. Ellerime lateks eldivenleri geçirirken o da benimle aynı şeyi düşünmüş gibi önümüzdeki kırmızı ipten bariyeri aştı ve uzanıp tabloyu çıkardı yerinden.

Kocaman tabloyu zorlanmadan yerinden çıkarıp yavaşça yere indirirken arkası bir hiçten ibaretti. Arkasında hiçbir şey yoktu. Dünya haritasının geriye kalan kısmı vardı yalnızca.

Aral tablonun arkasını incelerken Yiğit'le birlikte ben duvara bakıyordum öylece. Kırmızı bariyeri geçip duvarın önünde dikildim ve parmaklarımın boğumları ile duvara vurdum kontrol eder gibi. Vurdum, vurdum, vurdum. Yaklaşık yirmi santim sonra duyduğum sesteki farklığı sezdim. Kulaklarım gerçekten iyi duyardı.

Kaşlarım çatıldı. Parmaklarımın olduğu yerden başlayıp santim santim tıklatmaya başladım duvarı. Ses on beş santim sonra değişti ve yaklaşık seksen santim boyunca aynı tonda devam edip tekrar tok bir tona düştü. Aynı işlemi yukarıdan aşağı yapmaya başladığımda Aral ve Yiğit dikkatle beni izliyorlardı. Sesin değiştiği noktaların bitiş noktalarına koydum parmaklarımı hayal edebilmeleri için.

"Neye benziyor?"

"Kapı," dedi ikisi de.

Kafamı salladım kanıma adrenalin yavaş yavaş zerk edilirken. İkisi de yaklaşıp fenerle duvara yakından baktılar. Herhangi bir çıkıntı, ya da çizgi görebilmek için muhtemelen. Yiğit duvarın üzerinde kredi kartını gezdirdi takılıp takılmayacağını teyit etmek için.

"Bu kadar uğramışlarsa milim bile değişmiyordur," diye mırıldandım. "Nasıl açıldığı önemli."

"Bina planlarında böyle bir kapı var mı?" diye sordu Yiğit yanındaki baş komisere. 

"Öyle bire bilgimiz yok savcım," dedi. "Araştıralım tekrar."

Kanıma karışan adrenalin dikkatimi odaklamama yardımcı oluyordu. O an yalnızca bu bulmacaya odaklanmıştı kafam.

"İngiltere, İspanya, İtalya'dan aşağı," diye mırıldandım yine. 

Uzandım parmağımı İngiltere'nin üzerine koydum, oradan İspanya'ya, İtalya'ya ve en sonra Corse adası üzerinde gezdirdim.

O sırada hepimizin kulağına dolan tık sesiyle seksen santim genişliğinde iki metre on santim uzunluğunda bir plaka öne çıktı beş santim kadar.

Kalbim heyecan ve endişeyle çarparken göğsüme Aral'la çevirdim gözlerimi. Sanki arkasından bir şey çıkacakmış gibi sağ kolunu önüme uzatıp beni geriye ittirdi yavaşça.

"Dokunmayın," dedi Yiğit tok bir sesle.

Aral beni bir iki adım geri çekti ama gözlerimi bir an olsun bile ayırmıyordum o plakadan.

Baş komiser her şeye hazırlıklı olmak ister gibi silahını çekmiş bir vaziyette kapıya dokundu. Aral beni kenara çekti biraz daha korumak isteyerek. Komiser kapıyı ittiğinde plaka kendiliğinden sağa doğru açıldı yavaşça. Ardında kasa kapılarına benzer bir kapı belirdi ama sıradan bir şeye benzemiyordu hiç o da.

Komiser silahını indirip Yiğit'e müsaade etti. Yiğit birkaç saniye baktı yalnızca kapıya sonra kafasını arkaya çevirdi.  "Buraya olay yeri incelemeyi gönderin!"

Kapı nereye açılıyordu bilmiyordum ama bir şey sakladıkları kesindi. O an aklıma gelen şeyler tüylerimi ürpertti. Babam olabilir miydi içerde? Neden kendi elleriyle teslim olsun? Düşmansa kartları gönderen neden savcıya teslim etsin de kendisi gelmesin? Zorla tutuluyor olabilir miydi babam içeride? Bir dost muydu beni ona götüren? Kendi neden gelmiyordu madem? İyilik mi ediyordu bana kötülük mü? Hiçbir fikrim yoktu. Artık basmıyordu kafam olan bitene. Sebepleri anlayamıyordum. Belki Aral anlatınca biraz anlardım. Aklım kalırsa başımda.

"İyi misin?"

Gözlerimi yüzümü inceleyen Aral'a çevirdim. "İyiyim," diye onayladım onu düşünmeden. Düşünürsem iyiyim diyemezdim bu kadar kolay. "Gidip sen baksana," dedim gözlerine bakarken. O yaparsa içim daha çok rahat ederdi. "Sen bakarsan içim rahat eder."

Beni yalnız bırakmak istemiyormuş gibi bir ifadesi olsa da yüzünde, onayladı beni. Ellerinde eldiven olduğu için bana dokunmadan tepeme bir öpücük bırakıp Yiğit'in yanına adımladı. Ben ve Soytarı öylece onları izledik. 

Aral'ı çalışırken izlemek tuhaf bir histi. O ciddiyeti, titizliği, ince işçiliği, mesleğine çok yakışıyordu. Seviyor muydu bilmiyordum ama bu iş onu bile yapmasına izin vermiyordu.

Parmak izleri alındı. Fotoğraflar çekildi. Soytarı, incelenmek üzere götürüldü. Baş komiser, Savcı ve Aral kaldı kapının başında. Savcı baş komisere birtakım yapılacak işler emretti.  Kapının epey çetrefilli bir açılma şekli var gibi duruyordu.

"Biometrikse sıkıntı," dedi Aral.

"Asaf bu kapı hakkında bir şey biliyordur," dedi Yiğit. "Sıkıştıralım bakalım ne çıkacak."

Sonra bana döndü Yiğit. "Bulmaca çözmekte iyisin gerçekten."

"Bildiğim yerlerden sormuşlar, birleştiriyorum sadece," diye mırıldandım. "Kartları kimin gönderdiğini ya da en azından kuryeyi bulsak bir cevabımız daha olurdu."

Onayladı beni. "Bakıyoruz o kadına. Şimdilik haber yok ama birkaç ipucumuz var gibi."

Ben sormadan bana ucundan bilgi vermesine şaşırdım. Gülümsedi hafifçe. Zor bir gün olduğunu anlıyordu sanırım.

"Var mı bakmak istediğiniz başka bir şey. Yoksa olay yeri incelemeye her yeri incelettireceğim."

Kafamı iki yana salladım. "Birinci kart burayı gösteriyor, üçüncü kart kapıyı açıyor ama ikinci kartın alakasını bulamadım."

"İkinci kart," diye mırıldandı Yiğit. "Kupa Valesi?"

Kafamı salladım. "Evet. Babamı temsil ediyor diye düşünmüştüm," dediğim sırada Aral'la göz göze geldik. Aynı şeyi düşündük. Stańczyk. Zaten babamı temsil ediyormuş... Yani doğru sırayla gidersek gerçekten bu kapıya getiriyor bizi. Doğru Corse burasıymış.

"Karttan yola çıkarak babanın durumunu çözmüşsün, söyledi Aral. Kafan zehir gibi gerçekten." Yiğit'in övgü dolu söylerine karşı nasıl karşılık verebilirim bilemedim. "Karları gönderen dostta olsa düşman da bizim tarafımızda olduğun sürece bu işi onlardan önce çözeriz."

Umarım öyle olurdu. Aral eldivenlerini çıkardığında burada işimizin bittiğini anladım. Ben de ellerimdekileri çıkardım. Günün anlam ve önemi zihnimin ortasına bir bomba gibi düştü anında. Dünyası başına yıkılacak biri için fazla sakindim. İlk olmadığı için miydi yoksa Aral'ın söylediklerine çok inandığım için mi emin değildim. Belki bir yemek yer, akşam ederdik. Ama konuşacaktık eninde sonunda. Kaçışı yoktu.

"Emekleriniz için teşekkürler," diyerek uğurladı bizi Yiğit.

Aral tekrar elimi tuttu oradan çıkarken. Birlikte çıkışa doğru adımlarken babamı düşünüyordum. Bu duruma nasıl gelmiştik? Gerçekten iyi bir sebebi var mıydı? İkna olabileceğim, ben de öyle yapardım diyebileceğim bir sebebi var mıydı gerçekten? Hâlâ benim tanıdığım o adam mıydı? Kim neden yapıyordu bunları? Dünyam küçüktü benim, kimseye zararım olmazdı. Bıraksalardı da kendi halimde yaşasaydım, olmaz mıydı?

Derin bir nefes alarak başımı yerden kaldırdım. Dönme dolaba kadar gelmiştik. Sanırım polis memuru palyaço müzesindeki müziği açarken dönme dolabı da çalıştırmıştı. Hoş bir klasik müzik çalıyor ışıkları yanıyordu. Kimse yoktu etrafımızda, yalnızca o ve bendik. Daha önce hiç binmemiştim. Tam Aral'a dönme dolaba binmeyi teklifi edecektim ki adımları durduğunda benim de adımlarım durdu. Elimi bırakmadan karşıma geçti. Çenemi kaldırıp yüzüne bakarken elimin üzerine bir öpücük bıraktı nezaketle.

"Benimle dans eder misin sevgilim?"

Sorusu şaşırttı beni.

"Ne?"

"Dans edelim," dedi gözlerime bakarak. "Bugün üçüncü günümüz."

