Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 71.9K 99.8K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
2. Dalda Umut Var
3. Yüzme Bilmeyen Gemi
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
8. Prenseslik Müessesesi
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
20. Yaşanacak Bir Şey
21. Mutlu Seneler
22. Tek Kişilik Vals
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
27. Terk Eden Anneler
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
34. Aşk Mahalli
35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
45. Eldivenler ve Yüzükler
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

33. Başımızda Uçan Kuşlar

25.7K 1.6K 1.8K
By AnitaFelipova


Tramvaydan Tophane'de indi. Sırtını denize dönüp dar sokaklardan birine saptı. Birkaç dakika sonra genç binaları ardında bırakmıştı. Girdiği her sokak ona aynı şeyi söylüyordu. "Beyoğlu'ndasın." Eski evim ya da eski mahallem diyebilecek kadar çok zaman geçirmiş miydi burada? Bir buçuk yıllık zaman dilimi "benim" demeye yeter miydi? Düşündü, düşüne düşüne yürüdü. Güneş gözlükleri her adımda burnundan kayıyordu. Terliyor olmalıydı. Bir elini yüzünde gezdirdi, evet terliyordu. Saçlarını toplamak istedi, yapamadı. Neden?

Yürüdükçe sokaklar eskidi, evler renklendi, yol kalabalıklaştı. Güneş, o günü bitirmek üzereydi, yorgun bir şekilde evine dönüyordu; insanlar gibi. Başını kaldırdığında gökyüzünde puslu bir mavi görüyordu. Nemli bir sıcak ve kavruk esen akşam rüzgârı yol arkadaşıydı. Yoldaki diğer gürültüleri kulağı duysa da zihni anlamıyordu, onlara aldırış etmedi. Sokak dört kola ayrılınca köşe başında durdu. Nereye?

Yollardan biri ona kuleye götürürdü, diğeri kestirmeden denize. Diğer ikisini bilemeyip telefonuna bakma gereği duydu. Sonra sol çapraza -güneybatı mıydı bu?- döndü ve girdiği sokağı bitirene dek başını yerden hiç kaldırmadan yürüdü. Kalbinde kum fırtınası, aklında kasırga vardı. Her hâlükârda göz gözü görmüyordu, bu yüzden varacağı yeri ya da orada ne yapacağını düşünüyor değildi. Fazla gürültü mutlak sessizlikle eş değerdi ya hani... İşte bu yüzdendi içindeki boşluk hissi. Sonsuz bir karanlıkta yol alıyor gibiydi. Karnı guruldadı. "Korkudan," dedi kendisine. Dili kurudu "korkudan" dedi yine. Bir sigara yaksa... Kokardı. İçmemesi bundan oldu.

Sokağın sonuna geldiğinde daha ne kadar yolu kaldığına bakmak için telefona sarıldı. Henüz haritaları kurcalamadan, yolun karşısından gelen gürültüye kulak kabarttı. Bir grup insandılar, kalabalık sayılırlardı. Ellerinde kadehlerle poz veriyor, gülüşüyor, eğleniyorlardı. Kapıyı andıran büyük pencerelerle örülü bir galerinin önünde duruyorlardı. Tam da arkalarında okulda gördüğü afişin çok daha büyüğü, bütün siyahlığıyla yer edinmişti. Burasıydı.

Dizleri titredi, ayakları bir anda durdu.

Kapı önünde öyle çok insan vardı ki, tuhaf bir farkındalıkla bedenini önünde durduğu binanın kolonları arasına sıkıştırdı. Takip ediliyormuş gibi sağına ve soluna bakınmaya başladı, beş on metre ötesindeki ara sokağa saptı, fazla ilerlemeden arkasına baktı. galeri gözden kaybolunca da ürkek adımlarla sokak ağzına yanaşıp kalabalığı gözlemeye başladı. Ozan da orada mıydı? Olsa görmez miydi? Peki kimdi bu kalabalık? Ozan'ın arkadaşları mı? Yutkundu. Kurumuş boğazı öksürmesine neden oldu, başını eğdi. Sırtını yaşlı bir binanın duvarına verdi. "Ne bekliyordun ki?" dedi kendisine. "Boş bir salonda Ozan'la buluşmayı mı?"

"Bilmem," diye cevap verdi masumca. "Böyle, bu kadar kalabalık olacağını bilemedim."

"İskeçeli kızım o!" dedi bir ses. "Kaç tane arkadaşı var bilmiyor musun? Nasıl sevildiğini unuttun mu?"

Dayanamayıp sigara paketini çıkardı çantasından. Sigarayı yakarken çakmağı tutan eli titriyordu. Alnında ter, gözünde yaş birikince kendi ekseni etrafında döndü. "Aptal Bahar," dedi bir ses. "Aptal Bahar!"

Hemen ona karşılık verdi bir başkası. "Sen çok güçlüsün, sen çok güçlüsün. Sergi, senin sergin. Ozan öyle dedi. Sen çok güçlüsün. Çok güçlüsün. Söndür şu sigarayı. Söndür! Ozan seni bekliyor. Ozan seni bekliyor."



*



Telefonu titreyince heyecan ve korkuyla cebine uzanıp çıkardığı telefonun ekranına baktı Ozan. Oğulcan'ın adını görünce hem sakinleşti hem de hayal kırıklığına uğradı.

"Eve sarhoş olmadan gel tamam mı? Arkadaşlarım evde, rezil olmanı istemem."

Mesajı okuyup önce "Artistlik yapma bana," yazdı. Sonra ekledi. "Sıçmayın ortalığın içine."

Hazır telefonu elindeyken bir de mesaj kutusuna girdi. Lale'den gelen mesajı belki yüzüncü kez okudu. Yanaklarını şişirdi. Saate baktı. 19.10'u gördü. Açılış saati yaklaşıyordu, canı sıkıldı. Omuzuna dokunan elle arkasına döndü. "Ooo!" diye bir nara koptu.

"Kendi serginde köşelere mi kaçıyorsun oğlum!" dedi saçları beline dek uzanan bir adam. Ozan onunla kucaklaşırken "Sen gelirsin diye korkuyordum abi!" dedi. "On sergi açmış adama çaylak işini beğendirmek kolay mı?" Kucaklaştılar. Peşinde bir sürü insan sürüklemişti uzun saçlı adam. Ozan gelen herkese sarılırken terlediğini fark etti. Oysa havalandırma ne de güzel çalışıyordu... Etrafa şöyle bir baktı. Ne ara böyle dolmuştu galeri? Kalabalıktı içerisi. Hem de ne çok kalabalık.

Galerinin görevlilerinden olduğu üzerindeki siyah tişörtten anlaşılan genç bir erkek Ozan'a yaklaşıp "İki çelenk daha geldi," dedi. Ozan kapıya doğru yürürken kuş sesleriyle dolu salonda gördüğü yüzlerle mutlu oldu. Mesai arkadaşları tam kadro gelmiş, girişteki konsoldan kadehlerini bile kapmışlardı. Gülüyordu yüzleri. Ozan onlara "hoş geldiniz" derken bir erkek sesi baskın çıktı. "Ozan, Ilgın şampanyasıyla gelmiş." Bir kız sesi eklendi ona. "Hem de soğutulmuş!" Elinde şampanya tutan bir erkek şişeyi kaldırarak "Patlatamayacak mıyız oğlum bunu?" diyordu.

"Saçmalamayın ya, galeride şişe mi patlatılır? Hiç mi sanatsal aktiviteniz olmadı?"

"Kapının önünde de mi patlatamayız?"

Başka bir kız sesi "Ozan'ı rezil etmeyelim!" dedi. Gülerek her birine sarıldı Ozan. "Patlatalım," dedi sonra. "Kapının önünde patlatıp sonra da birbirimizi tanımıyormuş gibi yapalım, tamam mı?"

Hakikaten çocuklar gibi çıktılar dışarı. Kapının önünde bir aşağı bir yukarı sallanan şişe patlatıldı. Flüt bardaklar bulundu, şişe onlara aktarıldı. Ozan'ın şerefine kadeh kaldırıldı, hatıra fotoğrafı çektirildi. Dizi dizi çelenkler vardı kapının önünde, son gelenlere baktı Ozan. Biri babasıyla Meral ablanın adınaydı. Diğerinde yalnızca annesinin adı yazıyordu. Önce gurur kuşu kondu omuzuna, sonra özlem kanatlı bir kuş oldu o. Boğazına bir yumrucuk oturdu.

Arkadaşları kapının önünde coşkuyla sohbet ediyordu. Ozan kaldırımdan inip sokağın iki yanını gözledi, bu kalabalık ona yetmiyordu. Başka gelen giden yok muydu? Derin bir nefesle arkadaşlarını kapı önünde bırakıp içeri girdi.

Fotoğrafçılık kulübünden arkadaşları -en kalabalık grup onlardı sayılarını kendileri bile bilmiyordu- Çapa kadın doğum tam kadro oradaydı. Çok sevdiği hocasının çelengi gelmişti önce. Nöbetçi çömezlere kalmıştı hastane. Pediatriden sevdiği asistanlar, hemşireler; ameliyathaneyi renkli kılanlar, fakülteden sevdiği birkaç isim, Çaykara'daki selefi bile! Beyoğlu'nda iş yaptığı insanlar, liseden arkadaşları, afişi gören, duyan, duyuran herkes!

Bir kalabalığın içinde kaldı Ozan. Açılış saati gelince bir ağızdan sıkıştırdılar Ozan'ı. Üç beş satır açılış konuşması yaptı. Alkışladılar sonra onu. Kalabalık, siyah duvarlara belli bir nizamla asılmış yüzlerce fotoğrafı seyre durdu.

Salonun her yanında kuş sesleri vardı. Bir de gökten salınmış beyaz kuşlar. Kâğıttan kuşlar. Yol gösterir gibi bir alçalıp bir yükseliyorlardı.



*




Cam kapıdan girip bembeyaz zeminde küçük adımlarla ilerleyen Bahar, aniden önüne uzatılan tepsiyle durdu.

Sanki her an bir köşeden Ozan çıkabilecekmiş gibi eli yüreğinde, yüreği ise ağzındaydı. Bir tepsiyi uzatan adama baktı, -Ozan değildi- iki tepside duran bardaklara. Açık renk sıvı, pembe renk sıvı, bordo renk sıvı. Şarap olmaları muhtemeldi. Boğazının kuruluğu can yakıcıydı ama hayır, alkol olmazdı. İlaçları vardı, galiba karnı da açtı ve sarhoş olursa... Allah korusun, dedi içinden. Sarhoş olmak istemezdi. "Bu su mu?" dedi tepside öylece duran küçük boylu kadehlere bakarak. Doğruluğundan emin olunca birini eline aldı.

Küçük bir adımla beraber, bir yudum da su kattı içine. Nasıl iyi gelmişti, nasıl! Gözlerini örtüp derin bir soluk aldıktan sonra yürümeye devam etti. Doğrusu sağına ya da soluna bakıyor değildi. Zemin beyaz ve parlaktı. Duvarlar siyah ve bir şeylerle dolu. Heyecan ve bir parça korku duvarda var olanların ne olduğunu anlamasına engel oluyordu. Buna karşın tavan cazipti çünkü yüzünü güldüren beyaz kuşlarla doluydu. Hemen hepsi aynı boydaydı ama aynı hizada değildi. Sanki kimisi yüksekte kimisi alçakta uçuyordu. Tavanı seyrederken sırtından aşağı bir ter damlası aksa bile kuşlarla huzura erdi. Dudakları güldü, alnında belirginleşen çizgi kayboldu. Sonra sesler... İnsan gürültüsünün ardında ninni gibi kulağa dolan kuş cıvıltıları vardı. Bir sergi salonunda değil de açık havada kuşlarla yürüyor gibi hissetti. Tatlı bir fısıltı kulağına "Belki Âşık'la Narin'i de getirmiştir Ozan," diye fısıldadı. Heves etti. Ama sonra Ozan'ın onlardan hiç bahsetmediğini ve yeni ispinozları hatırladı...

Yol bitti, geniş koridor onu sola çevirdi; Bahar döndü. İnsanların çokluğuyla gözü korksa da duvarlara bakarak sakinleşmeye çalıştı. Şayet karşısında duran duvar ona tanıdık bir manzara bahşetmese, diğer fotoğraflar karşısında ne denli soğukkanlı kaldıysa, yine öyle olurdu. Ama tam karşısında Âşık'ı görmek, tuhaf bir ağlama isteğiyle beraber ayaklarını hızlandırdı.

Bir öbek fotoğraftılar. Orta yerlerinde bir kadının parmağına konmak üzere olan Âşık vardı. İki kanadı da açıktı. Gözleri küçük birer boncuktu. Sorsalar Âşık da tüm kuşlar gibi ufacıktı ama kanatlarını açınca öyle bir ihtişamı vardı ki boyundan beklenmeyen albenisi sayesinde duvardaki fotoğraf insanı kendisine çekiyordu.

Hemen onun yanında Bay Âşık, konduğu ince parmağın sahibine bakıp sakinleşmiş ve kanatlarını örtmüştü. Söz dinleyen uslu bir çocuk gibi bakıyordu parmağın sahibine. Ve o... Gür saçlı kadın. İnce parmaklı kadın. Yüzü değil ama gülüşü sergilenen kadın. Saçlarıyla iç çektiren kadın... Bahar, karşısında duran beş fotoğrafın alt köşesinde "Âşık, 2018, İstanbul" yazdığını gördü. İçinden ekledi. "Marttı. Bir yanım yanarken bir yanım üşüyordu. Titriyordum. Ömrümün en güzel günüydü." Yutkundu. Üç sene sonra, bir sergi salonunda oluşuna şaşırırken belki de en çok bunu beklemiyordu.

Boğazın derinliklerinde kaybolan telefonunda bunlara benzer fotoğraflar vardı. Asılları Ozan'ın bilgisayarında bir de analog makinesindeydi. Bunlar analogdan çıkanlar olmalıydı. Diğerlerini de zahmet edip kendi bilgisayarına almamıştı. Geçmişten gelen bir pişmanlık daha...

