Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 71.9K 99.8K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
2. Dalda Umut Var
3. Yüzme Bilmeyen Gemi
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
8. Prenseslik Müessesesi
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
20. Yaşanacak Bir Şey
21. Mutlu Seneler
22. Tek Kişilik Vals
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
33. Başımızda Uçan Kuşlar
34. Aşk Mahalli
35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
45. Eldivenler ve Yüzükler
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

27. Terk Eden Anneler

20.3K 1.4K 1.9K
By AnitaFelipova



*



ŞUBAT 2021, Sapanca



*


"Aman doktor, canım gülüm doktor, derdime bir çare!"

Beyaz saçlı adamın dumanlı gırtlağından yüksek olmayan bir sesle döküldü nağmeler. Ozan güldü. Bu babasının sarhoşluğunun değil, sarhoş olma arzusunun sesiydi. Adam ya çok keyifliyken ya da gizli bir efkarla doluyken böyle şarkı söylerdi. Ozan babasının hangi zaman diliminde olduğunu kestiremeden kendisine uzatılan uzo dolu bardağa, önündeki ince uzun bardakla karşılık verdi. Restoran bir salı akşamı için kalabalık sayılabilirdi. Zira saat gecenin on birine geliyordu ama içkisini bitirmemiş üç masa doluydu. Şurada çay içen bir kadınla adam da vardı. Babası az evvel sobaya gecenin son odunlarını atmıştı. İçerisi sıcaktı. Bir de alkolün her bardakta vücuda kattığı sıcaklık vardı. Bundan mütevellit bir tişörtle duruyordu Ozan.

Masalardan biri hesabı isteyince ayaklanmıştı babası. Dönüşünde şarkı da değişmişti. "Aman doktor, canım gülüm doktor, derdime bir çare!"

Oğulcan'ın yarı yıl tatili bitmişti de üstüne bir hafta uzatma koymuşlardı kafadan. Oğlundan ayrılamayan Meral ablasının eseriydi uzatmalar. Onu alıp İstanbul'a götürecekti Ozan. Bir gecelik ziyaretin sebebi buydu.

Çift dilli şarkıda, kâh Türkçe kâh Yunancaya kaçıyordu adamın dili. Yunanca söylerken sesi yükseliyordu. Diline şen bir ezgi oturuyor, Ozan'a baka baka içiyordu. Gülüyordu Ozan, ne yapsın?

Ama sorarlarsa hoşnut değildi şarkılardan. Tek başına olsa da dinlerdi ama şarkının dikenleriyle birkaç damla gözyaşı bırakırdı masaya. Başkası olunca -babası da olsa- saklamak zorunda kalıyordu yaşlarını. Diken batan yerler acıyordu ama acıyor diyemiyordu Ozan. Zor olan, şarkıyı çekilmez kılan buydu.

"Aman doktor," değildi şarkının dikeni. Mendilimin yeşiliydi. "Mendilimim yeşili, aman aman! Ben kaybettim eşimi!"

Babası masaya döndüğünde, Ozan'ın önündeki dibi görünmüş bardağa bakıp "Hızlı gidiyorsun," dedi. Hem şarkı söyledi hem Ozan'ın bardağına baktı hem de yakındı. "Hızlı gidiyorsun, yaşlıyım diye bana haddimi mi bildireceksin?"

Dudak ucuyla güldü Ozan. "Yaşlandığını kabul ediyor musun sonunda?"

"Bre deyyus!" dedi adam. Nasıl keyifli çıktı sesi. "Sabaha kadar mum ederim seni burada."

"Meral abla da canını okusun sonra."

"Kırk yılda bir oğlum gelmiş, ne diyecek Meral?" Bir lokma meze attı ağzına.

Bak işte yine aynı şeyi yapıyordu şarkı. "Al bu mendil sende dursun! Sil gözünün yaşını!" Bağıra bağıra ben iyi değilim baba demek çekti canı. Sustu. Susarken masanın üzerine koyduğu ellerini çaresizce birleştirip öyle güldü.

"Ne diyecek Meral abla; sen meyhanede sabahlayacak yaşta mısın der. Niye yanıma gelmedin der. Yanında ister kocasını." Kim istemezdi? Yutkunup gene bardağına saklandı. Son yudumu içti. Şişeye baktı. Bir bardak daha içse miydi?

"Genç değiliz oğlum biz," dedi adam. "Oğulcan'la mı karıştırdın sen bizi. Bak annesi bir hafta daha kaldı diye mutluluktan ölecek, paşa sevgilisini çok özlemiş, ben döneyim deyip duruyor. Sevgilisinden uzak kalamıyor hiç bu neslin çocukları."

"Ben kalmaya ikna etmenize bile şaşırdım. Evdeyken yarın olsa da İpek'i görsem derdi. Nasıl on beş gündür burada duruyor anlamadım."

Kah kah güldü beyaz saçlı adam. "Kızımız da İstanbul'da değilmiş de ondan," dedi. "Yoksa bizim kara kaşımız kara gözümüz için kalıyor değil."

Sonra devam etti adam. "Ben böylesini görmedim. Daha yaşı kaç başı kaç bu çocukların. Yatıyoruz o kızla, kalkıyoruz o kızla. Hayır, her gün gördüğün kız için nasıl bu kadar avare oluyorsun oğlum diyorum, sen anlamazsın baba diyor. Bak hele zibidiye. Leylekler mi getirdi sizi. Aşkı meşki de bilmeyen adam olduk sonunda. Dedesi muamelesi yapıyor bana." Göğsünü gerdi adam. "Ben bu enerjiyle, bu aşkla istesem bir kardeş daha yaparım size."

Ozan işittiğiyle yüzünü buruşturup adamın kaç bardak içtiğini düşünmeye başladı. Kendisi bardaklarını saymıyordu ama babasınınkileri saysa mıydı? "Hop," dedi en tatlı sesiyle. "Oğulcan'a kızıp kendini ispat etmeye kalkma istersen."

"Bak hele sende mi benim işimin bittiğini düşünüyorsun yoksa?"

"İnanıyorum ben sana baba," dedi. "Sonuna kadar inanıyorum ama Oğulcan'la yarışa girme istersen. Ben de İpek'e nikahı basarım derse İstanbul'da ben çekeceğim kahrını."