Kalbim göğüs kafesim içinde hüzünle attı. Burada onlarca nefret ettiğim anım vardı ve bu soru tüm anıları silip attı zihnimden. Aral'ın siyah gözleri gözlerime bakarken dudaklarımda buruk bile olsa bir gülümseme peyda oldu. Edelim sevgilin. Belki şansımız olmaz bir daha.

Yalnızca onu düşünmeye çaba gösterdim. Kafamı salladım hafifçe. Montumun cebinden telefonumu çıkardım. Aklıma ilk gelen sosyal medya da viral olduğunu sonradan fark ettiğim bir şarkı oldu. İnsanlar bu şarkıda karın altında dans ediyorlardı. Ben de kaydetmek isterdim ama etmeyecektim. Bu ana tutunmayacaktım. Daha çok dans edebildiğim zamanlar olması için dua edecektim. Anılar beni korkutuyor Aral. Bir anı olarak kalmasın ne olur.

Şarkıyı açtıktan sonra gözlerine baktım sevgiyle. Referans yaptım özenle. Gülümsetti bu onu da. O da beni selamladı. Sağ elini sırtıma yerleştirirken ben de sol elimi omzuna yerleştirdim. Onun sol benim sağ elim bileştirdi. Birbirimize ne yakın ne de uzakta müziğin ritmiyle dans etmeye başladık. Adımlarımız müziğe, şarkı ise bize uyuyordu sanki. Her bir sözü içimde bir ağlama istediği oluşturuyordu ama isteğe kulak asmıyordum.

Az önce bir sır perdesini aralayan, gizli kapılar bulan birkaç saat sonra dünyası başına yıkılacak olan biz değildik sanki. Aral'la üzerimize kar yağarken en korktuğum günlerden birinde, nefret ettiğim bir lunaparkta vals yapacağımı ve bunun beni her şeye rağmen çok mutlu edeceğini hayal bile edemezdim.

Her gidip geri gelişim de biraz daha azalıyordu aramızdaki mesafe. Aral beni her uzaklaşıp geri dönüşümde daha sıkı kavrıyordu uzaklaşmamı istemiyormuş gibi. Artık dans ederken başım göğünse yaslıydı. Adımlarımız uyum içinde gidip gelirken son kez geri çekildim ve ona döndüm hızla. Sağ kolu belime sarılırken beni geriye yatırdı yavaşça. O da üzerime eğilmişti. Üzerimize kar yağarken güzel yüzüne bu açıdan bakmak kalbimi küt küt attırdı. Gözlerimden yaşlar aktı şakaklarıma doğru.

Kaşları çatılacak oldu. Sağ elimi yanağına koyup uzandım dudaklarını ufak bir öpücük bıraktım. Gülümsedim içtenlikle.

"Soğuktan," dedim göz yaşlarımı açıklayarak. "Kaldır beni hadi, kolun acıyacak."

Dili dudaklarını ıslatırken beni kaldırdı. Bir şey söyleyecekti ama izin vermedim.

"Dönme dolaba binelim mi?" diye sordum ondan önce davranıp.

Gözlerimi kaçırdım elimde olmadan gözlerimin içine bakıp ne kadar korktuğumu anlasın istemiyordum. Onun için de kolay değildi ki.

"Ama çalıştıracak biri lazım," dedim düşünceli bir sesle sanki şu an tek derdim buymuş gibi.

"Binelim," dedi gözleri yüzümde gezinirken.

Ona kaçak göçek bir gülümseme verip elinden tuttum ve dönme dolaba götürdüm. Hevesim de yoktu böyle şeylere hiç ama kaçmak istiyordum. Zaman öldürmek ve Aral'la yapabiliyorken bir şeyler yapmak istiyordum. Bugün üçüncü günümüz. Dört yüz yirmi altıncı günümüz olabilirdi. Yüz kırk iki tane üç gün yapar bu Aral. Sana da haksızlık gibi gelmedi mi? Sen nasıl sevebiliyorsun ki beni bunca şeye rağmen. Yerlerimiz değişmiş olsa ben çok kırgın olurdum sana belki de. Kızgın olurdum.

Dönme dolabın merdivenlerini çıkıp kabinin kapısını açtım ve koltuğa oturdum. Kapalı camdan bir kabin olduğu için içerisine kar yağmamıştı ama çalışmadığı için buz gibiydi içerisi.

Aral, Kürşat'ı arayıp onu dönme dolabın olduğu yere çağırdı. Yirmi dakika kadar sürüyordu bir tur atması sanırım, kocaman bir şeydi. Yirmi dakika yalnızca Aral'la olacaktım.

Aral kabine girip arkasından kapattı kapıyı ve yanıma, soluma oturdu. Kürşat yalnızca başlat tuşuna bastı ve dönme dolap hareket etti. Oturduğum yerde Aral'a sokuldum üşüyerek.

"Dizime otur," diye teşvik etti beni hemen. "Karnın ağrıyacak sonra."

Kalbimi kırdı bu ince düşüncesi. Regl olduğumu bile unutmuştum ben halbuki. Soğuk mindere oturursam karnımın ağrıyacağı gerçeği aklıma bile gelmemişti.

Kafamı iki yana sallayıp yanağımı sağ koluna yaslayarak koluna sarıldım iki elimle. "İyi böyle," diye mırıldandım.

Öğle saatlerine girmiştik ama hava o kadar kapalıydı ki evlerin ışıkları, trafik ışıkları ve arabaların farları akşam gibi hissettiriyordu. Güzel bir manzarası vardı. Bir süre sessizce manzarayı izledim. Bugün dünya başıma yıkılırsa bu anı yine de güzel hatırlayabilecek olmayı diliyordum yalnıza. İnsan kötü hissettiğinde aklına yalnızca kötü anıları gelirdi. İyi tek bir anı yokmuş gibi. Bu anlara tutunabilmeyi diliyordum.

Yanağımı koluna sürttüm. Kokusu çalındı burnuma. Çenemi kaldırıp yüzüne baktım özleyerek. O ilgiyle beni izliyordu. Gözlerimiz birbirine kenetlendiğinde siyah gözlerinin içinde kendi yansımamı gördüm. Ayna ayna söyle bana var mı bu dünyada benden daha güzeli diye sorsam şüphesiz yok diyecek tek yansıma onun gözlerindeydi. İçim sıcacık oluyordu gözlerine bakınca. Kendimi seviyordum. Gözleri bana kendimi sevdiriyordu. Gözlerini seviyordum.

"Daha önce hiç dönme dolaba binmemiştim," diye mırıldandım onunla sohbet etmeyi çok isteyerek.

Gülümsedi hafifçe. "Ben de binmemiştim."

Soğuktan kızaran tenine bakarken elimi uzatıp iki parmağımın tersiyle yanağını okşadım. Ona dokunmamı beklemediği için duraksadı bir an. Öyle dokunarak seven biri değildim. Sürekli yanaklarımı okşamak onun işiydi ama ben de ondan öğrenmiştim zaten. Keşke benim de ellerim sıcak olsaydı, yanakları ısınırdı ama benim elim yanağından daha soğuktu muhtemelen. Fakat hiç şikayetçi gözükmedi.

Burnumu çektim. "Küçükken tanıyor olsaydım seni, birlikte kaçardık." Küçükken istediğim ama alamayacağımızı bildiğim için hiç dile getirmediğim o güzel bebeklere benziyordu. Aral keşke benim olsaydı hep. "Her şeyi birlikte yapardık."

Sağ eli koluna sarılı sol elimi sıcak avucu içine aldı. Gözlerimin içine baktı. "Yine yaparız."

Kalbim çarptı göğsüme. Yapardık değil mi? O kadar korkak biriydim ki anda bile kalamıyordum ve bu o kadar yorucu bir durumdu ki.

"Ben anda kalamıyorum hiç," diye mırıldandım kendime sinir olarak. "Şu an bizden başka hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Burada, bu dönme dolapta, bir tek sen kal, kafamdaki her şey sussun istiyorum halbuki."

"Bir tek bana kulak as o zaman," dedi gözlerime bakarak. "Dünkü gibi. Bir tek ikimizi ve şu anı düşün."

Sağ kolunun aramızda olmasından hoşlanmıyormuş gibi aramızdan çekip belime sardı. Beni kendisine yaslarken başını sağ omzuna yatırıp dudaklarını yanağıma yasladı. İçim sıcacık oldu bu ani öpücükle. Ona sokulurken başımı ona yasladım, gözlerim kapandı. Uzun bir öpücük bıraktı yanağıma. Sıcak nefesini yüzüme verdi, burnunu tenime sürttü sonra. Bunu yapmasını seviyordum. O bana sürtününce benim de ona sürtünesim geliyordu hep. İki kedi gibi hissediyordum bizi sonra ve bu beni gülümsetiyordu. Birbirine sırnaşan siyah ve turuncu iki kedi gibi hayalimde canlanıyordu.

"Buz gibisin," dedi bundan hoşlanmayarak. "Çıkma kollarımın arasından."

Keşke hiç çıkmasaydım. Uzun yıllar kollarının arasında yaşardım ben şikâyet etmeden. Onu bir de Alin'i alıp bir yere kapansak ve uzun bir süre üçümüz yaşasaydık, ne güzel olurdu? İsterlerse Batı ve Doğu da gelirdi. Kendi ufak ailemizi kurardık. Aral, Alin'e iyi bir abi olmayı bırak, iyi bir baba bile olurdu. Kendi kardeşlerine nasıl olmuşsa Alin'e de olurdu. Biliyordum. Benim için ben istemeden yapardı.

Bizim babamız bizi belanın beşiğine bırakmıştı. Yaşatamayacaksa ne diye bizi yapmıştı? Zor bir hayata çocuk getirmek salt bir bencillikten ibaret. Kim ödeyecek yaşayamadığımız anların hesabını?