Bir başka fotoğrafta Bay Âşık, konduğu parmaktan havalanmıştı. Kadının eli havada kalmış, Bay Âşık ise uçarken küçük pençesiyle kadının bir tutam saçını havaya kaldırmıştı. Fotoğrafçı başarılı bir an yakalamıştı. Bahar fotoğrafa bakarken bu anı hatırlamadığını fark etti. Âşık ile tatlı sohbetleri aklındaydı. Ama Âşık'ın böylece havalandığını unutmuştu. Sonra gömleğini fark etti. Sanatçı, bilakis bunu gizlemeye çalışır gibi yontup durmuştu fotoğrafları. Alelade bir insan, kadının kıyafetini anlamazdı. Ama bir de o anı yaşayanlar vardı. Ozan, Bahar, Âşık ve Narin... Bahar'ın bir eli küçük boylu kadehin ince belinden kayıyordu. Zira avucu ve hatta parmakları bile terliyordu. Koluyla bedeni arasına sıkıştırdığı ceketi değdiği yeri yakarken diğer eli boynuna bir gerdanlık gibi dolandı. Çıplaklığını andı, yeni yeni kendine gelen boğazı kavruldu. Sonra o el gerdanından akıp karnına, oradan bacağına uzandı.

Utanmasa eteğini sıyırır, orada sessiz anların mührü gibi duran kuşa 'sen o gün doğdun' derdi. Eteğini sıyırmasa da kumaşın üzerinden okşadığı bir şey vardı. İşte o sırada, bildiği, tanıdığı bütün insan sesleri içinde en güzel olanını duydu.

"Sabaha karşı astım onları."



*



Ozan lavaboya girdiğinde saat sekizi geçmişti. Kalabalıktan geçip buraya gelişi ihtiyaçtan değildi; tükenen sabrı zorluyordu onu. Özene bezene seçtiği kuş cıvıltıları burada da vardı, başını kaldırıp sanki gerçekten başında bekleyen kuşlar varmış gibi tavana baktı. Ceketinin iç cebinden telefonu çıkarıp gelen bir mesaj aradı. Hayır, kuru kalabalıktan değil; Bahar'dan gelen bir mesaj lazımdı ona. Geldim, geliyorum, neredesin... Yoktu. Gelmemişti, gelmeyecekti.

"Eee?" dedi çaresizlikle. "Yabancı... Şimdi n'olacak?" İçinde bir yer kırıldı. Çok fena kırıldı. Bahar gelmeyecekse, bütün bu tantananın ne önemi vardı? Yabancı mıdır, Aşk mıdır; her neyse çıkıp bir cevap versin istedi. Ama baktı ki o da şezlongunda iki büklüm olmuş yatıyor... Umutsuzluk başını sarınca, "Şşşşt," diye bir ses duydu. Şaşırdı, afalladı, anlayamadı.

"Şşşşt," dedi yeniden o ses. "Gün mü bitti, günler mi bitti? Neden böyle kıvranıyorsun Ozan?" Doğru muydu duyduğu? Gözlerini kırparak "Efendi?" dedi Ozan. Ansiklopedilerde kalmış bir tanıdığa selam vermek gibiydi bu. "Efendi?" dedi yeniden. "Sen misin?"

"Benim," dedi adam. "Baktım sen su koyuverecek gibisin, dayanamadım. Açılışa Bahar gelecek diye diye dört döndün. Belki bir yerde seni izliyor, belki yarın gelecek, belki öbür gün... Ne bu böyle, ağlayıp zırlamak?"

"Ama," diyecek oldu.

"Aması maması yok. Ağlayacaksan, bu kadar kalabalığı buraya çağırmayacaktın. Hadi yıka şu yüzünü, topla kendini."

Lavabonun başına yanaştı Ozan. musluğu açsa da kendisine söyleneni yapmadan önce şaşkınlıkla "Ama sen evdeydin," dedi Efendi'ye. "Gördüm... Yanıyordu ev... En fenası seninkiydi."

"Biliyorum," dedi adam. "Acımadan tutuşturdun çiçeklerimi. Ev kül oldu sayende." Bir parça gücenikti sesi, hatta öfkeli. "Bende senin gibi acemi aşıkların hezeyanına kurban olacak göz var mı?" dedi sonra. "Aklıselimden nasibini almamış bir zat gelip beni yaksın diye mi büyüttüm ben kendimi?"

Gözlerini kırpıp açtı adam. Efendi anlaşılmadığını görünce "Sığınağa kaçtım," diye ekledi.

Sığınaktan haberi olmayan Ozan aynadaki aksine gözlerini kırpa kırpa bakmayı sürdürdü. Yeniden "Ama," diyecekken; "Amanın sırası değil Ozan," dedi Efendi. Boşa akan musluğa uzandı Ozan. Gömlek manşetlerini ıslatmamaya çalışarak yüzünü yıkadı. Alnındaki ter ve su birbirine karışınca ıslattığı ellerini geçen hafta kazıttığı kısa saçlarının arasında gezdirdi. Küpesi sallandı. Bahar için taktığı küpesi... Ellerini kuruladı, manşetlerini ceketinin kollarından aşağı indirdi. Bir kere daha aynaya bakıp ıslattığı peçeteyi çöpe attı. Tam çıkacakken bir kere daha eli telefona gitti. Herkesten bir şeyler vardı da, bir Bahar yoktu. Yazası geldi, tuttu kendisini. Bu gece de tek başına eve dönüp pasta mı yiyecekti?

Süklüm püklüm tuvaletten çıktı.

Kalabalık daha da mı büyümüştü? Beyoğlu'nun Cuma akşamı, yoldan öylesine geçenlerin bile burada nefeslenmesi demek olabilirdi. Birileri onu tebrik etti, o birilerine hoş geldin dedi; birileriyle beraber kadeh kaldırdı, güldü, güldürdü. Giriş kapısına doğru yol alırken holün sağ köşesinde gördüğü duvarla ayakları hareketsiz kaldı.

Dünya kalabalığından uzakta, tek başına Âşık ve Bahar'ın fotoğraflarına bakan biri vardı. Uzundu boyu, incecikti bedeni. Saçları... Saçları tanıdığı bir ormana benziyordu. Bir vakitler içinde gezdiği, yollarını bildiği; ara ara kaybolup bundan bile haz duyduğu bir ormana. Masal diyarlarının ormanlarına. Bir vakit, bir vesileyle o ormana yolu düşmüştü ama sonra yasaklı bir meyve yemiş ve ormandan sürgün edilmişti. O gün bugündür diyar diyar gezse de o ormanı bir türlü bulamıyordu. Şimdi karşısındaydı o orman öyle mi?

Ama... Ama bildiği ormanın rengi böyle değildi. Böyle bir renk olsa olsa mavi kulaklı sığırcık kuşunda olurdu. Ya da belki mavi ardıçta. Yahut... Küçük, sevimli bir dağ kuşunda böylesi mavi tonları görülebilirdi. Peki ya bir insanda?

Birkaç adım atsa, yüzünü görmek mümkündü. Ama birkaç adım atacak cesareti göstermek... Hayret, sorsalar kendisini pek cesur bilirdi; korkmam derdi. Peki şimdi korkuyorsa nedendi; korkmuyorsa adım atmak için beklediği neydi?

Kuşlar ötüyordu. Sanki Âşık, bütün çocuklarını alıp da gelmiş ve şu kızın başının üzerinde bir bulut olmuştu. Sanki kız elini havaya kaldırıp parmağını uzatsa, Âşık oraya konup bir nefes mola verecekti. Düşüyle yürüdü Ozan.



*



"Sabaha karşı astım onları."

İşittiği sesle başını yavaşça sola çevirdi Bahar. Ozan'ın yüzünü görünce dudakları birbirinden ayrıldı ama hemen sonra önüne dönüp fotoğraflara bakmayı sürdürdü. Kaçıştı bu. Ama kaçmak mümkün değildi zira önündeki beş çerçevede de az evvel bir saniye içinde gördüğü yüz vardı.

Ozan'ın gözlerinin kendisinin üzerinde olduğunu hissediyordu. Sağ elini kaldırıp kalbinin üzerine koymak isterdi. İlk aklından geçen "Saçları kısacık oldu." Bunca zaman sonra görürdü de bu mu gelirdi insanın aklına? "Kalbim, n'olur biraz sakin olsan..." diye yakardı kendisine. "N'olur bu akşamcık idare etsen beni. Düşüp bayılmak istemiyorum, n'olur dayan, n'olur dayan..."

Ozan aralarındaki mesafeyi fazla bulup bir adım daha attı kıza doğru. Ellerini cebine soktu çünkü onlar laftan sözden anlamayıp Bahar'a uzanabilirdi. Uzanıp onu kendine çeker ve büyülü ormanda kaybolabilirdi. Ellerinden korktu, onların yapabileceklerinden korktu ve onları ceplerine hapsetti.

"Seneler sonra ilk kez film yıkadım. Hani Hıdrellez için mesaj attığın gece var ya..." dedikten sonra bir süre durdu. Bahar'ın kendisine bakmasını bekledi ama bu olmayınca devam etti. "İşte o zamandı. Kurusunlar diye astım ama başlarından kalkamadım. Sabaha kadar Âşık'la seni izledim."

İkisi de kısacık birbirine baktı. Sonra hemen fotoğraflara çevrildi yüzleri. Ve sonra yeniden birbirlerine baktılar. Bu kez bir şey söyleyen yoktu. Kaçmaya çalışan da.

Saçları kısaydı. Yazlık bir ceket giymişti; kahverengiydi ceketi ama içinde mavi beyaz çizgili gömleği vardı. Kalbi merdaneli çamaşır makineleri gibi yeri döve döve çalışıyordu. Gamzesi... O duruyor muydu? Hiç yok olur muydu, gamze. Ne saçma soru sormuştu ama yine de aradı. Gülsün istedi Ozan. Gülsün de göstersin şu çukuru.

Maviydi saçları. Öyle beklemiyor, öyle bilmiyor ve öyle şaşkındı ki; gözleri olmasa yahut şu kemikli yüzü, onun olduğuna inanmazdı. Ama iman tahtasından çenesine dek uzanan o çizgiyle gerdanındaki kavis duvarda gördüğüyle öyle aynıydı ki... Bir kere sarılsa, kokusundan da anlardı... Hayaliyle sarsıldı. Yabancı şezlongunda kıvrana kıvrana bir o yana bir bu yana dönüyordu. Efendi ellerini çenesine koymuş, pencereden ikisini gözlüyordu. Sanki cümle alem bakıyordu, cümle alem!

Yazmak ne kolaydı. Tek kelime çıkmıyordu şimdi ağzından. Suskunluk uzayınca "Ben," dedi Bahar. Ozan'ı öyle kendine bakarken görünce sustu, durdu, yutkundu. Sağ eli tavanı gösterdi. "Çok güzel olmuş. Şeyi, kuş seslerini duyunca bir an Âşık'la Narin'i de getirmişsindir diye heveslendim ama..."

Dudaklarını birbirine bastırarak duvardaki fotoğrafa baktı Ozan. Sonra büzdüğü dudaklarından Âşık'ın sevdiği bir ıslık koparıp göğe doğru uçurdu. "Burada olduklarını düşünüyorum," dedi Bahar'a. "Beni yalnız bırakmadıklarını umut ediyorum."

Bahar'a çevirdi gözlerini. Başka zaman olsa ağlardı Bahar. "Demek gitmişler," dedi içinden. Tahmin etmişti aslında... Ama duymak ağır geldi. Dudağı titrediyse de gözleri dolmadı. Bir kere daha baktı Ozan'a. Gözleri ışıl ışıldı. Çocuk gözleri gibi. Bir yanı onlara bakarken sakinleşti. Bir yanı daha delirdi. Aşağı yukarı salladı başını. Sonra tavana kaldırdı Ozan gibi. "Cücü de buradadır," dedi. Saçmaladığını düşündü. Belki yapabileceği en iyi şey; dönüp Ozan'a elini uzatmaktı. Böylece küçük bir çocuk gibi saçmalamayı bırakıp büyümüş, yetişkin bir insan gibi davranmış olurdu. Sağ elini bunun için hazırlamak istedi. Niye bu kadar terliyordu ki avucu?

Elini uzatıp "Merhaba Ozan, nasılsın?" demeliydi. "Ne güzel bir sergi olmuş bu böyle..." Serinkanlı olmalıydı. Elini kısacık sıkıp "Ben şuraları gezeyim, lütfen sen de misafirlerinle ilgilen," demeliydi. Yapabilir miydi?

Büyük büyük harflerle "Siktir lan oradan!" dedi kendisine. Agresif, ürkek, korkak, hödük... "Altına bile kaçırmış olabilirsin, ne serinkanlılığı!" Uğulduyordu her yer, her yer!

O sırada "Belki senden Nazike'yle oğlanı getirmeni rica etmeliydim," dedi Ozan. "Özledim onları."

Bana mı diyor diye baktı bu kez... Nefes aldı. Soluğu da mı titriyordu? "Yeni kuşlarını getirseydin?" derken sol kaşını kaldırarak baktı Ozan'a.

Ozan çenesini hareket ettirdi. "Benim kuşum yok ki," dedi bir nefeste. Bahar ona bakınca gülümsedi. Bir ayak boyu çukurlaştı yanağı. Fark etmeden ona doğru bir adım attı Bahar. Ozan ise devam etti. "Âşık'la Narin gidince bir daha cesaret edemedim. Çaykara'da kanadı yaralı bir atmaca bulmuştu çocuklar. Doktorum diye bana getirmişlerdi. Bir hafta kadar ev arkadaşım oldu. Parmaklarımı yemek isteyince de..." Farkında olmadan bir adım daha attı Ozan. Ayaklarının üzerinde yaylanır gibiydi. Yerinde duramıyordu. Bir de, can alacak gibi duran çukur büyüdü. "Yollarımızı ayırdık. Onun da fotoğrafı var, şu tarafta. Başka da kuş beslemedim."

Bahar Ozan'ın boynuyla işaret ettiği tarafa bakıp "Ama," diyerek döndü. "Paylaşmıştın ya fotoğraflarını," dedi. Rüya değildi, değil mi? "Gölgesi vardı hani," diyerek adama hatırlatmaya çalıştı.

O zaman nasıl da güldü Ozan. Bahar ona bakarken mum gibi eriye eriye öleceğini sandı. Ozan ise eğilince gizlenen gülüşüyle başını kaldırıp "Seninkilerdi onlar," dedi.