Bir masadan seslendiler. Adam kalkıp hem masayla hoşbeş etti hem istediklerini taşıdı. Ozan camdan dışarı bakıyordu. Göle vuran yakamoz yer yer parlıyordu. Ama daha güzeli iki hafta önce yağan kardan kalanların dantel gibi süslediği gölün çevresiydi. Şubat bitiyordu ama kış bitmiyordu Sapanca'da. Dalıp gittiği pencereden başını çekerken derin bir nefes aldı Ozan.

"Ne diyorduk," dedi babası otururken. Omuz silkti Ozan.

"Oğulcan'ın büyük aşkı," dedi virgül koydukları yeri anımsatırken. Sonra güldü ve devam etti. "Ne çoluğu çocuğu be!" dedi kendisiyle dalaşır gibi. "Benim yaşıtlarım toruna karışıyor. Geçen gün haber geldi, Yusuf dayıyı hatırlar mısın? İkiz doğurmuş gelini. Çocukları almış kucağına fotoğraf yolladı bana. Meral'le ona bakarken Oğulcan az bekleyin biz İpek'le evlenir evlenmez çocuk yaparız dedi."

Aynı anda, aynı tonda güldüler. "Çocuk İstanbul'da züppe olur diye korkuyorduk. Mecnun oldu!"

"Onun züppeliği de Mecnunluğu da buram buram ergenlik kokuyor baba!" dedi Ozan. "Geçen odasındaki sandalye tam ortada duruyordu, kenara çektim niye çekiyorsun diye kızdı bana. İpek çekmiş sandalyeyi, İpek oturmuş, orada kalacakmış."

"Bak hele!"

"Duyguları hep uçurumda geziyor. Bir tartışıyorlar, dünyası kararıyor, yataktan çıkmıyor, yemiyor içmiyor, hop barışıyorlar düğün dernek havası oluyor bir anda! Ben hızına yetişemiyorum."

"Canım şimdi açtırma eski defterleri, senin de hızına yetişemezdik. Hem öyle tek kızın adını sayıkladığın da yoktu!"

Güle oynaya konuşuyordu adam. Ama son söylediği karşısında derin bir sessizlik buldu. Koşarken duvara çarpmış gibi durdu. Ozan'ın bakışları karardı, başka başka yerlere bakar oldu adam. Yine de tebessüm ediyordu. Etmeye çalışıyordu.

"Canım torun beklesem Oğulcan'dan mı beklerim," dedi bunun üzerine. "Sen İstanbul'a yerleştin artık. Düzenini kurdun. Öyle havai biri de değilsin. Üç vakte senden gelir güzel haberler diye umuyorum."

İşittiği karşısında muhatap olduğunu anlamadı Ozan. "Ben mi?" dedi alçacık sesiyle. Babasının bakışı karşısında "Ha," dedi. Karşı çıkacak hali yoktu. "Olur olur tabii," dedi. Neyin olurunu verdiğini bilmiyordu. Başka da bir şey demedi. Yine de bir umutla doldu adam.

"Var mı görüştüğün birisi?" dedi.

Meseleyi anlayınca "Var," dedi Ozan. Çünkü teferruata gerek yoktu. Keyiflendi bu kez adamın yüzü.

"Hastaneden mi?" dedi. "Bak öyle ciddi bir düşünceniz varsa..." Cümlesine devam edemeden Ozan girdi araya.

"Ciddi düşünürsem bilirsiniz zaten baba," dedi. Az evvel kararsız kalmıştı ama bu kez bardağını doldurdu. Hem de suyu az uzosu çoktu. Büyük de bir yudum aldı ondan. "Boş ver sen beni," dedi. Şans o ki, arkadaki masalardan biri kalkıyordu. Fırsat bildi Ozan. Babasından önce davranıp "Ben hallederim," dedi. Masaya koştu, adisyonu aldı, kasadan pos cihazını getirdi. Hatta masadakilerle neyin üzerineyse şakalaştı. Sonunda masaya döndü.

"Doktora garsonluk da yaptırıyorum," dedi babası.

"Bahşişini kutuya bıraktım," diye karşılık verdi Ozan. Gülüyordu.

"İyi yapmışsın. Ben de Ozan bahşişi cepler mi diye kıvranıyordum burada."

"Çok şükür maaşımdan memnunum."

"Esnaf adamın bahşişine de göz koyma bir zahmet."

Yokluğunda babasının da kendi bardağını doldurduğunu gördü. "Son," dedi içinden. "Bu bardaktan sonra kalk artık, yoksa saçmalayacaksın."

"Ozan," sesi kendi iç sesinden hemen sonra geldi. Ama güzel bir sesti bu ve hemen ardından "Oğlum," sesini duydu. Yumuşacık. Karın altında yatarken üstüne örtülen yorgan gibi. İliklerine kadar ısıtan.

"Oğlum sen eskiden benimle konuşurdun. Bir derdin olsa bana anlatırdın."

Gözünün içine baktı babasının. Evet, konuşurdu. Açık seçik, hiç de çekinmeden. Ama sonra bir söz almıştı babası ondan. Bir söz. O sözle beraber babasına anlatacak bir şey de kalmamıştı. Bir söz, yalınlık ve yalan arasında perde olmuştu. Sözünü tutmuş ama susmuştu Ozan.

"Anlatıyorum zaten baba," dedi gözlerini tabaklarda gezdirip ağzına öylesine bir şeyler atarken. "Neyi anlatmamışım. Hastaneden memnunum. Bazen yoruluyorum ama kim çalışırken yorulmuyor ki. Sonra hafta sonlarım eskisi gibi güzel geçiyor. Şu fotoğrafçılık kulübü var ya. Acayip iyi geliyor bana. Ortaya bir fotoğraf sergisi muhabbeti atıldı geçende. Sana onu söyledim mi ben? Tutturdular sen de bir sergi açsana diye. Tabii gördüler benim yarı serseri öğrenciliğimin ganimetlerini. Zulamda elli ülkenin fotoğraf arşivi var, duyanın dudağı uçukluyor. Bir de şu yeni doğan bebeklerin doğumhane serisi oldu. Acayip keyifli şeyler. Olmaz falan dedim de belki bir sergi açarım diye düşünüyorum ara sıra. Kafa dengi insanlar var kulüpte. Birlikte bir şeyler yapıyoruz her hafta mutlaka."