İyice ona doğru sokulurken derin içli bir nefes aldım. Düşünme Lina. Aral'ı düşün bir tek. Anda kal bir tek. Dünyanı elinden alacaklar ellerinde bunlar kalacak bir tek.

"Aral," diye mırıldandım.

"Hım," diye mırıldandı dudakları tenime yaslı durduğu için.

"Hiç baba olmak istedin mi?" diye sordum merak ederek.

Normal sıradan spontane sohbet etmek istiyordum onunla. Sevgililer normalde neler konuşuyordu bilmiyordum ama günlük hayattan, gelecekten, gelecekteki ihtimallerimizden bahsetmek istiyordum. Mesele Aral'dan üç sene sonraki hayal ettiği bizi dinlemek isterdim. Ama sormayacaktım. Heveslenirdim. Heveslenirsem çok üzülürdüm. Kursağımda kalır çünkü benim. Bugünden bile belli bu.

"İçinde olduğum hayatta mı? Yoksa genel olarak mı?"

Burnumu çektim. Demek ki şu an istemezmiş. Kim isterdi ki böyle bir hayata çocuk getirmek? Babam getirdi de ne oldu?

"Genel olarak," diye mırıldandım. "Normal insanlar gibi kafede buluşup ilk kez tanışabileceğimiz gibi bir hayatın olsaydı."

İç çekti. "Sen de olacaksan isterdim."

Kalbim küt küt attı. Dudak büktüm. "Sevimli olmana gerek yok. Gerçekten merak ettiğimden sordum. O hayatta da illa benimle olmak zorunda değilsin. Ne kadar insan var dünyada sonuçta."

"Gözlerime bakıp bakmamana göre değişir."

Anlamayarak gözlerimi yüzüne çevirdim. O da bana bakıyordu.

"Nasıl yani?"

"Sana baktığımda bir, sen beni gördüğünde iki kişiden ibaret bana göre." Ne diyeceğimi bilemedim. Dudaklarını şakağıma bastırdı. "Sen yoksan o hayata gitmeye gerek yok."

Her seferinde beni bu kadar sevmesine şaşıp kalıyordum. Bu ben de ağlama isteği uyandırıyordu. Ya kaybedersem diye ağlama istediği uyandırıyordu. O isteğe uymamak için savaş veriyordum resmen.

"Diyelim ki," diye mırıldandım bu kadar sevgiyi kabullenemeyerek. "Ben yokum ama ailen normal bir hayat sürüyor, mutlusunuz. İstemez miydin o hayatı?"

"İsterdim," dedi gözlerime bakarak. "Ama kendim için olmazdı bu, onlar için isterdim." Dürüsttü ve alınganlık göstermeyeceğimi biliyordu. "Senin de bensiz ama iyi bir hayatın olacaksa onu da isterdim Lina."

"Ben de Alin için isterdim," dedim dürüstçe ona katılarak.

Birbirimizi çok sevdiğimizi biliyordum. Ama ikimizin de üzerine ailesi yıkılmış gibiydi ve biz hep ilk onları düşünmek zorundaydık.

"O zaman biz birimizin iki numarası mıyız?"

Gülümsetti bu söylediğim onu. "Öyleyiz."

"Gerçekten iki olabilir miyim yani?" diye sordum bu beni çok mutlu ederken. O kadar sevdiği insan vardı. İki numarası olabiliyor muydum yani?

İç çekti gözlerime bakarak. Kafasını geriye yatırdı sonra yavaşça. "Çok tatlısın," dedi bayılmış gibi. Âdem elması belirginleşirken yutkundu. "Sarhoş halinle normal halinin arasında en ufak bir düşünce farkı yok Lina."

Kaşlarım çatıldı hafiften. Sarhoşken de mi bundan bahsetmiştim? Gerçekten abayı yakmışım ben bu adama.

Bana baktı yine ve yanağımı sıktı hafifçe. "Bir numara bile olursun istersen."

Kalbim ima ettiği şeyle ritmini kaybettiğinde surat astım huysuzca. "Dalga geçme." Geçmediğini biliyordum halbuki.

"Baba olmam için evlenmem lazım," dedi gülümseyen bir yüzle. "Ben eski kafalıyım biraz. Evlenmeden olmaz o iş."

Gülmeden edemedim bu söylediğine. "Baklavayı anca düğünde mi yiyeceğim yani?" diye sordum utanmadan.

Gamzeleri çıkarak kadar gülümsetti bu söylediğim onu, burnundan bir gülüş sesi işittim. Çok güzeldi gülerken. 

O sırada bir aydınlanma yaşadım. "Yani hiç sevişmedin mi?" Diye soruverdim bir an yüzüne dan diye.

"Ha senin derdin o yani?" Dedi gülümseyerek. "Bakir miyim diye mi merak ediyorsun?"

Etmiştim bir anda. Edemez miydim? Ayıp mı olmuştu?

"Ben öyleyim," dedim adil olmak için. "Hatta ilk öpüştüğüm de ilk sevgilim de sensin benim."

O da söylesindi. İsim versindi. Yazıklar olsundu çünkü eğer beni bulmadan yapmışsa. Utanmaz ve de arlanmazdı. Ayıptı. Ne münasebetti? Küsememdi de ama ben de ilk olayımdı bir kere hayatımda. Ne vardı yani?

"Ben de öyleyim," dedi yüzünde şu an benimle eğlendi için çok keyifliymiş gibi bir gülümseme varken. "Ayrıca benim de ilk öpüştüğüm kadın sensin."

Bu iki cevabına da hem şaşırmış hem şaşırmamış hem de mutlu ve memnun olmuştum istemsizce.

"Gerçekten öyle misin?" dedim kaşlarım şaşkınlıkla kalkarken.

Hiç mi olmamıştı yani? Efendi miydi hep bunca sene? İlk sevgilisi değildim, hiç mi öpüşmemişti Defne ile?

Kaşı kalktı. "Hovardaya mı benziyorum?" Bunu sorarken alaylı bir ifadesi vardı.

"Benzemiyorsun," deyip kafamı iki yana salladım. "Ama tutkulu bir kişiliğin olmadığını da söyleyemezsin. Temas bağımlısısın bir kere." Sevişmemesi yine anlardım, ilk uyuduğu kadın bile bendim ama öpüşmemesine çok şaşırmıştım.

Güldü bu söylediğime. "Evet inkâr edemem bunu," derken bile yanağımı okşuyordu. Bir zahmet etmesindi. "Ama bir tek sana karşı bu durum."

"Eski sevgiline ne kadar dokundun düşünmeyeyim diye öyle söylüyorsun gibime geldi," dedim gözlerimi kısarak. Ciddi değildim. Onu geçmiş ilişkisiyle yargılamazdım. Hele öyle bir ilişkiyi asla. Üzülürdü. Kıyamamdı.

"Yanlış gibine gelmiş," dedi o da beni taklit ederek. "Elim sana uzanıyor, mani olamıyorum buna," deyip baş parmağı dudaklarımı okşadı. "Sana dokunmadan iletişim kuramıyorum sanki. Hep bir kol mesafemde tutmak istiyorum seni, uzandığımda seni tutabileyim istiyorum. Elim sana uzanıyor ben farkında olmadan. Sevmek istiyorum gönlümce. Öpmek istiyorum hep. Normal şartlarda Lina, kadınlara karşı mesafeyi hep maksimum ölçüde tutan biriyimdir."

Annenden ötürü. Biliyorum. Taciz düşüncesi bile delirtiyor seni. Biliyorum. Ama sevgiline bile mi Aral? Defne'yi öpemeyecek kadar mı kötü durumdaydın? Defne'yi öpmediği için memnundum ama içinde olduğu psikoloji kalbimi kırıyordu. Üstelik Defne ne kadar hor sevmiş seni. Ona elimde olmadan düşmanlık besliyorum Aral.

"Defne ile seninki gibi başlamadı ilişkimiz," dedi sanki kafamın içini görüyormuş gibi. "Özlem tanıştırmıştı bizi. Mesleklerimiz, yaşam tarzımız, kişiliklerimiz uyumluydu. Denemeye karar verdik. Aşık olduğumdan başlamadı yani ilişkimiz bizim. Saygı ve sevgimiz vardı bir yere kadar. Çok da uzun sürmedi zaten, öpmeyi isteyeceğim kadar uzun bir süreç olmadı. Senin farkın buradan kaynaklanıyor. Ben sana çok aşığım."

Kalbime çok kötü şeyler yapıyordu tam şu an. Yapabilirdi bana ne istiyorsa. Gönlünce sevmek mi istiyordu? Alsındı tepe tepe kullansındı kalbimi. Öpmek mi istiyordu, dudaklarım ne güne duruyordu? Öpebilirdi gönlünce. Hiç sorun yoktu.

"Ve sevgilim," dedi yüzüme eğilip burnuma bir öpücük bırakırken. "Evlenmeden çocuk yapma konusundaki hassasiyetim aile problemlerimden kaynaklanıyor ama sana dokunma arzumu alamaz pek tabii elimden." Tüylerim diken diken oldu. Gerçekten arzu mu demişti o? "Yani istersen istediğin her şeyi yapabilirsin bana."

Yanaklarımın ısındığını hissettim. Hatta tüm vücudum ısınmıştı.

"Ahlaksız adam," diye söylendim gözlerimi kaçırıp.

Güldü yüzüme doğru. "Sen başlattın ben mi ahlaksız oldum?"

"Yo," diye inkâr ettim. "Ben bir şey yapmadım. Sen evlenmeden olmaz dedin."

"Üzüldün mü öyle dedim diye?" Diye alay etti benimle.

"Ne münasebet?" Dedim huysuzca. "Niye üzüleyim? İstersem gayet nikah basarım."