Bahar'ın gelgit aklı iyiden iyiye karıştı. Âşık kimdi, Narin kimdi, Bahar kimdi? Seninkilerle benimkiler kimdi? Uçuverdi aklı. "Ama," dedi bir daha.

Küçüldü harfleri. "Nasıl benimkilerdi..." diyebildi. Yutkundu. "Benimkiler hep bendeydi ki..."

Şaşkınlığı, aptallığı, gözlerindeki çocukluğu başka renge boyanmamıştı, aynıydı. "Ck," dedi Ozan. "Şehir dışına çıkmışsın. Bilmem neredeydin. Veteriner hekimlere emanet etmişsin. Ben de aldım onları, konforsuz kafeslerine Latmos'tan getirdiğim fıstık çamlarını yerleştirdim. Rüşvet verdim, seni sordum. Bir şeyler anlattılar. Anlattılar ama kimse mavi saçlarından bahsetmedi."

Ozan konuşurken sağ eli eteğini yumruğunun içine alıp sıktı. Ayakta durmak zordu. Boğazı kırk düğüm. Heyecan, korku, adrenalin... İçinde neler yoktu ki... Ozan susunca "Levent..." dedi. "Levent'teydi kuşlar."

Bu kez adım atmadı da bedenini Bahar'a doğru eğip "Kaçırdım onları," dedi. Tam devam edecekken aralarına bir "Ozan!" nidası girdi.

"Oğlum neredesin. Gel bak, büyük iddia var. Kazanırsam Ilgın hastaneye şortla gelecek."

Ozan'ın yanı başına gelen esmer erkekle hem Ozan hem Bahar irkildi. Şaşkınlıkları yüzlerine vurunca "Pardon," dedi adam. Bir Ozan'a, bir Bahar'a baktı. Sonra Ozan'a dönüp "İnsan kendi sergisinde saklanır mı?" dedi. "Müsait olduğunuzda şu tarafa da gelir misiniz?" Bahar'a dönüp sırıttı. "Tabii hanımefendi müsaade ederse."

Onu susturmak ister gibi "Tamam," dedi Ozan. "Geleceğim, sen git."

"Hadi bak bekliyoruz," diyerek çekildi adam. Ozan gözlerini Bahar'ın üzerinden almadı. "Git istersen," dedi Bahar. "Misafirlerinle ilgilen. Ben öyle bakarım fotoğraflara..."

Konuşurken sıkça kaşlarını kaldırıyordu. Sol eli tuttuğu kadehe sıkı sıkı yapışmıştı da sağ eli hep hareket ediyordu. Bildiği saçların boyu -hayır o fotoğraftakileri kastetmiyordu- yarı yarıya kısalmıştı. Başka zaman sorsalar buna üzüleceğini söylerdi ama başka bir mutluluk vardı bu saçlarda. Hafiflemiş olsalar gerekti, bu yüzden kıvrımları daha güçlüydü, daha başına buyruk, daha dalgalı, daha çok... Ceplerindeki ellerini yumruk yaptı.

"Git sen..." dedi bir daha Bahar. O sırada galerinin çalışanlarından biri yaklaştı Ozan'a. "Yeni çiçekler geldi," dedi. Ozan yalnızca başını sallamakla yetindi. Aynı zamanda "İçki servisine devam edelim mi?" diye sordu adam. Ozan başını sallarken bu kez ters yönden "Ozan burada," sesi duyuldu. Bahar hepten sokuldu duvara.

Ozan daha ne olduğunu anlayamadan sevdiği iki hemşirenin arasında buldu kendisini. Tebriklerle, hoş geldin beş gittinlerle muhatap olurken bir gözü Bahar'da kaldı. Hemen ardından "Geç kaldık," diyerek Ozan'a sarıldı Zuhal Hemşire. Bir sürü lafa dolandı Ozan ve sonunda sessizce yer değiştiren Bahar'ın yanı başında aldı soluğu.

"Özür dilerim," dedi canhıraş. Sonra yeni bir dalga gelmeden kaçmak ister gibi "Çıkalım mı?" dedi Bahar'a. Kuşların Ozan'da olması haberini henüz aşamayan Bahar ise şaşkınlıkla "Nereye?" dedi. Bu soruyla birkaç saniye öylece Bahar'ın yüzüne baktı adam. Sonunda "Bilmiyorum," dedi.

"Ben her şeyi buraya geldiğin ana kadar planladım. Gelmezsin diye ödüm koptuğundan bir adım sonrasını düşünmedim."

İşitince başını eğdi Bahar. Kuşlar Ozan'daydı demek ha... Levent nasıl müsaade etmişti ki buna? Hiç de bahsetmemişti. Söylemez miydi insan? Nasıl söyleyecekti ki? Levent'in Ozan'la görüştüğünü bile bilmiyordu. "Ya açılış?" dedi başını kaldırırken. "İnsanlar var. Senin için gelmişler..."

Kısacık etrafına bakarak omuzlarını kaldırdı adam. "Ben de senin için geldim," dedi. "Senden başkası da umurumda değil."



*



Taksiden Suterazisi Sokağının başında indiler. Ozan koşarak Bahar'ın kapısını açmaya çalıştı, yetişemedi. Bahar mor ve lacivert arasında renk değiştiren bulutların denizle birleştiği noktaya bakarken sırtında Ozan'ın elini hissetti. "İyi misin?" dedi Ozan. Kız elindeki su şişesini sıktı. Plastik şişeden çıkan sesler kulağına dokundu. Dudağını ısırdı. Başını salladı ve "İyiyim," dedi. "Tansiyon işte," diye ekledi sonra. "Geçende de şey olmuştu. Demiştim sana. Sen mesaj yazınca..."

Galeriden çıkıp hiç konuşmadan yan yana yürüdükleri onlarca sokak sonrasında Galata Köprüsünün ışıkları yanarken Bahar'ın gözleri kararmıştı. Aslında öyle de olmamıştı. Ne zamanki Bahar Galata Kulesini görmüş, işte o zaman kalbi heyecana yenik düşmüş ve ayakları iflas etmişti. Soluklanmak için durmak istemiş, tam Ozan'ın koluna dokunacakken parmakları tutmaz olmuş ve tezgahını toplayan bir simitçinin arabasına tutunmuştu. Nasıl paniklemişti Ozan, nasıl eli ayağı birbirine dolanmıştı... Bereket ki bitmemişti simitçinin suyu. O suyla Bahar'ın yüzünü yıkamıştı Ozan. Bahar o suyla boğazını çalışır hale getirmiş ve ayağa kalkabilmişti. Sonra karton kutuda bir kayısı suyu tutturmuştu kızın eline. Şeker daha da iyi gelmişti Bahar'a. Rengi, ölü bir insanın renginden kurtulduğunda taksiye binmişlerdi. Bahar yolculuk boyu gözünü açmamıştı. İşin aslı yitirdiği renk yerine gelirken teselli bulduğu şey yüzünü silen mendildi. Kırmızı işlemeli keten mendil.

Ozan'ın ceketinin iç cebinden, kalbinin üzerinden çıkmış, yüzünü silmiş ve avucunda kalmıştı. Sonra yol boyu avucunu Ozan'ın eli tutmuştu. Eli, Ozan'ın avucundaydı. Sıcacıktı. Hatırladığı kadar büyüktü... Parmakları ince -başparmağı hariç- ve uzun. Kokusu. O hatırındakinden çok daha güzeldi. Çok daha! Doyuncaya kadar koklamamıştı ama duyduğu kadarı bile sersemlemesi için yeterli olmuştu. Canı fazlasını istediyse suç muydu?

Nereye gittiklerini bilmiyordu. Ozan da bilmiyorum demişti. Demek ki bilmek gerekmiyordu. Bu halde, ölene dek o takside yaşayabilirdi; ne gam ne dert.

Ama sonra inmişlerdi. Hava karanlıktı. Ama ufukta siyaha yaklaşsa bile morluğundan ya da lacivertinden ödün vermeyen bir çizgi vardı. Işıl ışıl bir deniz; rengini göremediği evler, Arnavut taşları...

Bir kere daha "İyi misin?" dedi Ozan. "İstersen eve götüreyim seni..." Arabayı galeriye yakın bırakmış ama galeriden Bahar'la çıkınca onunla geçireceği zamanı uzatmak için arabanın bahsini açmamıştı. Konuşmadan yürüdükleri onca sokak boyu, yalnızca yanında Bahar'ın var olmasıyla mutlu olmuştu. Dokunmasa da, elini tutmasa da, konuşmasalar da; yan yanaydılar.

Ancak Bahar öyle fena olunca, bencilce sevindiği şeye bu kez üzülmüştü... Yok yere ne çok yürütmüştü kızı. Tansiyon diyordu Bahar, tansiyonu neden düşük olurdu Bahar'ın? Heyecan... O kadar çok muydu? Sevinse mi üzülse mi bilemedi.

"Daha önce geldin mi buraya?" Bahar'ın sesiyle yüzünü çevirdi Ozan. Baktı kıza. "Yani ikimizden sonra?" diye devam etti Bahar.

Önce acı kırmızı olduğunu bildiği ahşap binanın karşı kaldırımına baktı Ozan. Kaldırım boştu ama onun baktığı yerde, taşa çöküp ağlayan bir erkek vardı. Sonra üst katın saksılarla bezenmiş penceresine baktı. Daha da sonra ışıksız pencerelere...

"Ck," dedi Bahar'a. "Gelmedim."



*



Sabah evden kahvaltı yapmadan çıkmıştım. Sınavdan sonra bir şeyler atıştırırım derken olanlar, bana yemek yemeyi unutturmuştu. Sonra zaten yemek yemek denilen şey aklımın ucundan bile geçmedi. Yine de beni fena yapan açlık değildi. Fena olan şey onca zaman sonra Galata Kulesi, Ozan ve benim aynı kareye girmemizdi. Düşüp bayılsam bile normal karşılanmalıydı bu.

Mesajlaşıyor olsak bunu ona yazardım. Kule, sen ve ben... Başımızda kuşlar uçuyor... Rüyasına bile razıyım derdim. Ama yan yana olunca, tutup kolundan kuleye baksana diyemedim, konuşamadım. Sonra o su olup yüzüme dokundu. Yanıyordu içim, bir dirhem suyla serinledim. Parmakları yüzümde gezdi. Ayılmak ve bayılmak arasında kararsız kaldım. Gerçekten. Yere boylu boyunca uzanıp yanağımı asfalta yapıştırmak ve Ozan'ı da yanıma çekmek istedim.

"Bırak, İstanbul koştura koştura yaşasın, biz şurada uyuyalım," demek istedim. "Yarın ne olacağını bilmiyorum ama ne olur şurada birkaç saat uyuyalım. İsterlerse üzerimizden geçsin insanlar, herkes ve her şey bana lanet okusun. Sen de kız bana, öfkelen. Belki sonra yüzüme bile bakmazsın ama ne olur Ozan, ne olur. Çok özledim seni. Bir kerecik daha kollarında uyumak istiyorum. Hiç öyle güzel uyku görmedim, hiç öyle tatlı uyku değmedi dilime. Ne olur, bir kere daha. ayıp mı olur şurada yatsak? İçim yanıyor, içim üşüyor, içim kırk düğüm oldu. Çözersen sen çözersin. Üşürsem sen örtersin. Yok, sıcak olursa da seninle yanayım. Ozan seni çok özledim. Sesim o kadar çıkmaz ama kuleden bağırsam İstanbul duyar. Ozan seni çok özledim..."

Burnumun ucundan su damlaları aktı. Ozan saçlarımı geriye itti. Sonra yüzümü sildi. Bir şey dokundu yüzüme. Düşündüğüm şey mi diye tuttum o bez parçasını. Mendili görünce bir daha döndü başım. Uyusaydık orada, mendil ikimizi de örter miydi? Saklar mıydı?

Taksiye bindiğimizde daha kötüydüm ama bunu Ozan'a söyleyemedim. Sonra o benim elimi tuttu. Dünya dümdüz bir zemindi ve ayaklarımın altından kayıp gitti. Nasıl anlatayım ki bunu Ozan'a? Parmakları parmaklarımı sarıyordu. Avucunun içindeydim. Alsın da beni ne isterse yapsın istedim. Cebine koysun, göğsüne soksun, isterse alnını silsin.

Alsın da beni, ne isterse yapsın. Ne isterse olayım. Onunla olayım da...

Seni eve götüreyim dediğinde ağlayasım geldi. Belki kabul etmeliydim ama yatağıma yatıp kokusunu böyle canlı duymam mümkün değildi ki... İyiyim dedim, iyi olmak için kanımın son damlasını bile kullanırdım. Kendimi çimdikledim. Ozan beni bırakmasın diye iyi olmak için elimden ne gelirse yaptım. Gülümsedim. Gülümsemeye çalıştım.

Saçları kısacıktı, dokunmayı nasıl istedim, nasıl... Yalnız saçları mı? Hayır, yüzü, yüzünün en güzel yeri, çukuru. Ölsem de gömseler beni oraya, gıkım çıkmaz.

Sonra indik taksiden. Nereye geldiğimizi ancak o zaman anladım. Cennetten bir köşe mi ayırdın bana Allah'ım? İçimde bir dirhem iyilik varsa onun karşılığını mı verdin? Çok teşekkür ederim Allah'ım, çok teşekkür ederim. Üç yıldır nefes alıyordum da ilk kez yaşadığımı anladım.



*



"Rezervasyonunuz var mıydı beyefendi?" dedi önlüklü garson. Ozan avucundaki eli bırakmadan "Hayır ama..." dedi. Garsonun yüzü düştü. Ozan'ınki de beraberinde. "Hiç mi yer yok?" dedi bu kez. Sesinde korku vardı. Apaçık duydu Bahar. Oysa içerisi tıka basa dolu değildi. Ozan bir adım ilerledi, cam kenarında boş olan dört kişilik masayı gösterdi. "Şuraya alamaz mısın bizi?"

Seneler önce oturdukları masayı işaret ediyordu. "Orası rezerve," dedi garson. "Ama ben size bir yer ayarlamaya çalışayım." Uzaklaşacaktı yanlarından, Ozan bırakmadı. "Lütfen," dedi. "Şu masayı ayarlayalım. Eleni burada mı? Ya da Kali Kiryos?"