Babası yüzüne öylece bakınca, elindeki çatalı bıraktı Ozan. Bardağına uzanacak oldu, sonra vazgeçti. "Ne oldu baba?" dedi dümdüz sesiyle. Aynı cümleyi tekrar etti adam.

"Sen eskiden benimle konuşurdun." Bir süre sessiz kaldılar. Sonra "Ne anlatayım baba?" dedi Ozan. "Ne anlatayım, neyi anlatmamı istersin?"

"İçindekileri," dedi adam. "Sokaktakileri, iştekileri değil. İçindekileri, kalbindekileri. Burandakileri." Elinin tersi göğsünün üzerindeydi. Bir peçete alıp ağzını kuruladı Ozan. Oysa lüzum yoktu ama işte... İşte.

"Yok içimde bir şey," dedi sonra. "İçim kupkuru. Hiçbir şey yok içerde. Ot bitmez, kupkuru toprak."

Bir süre geçtikten sonra "Ben annenden sonra," diye bir cümleye girecek oldu adam. Girecek oldu ama Ozan bu girizgâhla bir anda hiddetlendi. Öfkeyle baktı babasına.

"Annemden bahsetme," dedi sert bir sesle. Şaşırdı adam.

"Ne diyeceğini biliyorum baba. Annemden sonra yıkıldığını, döküldüğünü, paramparça olduğunu, yaşamak istemediğini... Bunların hepsini biliyorum. Biliyorum ama hatırlıyor musun o günleri dersen hayır. Hatırlamıyorum baba. Çünkü yoktum. Beni aldınız, dedemlerin bahçesine bir fidan gibi bıraktınız, köksüz sapsız... Seneler sonra ben artık yüzünüzü unutacak hale gelince sen gelip beni aldın. İki kişi bıraktınız, tek kişi aldınız."

Hayret, beyaz saçlı adamın yüzünde bir mum alevi gibi büyüdü. İlk kez sitemkâr bir ses duyuyordu Ozan'dan. "Olanı biliyorsun Ozan," demek istedi, yarım kaldı cümlesi.

"Biliyorum baba!" dedi Ozan. Bir yükseliyor, bir alçalıyordu sesi.

"Çok iyi biliyorum. Kaç tane kanser hastası gördüm bir bilsen! Kaç ölü gördüm, öyle cansız fersiz yatan. Kaç hasta yakınına kötü haber verildiğini gördüm, duydum. Hatta bizzat ben verdim o haberleri. Kaç kişi ayılıp bayıldı önümde. Hepsini biliyorum. Bilmediğim tek şey annemim ölürken nasıl olduğu, nasıl göründüğü, kime ne dediği, bilinci kapanmadan en son kiminle konuştuğu, senin nasıl yıkıldığın, ağlarken kime sarıldığın, nasıl vedalaştığınız. Bunlar bende yok." Masaya eğilip ellerini çenesinin altında birleştirdi. Gözlerini adamın gözlerinden hiç çekmedi ve devam etti.

"Ben çıkarken çiçek kokuyordu ev. Döndüğümde banyoların nasıl leş gibi koktuğunu hatırlıyorum. Ayak basılmamış odaları biliyorum. Annemin eşyalarının çoktan toplandığını biliyorum. Benim hayatımın ortasından annemi alıp çıkarttınız. Onunla paylaştığım son diye bir şeyim bile yok. Seneler sonra çıkarıp saçlarını verdin bana, oysa ben o saçlar kesilirken onun yanında olmalıydım. Şimdi bana annemden sonra nasıl yıkıldığını anlatma. Madem o günleri yaşamama izin vermediniz, seneler sonra o günlerden bahsetmeye de hakkın yok."

Dudağı titredi adamın. Oysa Ozan nasıl da dimdik, nasıl da kendinden emin konuşuyordu. Yine de karşısında babasını böyle görünce, sert mi çıkıştım diye sordu kendisine. Bir peçete alıp adamın önüne koydu. "Üzül ya da ağla diye konuşmuyorum," dedi. "Sadece sen sordun, ben de söyledim."

"Hiç böyle söylememiştin daha önce."

Dudaklarını yaladı Ozan. Senelerdir yalnız yaşıyordu. Senelerdir anne ya da baba evinden uzaktı. Saygı kurallarını unutmuş muydu? Ya da tek başına koca bir adam mı olmuştu? Hadsizlik etmek istemezdi ama düşündüklerini inkâr da etmedi. "İnsan büyüyor baba. Düşüne düşüne büyüyor."

"Senin iyiliğin içindi," diyebildi adam iki cümle arasında. "Çok acısı vardı annenin..."

"Elbette benim iyiliğim içindi," dedi Ozan. "Benim için her koşulda en iyisini istediğinizi bilmiyor muyum ben? Ama iyi değildi baba," dedi. Kelimeleri öyle yumuşak ve aynı anda sertti ki; adam afallıyordu.

"İyi değildi ve hatta kötüydü. Bana yapılmış en büyük kötülüktü. Annemin ölüşünü görmek; ne olduğunu bilmemekten ve onun yüzünü bile unutmaktan daha kötü değildi. Elini tutardım. Sarılır öper, veda ederdim. Öyle olsa ölene kadar kokusu burnumda kalırdı baba. Yüzü içime kazınırdı. Boyası eskimiş bir evin duvarında tozlanmış bir çerçevede duruyor annemin yüzü. Başka bir şey anımsayamıyorum. Gün geçtikçe de eskiyor. Benim hak ettiğim bu değildi baba."

Aciz halde savunmaya çalıştı adam. Kendisini değil, ölen karısını.

"Saçları dökülmüştü. Yüzü nasıl çökmüştü. Onu öyle görmeni istemedi..."