Gülüş sesi kulağıma dolarken içimdeki tüm sıkıntı uçmuş gitmiş, sanki gerçekten o kafede oturup buluşmuş gibiydik.

"Bas nikahı da görelim," diye meydan okudu bana tatlı bir sesle. "Görmeyi isterim. Bana ait kafamdaki gibi bir ailenin seninle olmasını, bizim ailemiz olmasını her şeyden çok isterim."

Hayal kurdurma bana Aral. Üzülürüm ben olmazsa. Olmaması değil, olacak gibiyken olmaması yaralıyor beni.

"Evlenme teklifi et de tam olsun," diye söylendim. Karnıma ağrılar girmişti.

"Evet dersen ederim," dedi asla geri asım atmayarak.

"İmdat," dedim. Gerçekten imdattı.

"Bak ya," dedi tatlı tatlı. "Bu acıttı."

Yüzüne uzanıp çenesine bir öpücük bıraktım. "Acımasın ama susman lazım bence artık," dedim o bana yüzünü eğerken.

"Sustur o zaman," diye meydan okudu dudaklarıma eğilirek.

Kabul ettim meydan okumasını. Sol elimi ensesine yaslayıp kendime çekerken ben de dudaklarına uzandım. Dudaklarımız birleşti hemen. Onu öpmek kadar iyileştirici ve mutlu edici başka hiçbir eylem yoktu. İlaçlar bile onun kadar baş döndürücü uyuşturucu değildi.

Sağ elini başımın arkasına yaslarken başını sağ omzuna yatırdı. Derinden öptü beni. Parmaklarımı sol çene hattında, boynunda adem elmasında ve köprücük kemiklerinde gezdirdim onu öperken. Yavaş ama sevgi doluydu öpüşmesi. Saç diplerini tırnaklarım talan ederken parmaklarım arasında hapsetmiştim saçlarını, tamamen ona yaslamıştım kendimi. Saniyelik nefes alma molaları vererek uzunca öptük birbirimizi. Birbirimizi hiç bırakmak istemiyormuş gibi öptük. Korktuğumuzdan birbirimizin dudaklarına tutunduğumuzu ikimizde biliyorduk bu yüzdendi bırakmak istemeyişimiz.

Nefes nefese ayrıldım karanfil tadan dudaklarından. Sıcak nefesi yüzümde dağılıp üşüyen yüzümü ısıttı.

"Seni seviyorum," diye fısıldadım banyoda ona karşılık vermediğim için üzülerek. "Ben de çok seviyorum Aral. Gösteremiyorsam üzgünüm. Elimden bu kadarı geliyor. Belki biraz daha kalırsam yanında... Daha çok öğrenirim."

"Kalacaksın," dedi dudaklarını şah damarım üzerine bastırmadan hemen önce. "Bu kalbin benim için böyle ritim bozduğu her an benim yerim senin yanın Lina."

Senin yerin benim yanım demiyordu. Benim yerim senin yanın diyordu. Aral'ın beni hiçbir şeye sözleriyle bile mecbur etmeyişleri, ihtimalini bile yüklemeyişleri kalbimi sıcacık ediyordu. Güvende hissettiriyordu bana.

Kollarımı omzuna dikkat ederek boynuna sarıldım. Sol elim ensesindeki saçları okşarken künyesine çarptı tırnaklarım. Bir gün. Başım dik, hak ettiğime inanarak künyeni istemek istiyorum Aral. Her şeyle yüzleşip haklı çıkarak, seni hak ederek istemek istiyorum. Evin olmak istiyorum. Evin olmayı hak etmek istiyorum.

Dönme dolap durdu. Her şey gibi bu da bitti. Derin bir nefes alarak kokusunu çektim içime. İstemeyerek geri çekildim. Gülümsedim ona, onu rahatlatmak isteyerek. Ayağa kalktım. Birlikte çıktık kabinden. Kürşat biraz uzakta sırtı dönme dolaba dönük bir şekilde bizi beklerken sigara içiyordu.

Gözlerimi Aral'a çevirdim usulca. "Nereye gideceğiz şimdi?" diye sordum korksam da.

"Yiğit'in burada çok işi var. Spor salonu sonraya kaldı. Tek işim sensin artık, seninim tamamen."

Tek işi ben olacağıma söz verdiği günün telafisi miydi bugün? Konuşacaktık o gün söz verdiği gibi. Çözecekti beni ve ben kopmuş olmaktan korkuyordum. Kopuk hayatları düğümler bir arada tutar Aral. Ya düğüm çözülünce ayrı düşersem senden?

Derin bir nefes aldım. "Alışveriş yapalım," dedim hafifçe gülümseyerek. "Sonra da Levent'teki evine gidelim?"

"Gidelim," diye onayladı beni. "Acıktın mı?"

Kafamı salladım. Kafasını salladı hafifçe.

Kürşat'la birlikte çıktık eğlence merkezinden. Şahin ve Mehmet Ali gözükmüyordu ortalıkta.

Elimi Aral'a uzattım bir şey ister gibi. İlgiyle gözlerime baktı kaşını kaldırıp.

"Ben sürebilir miyim?"

Gülümsedi, gözlerini Kürşat'a çevirdi. Tek kelime etmeden anlaştılar ve Kürşat bana uzattı anahtarlarını. "Ben nereye gideyim abi?" diye sordu sonra Aral'a.

Aral'ın arabası servisten gelmediğinden Kürşat'ın arabası vardı bir tek.

"Levent'teki eve gideceğiz biz. Sen direkt oraya geç."

"Eyvallah," dedi. 

Sonra gözlerini bana çevirip gülümsedi bana. Destek olmak istiyordu sanırım. Ben de ona gülümsedim hafifçe.

Bir taksi çevirerek ayrıldı yanımızdan. Saat 1'e geliyordu. Günün bitmesine on iki saatten az vardı. On iki saat içinde anneme göre dünyam başıma yıkılacaktı. Derin bir nefes aldım tekrar. 

Yapılacak bir sürü iş vardı. Korkmaya vakit yoktu şimdi. Dünyam başıma yıkılmadan önce yapmak istediğim şeyler vardı.

Aral'la arabaya ilerledik. Aral koltuğu kendime göre ayarlamam da yardımcı oldu bana nezaketle. Kemerini taktı, ben de kendi kemerimi taktım ve soğukkanlılık içinde çalıştırdım arabayı. Yola koyuldum.

"Biliyor musun yolu?" diye sordu bana.

"Tarif edebilirsin istersen," dedim hafifçe gülümseyerek.

"Tarif ederim de sen doğru dönebilecek misin?"

Gözlerimi kısıp ona baktım. Yüzünde bir gülümseme vardı.

"Kalbine doğru dön falan de o zaman?"

Yüzünde güzel bir gülümseme ile yüzüme bakarken dili dudaklarını ıslattı. "Kalbime doğru dön derim o zaman," diye onayladı beni. "Solumda her şartta."

Kalbimin ritmi bozuldu ima ettiği şeyle. Cidden imdattı.

Boğazımı temizledim. "Şoförün dikkatini dağıtmayınız," dedim önüme bakarken.

Burnundan güldüğünü işittim. Onun da gergin olduğunu biliyordum. Dudaklarına, çenesine ve sakallarına dokunuyor, sık sık yutkunuyordu ama beni germemek için rahatmış gibi davranıyordu. Ben daha çok gerilmeyeyim diye öyle değilmiş gibi davranıyordu. Düşünmemeye çalıştım bunu. Araba kullanırken panik atak geçirmek istemezdim hiç. Hallolacaktı. Bu, dünyanın başıma ilk yıkılışı değil. Bu kez yalnız da değilim. Benimle inşa etmek isteyen Aral'ım var yanımda. Nasıl yirmi beş günde bana yaşadığımı hissettirdiyse yine yapardı. Sorun yoktu.

Aral evininin çok yakınındaki bir alışveriş merkezini tarif etmişti bana. Arabayı dışarı park ettim. İndik birlikte.  Her zaman sıkı tutardı elimi ama nedense bu sefer ki tutuşu daha sıkı gibi gelmişti. Ya da ben kuruyordum kafamda.

Birlikte alışveriş merkezine girdik. Market kısmına yöneldik doğruca. Hiçbir şey düşünmeden olaya baktığımda bu çok sevimliydi aslında. Onunla yemek hazırlamak için alışverişe çıkmak, sonra eve gidip yemek hazırlayacak olmak tatlıydı. Bir markette çalışmıştım. Fakat bir alışverişin bu kadar güzel bir aktivite olacağını düşünmemiştim hiç. Aral çalıştığım markete geldiğinde ne kadar aksiydim halbuki. Şimdi elinden tutuyordum ve bu anda kalmak için hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordum. Hiçbir şey yokmuş gibi davranırsam belki hiçbir şey olmazdı gerçekten.

"Ne oldu?" diye sordu Aral yüzüme bakarken.

Dudaklarımda buruk bir gülümseme olduğunu fark etim. "Aklıma çalıştığım markete gelişin geldi," diye mırıldandım. "Evine uzak o market."

"Senin için gelmiştim," diye onayladı beni. "Senin doğum günümde kapıma geldiğinden bahsetmemiştim Şahin'e. Ertesi gün sen savcılığa gelince artık senden uzak duramayacağımı biliyordum. Kürşat da biliyordu ama Şahin bilmiyordu. Onu arabada bırakıp içeri girdim. Dışardan izliyordu beni. Seni kasada benimle konuşurken görünce kafayı yemiştir muhtemelen."

Bunu hiçbir şey yokmuş gibi anlatıyordu ama bu onun için üzücü bir anıydı aslında. Şahin de Kürşat da aslında beni tanıyorlarmış hem. Aral benden uzak durmak için kendini tutuyormuş.