Garson önce "Maalesef," dedi. "Geçen sene el değiştirdik. Eleni'yle Kiryos Sakız'a geçtiler. Ben size başka bir masa ayarlamaya çalışayım."

Ozan bir keçi gibi diretti. "Lütfen," dedi yeniden. Tuttuğu eli bırakıp cüzdanına davranacakken Bahar onun ne yapmaya çalıştığını anladı. Kolunu tuttu Ozan'ın. Ozan kıza baktı. "Başka masa olsun," dedi Bahar. "Ne önemi var. Beraberiz işte." Beraber olduktan sonra aynı masa için diretmenin manası var mıydı? Başkası olsundu, yenisi olsundu. Farklı olsundu, şuradaki kaldırım olsundu, ne önemi vardı?

Kızın gözlerinin içine bakıp derin bir soluk verdi Ozan. Garson uzaklaştı. Ozan, Bahar'a yanaşıp gözlerini gözlerine dikti. "İyi misin?" dedi. Bahar başını salladı. Avucundaki boşluktu tek rahatsızlığı. Ama gördüğü gözler, o her şeye bedeldi. Başını salladı. Bekledikleri o kısa zaman diliminde öylece baktılar birbirlerine. Bir de, bedenlerinden aşağı öylece sallanan elleri, çocuk parklarında yan yana sallanan salıncaklar gibi birbirine tutuştu. Bahar'ın gözleri o ellerin üzerinde sallandı. Ozan'ın gözleri Bahar'ın saçlarından aşağı kayıp durdu.

Az evvel yanlarından ayrılan garsonun sesiyle kendilerine geldiler. Adamın peşine takıldılar. Sahneyi güç bela görecek, kolon arkası bir masaları vardı. İki kişilikti. Ozan hoşnut olmadı. Oturmak da istemedi ama Bahar Ozan vazgeçer diye korkuyla masanın bir yanına oturuverdi. "Burası güzel," dedi sonra. Neşeli görünmeye gayret etti. "Burası çok güzel." Bir şey için yalvarır gibi bakıyordu Bahar. O zaman ceketini sandalyeye asıp kızın karşısına geçti. "Olmadı böyle," dedi yarım ağız. Sonra özür diler gibi konuştu.

"Gelmezsen diye öyle çok korktum ki, sonrasını düşünmek istemedim. Sadece gel diye... Yoksa hiç rezervasyon yaptırmaz mıydım?"

Omuzlarını kaldırdı Bahar. Masanın sağ yanında üstü keten peçetelerle örtülmüş bir ekmek sepeti vardı. Çapraz katlanmış peçetenin bir ucunu açıp avucu kadar olan ekmeklerden birini aldı. Topuğundan küçük bir parça koparıp ağzına attı.

"Hakkın var," dedi ağzındaki lokmayı yutmadan. "Gelip gelemeyeceğimi bilmiyordum. Gelmek istemediğimden değil. Nasıl istemem. Yalnız seni görünce... Görsem ne olur bilmiyordum. Yoksa senin olmadığın bir an illa ki gezerdim sergini."

Bir yandan sağ kolunun düğmesini boşandırıp katlamaya başladı Ozan. Bahar'ın elleri karıncalandı. Uzatıverseydi Ozan kolunu, hemencecik katlardı da... Yutkundu. Mavi beyazdı çizgileri. Bir an o gömlek mi diye düşündü. Hani kendisinin de giydiği. Ama yok, değildi. Göğsündeki logosu başkaydı. Bir de... Kalıplanmış mıydı Ozan? Sanki omuzlarındaki köprünün boyu uzamıştı. Diğer kolunu katlarken "Gördün işte," dedi. Gözleri afacanlıkla bakıyordu kendisine.

"Gördün işte beni. Kötü mü oldu?"

Başını iki yana salladı Bahar. "Niye kötü olsun. Düşüp bayılabilirdim, buna da şükür."

Yaşı daha genç bir garson gelip masaya iki menü bıraktı. Sonra bir başkası elinde kocaman bir tepsiyle geldi. Menüleri bırakan, tepsideki tabakları masaya bir bir yerleştirirken ezberlediği bir maniyi söyler gibi sıraladı. "Canlı müziğimiz 22.00'de başlayacak. Balıklarımızın hepsi tazedir. Sütte levrek spesiyalimizdir. Mezelerimiz günlük çıkar. İçecek olarak ne arzu ederdiniz efendim?"

Adam Ozan'a baktı, Ozan Bahar'a. Sonra başını kaldırıp "Biz bir müsaade isteyelim," dedi. Yeniden masaya döndüğünde, sepetten bir top ekmek alıp topuğunu kopardı. Kurutulmuş domatesli zeytinyağına bandırıp kekikli yerlerini sıyırdı. Ekmeği Bahar'a uzatırken "Ne içelim?" dedi.

Bahar kendisine uzatılan ekmeğe ve o ekmeği tutan ele bakıyordu. Açtı, öyle çok açtı ki; Ozan kendisine zehir de uzatsa gözünü kırpmadan yutardı. Ekmeği almadan evvel "Şarabı seviyorsun hâlâ..." dedi. Sonra hakkını kaybetmekten korkar gibi ekmeğe uzanacak oldu. Eliyle alacaktı ama Ozan ekmeği daha da uzatınca, ağzıyla uzandı lokmaya. Galiba biraz da abartmıştı ki, Ozan'ın parmağını da yutuverecekken Ozan elini çekti, kendi başparmağını yalayıp "Seviyorum," dedi. "Hâlâ..."

Bahar önündeki ekmek kırıntılarıyla oynarken "Şarap mı içeceksin o zaman?" dedi. Kendi çıkarını düşünüyordu. Ozan ve şarap kadehi mahrum kaldığı bir görüntüyü verecekti kendisine. Bencildi, hatıralarını arıyordu.

"Ck," dedi Ozan. "Benim biraz rakıya ihtiyacım var..." Bir yanı da korkuyordu. Su gibi içerse, hüngür hüngür ağlar mıydı? Bahar'a sarılıp da ağlamaktan, sonra da bir daha onu bırakmamaktan korktu. Kollarını bir dolasa, cihan çilingiri gelse kollarını Bahar'dan çözemezdi.

"Eşlik eder misin yoksa canın şarap mı çekiyor?"

Bir süre durdu Bahar. Sonra "Su olsun," dedi. "Bir de kola." Soğuk ve şekerli... Fikri bile içini serinletti. Sonra şaraba da hayır demezdi ama... Rakı daha da güzel olurdu ama... Sarhoş olması bir kadeh bile sürmezdi. Buna emindi ve ayık olmak istiyordu. Yarın bugüne dair tek bir saniyeyi bile unutmamalıydı. Hem de Leman ablaya koşacak lüksü yoktu. Bu yüzden ilaçlarını sabote etmemesi lazımdı. Kafasında pişen çorba karıştı da karıştı.

"Sonunda ben içmeyeyim," dedi. Ozan bakmayı sürdürünce de "Sarhoş olmak istemiyorum," dedi. "İlaçlarım var. Kolay çarpıyor alkol."

Garson başlarına geldiğinde Ozan'ın bir kaşı havadaydı. Tam ne ilacı diyecekken durmuştu. Tansiyon, bayılmak ve ilaç kelimelerinin kendisini bu kadar huzursuz etmemesi lazımdı ama denklemin bir yanında Bahar vardı. Rahatsızlığı bundandı.

Bir küçük rakı istedi. Sonra su, sonra kola, sonra balık çorbası, ahtapot, Bahar'ın sevdiği yoğortlular ve bir sürü şey. Garson çekilince de Bahar'a bakıp "Ne ilacı?" dedi.

Bahar döktüğü ekmek kırıntılarını bir avucuna süpürürken Ozan'ın yüzüne bakmadan "Bir psikiyatra gidiyorum," dedi. "Bazı şeyleri tek başıma beceremeyince yardım alayım dedim. İlaçlarım var..." Nedense Lale'nin karşısında antidepresan kullandığını söylemekle Ozan'ın karşısında bunu yapmak aynı değildi. Ona bunu söylerken çekineceğini hiç düşünmemişti ama o an utandı. Çünkü Ozan'ın böyle şeylere gereksinimi yoktu. Tozlu raflardan "mükemmel Ozan" figürünü indirmek üzere olduğunu anlayınca başını kaldırıp baktı adama.

"Üst üste çok fazla hata yaptım. Çok şey yaşandı. Düzeltmek istedim, nasıl yapacağımı bilemeyince... Baktım tek başıma üstesinden gelebileceğim şeyler değil..." Durdu burada, biraz da utandı. Sonunda "Öyle işte..." dedi.

Ozan ona bakmayı sürdürüyordu. Aslında Bahar'ın çekindiğini görmüştü. Sorabileceği şeyler de vardı, aklına bir şeyler de takılmıştı ama kendisin "Boş versene," dedi. "Baksana duruluğuna. Hiç mi değişmez yüzü? Hiç mi gözlerindeki buğu silinmez? Hep mi mağrur bir güzelliği olur? Hiç mi büyümez?" Baktıkça göğsü şevkli şişip indi. Bahar da adam bir şey diyecek ya da soracak endişesiyle tetikte beklerken Ozan'ın yüzünde gördüğü ifadeyle saldı kendisini. Ozan'ın çukuru görünmüyordu ama yüzünde tuhaf bir mutluluk vardı. Huzur mu denirdi buna, ne denirdi?

"Saçların," dedi sonunda. "Nereden aklına geldi saçlarını maviye boyamak?"

Masaya küçük bir rakı şişesi geldi. Buz ve su da. Ozan garsona bırakmadı servisi. Eli kalktı, garson uzaklaştı. Kendi bardağını doldurmadan önce Bahar'a su uzattı. Yalnız gözü hep Bahar'ın yüzündeydi. Bunu gören kız da ara ara Ozan'ın gözbebeklerine tutuluyor, sonra utanarak masadaki herhangi bir şeye bakıyordu. Kimi kez peçeteye kimi kez çatala kimi kez soğuk suyun bardakta bıraktığı buğuya. Kaçmak isteyince bir yudum su içiyordu.

Bahar susunca Ozan devam etti. "Kütüphanede yer tuttuğum gün sağa sola bakındım hep. Belki erken gelirsin, belki oradasındır... Gözüm hep güneşin parlattığı bir sarı arayıp durdu... Oysa sen fotoğraf makinamla peşine düştüğüm sığırcıklar gibisin."

Usulca başını salladı Bahar. "Bir yerde gökkuzgunla karşılaştım," dedi sonra. "Gökkuzgunmuş yani. Ben mavi kulaklı sığırcık sanmıştım, değilmiş ama neredeyse aynısı... Sonra geçen yaz..." Kelimelerin içinde yüzerken geçmişe çarpmamak için çaba harcıyordu. Bu öyle yorucuydu ki; derin bir iç çekişle "Boşanmaya çalışıyordum," dedi. Ozan'ın gözüne kısacık bakmak istedi, Ozan başka bir yere bakınca devam etti.

"Kendimden sıkılmıştım. Nefes alan bütün kuşların benden daha şanslı olduğunu düşünüyordum. Sonra o gökkuzgun geliyordu aklıma. Ozan olsa ne çok sever diye düşünüyordum. Bir de eskiden farkında değildim ama mavi çok güzel bir renk. Özgürlüğün rengi. Neden böyle dersen bilmem. Ama mavi olup da kötü olan tek bir şey bile yok. Kuaföre giderken çok fazla düşünmedim, sonra böyle oldu saçlarım. Sevdim."

Bir sürü şey söylemişti Bahar. Ozan önce dudağını ısırdı. Gökkuzgun, boşanmak, özgürlük... Eli kadehine uzandı. Onu havaya kaldırırken "Saçlarının şerefine olsun o zaman," dedi.

Bahar bir anda güldü. İçilebilecek bir sürü şeyin içinden saçlarını mı seçmişti Ozan? Su bardağını adamınkine vururken "Olsun," dedi. Hemen sonra da "Kuşlar," dedi. "Kuşlar dedin galeride. Benim kuşlarımın sende işi ne? Levent'le sen görüşüyor musun ki?"

Ozan başını salladı sadece. "Bilmiyordum," dedi Bahar.

"Ben de sizin görüştüğünüzü bilmiyordum," dedi Ozan. "Trabzon'a gitmeden önce Beyoğlu'nda karşılaşmıştık kendisiyle. Klinik için kiralık yerlere bakıyordu. Oturup iki bira içmiştik. Sonra ara ara araştık, bir iki satır yazdık birbirimize. Hani bir atmacadan bahsettim ya. Levent'i aramıştım kırık tedavisi için. O kadar. Ama hayatımdaki bir sürü insandan daha sağlam biridir Levent. Severim."

Bahar da başını salladı. Öyleydi Levent. Gözünü kapatıp güvenebileceği biriydi. Sesli düşündü. "Hiç söylemedi bana," dedi. Dalıp gidecekken Ozan'ın sesiyle masaya döndü.

"Kuşların senin olduğunu da söyleyecek değildi. Tesadüf, o akşam yanına gittim. Kafesi görünce... Âşık'la Narin'inkine benzer bir kafes almışsın. Bir de kuşlar kedi köpek sesinden tedirgindi. Orada durdukları için çok başını şişirdim Levent'in. Sonunda Bahar'ın kuşları, için rahat etmiyorsa al götür ama üç gün sonra getir dedi. Bilmem neredeydin..."

"Antalya'daydım. Sempozyum vardı, hocam sen de geleceksin deyince... Aklım da kuşlarda kalmıştı Zaten çok olmadı onları alalı. Birkaç ay. Bazen almasa mıydım diyorum. Ben senin gibi anlamıyorum dillerinden. Zaten çok da sevmiyorlar beni. O kafesteki dallar mesela. Hiç aklıma gelmemişti. Kafes büyük olsun yeter diye düşünmüştüm..."

Ozan gülümsedi. "Seviyorlardır, sen fark edememişsindir."

Bahar'ın dudaklarının ucunda kaldı kelimeler. Biraz düşününce de "Sevgiyi anlamak bazen çok zor," dedi. "Özellikle benim gibi hak etmediğini düşünüyorsan."