"Hiçbir hasta istemiyor baba!" dedi Ozan. O zaman ağlamaklı bir ses karışmıştı gırtlağına. "Aynaya bakmıyorlar. Sevdiklerini görmek de istemiyorlar. Kimisi gözünü bile açık tutamıyor. Acınmasından da hoşnut değiller. Bir an önce iyileşmek ya da ölmek istiyorlar. Çoğu ölmeden önce umudunu yitiriyor. Kimisi hiçbir zaman umutlu olmuyor. Ama baba o benim annemdi. Ömrümün sonuna kadar hayatımın en anlamlı kadını olacağı muhakkaktı. Şimdi ondan bahsedince gözünün önüne o hali mi geliyor yoksa en sevdiğin hali mi? Kimse sevdiğini en beter günleriyle hatırlamıyor baba. Benim için hep esmerlerin en güzeli, saçları hep dalga dalga olan kadın. Kimsenin içine girip birinin saçlarını kazıyamazsın. Onu o halde görseydim inanacağım tek şey öldüğü olurdu. Böylece senelerdir en sevdiğim kadınların beni terk ettiğine inanarak yaşamazdım. İnan bana terk edilmek ölümden daha çok acıtıyor."

Eliyle ağzını örtüp baş parmağı ve işaret parmağıyla burnunu sıktı Ozan. Nefes almayınca ağlayamazdı bir insan. Bu yüzden ağzını örtüp burnunu canını acıtana kadar sıktı!

"O seni terk etmedi Ozan..."

"Terk etti baba. Kendinden mahrum bıraktı. Yanında istemedi. Ben ona sarılmak istedim. Günlerce, gecelerce ona sarılmak istedim. Dedem bilir kaç gece anne diye ağladığımı. O bahçede sizi bekleye bekleye çürüdüm ben. Gelmediniz baba. Hiç gelmediniz. Sonunda unutmaya başladım. Sizsiz yaşamaya başladım. İçimde koca bir terk edilmişlik kaldı."

"Oğlum..." dedi infilak eden adam. "Hata varsa bendedir. Annenin bir günahı yoktu."

İkisinin de alnında bir sürü çizgi belirdi, dudakları kıvrılıp duruyor, gözleri peşi sıra parlıyordu.

"Bana ne baba günahlardan. Allah mıyım ben sizi yargılayayım. Ben hissettiklerimi yaşıyorum sadece. Bu kadar sene oldu. Bu kadar büyüdüm. Ne değişti hayatımda? En sevdiğim kadınlar beni terk ediyor. Düşünüyorum, düşünüyorum ama içinden çıkamıyorum. Demek ki hata bende. Bilemediğim, bulamadığım tek şey neden beni istemedikleri."

"Olur mu?" dedi adam. Nasıl üzgün, nasıl kırgındı sesi. "İkisi hiç bir olur mu? Aynı değil. Annen bu dünyadan vakitsiz göçtü gitti. O kıza gelince..."

Başını iki yana salladı Ozan. "Annem dünyadan göçmeden önce benden göçtü baba. Onu deliler gibi özlüyorum. Onun bir güncük yaşaması için ben ölmeye razıyım ama ona kırgınım baba. Aynı ya da değil. Beni bıraktılar. Beni kendimle bir başıma bıraktılar."

"Ozan..." Araya girmeye çalışmak nafileydi.

"Deme bir şey. Hayatta iyi bir insan olmayı dedemden öğrendim. Ondan önce siz de bir şeyler katmışsınızdır bana ama hatırlamıyorum baba. Bir tek dedem var aklımda. Onun "iyi insan" ol demeleri. Ben iyi oldum baba. Hep iyi oldum. Ama neden bilmem yetmedi. Şimdi çıkıp anneme neden beni bıraktın diyemiyorum. Bahar gittiğinde sana gelip içimi döktüm. Bana şereften, haysiyetten bahsettin. Ne olursa olsun evli bir kadına bakmayacaksın, adını da anmayacaksın dedin. Sustum baba. Bir sürü şeyi yuttum. Çıkıp karşısına neden bile diyemedim. Oysa sormak hakkımdı ama ben seni dinledim."

"Kaç sene oldu be oğlum!" dedi adam. Her cümlesi üzünçle kavrulmuş hayretten ibaretti.

"Çok sene baba! Çok sene! Annem öleli çok daha fazlası oldu, unuttun mu baba? Yaşamaya devam ediyoruz diye onu nasıl sevdiğini, arkasından neler yaşadığını, acını, hissettiklerini unuttun mu? Ben de unutmadım. Çıkıp herkes akıl veriyor. Şöyle unut, böyle unut. Aptal mıyım baba ben? Unutabilsem çoktan unuturdum. Başkasıyla sevgili olmayı bilmiyor muyum, akıl edemiyor muyum? Yapmadım mı sandın? Keşiş hayatı mı yaşıyorum bunca senedir? Yatıp kalktıklarımın ardından bir gün, sadece bir gün aklıma Bahar gelmese kurtuldum derim ama olmuyor. Kokusu burnumda baba. Senelerdir görmüyorum onu ama kokusu burnumda duruyor."

Bu sırada avucunu dilenir gibi açıp babasına uzattı. "Ben onu avucumdaki kuş gibi sevdim. Gözümden sakındım, üstüne titredim. Ben iyiydim baba, iyi insandım, iyi olandım. Ama ben kaybettim. Ciğeri çürük bir adam kazandı. Bahar gitti baba. Bahar gitti, dönmüyor da bana. Beklemekten ölüyorum ben ama giden dönmüyor. Annem de dönmüyor. Bahar da dönmüyor. Ben terk edilmekten sıkıldım baba. Ben bunu hak etmedim."





*



Sapanca'dan İstanbul'a varana dek, dün gece babamı ne çok üzdüğümü düşündüm. Neden öyle patladığımı, neden öyle isyan ettiğimi, neden bunu babamın karşısında yaptığımı... Pişman oldum. Söylediklerim anlık bir öfkeyle ya da duygusal bir hezeyanla ağzımdan çıktığı için değil. Babamın bunları duymasından ötürü pişman oldum. Kimseyi böyle üzmeye hakkım yoktu. Restoranı kilitleyip eve döndüğümüzde babam birkaç yaş daha yaşlanmış gibiydi. Bense sızana kadar ağlayan bir sarhoştum.