"Tanışıyor muyduk onlarla da önceden?" diye sordum merak ederek. "Yüz yüze yani."

Hatırlamayışıma yanmak fayda etmiyordu. Şimdimi yakmasa diye dua ediyordum yalnızca.

"Yok," dedi kafasını iki yana sallayıp. "Benle tanışıyorsun. Bir de Deniz'le."

Adımlarım duraksadı. Şaşkınca ona baktım. "Ne?"

Gülümsedi bana hafifçe. Gülümsüyorsun Aral ama için için yanıyorsun halbuki değil mi?

"Ellerimizin fotoğrafı olan mekân Deniz'in restoranı."

Şaşırmıştım ve bu kadar şaşırmam Aral'a çok büyük haksızlıktı. Biliyordum. Özür dilerim.

Gülümsedi hafifçe. "O gün de onun yüzünden şarap içip sarhoş olmuştun."

O an aklıma Corse'a gittiğimizde Deniz'e daha önce hiç içmediğimi söyleyince 'Hiç mi?' diye soruşu geldi. 

Aral yanağımı sıktı hafifçe yüzüm asıldığı için. "Üzül diye anlatmadım."

Yapma Lina. Böyle yaparsan anlatmaz. Kardeşleriyle olan olayda da böyle oldu. Aral üzülürsen anlatmaz sana. Anlatamazsa da kurtulamaz, kurtulamayız. Alma elinden bunu.

Yürümeye devam ederken "O zaman da mı çok saçmaladım?" diye sordum yüzüne bakarken. 

Cıkladı. Hiçbir zaman saçmaladığımı kabul etmiyordu zaten. Gülümsedi sonra bu anıyı seviyormuş gibi.

"Elimi tuttun tüm akşam," dedi gözlerime bakarak. Tüylerim ürperdi. "Ellerimi sevdiğini söyleyip seni eve bırakana kadar elimi tuttun."

Ellerin Lina, ellerin.

Ben senin ellerini nasıl bırakmışım Aral? Niye bırakmışım? 

Bir üzüntü sararken kalbimi elini daha sıkı tuttum. Sol elimi kaldırıp elinin üzerine öpücük bıraktım. "Özür dilerim," dedim içtenlikle. "Unuttuğum için özür dilerim."

Adımları durdu Aral'ın. Aniden beni kolları arasına alıp sıkıca sarıldı. Kalbinin ritmi her zamankinden hızlı ve düzensizdi. Ya canı yanıyordu ya da korkuyordu. Aynı rahatsızlık benim kalbime de nüksetti. Başımı göğsüne bastırırken sessizce yüzünü saçlarıma yasladı. O an o kadar çaresiz hissettirdi ki, ağlamak istedim.

"Bırakma bir daha," dedi güçlü tutmaya çalıştığı sesiyle. "Sen elimi bırakma ben herkesi yenerim Lina. Her şeyi yenerim. Özür dileme benden. Yeter ki unutma beni bir daha. Bir kol mesafemde dur hep."

Kalbim kanıyormuş gibi bir yoğunluk, taşkınlık hissettim içimde. Karnıma bir kramp girdi.

Tepemi öptü birkaç kez. Geri çekilip ellerimi tuttu ve iki avuç içimi de öptü, yanaklarına yasladı. Kalbim kırıldı. Yanaklarını okşadım sevgiyle. Gözlerim doldu, ağlamak istiyordum ama yapmak istemiyordum.

"Korkma," dedi gözlerime bakarak. "Ben yanındayken korkma. Halledeceğim her şeyi. Bir daha aynı şeyleri yaşamayacağız ve bir daha kimsenin sana zarar vermesin izin vermeyeceğim."

Yüzüme eğilip alnımı öptü. "Ağlamak yok güzel sevgilim," diyerek nemli kirpiklerimi sildi. Gözlerimin içine baktığında o gücü gördüm gözlerinde. Onu gözlerine bakarak güç kazanmak istedim.

"Şimdi alışveriş yapacağız. Sana yemek yapacağım. Sen de bana vanilyalı kek yapacaksın. Birlikte yiyip konuşacağız ve yine kollarım arasında uyutacağım seni. Yarın Lina, güneş tekrar doğduğunda tarih değişmiş olacak, olaylara bakış açın farklı olacak belki ama yine benim yanımda olacaksın. Gözlerime baktığında sevdiğin adamı göreceksin yine. Tamam mı?"

Kafamı salladım buna onun kadar inanmak isteyerek. Alnıma bir öpücük daha bıraktı sevgiyle. Yüzündeki sol elimi tekrar öpüp yüzünden indirdi ve elimden tutarak beni markete soktu.

Markete adım atarken Aral'ın söylediklerine inanarak girdim içeri. Tüm kötü düşünceleri marketin önünde bıraktım. Onunla sadece o anı düşünerek alışveriş yaptım.

Ben kek malzemeler seçerken Aral yemek için benim de fikrimi alarak bir şeyler seçiyordu.

"Sade mi seviyorsun keki?" diye sordum soslara bakarken. Alin soslarla süsleyip yemeyi severdi.

Kafasını sallayarak onayladı beni. "Evet. Ama kendin için alabilirsin," dedi reyona yaslanmış beni izlerken.

"Çok mu oyalandım?" diye sordum dakikalardır sos okuduğumu fark ederek.

Dalıp gidiyordum elimde olmadan. Ya da okuduğumu anlamıyordum.

Yüzüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına ittirdi. "Sorun değil."

Kararsız kaldığım için hem çikolatalı hem de kırmızı meyveli sostan aldım. İsraf ediyormuşum gibi geldi ama Aral gönülsüzce yaptığımı düşünsün istemiyordum.

Market alışverişini ben ödemek istedim. Karşı çıktı biraz ama ben kazandım. Sigara aldı kendisine. Onu kendisi ödedi. Dışarı çıktığımızdan beri yaktığı yedinci sigaraydı. Gergindi çünkü. Takılmadım. Eşyaları arabaya taşıyıp anahtarları Aral'a teslim ettim. Evine kadar gelmiştik zaten o yolu daha iyi biliyordu. Bizi beş dakika dolmadan rezidansın bahçesine getirdi. Kürşat lobideki güvenlikle oturmuş muhabbet ediyordu.

Ona selam vererek çıktık yukarı. Eşyaları mutfağa bırakıp banyoya gittik. Ellerimizi yıkadık. Ev sıcaktı. Bu yüzden Aral daha rahat kıyafetler giyebileceğimi söyledi. Memnuniyetle kabul ettim. O mutfağa geçerken ben odasına gittim. Odasının kokusunu içime çektim derin bir nefesle.

Dolabını açıp gönlümce bir şeyler seçtim. Kot pantolonumu bir kenara kaldırıp taytımla kaldım. Üzerimdekileri de çıkardım ve siyah bir tişörtünü üzerime geçirdim. Kollarını katlarken tekrar banyoya girdim. Kişisel birtakım uğraşlardan sonra saçlarımı toplayarak mutfağa ilerledim. Aral gömleğinin kollarını yukarı katlamış dikkatle sebzeleri yıkıyordu.

Onu görünce bile kalbim küt küt attı. İç çektim. Anın tadını çıkar Lina. Kazancına bak bir gün kaybından önce. Hadi kızım. Üzme şu adamı daha fazla. Onu da geriyorsun. Yük olma omzuna. Yük al. Aslansın. Yaparsın. İnanmıyor musun Aral'a? Kollarında uyuyacaksın gün sonunda. Demek ki o kadar da kötü değil. Kim bir yıkım alır koynuna?

Derin bir nefes verip yüzüme bir gülümseme yerleştirdim ve ona adımladım.

"Ben ne yapayım?" diye sordum ilgiyle.

"Patates soyabilirsin," deyip yıkadığı patatesleri önüme bıraktı.

"Yes chef," diye mırıldanarak bir bıçak aldım ve patates soymaya başladım.

Aral sebzeleri doğradı hızlı hızlı. el yeteneği çok iyiydi. Adli tıp uzmanı olmasının da bir katkısı var mıydı acaba?

"Deniz görse kıskanı şu yeteneği," diye övdüm onu yüzüme bir gülümsemeyle.

Gamzesi gözükecek şekilde gülümsedi. "Bak sen."

Kıkırdadım. "Her şey de yetenekli olmak yormuyor mu sizi bey efendi?"

Burnundan güldü bu iltifatıma. "O sizin güzel bakışınız hanım efendi."

"Yok yok," diye karşı çıktım bunu sürdürmek isteyerek. Çünkü sürdürdükçe üzerimizdeki gerilim azalıyordu sanki. "Siz baya çok yeteneklisiniz. Yakışıklısınız da. Boyunuz posunuz falan," derken elimdeki bıçakla baştan aşağı onu gösterim. "Baya iyisiniz yani."

"Alıcı gözüyle bakmışsınız," dedi keyifli bir ifadeyle doğradıklarını derin bir tavaya alırken.

Kafamı salladım. "Allah sahibine bağışlasın pek tabii."

Arkamdan geçerken sol şakağıma kaçamak bir öpücük bıraktı. "Bağışlar bağışlar," diye onayladı beni.

İçime sıcacık oldu. "Bağışlar de mi?"

"Bağışlar."

Beni onaylarken patatese değil ona baktığım için bıçak hafifçe parmağımı kestiğinde acıyla yüzümü buruşturup gözlerimi parmağıma çevirdim. Önemli bir şey değildi ama bıçağa ve patatese bulaşmıştı biraz. Bıçaktaki kanı gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Sol gözüme bir ağrı girdi yine.

"Lina." Uyan.

"Lina?"

Kalbimin gümbürtüsü kulaklarıma kadar gelirken aniden açtım gözlerimi. Elimdeki bıçakla Aral'a döndüm. Tedirgin bir bakışla beni izliyordu.