Önce sessiz kaldı Ozan. Sonra Bahar'a hak verircesine başını salladı. "Gökten yıldızlar indirmedim önüne. Ama seni seviyordum ve senin de bunu bildiğini sanıyordum."

Alt dudağını ısırdı Bahar. Başını eğdi. "Biliyordum," dedi. Ama sonra başını kaldırıp gözlerinin içine baktı Ozan'ın. "Sevmediğin hiç kimse yoktu ki," dedi. "Bütün insanları seviyordun. Bütün arkadaşlarını seviyordun. Bütün kız arkadaşlarının en sevdiği erkektin. Çiğdem'in de elini tutuyordun yürürken. Onun fotoğrafları da vardı bilgisayarında. Kimin yanından geçsen hep seni övüp duruyorlardı. Yanlış anlama. Bunlar senin sorunların değildi. Bunlar hep benim meselelerimdi. Bütün o kalabalıkla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. Bütün o kızlardan farklı ya da özel neyim var ki diyordum ve buna verecek bir cevabım yoktu. Bazen özgüven kırıntıları topluyor ve Ozan beni seviyor diyordum. Bazen ve çoğunlukla Ozan'ın himayesindeki küçük kızdan ibaret oluyordum. Çok yorucuydu Ozan. Seninle dans ederken kendimi gökyüzünde hissedip sen Çiğdem'le de aynı dansı yaparken yerin dibine saplanmak... Kendimden yorgun düşüyordum. Ve bunu sana nasıl anlatacaktım ki?"

Garson geldi masaya. İki kâse balık çorbası getirdi. Ozan'ın yiyeceği yoktu. Ama Bahar'ın önündeki tabağa gülümseyerek baktı. "Lütfen ye," dedi. Kız eline kaşığı alana kadar da onu seyretti.

"Sen gidince neyi fark ettim biliyor musun? Bu kadar gereksiz insanı hayatıma nasıl topladığımı... Bu kadar kalabalık olup nasıl da bir tane bile arkadaşımın olmadığını. Sonra aslında öyle birinin olduğunu ve beni hep evde beklediğini fark ettim. Her şeyi, en en en saçma şeyleri bile suya anlatır gibi anlattığım bir Bahar'ım varmış. Yalnız âşık olduğum kadın değil, en iyi arkadaşım beni bırakıp gitmiş."

Çorbanın içine attığı bir lokma ekmeği kaşıkla evirip çevirdi ama ne onu ağzına taşıyabildi ne de... Ağlamaması mucizeydi. Ama bir mucize gerçek olmuştu, ağlamıyordu.

"Kuşlara bakmaktan söz ettin ya... Senden sonra Âşık'la Narin'e iyi bakamadım. Açıkçası gözüm onları görmedi bile. Bu yüzden beni zamanından önce bıraktılar."

Bahar çorbanın içinde gezmeye devam edince "Ye onu," dedi Ozan. Bahar başını sallayarak ekmeği kaşığına aldı ve ağzına taşıdı.

"Ben geçmiş yaraların kabuklarını kaldırmak istemiyorum Bahar. Ben geçmişin içinde boğulmaktan yoruldum. Seni suçlamaktan, kendimi suçlamaktan, insanları suçlamaktan çok yoruldum. Artık bugünün tadını çıkarmak, yarınla mutlu olmak istiyorum."

Bahar kaşığı bırakacakken "Biraz daha ye," dedi kıza. Bahar onu ikiletmeden bir kaşık daha attı ağzına. "Güzelmiş," dedi sonra.

Ozan'ın yüzü güldü.

"Endişe ediyorsan seninkilere beraber bakarız."

Önce Bahar'ın yüzünde tuhaf bir gülümseme belirdi. Başını eğdi, dudaklarını yaladı. Ozan, öyle güzeldi ki; geçen üç yılda uzun bir tatile çıkmıştı; şimdi geri dönmüştü sanki. Böyle mi olacaktı?

"Böyle mi olacak?" dedi sonra. "Bana kızgın değil misin?"

Bir uğultu baş gösterdi mekânda. Masaların hepsi zaten dolmuştu da, masalardan gelen gürültü hiç umurlarında değildi. Başka bir sesle döndü başları. Yarım yamalak görünen sahneye şapkalı ve gitarlı bir adam yaklaşmıştı. Sonra bir kadın. Siyah, upuzun bir elbisesi vardı, birdemli bedenini sarıyordu. Yüksek boylu bir sandalyeye otururken gitarlı ve şapkalı adam elini öpmüştü. Mikrofon sesi duyulmuştu ardından. Küçük bir alkış yığını...

Adamla kadının ardından perküsyonla buzuki gelmişti. Yaylı sazlar tıngırdarken Bahar, Ozan'a döndü. Ozan bir yudum daha rakı aldıktan sonra konuşmaya başladı.

"Bu kadar zaman sonra bir araya gelip öfkeden kızgınlıktan mı bahsedeyim? Ne yapayım sen gittin şöyle oldu, böyle oldu mu diyeyim? Doğru, gittiğinde alevler içinde yanan bir adamdım. Elimin değdiği her yer, gözümün gördüğü her şey yanıyordu. Yalnız öfke değil, acı da kavuruyordu beni. Sonra kül oldu her şey. Elimde küllerle öylece kaldım. Hadi bunlar baş edilir şeylerdi. Ama fena olan bütün bunlar olup biterken hayatın bir yandan devam etmesi... Yataktan çıkmak istemezken nasıl gitmem hastaneye?"

Konuştukları hoşuna gitmeyince eliyle masaya bir kapıyı çalar gibi vurdu Ozan. Tak tak tak! "Bunları mı anlatmamı istiyorsun?" dedi sonra adam. Bahar nemlenen gözlerini onun üzerinden hiç çekmeyince de devam etti.

"Bitmeyen deprem diye bir şey yok. Her şey yıkıldığında ya enkaz altında oluyorsun ya da ayakta. Ölmediysen her türlü devam ediyorsun yaşamaya. Ben de ettim."

O zaman "Girmemişsin Tus'a," deyiverdi Bahar. Sonra gülümsemeye çalıştı "Benim yüzümden," dedi ve içten içe Leman abladan özür diledi.

Sanki, onun koltuğunda oturuyordu. "Bu gerçekten benim hatamdı Leman abla," dedi. "Kızma bana, bu benim yüzümdendi."

"Okul bitince İskeçe'ye gittim. Sınava girmemek yoktu aklımda. Sınav için dönerim diyordum ama... Dönesim gelmedi. Zaten İskeçe'de çalıştığım falan yoktu. Yine de şansımı deneyebilirdim ama İstanbul gözümü korkuttu, dönmedim." Sustular. Sahnedeki adam "Hep siz mi karınızı alıp geleceksiniz?" dedi birine. "Bu gece ben de karımı alıp geldim."

Sahne önünden birileri ona cevap verdi. Gitar hızlı bir ritimle çaldı. Sonra bir şarkı başladı ve Ozan "Benimki bir iç savaştı," dedi. "Sadece sen çıkmadın hayatımdan. Bir sürü şey, bir sürü insan, doğru bildiklerim, doğru sandıklarım... Bir sürü şey gitti. Bir sürü şey değişti. Dönüp sınava girmek değildi mesele. Dönüp yeni bir hayata başlamaktı, ne kadar sağlam olduğumu bilmiyordum. Cesaret edemedim."

Derin bir nefes aldıktan sonra "Haber aldığını bilmiyordum," dedi Bahar'a.

"Alamıyordum," dedi Bahar. Ellerini kucağında birleştirmişti. "Meraktan ölüyordum da haber alamıyordum. Nasıl alacaktım ki? Telefonum bile yoktu. Telefon olunca da... Numaralar yoktu aklımda. Ama sonra İbo'ya ulaştım. Sınavdan sonra aradım onu. Yalvarmaya hazırdım, sadece sınavının nasıl geçtiğini merak ediyordum."

Bir tek o zaman parladı Ozan'ın gözleri. "İbo'yu mu aradın?" dedi. Başını salladı Bahar.

"Beni mi sordun?"

Bir kere daha başını salladı kız. "Sınav akşamıydı. Çok az konuştuk. Konu sana gelince sustu. Oysa yalnız sınavını merak ediyordum Ozan. Seni rahatsız etmek gibi bir düşüncem yoktu ama söylemedi sınavının nasıl geçtiğini. Arayacak yüzün mü var dedi bana. Haklıydı."

Bir anda öfkelendi Ozan. Bir anda parladı dinginleşen öfkesi. "Nesi haklıydı?" dedi önce. "Herkes bir şey diyordu zaten. Herkes, her canı isteyen, her ağzı olan. Bir kere bile bizi yan yana görmeyen insanlar. O evde neler yaptığımızı bilmeyenler. Sana sarılıp uyumanın benim için ne demek olduğunu bilmeyenler. Seni hiç tanımayanlar. Senin yüzünü sadece bir kere gören babam! Herkes konuşuyordu herkes! O haklıydı, bu haklıydı. Ömründe tek bir kadını sevmemiş İbrahim bile haklıydı, öyle mi? Bir biz miydik haksız olan?"

Önce şaşırdı kız. Sonra ağlarım sandı ama ne tuhaftır ki herhangi bir zaman diliminde derya deniz olan gözyaşları teşrif etmedi. "Ben," diyebildi sadece.

"Bendim haksız olan. Sen değil."

Ozan başını iki yana salladı. "Ben bunları konuşmak istemiyorum," dedi. "Bu kadar zaman sonra, böyle bir akşamda konuşmak istediklerim bunlar değil."

Bahar bakmayı sürdürünce de "Bilmiyorsun," dedi. "Sensiz kalınca ne hissettiğimi, nasıl olduğumu bilmiyorsun. Kimse bilmiyor. Unut, boş ver, önüne bak, başkasını seversin... Ne kolay kuruluyor bu cümleler. Herkes çok akıllı. Herkes, her şeyin en doğrusunu biliyor. Unutabilsem unuturdum Bahar. Üç günde olmazsa üç ayda unuturdum..." Durup nefes aldı. Bahar'ın gözlerinin içine baktı.

"Saçının kokusu bile aklımda. Şampuanın, duş lifin, kirliye ayırdığın atletin bile duruyor o evde. Tel tokaların var banyoda. Saç kreminin kapağını kapatmamışsın. Terliklerin balkonda. O akşam çıkmadan çay içmişsin, çaydanlık ocaktaydı. Tezgâha un koymuşsun, ne yapacaktın Allah bilir, o bile tezgâhın üzerinde haftalarca seni bekledi. Öylece çıkıp gittin. Yarın gelirsin diye bekleye bekleye unutmamı istedikleri her şeyi aklıma kazıdım ben. Hadi o çok akıllı İbo gelsin de söküp alsın seni içimden. Başarabilirse aferin ona."

Parmakları peşi sıra masayı dövüyordu. Ansızın öfkelenmişti. Ansızın. Kendisinden bile beklemiyordu bunu. Sakinleşmek için etrafına bakınmaya başladı. Daha sessiz cümleler kurdu. "Söylemedi bana," dedi. "Bahar aradı demedi." Etrafa alev ateş bakarken usulca kendisine uzanan eli fark edemedi.

Fark edince de Bahar'ın parmaklarından alamadı gözlerini. Sonunda iki eliyle tuttu o eli. Eğildi, öptü. Sakinleşene kadar derin derin nefes aldı. Sonunda "Sen unuttun mu?" dedi küçük harflerle.

Bahar ağlamamanın hayretiyle konuştu. "Ben en çok Snoopyli tişörtümü Oğulcan'a verdiğim için pişman oldum."

Önce Bahar'a baktı, sonra yürek burkan bir nefesle yeniden eğildi Ozan. Bahar'ın avucuna gömüldü ve gerçekten iyi olana kadar başını oradan hiç kaldırmadı. Kaldırdığında ise gözleri Bahar'ın her yanını tavaf etti. Tavaf etti de ağzını hiç açmadı. Sonunda "Konuşmayacak mıyız?" dedi Bahar. Utansaktı sesi.

Gülümseyerek "Konuşuyoruz zaten," dedi Ozan.

"Yani şey, başka şeyler, öbür şeyler..."

"Ne konuşmak istiyorsun?"

Derin bir nefes aldı Bahar. "Soracağın şeyler olmalı. Sonra..." Çatalın sapıyla oynadı. "Kızacakların, kızdıkların vardır."

"Eee," dedi Ozan. "Seni bunca zaman sonra karşıma alıp burada, böylece kızmamı mı bekliyorsun? Bunun için mi geldin?"

"Hayır ama..."

Rakı bardağını eline aldı Ozan. "Acelen mi var?" dedi sonra. "Yetişmeye çalıştığımız bir şey mi var? Elimizden kayıp giden bunca zaman sonra bir araya gelmişken, böyle güzel bir yerdeyken..." Durdu. "Annemle babamın aşk yaşadığı yerde; hem de böyle önemli bir günde..."

Bardağını kaldırdı. "Doğum gününde..." dedi bu kez. Bahar "doğum günü" kelimesiyle şöyle bir durdu, kekremsi bir tebessümle "Ömrümde bir kere doğum günü kutladım," dedi. "O da senin yanındaydı. Bir tanecikti. Tadı hep damakta kalan cinsten..."

"Bunca zaman ne yaptın doğum günlerinde?" dedi sonra kıza. Ama iyi ya da kötü cevap almak istemiyordu. Şimdi değil, şimdi olmaz. "Bunları konuşacaksak bile şimdi değil, daha fazla değil."

"Şimdi dünyanın en güzel kızının doğmasını kutlamak istiyorum. Şimdi ben, dünyanın en mutlu erkeğiyim. Şimdi yalnız mutlu olmak, mutlu etmek istiyorum."

Ozan'a bakarken farkında olmadan gülümsemeye başladı Bahar. "Eşlik etmeyecek misin bana?" dedi Ozan. Bardağı hâlâ havadaydı. Bahar da su dolu bardağını tutup çekinerek Ozan'a uzattı. "İyi ki varsın Bahar," dedi Ozan. "İyi ki doğmuşsun mavi saçlı kuş."

Bahar bir elini saçlarına uzattı. Diğerini -Ozan'ın elinde olanı- yavaşça geri çekti.