Babamın karşısındaki Ozan buzdağının görünen kısmıydı. Altında yatan ise beni yiyip bitiren her şey. Çok yalvardım Allah'a. Çok dua ettim. Ya onu bana getir ya da sök al artık içimden dedim. Hatta küçük bir çocuk gibi pazarlık yaptım onunla. Parmağımı salladım. "Getir onu yoksa!" dedim parmağımı sallarken. "Yoksa... Yoksa... Yoksa iyi bir insan olmam artık!" Pazarlık yapabileceğim başka hiçbir şeyim yoktu. Herhalde o da bir sarhoşun lafına pabuç bırakacak değildir.

Kirpiklerimin arasında sıcak bir su birikti. Taşsın diye bekledim ama o benden kopmak istemedi, düşmedi yerlere. Orada büyüdü, çoğaldı. İçine girsem yüzülecek kadar derin bir hâl aldı. Çağıldamayan durgun bir su. Bahar gibi. Ve o nasıl benden gitmiyorsa ben de Bahar'dan gidemiyorum. Başladığım her gün, onun koynunda son buluyor.

Yaşananın anlamı o olmuş. En sevdiğim kıyafet ya da hayır, bir kıyafetten vazgeçmek kolay olur, o beni hayatta tutan organlarımdan biri gibi. Onun sayesinde yaşıyorum. Nereye gitsem, içimde onu da taşıyorum. İsyan ettiğime bakmayın. İsyanım onun varlığına değil ki. Ben onun koskoca yokluğuna yanıyorum.

Ona ait evin onsuz kalışına. Pencerelerinin karanlığına, ışıksızlığına, sessizliğine. Terk edilmişliğime.

Allah ile aramdaki meseleyi tehdit ile çözemeyip kendi gözyaşlarımdan kuyular açınca yeniden yalvarmaya başladım. Acizlik ve sarhoşluk asker arkadaşı misali; yan yana gelince hep saçmalatıyorlar insanı. Uyumadan önce Allah ile Bahar'ı bana geri vermesi üzerine pazarlık yapıyordum. Gözlerimi sımsıkı örtüp ondan Bahar'ı diledim. Bütün kalbimle.

Oğulcan, benzin aldığımız sırada "Abi bir şey mi oldu?" diyene kadar aklım dün gecede gezinip durdu. Hata yaptığımı düşündüm. Bir şeye üzülmek beni meselemdi, benim derdimdi. Bunun için ailemi üzmeye hakkım yoktu. Babamdan nasıl özür dileyebileceğimi düşündüm. Aklıma bir şey gelmedi. Belki de akışına bırakmak en iyisiydi.

Yeniden yola koyulduğumuzda radyonun sesini açtık. Düne sünger çekip Oğulcan'ın aşkıyla eğlendim. "İpek bize gelsin mi akşam?" dedi bana. Göz ucuyla bakınca da "Yatılı değil," dedi. "Çok durmaz zaten. Sahilde oluruz biz. Sonra belki pizza alıp eve gireriz."

Benden izin almaya çalıştığını sanmayın. Derdi bu değil tabii ki. Benim evde olmamam için yalvardı bana. Balkonda şarap içme hayalimi gece yarısına bırakmak zorunda kaldım. Yine de hemen tamam demedim. Türlü vaatlerde bulundu bana. Biraz yalvardı, ben de itlik yaptım. Sonunda "İki saatliğine çıkarım evden," dedim. "Yalnızca iki saat. Sonra gelir İpek'i evine götürürüm. Ama bak çizgileri aşmak yok!" Öyle. Abiyim ben.

Utandı bir de eşek. "Film izleyeceğiz sadece," dedi. "Sonra iki buçuk saat olmaz mı?" dedi. Filmin başlaması ve bitmesi payıymış o da.

Sussun diye müziğin sesini daha da çok açtım. "Gel yanıma, sarıl yeniden, ne çok özledim seni ben. Tükenen ümitlerimi, yeniden, taşır yeniden." Duyduğum sözlerle burnumda tüten koku, Oğulcan'ı bıraktıktan sonra kendimi yollara vurmama sebep oldu. Avare dolandım. Karşıya ne zaman geçtiğimi bile fark edemedim. Nasıl dalgınsam trafik bile canımı sıkamadı. Beyoğlu'nun keşmekeş sokaklarında arabayla gezerken buldum kendimi. Belki Bahar'ın adıydı beni Beyoğlu'na çeken. Arabayı park edebildikten sonra, üç sene öncesinde yaşayan bir hayalet gibi Galata'nın gölgesinde gezinip durdum. Hayır, o eve, evime, evimize yaklaşmadım. Pusuya yatan düşman askerleri gibi evi kesen bütün sokaklarda yürüdüm ama o eve gidecek cesarete sahip değilim. Üst üste iki gece kendime işkence edecek kadar mazoşist de değilim.

Ama hatıralardan kaçtığımı düşünmenizi de istemem. Evet, dirayetime ve gücüme göre hatıraların arasından istediklerimi seçtiğim doğru. Anımsamak istediklerime yaklaşıp diğerlerinden uzak duruyor ve yürüdüğüm yollarda Bahar'ı görür gibi oluyorum. Okuldan çıkmış, biraz yorgun ve sırtındaki çantanın ağırlığı omuzlarına vurmuş. Elleri çantasının askılarında. İncecik bacakları var. Saçlarını açsın istesem de o örgüsünden vazgeçmemiş. Kot pantolonunu giymiş. Beyaz spor ayakkabıları var ayağında. Dik yürüyor Bahar, bu huyu değişmemiş. Sırtını hiç eğmeden, başı da hep karşı istikamette. Gözleri ileri marş! Nasıl da beyaz bir teni var. Şakaklarının altında yeşile ve mora çalan damarları yüzündeki yegâne renklilik. Yaz sıcağında sararıyor saçları. Yoksa sütlü bir kahve, dalga dalga içime akıyor. Ben adım attıkça Bahar yanımda yürüyor. Gözlerimi ondan çekemiyorum...

Galip Dede Caddesinin çatalına geldiğimde gördüğüm tabela karşısında gülümsedim. Yanımda yürüyen Bahar'a "Bak," dedim sessizce. "Bak burada kim var?"