"Parmağımı kestim," dedim gözlerimi birkaç kez kırpıp. Sonra da gülümsemeye çalıştım. "Az bir şey ama. Sorun değil."

Elimdeki bıçağı alıp lavaboya bırakırken parmağıma baktı dikkatle. "Çok mu acıdı?"

Kafamı iki yana salladım o elimi suyun altına tutarken. Gerilmişti sanırım biraz.

"Sorun yok," dedim rahatlaması için gülümseyerek. "Minicik zaten. Yara bandı yapıştırırım şimdi."

Kafasını salladı. Bir peçeteyle parmağımı kurulayıp çekmeceden yara bandı çıkardı. Mutfakta yara bandı olması çok mantıklıydı. Özenle parmağımı yara bandı ile kapattı. Üzerine de bir öpücük bıraktı.

"Patatesleri ben soyarım."

Kafamı salladım. "Ben de kek yapayım o zaman."

Gözlerinde birtakım duygular geçti ama yakalayamadım yine. Yapmasa mıydım kek? Kötü bir anısı var gibiydi. Kötü anısı olsa Şahin ima etmezdi ama. Belki de ben yapmıştım daha önce ona ama hatırlamıyordum. Ondan üzülüyordu. Kötü anıları iyiye çevirmek istiyordum. Yapacaktım o yüzden. Sevdiğin kısımları tekrar ederiz demiştim sana Aral. Tekrar eder eder çoğaltırız.

"Yemeğin yanıyor," dedim burnuma karamelize sebze kokusu gelirken.

Yanağımı okşayıp ocağın başına gitti. Derin bir nefes alarak, moodumu düşürmeden, hatırladığım şeyin üzerine düşünmeden kekime odaklandım. Yaptığım en iyi vanilyalı kek olacaktı. Her şeyini ölçü ölçü yapacaktım. Harika olacaktı.

Büyük bir titizlikle kekimi yaparken onunla da konuşmak isteyerek konuşacak bir konu aradı zihnim. Sessizlik korkutuyordu beni.

"Diyelim ki bir kız kardeşin var," diye mırıldandım şeker ve yumurtayı karıştırırken. "Yakın bir arkadaşınla ilişkisi olmasını ister miydin? Mesela Şahin'le?"

Aklıma ilk gelen konu Kürşat ve Yasemin olmuştu.

"Zor bir karar," diye cevapladı beni başı bana dönerken. Tavadaki sebzeleri soteliyordu ve çok güzel görünüyordu bunu yaparken.

"Neden?" diye sordum ben de karıştırmaya devam ederken.

"Şahin'i çok severim çünkü. Kız kardeşim de canımdan kanımdan. Araları bozulduğunda Şahin'le aram eskisi gibi olmayacak hiçbir zaman. Kaybetmek istemem onun gibi bir adamı."

Makul bir cevaptı. Anlaşılabilirdi. En azından 'o gözle bakmış kız kardeşime' kafasında biri değildi.

"Ama harika olurlarsa?" diye sordum bu kez. "Çok güzel bir ilişkileri olur, evlenirlerse falan?"

"Şahin'den daha iyi adam bulamazdı. Desteklerdim," dedi emin bir sesle. Sonra gülümsedi bana. "Hem kardeşimin canını sıkarsa Şahin'i dövmesi daha kolay."

Gülümsedim elimde olmadan. "Döşeme sanatı."

Onayladı beni yüzünde tatlı bir gülümsemeyle. Az önceki gerginliği uçup gitmişti neyse ki.

"İleri döşeme sanatı hem de."

Kıkırdadım. Onları kavga ederken görmek asla istemezdim ama Şahin'in tepkisini de görmek komik olurdu sanırım.

Gözlerini tavasına çevirip davlumbaz ışığı yüzüne düşerken "Nasıl anladın?" diye sordu.

Kaşlarım kalktı. "Neyi?"

Bana baktı yine. "Kürşat'ın Yasemin'i sevdiğini?"

Elim duraksadı. Çok mu bariz soruyordum ben böyle soruları? Kürşat da ona Aral'ı sorunca hemen bilmişti. Alışık değildim ki derdimi anlatayım, fikir alayım insanlardan.

"Biliyordun yani," diye mırıldandım malzemeleri yavaş yavaş eklemeye başlarken. Gerçi yakınlardı, Aral bilmeyecek de kim bilecekti?

Kafasını salladı.

"Ben insanlarla iletişim kurmakta iyi olmadığım için gözlemler dururum," diye açıklamaya başladım. "Davranışları üzerine düşünürüm nasıl insanlar olduklarını anlamak için. İkili ilişkiler dikkatimi çekmezdi daha önce. Bir insana şefkatle sevgiyle nasıl bakılır görüyordum ama aşkla bakma eylemini seninle deneyimledim. İlk kez senin gözlerinde izledim. O yüzden tanıması biraz zaman aldı sanırım."

Gözlerime bakarken yumuşak bir bakış oldu yüzünde. Biliyordum bu bakışı. İçi gidiyordu bana şu an. Çözmüştüm onu.

"Senin bana baktığında oluşan bir ifade vardı Kürşat'ın yüzünde dün. Tanıdım hemen o yüzden."

"Bak sen," dedi gülümseyerek. "Benim sana baktığım gibi mi bakıyordu?"

Kafamı salladım. "Hım. Fark etmedin mi sen de?"

"Masada Kürşat'ın değil senin yüzüne bakıyordum ben Lina," dedi hafifçe gülerek. "Senin gülen yüzün daha çok ilgimi çekiyor."

İçim sıcacık oldu. Ben de bakmak istemiştim hep yüzüne ama çekinmiştim. Şimdi düşününce çekinmek için zamanımız bile yokmuş gibi geliyordu.

Boğazımı temizledim. "Ne olacak peki?" diye sordum merak ederek.

"Bir şey olmayacak," dedi hafifçe omuz silkerek. "En azından bu iş bitmeden zor."

Kaşlarım çatıldı hafifçe. "Bu işle onların ne ilgisi var ki?"

"Şahin, Yasemin'i uzak tutmak istiyor bu hayattan. Kürşat'sa benimle birlikte tam ortasında bu işin."

Dudak büktüm. "Başka işe girer belki? Girmez mi?"

Buruk bir ifade oldu yüzünde. "Gitmez. En azından bu iş bitmeden kovsam da gitmez Kürşat."

İç çektim hüzünle. "Bu iş bitince ne kadar insanın hayatı değişecek aslında," diye mırıldandım. "Kimler ayrı kimler birlikte olacak kim bilir."

"Biz bir olacağız," dedi gözlerime bakarak emin bir sesle. "Üç sene sonra da evleneceğiz."

Gülümsetti bu söylediği beni. "Bakarız dedim," dedim huysuzluk ederek.

Gülümsedi bana. "İkna ederim ben seni üç seneye."

Kıkırdadım ama içimden ağlayasım geliyordu korkudan. Umutlanıyordum o öyle deyince. Dünyamın başıma yıkılmayacağına, yıkılsa bile tekrar inşaa olabileceğine ikna oluyordum.

"Şahin kızar mı Kürşat'a?" diye sordum bu kez.

"Kızar," dedi düşünmeden.

"Neden?"

"Kürşat'ın içinde olduğu hayat yüzünden, dediğim gibi." Sonra gözlerini bana çevirdi. "Hem Şahin'in babası Fikret amca da evlenmelerine izin vermezdi."

"O neden?" diye sordum kaşlarım daha çok çatılırken.

"Yasemin diş hekimi olacak," dedi keyifsiz bir sesle. "Kürşat lise terk en basitinden."

"Ne olmuş? Çalışıyor, para kazanıyor, iyi biri. Hem ailesine bakmak için yapmış. Böyle insanlar zor bulunur."

Onu savunmam gülümsetti onu. "Kürşat mı anlattı sana bunları?"

Kafamı salladım.

"Kardeşi gibi görüyor seni," dedi ocakla ilgili bir şeyler ayarlarken. "Yoksa anlatmazdı."

Omuzlarım düştü o öyle söyleyince. Daha çok üzülecektim şimdi ona.

"Araya girsen olmaz mı?" diye sordum sanki şu saniye kız istemeye gidecek ama reddilecekmişiz gibi hissederken.

"Fikret abi kendi kızına denk birisini ister. Biz öyle bakmıyoruz olaya belki ama o yaşlardaki insanlar evi erkek geçindirir düşüncesinde olduklarından kızından daha çok kazansın daha üstün mevkiye sahip olsun isterler. Babam için neyse Fikret abi, Kürşat da benim için o. Kendi hayatı gibi bir hayatın içine atmaz kızını."

"E kendisi atmamış sanki," diye söylendim. "Hem sen de dedin aynı meslekteler işte."

"Kızma minik aslan," deyip yanağımdan bir makas aldı. "Bitsin şu işler Kürşat'a kralından bir iş bulur üniversiteye de yollarım sıkma sen canını."

Dudak büktüm. "Sınıf ayrımı resmen," diye söylendim.

"Ben kız babası olsaydım, kızımı emanet edeceğim adam her şeyiyle dengi olsun isterdim. Hakkım bence," dediğinde onu izliyordum dikkatle. "Sınıfsallıktan bahsetmiyorum ama. Bazen fırsatı olmaz insanın Kürşat gibi, akademik olarak çıkamazsın basamakları ama ufku kaldığın yerde durmamalı. On metre olmamalı. Hayat görüşünü akademik olarak kazanamazsın çünkü. İyi bir adamsa, çalışkansa, hayata bakışı uyuyorsa kızımla mutlu olsunlar isterdim."