"Dedemin de saçlarımı görmesini çok isterdim," dedi sonra. Kendi kendisiyle konuşur yahut sesli düşünür gibiydi. "Hayatını boka buladığı kızın artık onu umursamadığını görsün, bilsin isterdim."

Ozan bakmayı sürdürünce de "Öldü," dedi. "Sonunda..."

Kaşlarını bir parça kaldırarak "Başın sağ olsun demeli miyim?" dedi Ozan. Başını şiddetle iki yana salladı Bahar. "Dersen kızarım."

Dudaklarını birbirine bastırdı Ozan.

"Trabzon'da çalışırken sana hak verdiğim zamanlar oldu. Aslında bir sürü zaman oldu. Bazı insanları anlayamayacağımı, anlaşılacak bir taraflarının olmadığını anladım. Kırılmayan inatlarını, Allah'tan çok Allah olduklarını, hoşgörünün düşmanı olduklarını gördüm."

Sonra gülümsedi. "Aslında sana yazdığım şu şey var ya, ciddiydim. Gerçekten son sınıfta bir sürü şeyin tadını çıkarmak varken sınav da sınav diye bir cehennem kurmuşum. Şimdiki aklım olsa Tus'a öyle hazırlanmazdım."


Bahar'ın kendisini ilgiyle dinlediğini görünce devam etti.

"Çaykara'da bir sürü boş zamanım vardı. Aslında Çaykara'da olsam çok dert değildi de Karaçam'daydım ben. Baya baya hiçbir şeyin olmadığı bir yer. Atm bile yoktu. Hani annene çiçek göndermek isteyip de gönderemediğimiz bir zaman vardı. Sinirlenmiştim, hatırlıyor musun?"

Başını sallayıp güldü Bahar.

"Hah işte. Karaçam'daki ilk zamanlarımın özetidir o. Ne arasam yok. İnanmak istemiyor insan ama yok."

Bahar bir anda kahkahayla gülmeye başladı. Öyle çok güldü ki, bir eliyle ağzını örttü. O gülünce Ozan da güldü.

"Çaykara uzak değil, yirmi yirmi beş kilometrelik yol. Hani Şuradan Galata'ya gitmek gibi. Ama gidemiyorsun. Yol yol değil. Hele kışın. Her yağışta kapanıyordu. Yağışsız gün de yok."

Kikir kikir gülüyordu kız. Ozan da vaktiyle Bahar'a anlatmak isteyip anlatamadığı şeyleri bir bir döküyordu.

"O zaman arabam da yoktu. Kafamda ilçeye gitmek için taksi kullanırım düşüncesi var. Düşün işte."

Bahar bir yerde gülmeyi bırakıp "İmamın, muhtarın ya da ne bileyim jandarmanın arabasını falan kullanmış olabilirsin."

Başını salladı Ozan. "İlkokul vardı, öğretmen arkadaşlarım oldu. Celil vardı. Karaçam onun da ilk görev yeriydi ama o zaten Bayburtluydu. Coğrafyaya hakim. Arabası vardı. Bayburt'a gitmediği hafta sonlarında Çaykara'ya iniyorduk. Herhalde ilk zamanlarda en çok kahve içmeyi özlemişimdir."

"Çay," dedi Bahar. Herhangi bir önü ya da sonu yoktu söylediğinin.

"Sağım solum her yanım çaydı zaten," dedi Ozan. "Ben gitmeden önce yirmi kilometreye kanıp merkezde bir ev tutar; oradan gider gelirim diyordum. Gerçeklerle tanışmam biraz geç oldu. Karaçam'da kiralık birkaç ev vardı zaten."

"Doktora ya da öğretmene," dedi Bahar. Başını salladı Ozan. "Benden önceki doktorun yerine girdim doğrudan. Bir türlü lojman gibi."

Tam ağzını açıp "Perdeler," diyecekti Bahar ki Ozan ondan önce davrandı. "İlk işim perdeleri çıkarmak oldu. Evin her odası yeşil görüyor Bahar. Tamam bir kule değil, bir boğaz değil ama yeşilin binlerce tonunu görüyorsun. Hiç perde örtülür mü?"

"Örttün mü?" Nasıl merak etmişti bunu, nasıl! Gözlerinden okunuyordu merakı.

"Tabii ki örtmedim," dedi Ozan. Sonra daha kısık sesle ekledi. "Bir ay kadar..." Bahar en büyük kahkahasını bıraktı masaya.

"Bir hafta sonra muhtar bir sorun mu var doktor bey diye, bir çay ısmarladı bana. Ev eşyalıydı, perdeler yırtılmış galiba dedi. Yok dedim, manzaram güzel, ondan çıkardım. Güldü adam. Ben konu öylece kapandı sandım ama bir iki güne komşularımdan biri elinde başka perdelerle dayandı kapıma. Sapasağlamdır oğlum, dedi kadın. Hakikaten perdelerin yırtıldığına inandırmışlar kendilerini. Aldım ama takmadım. Sonra bir daha muhtarın yanına çaya çağrıldım... Mahallenin namusu, gençlerin aklının beş karış havada olması, her hanenin kendini bilmesi gerektiği, gençlerin ahlakından sorumlu olduğumuz... Gören de kapı önüne şezlong attım çıplak güneşleniyorum zanneder Bahar."

"Evin içinde çıplak dolaşmandan bir farkı yok ki!" dedi Bahar. Nasıl kikirdiyordu nasıl... Aslında bu mesele Ozan'ın en çok sinirlendiklerinden biriydi ama Bahar onu böyle dinlerken hiç sinirlenmedi.

"Doğrusunu anlatmaya çalıştım. Kimsenin kimseye karışmaması gerektiğini en uygun dille dilim döndüğünce anlattım."

"Allah aşkına sen öyle deyince ne dediler?"

"Namus, ahlak ve gençler dediler. Asla dinlemediler beni. Ağaçlara anlatsam onlar bile anlardı ama insanlar anlamadı. Ben de evin içinde nefret ede ede perdelere bakıp durdum."

Başını salladı Bahar. "Ağaçlar anlardı," dedi. "Ben de Cin Dağı'na anlatırdım dertlerimi. Anlardı da elinden bir şey gelmezdi."

Ozan da başını salladı. "Ağaçlar en güzel tarafıydı zaten... Doğası bir içim su. Biraz alıştıktan sonra kafama göre insanlar da buldum. Hafta sonları zorlu parkurlarda öyle çok fotoğraf çekiyordum ki... Karadenizin kuşları bir başka güzel Bahar. Kimisi fotoğraf makinesi görünce hakikaten poz veriyor. Öyle kaçayım diyen yok. Kanat açan mı ararsın, havada döne döne poz kesen mi... Kimisi nasıl nazlı nazlı bakıyor..."

Uzandı Ozan. Eliyle kızın saçlarına dokunmak istedi. Bir tutam aktı parmaklarının arasından. Bir iç çekti. Bahar gözlerini kapadı. "O zaman yazmaya başladım. Sana anlatır gibi... "

Gözlerini açınca "Okuyamadım..." dedi. Ozan'ın çapkın gülüşünü gördü ve "Beraber okuruz," deyişiyle hayal kurmaya başladı. Ozan'ın göğsünde okuduğu bir defter. Okuyamazdı ki... İç çekti Ozan gibi.

Ozan ise ellerini karnına götürdü. "Onca yürümeye rağmen kilo da aldım," dedi.

"Hafta içi çok hareketsizdim. Sağlık ocağıyla ev arası beş dakikalık yol. Akşama kadar oturuyorsun. Sonra bir güzel besliyorlardı ki beni! Talep etsem kahvaltımı bile ayağıma getirecek komşularım vardı. Yüreklerinin iyiliğine kefilim ama bazen çok yazık diyor insan..."

"Kefil olma," dedi Bahar. "Aynı evde yaşamadığın kimseye kefil olma. Hatta aynı evde yaşadıklarına bile kefil olma..." Biraz buruldu içi, yüzü yere aktı.

"Dedem öldükten sonra taziyeye gelen bir kadın vardı. Tanıdığım biri değil, başka bir köyden. Ne iyi adamdı dedi. Bilmem ne bayramında para vermiş ona; çocuklarına üst baş almış, mekânı cennet olsunmuş... Beş posta dayağıyla büyüdüm. Bana üst baş alabilmek için ondan izin alırdı annem. Aynı adam ben evleneyim diye on dönüm toprak almış Refik beyden. Geberip gittiğinde annemi emekli etmek için toprakları satalım dedik, üzerinde bir karış toprak yoktu. Hepsini satmış, parasını ne yaptığını Allah biliyor. Bir lirası geçmedi kursağımızdan. Geçsin de istemem. Diyeceğim o ki, sen herkesi kendin gibi sanıyorsun. Sana yemek getirenin de senle bir işi vardır. Doktorsun, hoş tutacak seni ki yarın kapını çalabilsin. Evsizin teki olsan kimse yüzüne bakmaz."

Nefretle dolu bir suya girdiğini anladı Bahar. Ama onun suçu muydu? Değildi. O suyun içine doğmuştu. Nefreti affetmek, azletmek, def etmek istiyordu içinden; istiyordu da istemekle olmuyordu işte. Ozan'a baktı, gözlerinde üzüntü görünce "Özür dilerim," dedi. "Onla ilgili şeylerde kendime hâkim olamıyorum."

Bunu görünce başını salladı adam. Konuyu değiştirmek için "İnek sütünün güzelliğiyle orada tanıştım," dedi. "Hatta inek sağmayı da öğrendim. Nazlı geldi aklıma. Her inekte onu gördüm."

Ozan böyle deyince Bahar'ın yüzü güldü. Güldü ama...

Güldükçe bir eli yüzünü örttü. Şöyle bir sildi yüzünü. "Nazlı..." dedi. "Dedemin ölmeden önce bana attığı son kazıktı."

Kaşlarını çattı Ozan. Yine yanlış bir yere mı basmıştı?

"Annem rahatsızdı geçen sene biraz. Hastanedeydik. O ara domuza Nazlı'yı sağmak zor gelince satmış. Söylemedi de bize. Geri alalım diye uğraştık ama adaklık diye almış alan. Kesmişler. En iyi arkadaşımın hikayesi de böylece bitmiş."

Girdikleri sokak yine mutsuzluğa çıkınca sustu Ozan. Tam ağzını açacakken masaya bir şeyler geldi. Yemek ikisinin de önceliği değildi. Ozan ara ara rakısını tazeliyor, Bahar ise boyuna su içiyordu. Garson çekilince "Annen nasıl?" deyiverdi adam. "Niye rahatsızlandı?"

Bahar bundan bahsetmek istemedi. Kollarını masaya dayayıp sahneye çevirdi yüzünü. Hareketli bir şarkı çalıyordu. Kimi kez yunanca oluyordu şarkılar ama o an çalan şarkı Türkçeydi. Daha çok erkek olan solist söylüyordu. Belki de Yunanca kursundan bahsetmeliydi Ozan'a. Bu daha mutlu cümlelere gebe olurdu. Bunu söylemek için önüne döndüğünde Ozan'ın kendisine öylece baktığını gördü. Gözünü bile kırpmıyordu adam. Bahar ağzını açtı. Düşündüğü şey çıkmadı dudaklarından.

"Kanser," dedi. Ozan yüzüne bir tokat yemiş gibi sarsıldı. Hızla gözlerini örtüp açtı.

Ozan'ın endişesini görünce "Yendi ama," dedi Bahar. "Son kemoterapisini geçen yaz aldı. Sonraki bütün tahlilleri temiz çıktı." Şimdi üzülecekti Ozan. Annesini getirirdi aklına. Kızdı kendisine, nasıl tutamamıştı ama çenesini.

"Ne kanseri?" dedi önce Ozan. Biraz sıkılarak "Mide," dedi Bahar. "İyi şimdi. Gerçekten. Midesinin üçte biri alındı. Ondan sonra çok hızlı toparladı. Doktoru dünya tatlısı bir kadındı. O bile şaşırdı iyileşme hızına."

Peşi sıra sorular sormaya başladı Ozan. Ne zaman, nasıl, neden; Bahar cevapladıkça o sordu. Sonunda yüzü asıldı da asıldı. Sustukları zaman Ozan'a bir daha elini uzattı kız. "Sen güzel şeyler konuşalım istiyordun," dedi. "Asmasana öyle yüzünü."

Ozan gözlerinin içine bakıyordu da gülmüyordu yüzü. O zaman "Saçların," dedi Bahar. "Kısacık kestirmişsin. Hiç öyle görmemiştim seni..." Ozan susunca da devam etti. "Yanına gelsem de bir kere sarılsam olur mu?"

Ozan'ın bir bakışı vardı ki, onunla yerinden kalktı Bahar. Sandalyesini adamın yanına çekmekti niyeti. Ama ayağa kalkınca eline dolanan bir şey olmuştu. Bir şey, bir şey, Ozan'ın eli. Adamın göğsüne nasıl kapaklandığını bilemedi. Ayakta duruşu kendi bedeninin ya da ayaklarının gücüyle değildi. Ozan tutuyordu bedenini. Var gücüyle sarılıyordu kıza. Birileri onu zorla çekip almaya çalışıyordu da, Ozan onu kendisine saklamaya çabasındaydı. Öyle şiddetliydi ki sarılışı Bahar ciğerlerine hava sokmakta zorlandı. O kadar soluksuz kaldı ki, ellerinin karıncalandığını hissetti. Yine de güç bela kaldırdı ellerini. Ozan'ın kısacık saçlarında gezerken burnunu çekti. Ne ara sümüklerinin aktığını bilmiyordu. Sahiden Ozan'a mı dokunuyordu? İnanamayıp burnunu adamın koynuna uzattı. Öyle güzeldi ki kokusu, başını oracığa yatırdı. Soluğunu duyuyordu Ozan'ın. Ağır ağır soluyor, nefesini uzun uzun içinde tutuyordu Ozan. Bir ıslaklık duydu omuzunda. Ne olduğunu anlamadı, bakmadı da. Önemli miydi, hayır. Önemli olan tek şey Ozan'dı. Ozan'a sarılmaktı. Ozan'ın kendisine sarılmasıydı.