Hatıraların arasından çıkan bir isimle birkaç bira içmek istedi canım. Bahar'ın hayalini sokağın yüksek kaldırımına oturttum. Sonra üç adımda girdim camından ışık saçan dükkâna.

*

Levent'in kliniğine girerken saatimi yokladım. Yediyi geçmişti. Hava kararmıştı ve kliniğin ışıkları yanıyordu. Girişteki "danışma" bankosunun boş oluşuna aldırmadan dar koridorda ilerledim. Bir parça aşina olduğum steril malzeme kokusu, bir parça aşina olduğum evcil hayvan kokusuna karışıktı. Birkaç tıbbi cihazın sesini duydum. Ama onlardan daha yüksek olan miyavlayan bir kediydi. Sonra birkaç ses daha... "Selam!" dedim en neşeli sesimle. "Levent bey burada mı?"

Levent'i görmeyeli çok uzun zaman oldu. Bahar gittikten sonra onunla birkaç kez buluştuk. Efkârımı görerek ama incitmeden etrafında gezen insanlardan biriydi Levent. Yara bandı gibi. Ya da kanamalı bölgeye turnike uygulamak gibi basit bir ilk yardım bilgisiyle hayat kurtarmaktı onun varlığı. Her ne denirse. Derin bir sohbetimiz, gönül bağımız, dostluğumuz yoktu. Ama denizdeki can simidi gibi gelmişti bana. Bu yüzden yeri bende ayrıdır. Pek çok kez bir araya gelip sohbet etmiş değiliz. Ama sesinin kulağıma çağırdığı bütün hatıraları, bütün o sevgi dolu şarkıları seviyorum.

Küçük adımlarla ilerlerken "Buyurun hastanız mı vardı?" diye bir ses duydum. Onun sesiydi. Gülümsedim. "Hocam bir operasyondayım, bitmek üzere, beş dakika bekler misiniz?" dedi bu kez Levent. Sesi takip ettim. Pati şeklindeki tabelada "Operasyon Odası" yazan bir kapının aralık olduğunu gördüm. Elimin tersiyle yavaşça ittim kapıyı.

"Hocam temizim, gelebilir miyim?" dedim. Kısacık baktı yüzüme. Sonra "Oooo Ozan Bey!" dedi. Yüksekçe bir masada yatan hastayı gördüm. Karabaş bir köpekti. Tüylerinin yapa duruşundan sokak köpeği olduğu anlaşılıyordu. Yeniden Levent'e döndüm.

"Hanımlı beyli konuşmak hiç ağzına yakışmıyor," dedim. Hemen atıldı. "Hocam valla ben de memnun değilim. Beceremiyorum da zaten. Bir öyle bir böyle oluyor."

Sarılmak için yanıma yanaşacakken ellerini kaldırdı. Sağ eldiveninin ucundan incecik bir damla kan süzülüyordu. "Kusura bakma," dedi. Sonra güldü "Alışık değilsindir sen şimdi,"

"Kan tutuyor beni," dedim. "Düşer bayılırım şuraya."

"Yapma ya!" dedi bu kez. "Ben de şu işin ucundan tutar mısın diyecektim." Nasıl sessiz sakin ve kelimelerin altından üstünden geçerek gülüyorduk!

Önündeki köpeğe yanaştım bu kez. "Hocam günahı ne bu çocuğun?" dedim. Levent'in üniforması bordoydu ama başındaki bonede türlü çeşit hayvan resmi vardı. Nedense benim de böyle renkli bir bonem olsun istedim. Sonra dikkatim dağıldı.

"Bu acımasız dünyaya yeni çocuklar getirmek istiyor," dedi Levent. "Ben de hayvan ırkına düşman bir şifacı olarak onun er bezlerini bedeninden söküp alıyorum."

Kahkaha attım. Karabaşın muayene örtüsü dışında kalan tüylerini şöyle bir okşayıp "Dünyanın nimetlerine doymadan yegâne zevkini de elinden alıyorlar ha?" dedim.

Levent hastayı kapatmaya başladı. İlk dikişini tamamlayınca "Evet," dedi. "Sırada bekleyen hanım kızlarımızın fit kalabilmesi için beyefendinin arzularını köreltiyoruz."

"Dünya acımasız bir yer," dedim köpeğe fısıldar gibi. Levent'e bakarak masalıma devam ettim. "Sen İstanbul gibi muazzam bir şehirde doğuyor, tarih kokan Beyoğlu'nun sokaklarında serpiliyorsun. İlk gençliğinin çılgın kaçamaklarını görüyor şu mahallenin esnafı. Tam gönlünün sultanını bulup çoluk çocuğa karışacakken eli kanlı bir hekim gelip seni ameliyat masasına yatırıyor ve..."

Levent gülerek bir kaşını kaldırdı. "Jinekologsun diye biliyorum," dedi. "Evet," dedim sırıtarak. "Neslin devamına katkı sağlıyorum."

"Doğru söyle, küretaj sayın doğumdan az mı çok mu?" dedi.

"Mesleki bilgi paylaşmıyorum," dedim. Eli değilse de ayağı dizime kadar uzandı. Tekme yedim. "Eee hocam," dedi "Nasılsın, neler yapıyorsun? Ne çok oldu görüşmeyeli?"

"Oldu," dedim. Küçük bir odaydı burası. Benimki kadar eski bir evin zemin katıydı, duvarları beyaz boyalı ve yüksekti. Cerrahi malzemeler, mama kokusu ve insandan başka canlıların kokusu birbirine karışmıştı. Tuhaftı ama benim burnuma göre kötü değildi. En azından iltihaplı bir vajinadan kötü olması mümkün değildi.

"Klinik açtığını biliyordum ama bir gün pat diye önünden geçeceğimi düşünmemiştim. Böyle eli bomboş gelmiş bulundum ama hatamı telafi etmek için sana bira ısmarlayabilirim. Eminim burada hâlâ çok güzel bira patates yapılacak yerler vardır."

Gülerek baktı bana. "Buralar senin mahallen. Yabancısıymış gibi konuşma," dedi. Yüksek duvarlara bakarak iç çektim. Levent bunu görmüş olsa gerek devam etti. "Bira teklifine asla hayır demem ama sırada bekleyen üç çocuk var. En az bir buçuk saat sürer," dedi. "O kadar zamanın var mı?" dedi sonra. İçmek için beklemek bir parça can sıkıcıydı ama zamandan bol neyim vardı ki? Omuz silktim.