Aral çok iyi bir insandı. Pırlanta gibiydi. Kızımız ufku bir sokak boyu olan bir serseriye âşık olursa yataklara düşermiş gibiydi. Kıyamamdı. Allah korusundu. Kızımız mı Lina gerçekten?

Aral'la sohbet ede ede hazırladık her şeyi. Keki fırına verip sofrayı kurmaya koyuldum. Aral yemekleri servis etti. Birlikte karşılıklı oturup yemek yedik. İştahım yoktu pek ama Aral bizim için yaptığı için bütün tabaklarımı bitirdim. Çok da güzel yapmıştı.

Sofrayı birlikte topladık. Evlensek ve bir evimiz olsa nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim. Ben evliliğe en uzak insandım. Aral'la tanışmadan önce. Aral'a ikinci kez aşık olmadan önce. Aral'ın sevgisini tatmadan önce. Korkuyorum her şeyi kaybedeceğim diye.

Fırında çoktandır pişen ve dinlenen keki çıkarıp dilimledim. Dejavu hissi yaşayıp durdum ve bu beni çok rahatsız etti.

Bir tepsiye ikimiz için birer dilim kek koyduğum tabakları, sosları ve Aral'ın yaptığı kahve ve bitki çayını koydum.

"Mum var mı?" diye sordum.

Bir çekmeceden mum çıkardı bir sürü.

"Bir tane yeterli," diyerek bir tane alıp kek dilimine diktim. Dilek tutalım Aral, belki bir işe yarar.

Ona gülümseyip yanından geçtim ve koltuklara ilerledim. Orta sehpaya bıraktım tepsiyi. Kendimi koltuğa bıraktım sonra. Aral da yanıma oturdu. Sağ bacağımı altıma alarak ona doğru döndüm. Mum olan kekin tabağını alıp ikimizin orasında tuttum. Çakmağını çıkarıp mumu tutuşturdu.

"Dilek tutalım," dedim büyük bir ihtiyaçla.

Sesim bile titremişti sanırım. Aral kafasını sallayarak onayladı beni. Gözlerine mum ışığı yansırken çok güzeldi. Gözlerimi kapattım.

Lütfen. Lütfen onu kaybetmemeyim bir daha. Lütfen onu kaybetmeyeyim. Lütfen sevdiğim insanlarla yaşayabileyim. Lütfen her şey yoluna girsin. Lütfen-

Dudaklarımda dudaklarını hissettim. Dudaklarını hareket ettirmeden dudaklarımı öptü. Oan ikimizin de aklından geçen aynı şeydi sanki. Hafifçe geri çekildiğinde ikimizde birbirimizi dilemişiz gibi hissettim. Gözlerimizin içine baktık, hiçbir şey söylemeden ortamızda yanan mumu üfledik aynı anda.

"Üçüncü günümüz kutlu olsun sevgilim," dedi yumuşak sevgi dolu bir sesle.

Yutkundum. "Üç yüzüncü günümüzü de kutlarız... Değil mi?"

"Kutlarız," dedi düşünmeden. "Üç bininci günümüzü de kutlarız."

"Üç yüz bininci günümüzü de kutlayalım."

"Kutlayalım," diye onayladı beni.

Burnum akacak gibi hissettim yine. "Korkuyorum," dedim kendimi tutamayarak.

"Biliyorum," diye onayladı beni. "Ama üstesinden geliriz Lina. Tekrar inşaa ederiz. Bazı insanlar böyle yaşar diye değil," dedi gözlerime bakarak.

"Biz nasıl yaşamak istiyorsak öyle."

Kafasını salladı. "Sen nasıl yaşamak istersen öyle."

Kafamı geriye yatırdım göz yaşlarımı geri göndermek için. Sonra da ona baktım. Burnumu çekip tepsiden bir çatal aldım ve kekin ucundan bir lokma kesip dudaklarına uzattım.

"Bakalım beğenecek misin?"

Gözlerinde sevgi dolu ama bir o kadar da hüzünlü bir ifade ile dudaklarını aralayıp uzattığım keki aldı. Çiğnedi çiğnedi. O çiğnerken acaba beğendi mi diye düşündüm durdum ve bu histe bir dejavu hissiydi.

"Nasıl?" diye sordum başımı sol omzuma yatırıp hafifçe.

Lokmasını yuttu. "Hayatımda yediğim en güzel şey."

Burnumu çektim. "O kadar da değildir."

"Öyle," dedi emin bir sesle. "Yediğim en güzel tatlı."

"İnanayım o zaman," dedim mutlu olarak bu yorumuna.

"İnan," diye onayladı beni.

Mum çıkarıp tepsiye bıraktım. Hem çikolata hem de kırmızı meyveli sosu gezdirdim dilimim üzerinde. Hiç yiyesim yoktu ama kendimi zorluyordum nedense. Tatlı komasına girip kurtulsaydım şu andan keşke.

Kekten bir lokma aldım. Güzel olmuştu gerçekten. Ağzıma birkaç lokma tıktım sakinleşmek için.

Gözlerimi beni izleyen Aral'a çevirdim. Sakindim. Evet. Başlayabilirdi.

"Anlat," diye mırıldandım lokmam bittiğinde cesaret ederek. "Anlat ikimiz de kurtulalım Aral."

Derin bir nefes aldı. Dili dudaklarında gezindi. "Kolay şeyler değil anlatacağım şeyler," dedi yumuşak bir sesle. "bir şeyleri unuttuğunu ve buna iyi şeylerin sebep olmadığını biliyorsun zaten. Ama dediğim gibi halledemeyeceğimiz şeyler değil Lina. Tamam mı?"

Kafamı salladım sos içinde kalan kekimi dürtüklerken. Yaseminli çayımdan bir yudum aldım sakinleşmek isteyerek. Sakinleştirici hap falan mı alsaydım acaba?

"Ben babanla 2016'nın sonlarında tanıştım," dedi sakin, yumuşak bir sesle. "Baban, babamı tanıyordu ve kendisi de yavaş yavaş tanınmaya başlamıştı o zamanlar piyasada. Babamı hapse tıkmak istediğini anlamıştım hemen. Benimle de iş birliği yapmak istiyordu. Tanıyordu beni. Hayat hiayemi kabaca biliyordu. Babamı içeri tıkmak için başladı dostluğumuz. Ama sonra zamanla, bana güvendikçe kendini açtı. Zamanla onun MIT'den olduğunu, içeri sızdığını, senelerdir bilgi topladığını öğrendim. Aynı zamanda bana geçmişinden, başına gelenlerden ve senden bahsederdi zaman zaman."

Yutkundum. Boğazıma bir şeyler oturdu.

"Kendinden ve senden bahsettikçe en az benim kadar normal bir hayatının olmadığını anladım. Benimki kadar acımasız bir hayatın vardı."

Ve ben bunu hatırlamıyorum. Ne kadar acımasız olabilir ki Aral?

Keki dürtüm. Keki dürttükçe kırmızı sosa buladım ve bu nedense çok rahatsız hissettirmeye başladı beni. Kırmızı sosa buladığım kekten bir lokma tıktım ağzıma içimdeki ağlama isteğini bastırmak için. Midem bulandı. Kan yemek gibiydi sanki. Kek kana bulanmış sanki. Kanı düşünme. Keki düşünme. Nefes al Lina. Sorun yok. Düşünme. Her şeyin bir anlamı olmalı. Kendisini anlatması için fırsat ver ona.

"Hani," dedi bir anlığına duraksayıp. "Kafeye gittiğimizde bir ıslık sesinden bahsetmiştin ya bana Lina."

Islık sesi. Hatırlayamadığım bir melodi. Sonrasında hatırladığım birkaç anı. Buz dağının yalnızca görünen tarafı. Vurgun yemiştim. Bu daha hiçbir şeydi halbuki. Ben boğulmayacaktım. Ben o buz dağının altında kalacaktım. Annemin bahsettiği buydu belki de. Sol gözüme bir ağrı girdi yine aniden.

Bir gece vakti. Aral... Bana gülümsüyor. "İyi geceler Lina."

Bu ney şimdi? Neden tetiklenip duruyorum bu kadar üst üste? Düşünme Lina. Sırası değil şimdi. Aral anlatacak her şeyi. Düşünme. Sakin ol.

"Kaçırıldığından bahsetmiştin," diyerek devam etti.

Etmek zorunda hissediyordu kendini. Durursa bir daha ikimiz de cesaret edemeyebilirdik buna ve her şey daha kötü olurdu belki de.

"Seni kaçıran insanlar..." Dili dudaklarında ıslandı. "Bir tür örgütler. MIT gibi diyebiliriz sanırım. Kızıl Tilki deniyor onlara."

Tüylerim diken diken oldular. Başımdaki ağrı arttı gittikçe. Kafamın tam ortası ağrıyordu. Sol elimi sol şakağıma bastırdım.

"Lina," dedi zorlanan bir sesle.

İnledim ağrıyla. Elimdeki çatalı tabağın içine düşürdüm. Aral'ın hareketlendiğini hissettim. Kollarıma dokundu nazikçe.

"İyi misin?"

"Başım," diye mırıldandım endişeli gözlerine bakarken.

O an burnumdan akan sıcak sıvıyı hissettim. Ellerimi bile kaldıramadan burnumdan dolu dolu kan akarak kucağımdaki tabağımın içine kekimin üzerine damladılar.

Kana bulanan keke baktım. Kek kana bulandı. Kek de kana bulandı. Her şey kanlı.

"Aral," dedim korkuyla.

O an zihnimde bir şimşek çaktı. Bir anı zihnimin tam ortasına düştü. Gözlerimi kapattım birkaç saniyeliğine.

06.12.2019, 00.06.