Düşünüyordu Ozan. İçindeki çocuk hüngür hüngür ağlıyordu. "Anne," diyordu yana yakıla. "Anne yanında olamadım. Bahar'ın yanında olamadım. Bana ihtiyacı vardı, bana çok ihtiyacı vardı ben yanında olamadım." O ağladıkça Ozan daha sıkı sarıyordu kollarını. Bir yerde, o çocuktan daha çok ağlayan Bahar'ı fark etti Ozan. Bahar ağlıyordu. İçinde yankılandı. "Bahar ağlıyor, Bahar ağlıyor, Bahar ağlıyor." Başını çevirip kızın saçlarının arasında gömdü yüzünü. Bir eli o saçların arasına karıştı, diğeri hiç vazgeçmeden Bahar'ın beline tutunmuş onu kendisine çekmekle meşguldü. "Ah Bahar!" dedi sonra. Sanki Bahar'ın saçlarıyla konuşuyordu. "Ah Bahar! Ah Bahar!"

Eli göğsüne uzandı. Mendilini çıkarıp kıza doğru eğdi başını. "Mendilimi kullanmak ister misin?" dedi. Yorgun görünüyordu Bahar'ın yüzü. Bitkin, halsiz, fersiz. Kollarını adamdan çekince ayakta durmakta da zorlandı. Mendili alıp Ozan'ın kalktığı sandalyeye oturduğunda, Ozan dizlerinin üzerine çökmüş, kollarını da kızın dizlerine yaslamıştı. Öylece bakıyordu kızın yüzüne.

Bahar'ın içinde ise hep aynı ses vardı. "Üzme Ozan'ı. Üzme artık. Üzme, tamam mı?" Bir eli Ozan'ın yanağına uzandı. "Üzülme," dedi. "N'olur artık benim yüzümden üzülme."

Aslında gülümsemekti Ozan'ın niyeti. Ama Bahar öyle söyleyince, gözlerini sımsıkı örtüp yanağını kızın bacaklarının üzerine bırakıverdi. Elleri, onlar hep Bahar'ın üzerindeydi ama dokunmak bile yetmiyordu.

Nasıl hareketli bir parça çalıyordu oysa. İnsanlar vardı masalarından kalkıp dans eden. Tabaklar bile kırılmaya başlamıştı. Oysa daha erkendi, değil miydi? Saat kaçtı ki? Ozan Bahar'ın kucağında yatıyordu. Bahar'ın sağ eli hep onun kısacık saçlarındaydı. Öyle çok kaptırmıştı ki kendisini yaptığı işe... İş. Ozan'ı sevme işi. Nasıl sevilirdi ki Ozan? Kendi kendisine cevap verir gibi omuzlarını kaldırdı. Eksikti yaptığı her iş. Yamalı yamalı. Ama elinden gelen her şeyle seviyordu onu. Bütün kalbiyle. Kalbi de yetmiyordu belki ona. Belki yakışmıyordu bile. Ama seviyordu. Çok seviyordu.

Neyden sonra silkindi Ozan. Başını o kucaktan kaldırıp "Tuvalete gidip geleceğim. Sen de ağlamayacaksın tamam mı?" Başını salladı Bahar.

Sonra Ozan'ın yürüyüşünü izledi. Bir elini yanlamasına oturduğu sandalyenin sırtına yaslamıştı. Ozan kollarını sıvayarak uzun adımlarla yürüyordu. Ancak Bahar denize bakar gibi bakıyordu ona. Ozan gözden kaybolunca saati merak etti. Ama telefonuna uzanmak gelmedi aklına. Öylece bekledi Ozan'ı. Öylece. O gelince güzel şeylerden bahsedecekti. Güzel şeylerden. Nelerdi onlar... Aradı, aradı, aradı.



*



Yüzünü yıkadıktan sonra aynaya baktı Ozan. Kirpiklerin üç beş damla su aktı geçti. "Anne," dedi. "Ben onun mutsuz olduğunu düşünmemiştim. Mutludur sanmıştım. Anne o mutsuzmuş. Çok mutsuzmuş..."

Bir avuç su daha vurdu yüzüne. Gömleğinin yakası ıslandı. Bir kâğıt havlu çekti. Yüzünü silerken aynadaki aksiyle bakıştı. Gülmeye çalıştı. Gülmek istedi, gülmeye zorladı kendisini. Sonra çıktı tuvaletten. Bahar'ı nasıl bıraktıysa öyle buldu. İki eliyle bir mendili çekiştirip duruyordu. Kısacık bir an onu izledi. Sonra masaya yanaştı.

"Demek Lale'yle aranız düzeldi..." diyerek oturdu Bahar'ın sandalyesine.

Önce afalladı Bahar. Sonra kem küm etti. Sonunda Ozan güldü. "Mendilimi alabilir miyim?" dedi. Bahar elindeki mendili adama geri verirken "Acile Lale bırakmış bunu," dedi Ozan. "Kaç kere izledim kamera görüntülerini Allah biliyor. Yalan değil, önce tanıyamadım. Senle mesajlaşmaya başladıktan sonra dank etti kafama. Lale'yi bulmam zor olmadı. Sağ olsun sergiye gelmen için de çok yardımcı oldu..."

"Kameralar gerçek miydi?" dedi Bahar. Sonra daha fenasını anlayıp ağzı açıldı ama ne diyeceğini toparlayamadı. Kelimeler ağzında dönüp durdu.

"Emin olmam lazımdı," dedi bu kez Ozan. "Seni düşleyerek öpüp durduğum mendili bir hasta yakını bırakmış olsa bana yazık olmaz mı?"

"Lale'yle ne konuştun o zaman?" Hesap sorar gibiydi Bahar'ın sesi. Kaşlarını da çatmıştı. Ozan'ın gülüşünü büyüttü bu hal. Öyle ya, ağlayacağına kızsındı Bahar. Kızsın, köpürsün ama ağlamasın.

"Bir şey konuşmadım," dedi Ozan iki elini de teslim olur gibi havaya kaldırarak. Ama sonra mendil tutan elini burnuna götürdü. "Mis gibi kokuyor," deyip göğsündeki cebe sokuşturdu mendilini. "Mendili getirdiği için teşekkür edip Bahar dışarıda mı bekliyordu dedim. Evet dedi."

"Allah'ın belası Lale!" dedi bu kez Bahar. "Zaten hep onun yüzünden. Yemek diye çıktık. Ne rakısı kaldı, ne birası. Hastaneye nasıl geldiğimizi bile hatırlamıyorum ki ben!"

Ozan'ın yüzü gülüyordu. "Allah Lale'den razı olsun desene... Neyse sonra sergiden bahsettim. Sağ olsun tebrik etti. Okula afiş astıracağım, Bahar'ı gelmesi için ikna eder misin?" dedim. "Sağ olsun yine kırmadı."

"Allah'ın belası. Kafasını kırmak lazım onun kafasını!"

"Kırma," dedi Ozan. "Ben istedim, ben sordum. İlle kıracaksan, benim etim de kemiğim de senin. Al beni ne istersen yap."

Birbirlerine baka baka sustular. Sonra daha alçak sesle "Boşandığını da laf arasında o söyledi," dedi Ozan. Bunu söylemese de olurdu ama gizli saklı olsun istemedi.

Bir parça yüzü düştü Bahar'ın. "Yazmamdan anlamalıydın," dedi Ozan'a. "Öbür türlü yazamazdım. Yazmazdım."

Başını salladı Ozan. "Yurtta mı kalıyorsun?" diye sorduğunda Bahar diliyle dudaklarını yalıyordu. Başını iki yana sallayıp "Aparttayım," dedi. "Okula çok uzak değil. Tek kişilik odam. Her şeyi içinde. Rahatsız bir yer değil. Taşınırken kuş falan beslemiyordum. O yüzden balkonsuz olsun istemiştim. Şimdi kuşlar var, balkon olsa iyi olur belki ama pencereyle idare ediyorlar."

Ozan'ın gözünde mavi saçlarıyla şezlonguna uzanan bir Bahar canlandı. Oradan kalkıp kollarını güneşe doğru uzatan bir Bahar. Güneş gözlüklerini takmış, şımaran bir kuş... Peki hangi ev, hangi balkon?

"Bakalım, okul bitiyor. Birkaç hocam her konuda çok yardımcı oluyor. İşi de onlar bulacak gibi. Daha geçen bir sürü yere cv gönderttiler. Eğer iyi bir iş olursa kenara biraz para koyar, eve çıkarım. Yüksek lisansa başlayacağım bir de. Başka... Şimdi de çalışıyorum. Part time, öyle çok şey yapılacak, dişe dokunur bir iş değil."

"Ne işi?" dedi Ozan.

Omuz silkip "Laboratuvardayım," diye cevap verdi Bahar. "Asistanlık gibi bir şeydi aslında. Evrak işleri ayak işleri falan. Yeni yeni idrardı, kandı muhatap oluyorum. Çok vaktim vardı, oyalıyor burası beni. Hem de üç beş kuruş kazandırıyor. Apart çok ucuz değil. Daha doğrusu hiçbir şey ucuz değil. Anneme de para göndermeye çalışıyorum. Uğraşıp yorulmasın diye inek aldırmadım. Keçileri de birer ikişer elden çıkarsın istiyorum. Yoksa bütün işler onun sırtında kalıyor. Psikiyatr da çok para. Bir de sık çağırıyor Leman abla. Anca toparlıyor beni." Güldü burada biraz. Ozan'a baktı. Dikkatle dinlendiğini anlayınca utandı. Biraz durup "Başka..." dedi. Aklına bir şey gelir mi diye bekledi. "Yok," dedi ardından. "Bahar'dan haberler bu kadar."

Ozan tam ağzını açacakken "Ha şey var bir de," dedi Bahar. "Babamın zekâ geriliği tescillendi sonunda. Annem Trabzon'da tedavi olurken, şey yaptık. Oradan bir engelli aylığı bağlandı babama. Onla geçiniyorlar şimdi. Yoksa işleyecekleri bir toprak falan da kalmadı."

"Neden her şeyleriyle sen ilgileniyorsun? Abin de Şavşat'ta değil mi?"

"Yengem," dedi bu kez Bahar. "İlgilenmiyor. Yani ne babam ne de annem umurunda. Abimi de salmıyor. Bir kere iki kere doktora bari götürsünler istedim. İstanbul'dan gelip gitmem mümkün olmuyordu her zaman. Aman yarın aman öbür gün diye diye attılar başlarından. Kimseye zorla bir şey yaptıramıyorsun. Ne diyeyim ki..."

Ozan sustu. Aklında bir sürü şey vardı, onları ölçüp biçerken Bahar "Şey..." dedi. Bir nefes aldı, bir cesaret istedi kalbinden.

"Tek başıma yapmadım bütün bunları. Benden çok Oktay ilgilendi. Tek başıma üstesinden gelebileceğimi de sanmıyorum."

Apaçık adı geçince gözlerini Bahar'dan çekemedi Ozan. Bahar da kaçmadı, kaçmak istemedi. Aksine adı aralarında kötü bir ruh gibi yaşayacağına, çıksın gitsin diye ağzını açtı. Ama Ozan buğulanan gözlerle bakınca.... Tırnaklarıyla oynamaya başladı, gözlerini de onlardan çekmedi.

"Senle böyle konuşuyoruz ya şimdi... Dünde kalan şeyler var. Kaçsak da yaşandığı gerçeğini değiştiremeyeceğimiz şeyler."

Ozan'ın gözlerinden korkup yine onlardan güç alıp bir nefeste bir cümle kurdu Bahar. "Çok mutlu oldum dememi mi istersin yoksa her günüm cehennem gibi geçti dememi mi?"

Beklemediği soruyla sarsıldı adam. Az biraz düşündükten sonra da... "Birkaç saat önce mutlu olduğunu düşünüyordum," dedi.

"Şimdi görüyorum ki... Hep öyle olmamış. Bencil yanlarım da var Bahar. Ama bensiz mutlu olmadığına sevinecek kadar zayıf biri değilim, olamam. Keşke hep mutlu olsaydın. Mutlu olsaydın ama... Beni özleseydin."

Son söyledikleri kendine engel olamayıp ağzından çıkanlardı. Sonunda sustu. Baktı kızın gözlerine. "Seni özledim," dedi Bahar. "Seni çok özledim."

Birbirlerine uzun uzun bakıp sustular. Sustukları sürede Ozan rakı bardağını bitirip bir daha doldurdu. Küçük şişenin dibi göründü.

"Ama merak ediyorum." Bahar'ın tedirgin sesiyle ona baktı Ozan. "Belki etmemem lazım ama... Biri ya da birileri olmadı mı hayatında?" Ozan'ın gözleri öyle keskindi ki, uzunca onlara bakamadı kız. "İstiyordun," dedi daha alçak sesle. "Sınavdan sonra..."

Bir yudum daha rakı içti Ozan. Ağzına bir şeyler attı. Düşünmek içindi bu. Sonunda "Oldu," dedi. Bahar birkaç kez kırptı gözlerini. Hakkı değildi ama içindeki kız dizlerini karnına çekip de ağlamak istedi.

"Trabzon'da, sağlık ocağında çalışırken masamda nişanlımın resmi vardı. Onunla avunurdum, sıkılırsam ona bakardım, onunla mutlu olurdum."

Kaşları oynadı Bahar'ın. Anlamaya çalıştı. Nişanlı kelimesine ayağı takıldı, düştü, toparlanamadı. Dinledi.

"Parmağında Âşık'ın olduğu fotoğraf. Sırtında benim gömleğim. Hastaları bile beraber muayene ederdik. Bana münasip kısmetler bulan teyzelere gösterirdim seni. Tabii öylece inanmadılar. Hemen bir yüzük aradılar parmağımda. Çaykara'dan bir halka alıp takar oldum. Yoksa çekilmiyordu yalnızlık Allah'a mahsus cümleleri."

Beyni durdu sanki. Ozan'ın söylediklerini anlamak için beynini zorluyordu. Kendisini mi kastediyordu. O fotoğraf... Nişanlı olmak... Teyzeler, yalnızlık...

"İşin aslı Bahar... Uzaktaydın, sesini duymuyordum, yoktun. Annem gibi. Ama bir gün geleceğini biliyordum. Neden deme. Nasıl deme. Bekliyordum ben."