"O zaman gel önce bir kahvemi iç," dedi. Eldivenini çıkardı. "Zahmet etme sen, söyle yeter," diyecek oldum ama o hızla çıktı kapıdan. Karşıdaki odaya geçtik. Küçük bir mutfaktı burası. Tezgâhın üzeri biraz dağınıktı. Üst dolaplardan birini açtı Levent. Bir sürü renkli kupa çıktı karşısına. İkisini alıp hızla mutfaktan çıktı. Ben hep peşindeydim. Operasyon odasının yanındaki odaya girdi bu kez. Genişçe odanın bir duvarında bir sürü kafes vardı. Çoğu boşsa da birkaçında uyuyan ya da yatan kediler vardı. Levent kafeslerin karşısındaki masaya konulmuş iri kahve makinesine yanaştı. "Nasıl olsun?" dedi ama ben onunla, kahve makinesiyle ya da ne yaptığıyla değil aynı masaya konulmuş büyük kuş kafesiyle ilgilendim. Âşık ve Narin'in kafesinden daha büyük olmalıydı bu. Rengi benzerdi -pirinçti- ama tabanında işlemeleri vardı. Buna karşın içi sadecik bir kafesti. İçerisinde iki kuş olmasına rağmen tutturulmuş tek bir dal vardı. O da plastiktendi. Aynaları yoktu. Yahut sallanabilecekleri bir aparat. Canım sıkıldı. Âşık ve Narin'in kafesinde iki dalları vardı. Elbette bunlar plastik değildi, gerçek birer ağaç dalıydı.

"Sade mi, sütlü mü?" dedi Levent o sırada. "Fark etmez," dedim. Kafesin her telinin aralığında gezdi gözlerim. İçindeki kuşların ispinoz olduğuna emindim ama zebra ispinozu değildiler. Olabilecekleri birkaç tür geçti aklından. Birinin adını unuttum ve kendime kızdım. İlgilenmeyeli ne kadar olmuştu ki kuşlarla? Bahar gittiğinden beri. Evet, Âşık Bahar'ın gidişinden iki ay sonra uçmuştu bu dünyadan. Narin de onsuz çok yaşamamıştı. Ve ben Narin yaşasın diye ikinci bir erkek kuş alamayacak kadar başka türlüydüm. Kıskanç, bencil, acılı.

Kafesteki kuşlar küçüktü. Yavruluktan çıkalı kaç hafta olmuştu acaba? En fazla altı hafta biçtim kafamda. "Sade yapıyorum," dedi Levent. Umursamadım. Plastik dal kafesin ortasına tutturulmuştu. Oysa ben bakarken kuşların ikisi de daha aşağıda, su kabına tutunarak durmaya çalışıyordu. O zaman, ara ara duyulan ince kedi seslerinin kuşları tedirgin ettiğini fark ettim. Başımı çevirip kedilere baktım, sonra kuşlara.

"Kuşlar," dedim. Levent bana baktı. "Kedilerin yanında durmaktan huzursuz gibiler." Levent bir süre sustu. İç çekti. Kim bilir ne düşündü. Yalan değil, hadsizlik ettiğimi düşünüp kendime bir parça kızdım. Levent'ten iyi bilecek ya da ona tavır öğretecek halim mi vardı? Hesap sorar gibi mi konuşmuştum? O da cevap vermeye pek gönüllü değil gibiydi.

"Kusura bakma," dedim hemen ardından. "Âşık'la Narin'den sonra kuş besleyecek cesareti gösterememiş biri olarak boşboğazlık ettim galiba."

Makineden ağır ağır kahve damlarken gözlerim hep kafeste kaldı. Levent ise "Olur mu hocam," dedi ama sesi çok da keyifli değildi.

"Gibisi fazla. Kedi sesi duymaktan tüy bile dökebilirler."

Samimi gibiydi. O zaman hadsizliğimin üstüne tüy diktim. "Başka yere alamaz mıyız ki? Bu arada hasta falanlar mı?"

"Burada kesi ya da köpek sesi duymayacakları bir oda yok," dedi yarım gönülle. Kafasından ne geçtiğini çözemezken, Levent elinde iki kupayla baktı bana. Meraklı gözlerime ne cevap vereceğini düşünüyordu belki. "Haklısın," dedi sonra.

"Ben şu çocuğu bir kapatayım. Sen de yanımda dur. Hatta kuşları da getir. Uyuyan köpeklerden korkmazlar herhalde."

Annesini ısrarlı sorularıyla bezdiren çocuklar gibi kafesi alıp sırıtarak Levent'in peşine takıldım. Yeniden operasyon odasına döndüğümüzde ben kafesle beraber odanın köşesindeki masaya yaslanarak izledim Levent'i. Kuşları gözleyip duruyordum bir yandan. Hastalarsa hastalıklarının ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. O ise sterilizasyonunu sağlayıp -bunun için bizi odadan atabilirdi ama kibarlık etti- kısırlaştırdığı köpeğe ağır ağır dikiş atmaya devam etti. Bir yerde dayanamayıp "Hasta mı kuşlar?" dedim. Mevsimden dolayı bronşit, nezle gibi bir şey olabilirlerdi.

Sonunda "Muayene etmedim," dedi Levent. "Sahipleri şehir dışına çıkacak, birkaç günlüğüne bıraktı bana. Bir hastalıktan söz etmedi. Öyle bir gözlemin mi oldu?" Yüzüme bakmıyordu, işine odaklanmıştı, ağır ağır konuştu. Ve son anda veteriner ağzına dönmüştü.

"Yok," dedim gözlerimi kafesten ayırmadan. "Merak ettim sadece." Ben de şehir dışına çıkarken kafesle yürürdüm bu sokaklarda. Tabii İbo İstanbul'daysa o eve gelirdi. Aslında kuşların birkaç günlük yalnızlıklara dayanıklı olduğunu biliyordum ama onları yalnız bırakmak içime sinmezdi. Bir de onları ilk bırakışımın ardından Narin kuluçkaya yatmıştı. Hey gidi günler. Âşık ve Narin her daim gözümün ucunda duran sıcacık bir damladır. Değişir mi bir gün bu?