Telefonumda gördüğüm tarih ve saat bu. Evin dış kapısını açıyorum. Aral var karşımda. Gülümsüyor bana. Elimde bir saklama kabı var. Gülümsüyor Aral bana. Konuşuyoruz. Gülümsüyoruz. Kek veriyorum ona. Mutluyum. Bir anlığına. Bir ıslık çalıyor. Sadece bir anlığına korku hissediyorum. Göz açıp kapayıncaya kadar oluyor her şey. Elimde bıçak var. Kabzasını tutuyorum. Ucu Aral'da. Ucu Aral'ın karnının içinde. Aral kanıyor. Aral ölüyor. Ölmüyor. Ama ben öldü sanıyorum.

Tuttuğum elimden düşürdüğümde gözlerim hâlâ kapalı. Bir kırılma sesi yankılanıyor kafamın içinde. Kalbim hüzün dolu kafam karma karışık. Bir sürü anı tetikleniyor. Bir domino taşı gibi. Ama kalbimde tek bir şey atıyor.

Aral'ı bıçaklamışım. 06.12.2019. Benim Aral'ı öldürmeye çalıştığım günün tarihi.

Gözlerimi açıyorum. Aral bir şeyler söylüyor ama duymuyorum söylediği hiçbir şeyi. Kafamdaki seslerl meşgul zihnim sadece. Aral'ın bana söylediği "Bazı insanlar böyle de yaşar," sözünü tekrar ediyorum buna tekrar tutunmak ister gibi.

Aral, gözlerime baktığım sustu bir an. Aral'ın gözlerinde bir korku gördüm. Daha önce bana göstermediği kadar korktuğunu gördüm. Korktuğu başına gelmiş gibi bir ifade gördüm. Gözlerimden yaşlar düştü. Ellerim titriyordu. Başımda çok kötü bir ağır vardı, kulaklarım uğulduyordu. Sesimi bulamıyordum bir türlü.

Eli tereddüt içinde yüzüme uzandı. Ben de ona uzanmak istedim. Sarılmak istedim. Kurtulmak istedim. Yapamazdım. Ellerim kana bulanmış benim. Ellerim onun kanına bulanmış benim. Kan Aral'ın kanı, sebebiyse benim.

Titreyen ellerimi önümde ne zaman diz çöktüğünü bilmediğim Aral'a uzattım. Karnına uzandım ama dokunamadım.

"Ö-zür.... Di-dilerim," dedim titrek bir sesle. Benim ellerim Aral'ın kanına mı bulandı? Dudaklarımdan bir hıçkırık koptu. Gerçek olmasın. Hatırladıklarım gerçek olmasın. Ne olur yalan de Aral.

Acı dolu bir hıçkırık koptu dudaklarımdan. En belirgin izi ben mi yaptım Aral? Ağlayarak ellerimi o yarasının üzerine bastırdım. Kaskatı kesilmişti.

"Ben mi?" dedim titrek bir sesle. Göz yaşlarım düştü gözlerimden. Korkarak gözlerine baktım. "Ben mi? Yap..tım?" Hıçkırdım. "Ben mi yaptım bunu A-Aral?"

Aral ellerini bana uzattı gitmemden korkuyormuş gibi. Yüzümü elleri arasına aldı.

"Lina," dedi gözlerime bakarak. Şu an sakinleşmemi istediğini biliyordum ama yapmıyordum. Yine unutursam diye ödü kopuyordu belki de. Unutmak istiyordum. Bu hatırladıklarımı unutmak istiyordum. Başım çok ağrıyor, midem bulanıyordu. Gözlerim önünde siyah siyah benekler vardı. Kafamdaki ses susmuyordu. Yine bir vurgun yiyordum. Hayır. Buz dağının altında eziliyordum bu kez.

"Lina yok bir şey." Gözlerimin içine bakıyordu. Dehşet içindeydi gözleri. Farkında mıydı bunun? "Bak ben buradayım. Yok bir şey. Sakin ol. Korkma. Ne olur korkma Lina." Göz yaşlarımı sildi üzgün bir ifadeyle. "Yok bir şey. Ne olur sakinleş."

"Ben yaptım," dedim ağlayarak. "Öldürmeye çalıştım seni."

"Yapmadın," dedi üstüne basarak. "Buradayım ben Lina. İyiyim." Elimi yanağına yasladı. "Bak bana iyiyim ben. Yaşıyorum.  Hiçbir şeyim yok. Sakin ol Lina. Geçti hepsi."

"Nesin sen? Söyle! Nesin sen? Söyle!"

"Kızıl tilkiyim. Ben bir kızıl tilkiyim."

Sus! Ne olur sus! Sustur kafamın içini Aral. Ne olur sustur kafamın içini! Delireceğim!

"Ne yapamazsın?"

"Sevemem."

"Ne yapamazsın?"

"Sevemem."

"Sevmek kimler içindir?"

"Zayıf insanlar için."

Aral'ın söyledikleri bir suyun altından geliyordu sanki. Ben Aral'ı bıçaklamışım. Ben sevdiğim adamı öldürmeye çalışmışım.

"Sen nesin?"

"Ben bir kızıl tilkiyim."

Aral onu ilk gördüğüm günden beri ölüyor rüyalarımda. Bana katil demişti rüyamda, katiliydim ben onun. Benim yüzümden ölüyor hep. Çünkü ben öldürmeye çalışmışım onu. Bir ıslık sesi yeterli mi bunun için? Bu yüzden mi kaçmak istedim senden Aral?

"Kim öldürdü o kediyi?"

"Köpekler öldürdü."

"Kim öldürdü o kediyi?"

"Köpekler."

"Kim öldürdü o kediyi?"

"Köpekler."

"Kim öldürdü o kediyi?"

"Ben... öldürdüm."

"Kim öldürdü o kediyi Karolina?"

"Ben öldürdüm."

Nasıl yaparsın? Nasıl yaparsın? Lina nasıl yaparsın? Islık sesi. Tilki. Kanlı ellerin. Ellerinde kan var senin. Aral'ı bıçakladın sen. Aral'ı öldürmeye çalıştın. Nasıl yaparsın? Nasıl yaparsın?

"Nasıl öldürdün?"

"Sev...dim."

"Kedini nasıl öldürdün Karolina?"

"Sevdim... Severek... öldürdüm."

Aral'ı seviyorum. Aral'ı seviyorum. Aral'ı seviyorum. Sevebilir miyim? Sevmeye hakkım yok ki benim. Sevmek yasak. Çok seviyorum ama. Onunla yaşamak istiyorum. Yapamaz mıyım? İnsan mıyım ben? Sen insan mısın Lina? Onunla kalmak istiyorum. Onunla kalmak istiyorum.

"Sevmek kimler içindir?"

"İnsanlar... için."

"Sen nesin?"

"Ben... Bir kızıl tilkiyim."

İnsan sevdiğine zarar vermez ki Aral. Ben insan değil miyim? Sevmek yasak. Ben insan değilim. Ben bir tilkiyim. Seviyorum. Seviyorum. Seviyorum. Aral'ı seviyorum. Öldürmedim onu. Seviyorum. Çok seviyorum. Öldürmedim. Aral'ı çok seviyorum. Almasınlar onu benden. Çok seviyorum. Ne olur almasınlar. Unutma. Unutma. Unutma. Bu anı unutma. Yaptıklarını unutma. Sevdiğini unutma.

"Sen bir kızıl tilkisin. Hiç kimseyi, hiçbir şeyi kendi adanmışlığından daha çok sevemezsin. Şimdi tekrar et! Tekrar et!"

"Ben bir kızıl tilkiyim."

"Tekrar et!"

"Ben bir insan değilim. Ben bir aracım. Bir araç olarak öleceğim."

"Tekrar et!"

"Ben bir silahım. Sahibime itaat ederim."

"Tekrar et!"

"Sevmek yasak."

"Tekrar et!"

"Acı duymak yasak."

"Acıyı unut! İnsan olduğunu unut!"

"Yapamıyorum. Acıyor."

"Unut! Unut! Unut!"

"Acıyor... Kalbim acıyor..."

"Bir kalbin olduğun unut!"

Boğuluyorum. Buz dağı üzerime devriliyor. Dünyam başıma yıkılıyor. Her şey yalan. Her şey kurmaca. Bir aldatmaca ve bir bulmaca. Hangisi gerçek hangisi sahte? Seçemiyorum.

Bir ileri. İki geri. Geçmiş kör bir deli. Bir ileri. İki geri. Ama bizi sobeledi. 


- Devam Edecek -


05.08.2022

Teorilerinizi buraya bırakabilirsiniz  '^'

Bir şeyleri çözmeye başladığımız bölümlerdeyiz artık. Kartlar dağıtıldı, şimdi herkesin elini görme vakti. Bakalım kim kazanacak kimler kaybedecek? Aşkta mı kazanırız kumarda mı???? 

Aral'ım da Aral'ım :(

Lina'm güzel kızım :( 

Bakalım neler bekliyor bizi :')

Yazması zor bir bölümdü mental olarak. Ama yetişti. Şimdi twitlerinizi ve yorumlarınızı okumak için sabırsızlıkla ben bekliyor olacağım. Öpüyorum hepinizi.

- Sizi seven Filiz Buradaydı <3


Seguir leyendo

También te gustarán

2.4K 272 10
❝Adım Almina Soykar. Muhtemelen çok yakında bir seri katil tarafından öldürüleceğim. Bu ne zaman, nasıl ve nerede olur bilmiyorum ama şuan beni izled...
591K 21.4K 50
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...
249K 22.6K 52
*married couple* jimin: hyung... baba olmak çok yakıştı sana biliyor musun? -mia
2.9K 244 17
❝ Savurduğun her bir yumruk,savunmasızlığına çarpılan tokadın hesabıdır. ❞