Birbirlerine şefkatle baktılar. Sonra sustular ama gözlerini birbirlerinin üzerinden çekemediler, çekmediler. Ozan Bahar'ın dudaklarına baktı, Bahar dudaklarını aralayıp Ozan'ınkilere. Ama önce utanan Bahar oldu. Bir elini yanağına koyup sahneye çevirdi başını. Karı koca olduklarını anladığı solistler bir şey için atışıyordu. Konu her ne ise adam kadına "Evde sorarım hesabını," dedi; birileri gülüştü ve kadın gözlerini örtüp gırtlağından kopan güçlü bir sesle şarkıya girdi.

"Θυμάμαι" dediğinde henüz hiçbir çalgı ona eşlik etmiyordu. Ancak bir alkış kıyamet koptu ki, Ozan da başını çevirip sahneye baktı. Çalgılar ağır adım şarkının peşine düşerken kadın durup kocasına baktı, "Δεν θα σε πάω σπίτι απόψε" dedikten sonra bütün çalgılarla beraber girizgahını yaptığı şarkıyı okumaya başladı. Bir kuple okudu, sonrasını Türkçe haliyle adam devam ettirdi.

Çalgılar konuşunca müzik tanıdık geldi kıza. Bu yüzden gülümseyerek baktı Ozan'a. Bakışları birbirini bulunca Ozan rakısına uzanıp Bahar'a doğru kaldırdı bardağını. Şarkıyı yakalayıp ona eşlik etti. "Mevsim bahar olunca, Aşk gönüle dolunca, Sevenler kavuşunca, Yaşamak ne güzel!"

Bahar nedense utanarak masaya eğdi gözlerini. Ozan'ın çatalının sapıyla oynadı, sahi yer değiştirmişlerdi. Ozan kendisinin çatalıyla bir şeyler yiyip duruyordu. Fark edince gülümsedi. Bir daha başını kaldırdığında Ozan cebinden mendilini çıkarmış hem şarkı söylüyor hem de mendili kokluyordu. Utancı büyüdü. Saçlarını sırtına doğru savurdu.

Erkek solist kadından daha içli söylüyordu. Ama Ozan şarkıyı değil, içindekileri okur gibiydi. Bu muydu şarkıyı yaşamak? Eğer buysa, Ozan söylemiyor da yaşıyordu. Gözlerini Bahar'ın gözlerinden çekmeden yaşıyordu hem de. "Şimdi aşk zamanıdır. Aşk ömrün Baharıdır. Bırak sarhoş olalım, içtiğim aşk şarabıdır!"

Bir daha başını çevirdi Bahar. Sahne önünde kıyamet koparcasına tabaklar kırılıyordu. Dans edenler vardı. Hüzünle aşkı iç içe sokan danslardı bunlar. İç çekerek döndü Ozan'a. "Senle şöyle dans edelim mi?" dedi. Seneler öncesinin en güzel gecelerinden birine yolculuk etmekti isteği. Dans etmek değildi arzusu. Sarılmak istiyordu Ozan'a. Şarkı boyu, şarkılar boyu sarılmak ve öylece kalmak.

İşittiğiyle bir kaşı eğildi adamın. Biri havaya kalktı. Tamam, içmesine içmişti de sarhoş mu olmuştu? Olduysa çok yazıktı çünkü nasıl sarhoş olduğunu anlamadıysa; yarın bir şeyleri unutması da muhakkaktı. Eyvah, dedi Yabancı. "Eyvah!" Gözlerini birkaç kez kırpıp "Dans?" dedi Ozan. Bahar ağır ağır salladı başını. "İstemiyorsan sorun değil," dedi hemen sonra. "Ben öylesine sordum. Birden geldi aklıma."

Ozan şişenin son rakısını doldurdu bardağına. Cevap alamayan Bahar bunu "hayır" olarak kabul edip gözlerini sahneye çevirdi. Duyduğu sandalye sesiyle Ozan'a döndüğünde karşısında oturan kimse yoktu. Çoktan ayaklanmıştı Ozan. Bir eli kendisine doğru uzanıyordu. Dudaklarını yalayarak tuttu o eli. Oldukları yerde kalacaklarını zannetti ama Ozan öyle yapmadı. Bir eliyle Bahar'ın elini tuttu. Bir eline rakı bardağını aldı; sahnenin önüne kadar çekti kızı.

Bahar kalabalık bir koronun birbirinden bağımsız sesleriyle yürüdü. İçindeki her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu. Gürültü öyle yüksekti ki, sessizlik kadar huzur veriyordu. Bahar onları duyamadı, bu yüzden ayakları yere özgürce bastı. Bir de şu tutunduğu el, ona güveniyordu. Kendisini her nereye götürürse götürsün, bundan korkmuyordu.

Kendisine kalsa, şurada, masalarının olduğu karanlıkta adama sarılır; öylece dururdu. Ama Ozan ışıksız bir kuytuda değil, parlak ışıklar altında olmayı seçti. Bu kadarla da kalmadı. Sahne önüne geldiklerinde elindeki bardağı havaya kaldırdı. Şarkı sürüyordu ancak buna aldırmadan kadehiyle solistleri selamladı.

Ardından "αυτό το κορίτσι είναι ο εραστής μου" diyerek yükseltti sesini. Bahar'ın kalbi orada tekledi. Ozan'ın Yunanca konuşması bir meseleydi. Kalbe zarar bir mesele. Bir de söylediğini anlamak vardı ki, işte bu baş edilmesi zor olandı. Avucu terledi. Buraya titreyen bacaklarla girmişti ya hani, işte şimdi yeniden öyle titriyordu bacakları.

Ozan bir adım daha yanına çekti Bahar'ı. "αυτό το κορίτσι είναι ο εραστής μου!" diye yineledi. Lirik bir şiir gibiydi sesi. Coşkulu bir şarkı, pastoral bir resim! "Τον περίμενα τρία χρόνια" diye devam etti sonra. Bahar dudaklarını ısırdı. "μου είπε ότι ήθελε να χορέψει" dedikten sonra kendisine baktı Ozan. Sonra yeniden sahneye döndü "εσύ διαλέγεις το τραγούδι" deyip adamın gözleriyle verdiği cevabı başıyla selamladı.

Kadın solist adama doğru eğildi, sonra adam arkasına dönüp saz arkadaşlarıyla kısacık bir şey konuştu ve şarkının ritmi değişti. Ağır bir müzik başlayınca Ozan, bedenini Bahar'a çevirdi. En yakın masaya doğru bir adım atıp bardağını masanın köşesine bırakmak için gözleriyle müsaade istedi. Daha sonra bedeni Bahar'a teslim oldu.

Kadının sesi az evvelkinin aksine yumuşacık girdi şarkıya. Ozan'ın iki eli birden Bahar'ın beline dolandı. Gözleri kızın gözlerine bakarken Bahar'ın elleri ürkekçe tutundu adamın kollarına. Öyle yerinde durmadı, bir aşağı bir yukarı ama çok yavaş gezindi. O gezintinin içinde Ozan alnını Bahar'ınkine yasladı. Şarkının her kelimesinde Ozan'ın elleri Bahar'ı biraz daha kendisine çekti. Alnı kızınkine sürtündü. Burnunun ucuyla sevdi Bahar'ın burnunu. Gözleri örtüldü.

Olduğu yerde kendi kalp atışlarını duyuyordu Bahar. Bu kadar heyecan bedenine fazla gelince "Sevgilim dedin benim için," deyiverdi. Ozan gözlerini açtı, Bahar'ınkileri görebilmek için birkaç santim uzaklaştı kızın yüzünden. "Üç yıldır onu bekliyorum dedin." Kabul eder gibi gözlerini kırptı adam. Son cümleyi anlamamıştı. Onu es geçip diğerlerini doğru anladığı için sevindi, gülümsedi.

"Şeyi söyleyecektim, unuttum. Yunanca kursuna başladım."

Duyduğunu anlamak için birkaç saniye bekledi adam. Anlayınca yüzüne eşi benzeri olmayan bir gülümseme oturdu. Bir kaşı havaya kalktı. "Yunanca kursu?" dedi emin olmak ister gibi. Bahar başını salladı. Ozan tekrar etti. "Yunanca kursu..." Utanarak gözlerini adamdan kaçırdı Bahar. "Dil sonuçta..." dedi. "Öğrenmek lazım..."

Belinden tutan eller bir daha kendisini çekti. Büsbütün yapıştı adamın bedenine. Aynı zamanda bana bak demek gibi bir şeydi bu. Baktı ama kalamadı o gözlerde. "Öğrenmek lazım..." diye tekrar etti Ozan. "Öğrenmek için pratik yapmak lazım." Bahar belli belirsiz başını salladı.

"Kurstakilerle pratik yapıyoruz."

Kahkahalarla gülmek istedi. İstanbul'u inletecek kahkahalarla. Buradan gülüp Galata'nın duyacağı kahkahalarla, kah kah! Sonra kızın kulağına sokuldu. "Bir profesyonelden yardım almak istemez misin?"

Boynunu havaya kaldırıp Ozan'ın kulağının dibine sokuldu Bahar. Orada duran küpeye koştu eli. Avucunu adamın boynuna yapıştırıp işaret parmağıyla Ozan'ın küpesine dokunurken "Kim?" dedi.

"Mesela anadili gibi Yunanca bilen biri."

Adamın nefesiyle gıdıklandı Bahar. Ne hissettiyse elleri de adama onu verdi. Şimdi iki avucu da adamın boynundaydı. Parmakları uzanabildiği noktaları, kısacık saçların başladığı yeri, kulak kıvrımlarını, bir de oraya çok yakışan küpeyi okşuyordu. Ama artık açık değildi gözleri. Örtülüydü.

"Yararı olur mu?" dedi Bahar.

Beklemeden "Deneriz," dedi adam. Sonra Bahar gibi gözlerini örtüp "Daha konuşacağımız çok şey var," dedi. Bahar ciddiyetle başını sallamak isterken "Dövme yaptırmışsın," diye devam etti Ozan. Bahar sessiz kaldı.

"Ne olduğunu anlayamadım," dedikten sonra bir eli kızın belinden sırtına doğru yükseldi. İki kürek kemiğinin orta yerinde durdu. Diğeri de kızın kuyruk sokumuna doğru uzandı. "Görmem lazım."

Saat kaçtı acaba? Külkedisi misali bedeni gece yarısında infilak mı edecekti? Alnını adamın gerdanına yatırıp orada öylece kaldı Bahar. Burası baştan aşağı Ozan kokuyordu. Baştan aşağı! Derin derin içine çekti kokuyu. Ozan bir kere daha eğildi kızın kulağına. "Ne diyor şarkı?" diye sordu.

Oysa şarkıyı kim diliyordu? Bahar değil. O bir kokunun ve kokunun bedenine hatırlattığı şeylerin peşindeydi. Yine de gözlerini açıp Ozan'a baktı. ışıl ışıldı gözleri. Denize vuran ay ışığı gibi! Göz alıcı, karanlığın içinde umut olan, seyri dünyalara bedel...

Birkaç adımla yanaştıkları masadan rakısını aldı Ozan. Bir yudum içti. Bardağı bırakmadan baktı kıza. "Seni hissetmek istiyorum," dedi. Şarkı mıydı bunu diyen? Yoksa, yoksa Ozan mı?

Bahar'ın boğazı kurudu. Yutkunamadı. Gözlerini adamdan çekemedi. Ozan rakıyı tutan elini sağa doğru kaldırdı. Ayakları Bahar'ın bilmediği bir ritimle birkaç adım attı, kızın yörüngesinde bir tur dönüp "Bu gece benimle kalır mısın?" diye sordu. İçinde kor parçaları olan bir nefes bıraktı.

"Hayal kurmak yetmiyor artık bana," dedi. Göğsünü Bahar'a yasladı. "Sevmek istiyorum. Sevilmek istiyorum."

Şarkı bitti. Ozan kanat gibi açtığı kolunu biraz daha kaldırıp tuttuğu kadehi yere bıraktı. Cam kırıldı. Bir alkış kıyamet koptu. Ozan Bahar'ı bırakmadı. Boşa çıkan elini kızın saçlarının arasına kattı. Parmak uçları, dokunduğu her yeri Narin'in başını okşar gibi sevdi. Bu yetmeyince burnunu uzattı o saçların arasına. Bahar kokusu... Kulağına kuş cıvıltıları doldu. "Başımızda kuşlar uçuyor," dedi. Bahar'ın saçları boynunu gıdıkladı. Nefesi göğsüne dokundu. Bir düşle dudağını ısırdı. "Seninle sevişmek istiyorum."



--------------------------------------------<3


Merhaba! 

Nasılsınız, keyifler yerinde mi? 
12bin kelimelik bu bölümü paylaşıp paylaşmamakta biraz tereddüt ettim. Aslında devam edip içinde bulunduğumuz geceyi de bitirip öyle bölüm yayınlamak gibi bir arzum vardı ama bir kesim okuyucu cinsel içerikli sahne okumayı sevmiyor. Dolayısıyla onlar 34. bölümü atlayarak devam edebilirler. Bu sebeple 33ü burada noktalama kararı aldım. 33ü hızlı yazdım ancak 34 için tarih öngörmem zor. 

Yorumlarda görüşmek üzere. 


Sevgiyle, 

Anita Felipova Emilova 




*** Tavernada çalan şarkılar; Anna Tsahalou -Thimame, Orhan Gencebay-Mevsim Bahar Olunca, Nikos Vertis - Thelo na me nioseis  

Continue Reading

You'll Also Like

47.7K 2.4K 48
"ben... yapamam." diye mırıldandım. "o çocuk benim ilk aşkımdı, sen de biliyordun. üzgünüm, yapamam." alayla gülümsedi. gözlerindeki hüzün on metre ö...
511K 29.7K 20
Daima kalbimin sesini bastırmak için yüksek sesli ve kalabalık konuşurum. Çamurlu bir nehir yatağıyla beraber mor rengindeki lotus çiçeklerinin resme...
999K 95.9K 55
Süreyya Tanya, hayatı boyunca girmek için çabaladığı bale okuluna kabul edildiğinde on sekiz yaşındaydı. Rusya'nın soğuk topraklarına adımı bastığınd...
740 51 12
"Ölüme yalın ayak koşanların öyküsü bu." "Bu motorun üzerine bindiğin zaman zebaniler sana cehennemden yer ayırtmıştı hanımefendi, cehennemde görüşür...