Sanmam. Aslında kuşlar yalnızlığın en güzel merhemidir. Hatta kuşlar insan neye ihtiyaç duyuyorsa o telden çalan bir şarkı gibidir. Hüzünlüyken hüzünlü gelir sesleri. Neşeliyken coşkulu. Radyoda arayıp da bulamadığınız şarkıdır kuş cıvıltısı.

"Hocam," sesiyle kendime geldim. Levent seslenmişti ama ne dediğini hiç duymamıştım. Önüme döndüğümde Karabaş köpeğin boynuna bir boyunluk takılmıştı ve Levent onu masadan kaldırıp masayı temizlemişti. Aynı anda masaya yeni bir köpek taşımıştı. Ufak tefekti uyutulan yeni hasta.

"Dalgınsın," dedi sonra Levent. "Yok," dedim. "Akşam Sapanca'daydık, babamla geç saate kadar oturduk, herhalde onun yorgunluğu kalmış bir parça." Halbuki yorgun falan değildim. Aklımda eski şarkılar vardı, o kadar.

Levent de başını salladı. "Gel," dedi. "Tut bakalım ucundan. Dişi insanlar mı dişi köpekler mi yamanmış, görelim."

Şaka yapmıyordu. Ellerimi antiseptik solüsyonla yıkadım. Çekmeceden bir önlük çıkarttı Levent, giydim. Sonra uslu bir asistan oldum ve Levent ne derse onu yaptım. Yarım saat kadar sürdü işimiz. O sürede insan anatomisinden köpek anatomisine hızlı bir geçiş yaptım. Köpeğin rahmini yumurtalıklarından ayırıp ovaryumu çıkartırken "hekimlik" denilen şeyi ne çok sevdiğimi bir kere daha anladım. Levent ritmik bir şekilde konuştu, ben dinledim.

"Sokak köpekleri bunlar hocam," dedi bana. "Tekniker arkadaş da var ama saat altı oldu mu on dakika daha tutamazsın klinikte. Fazla mesai ödeyecek gücüm yok. Haliyle kal da diyemiyorum. Ama kapımın önünde fink atıyor bu köpekler. Yemeklerini ben veriyorum. Yarın doğuracaklar, birken on olacaklar, kim besleyecek? Gene ben. Kim doğurtacak? Gene ben. Yavrulara kim bakacak? Gene ben. Ne yapayım işi bilirken belediyenin veteriner işlerini mi arayayım, gelin alın diye. Elimden geldiğince ben uğraşıyorum. Aslında mesai sonrasına da kalmazdı bunlar ama..." Kuşlara baktı burada. "Bugün biraz fazla çene çaldık. Haliyle bu saate kaldı bu çocuklar. Neyse bak gene Allah'ın sevgili kuluymuşum da sen geldin. Seni çalıştırıyorum."

Bu sırada ben köpeğin rahmini incelemeye dalmıştım. İnsandan ne kadar farklı ve aynı zamanda da aynıydı! Ameliyat gereçlerimiz de öyle. Ve bir gözüm hep solunum cihazında kaldı. Bunu fark eden Levent "Sevdin mi?" dedi bana. "Yoksa geldiğine pişman mı oldun?"

Göz göze geldik. "Yoo," dedim ona. "Mesai sonrası asistan lazım olursa beni çağırabilirsin. Seve seve gelirim." Tam ağzını açıp bir şey diyecekken "Fazla mesai ücreti almam," dedim. Beraber güldük.

"Birasına çalışırsan ben de sokak hayvanından çok bir şey yok," dedi. Sonra kendi fikrini sevmiş gibi "Haftada bir yapalım istersen," dedi. "Nasıl olsa senin ev de yakın. Beş dakikada gelirsin, iki hayvan yuvarlarız, sonra da demleniriz."

Levent operasyonu bitirip küçük hastayı kapatma işini tek başına üstlenince ben kenara çekilip soyundum. O "ne de olsa evin yakın," dediğinde elindeki iğneyle kalbimin bir odacığını diker gibi oldu. Canım acıdı.

Levent'i severim. Huzurlu suskunlukları çıkmaz sokaklara sokmaz, kanayan yaraya dokunmaz, kaçtığımız cevapların sorularını sormaz. Bugüne dek yapmamıştır, yapmaz da. Taşınmadığımı düşündüğü içindi rahat tavrı, bilse öyle demezdi. Derin kuyulara dalmak istemedim. "Burada oturmuyorum," dedim sonra.

"Neden?" dedi hayretle. Bahar'dan ötürü oradan taşınacağımı düşünmedi. Aklı selim bir insan bunu yapmazdı zaten. Birbirimize bakıp kaldık kısa bir süre. Ellerimle ne yapacağımı bilemedim. Dudaklarımı büzdüm. Çok basit cevapları vardı bu sorunun. Oğulcan'ın okulu için demem faiziyle yeterdi. Ama yalan söylemek nasıl da zor geldi bana... Kem küm ederek saçmaladıktan sonra "Kardeşimin okulu için," dedim.

Toparlama gayretiyle "Kadıköy'de okulu, gidip gelmesi zordu, oraya taşındım," diyebildim. "Ha yani duruyor buradaki ev de?" dedi.

Başımı sallayıp kafese çevirdim yüzümü. Böylece Levent yüzümü görmeyecekti. Kuşlardan biri su kabından uzaklaşıp plastik dala konmuştu. Kedi seslerinden bir parça uzak olmalarına yordum bunu. Ama henüz seslerini hiç işitmemiştim. "Duruyor," dedim Levent'in sorusu üzerine. Sonra küçücük ekledim. "Duruyor da, ben üç senedir ayak basmadım."

Arkasından o bir şey demeden "Ötmüyor mu bu kuşlar hiç?" dedim. "İspinoz olmaları gerek ama türünü bilemedim. İspinozlar ötücüdür diye biliyorum. Stresten mi ötmüyorlar acaba, biliyor musun?"

"Hiç bilmem," dedi Levent. "Daha bugün geldiler bana. Hatırlı bir arkadaşım. Hayır diyemedim." Mırıldanır gibi devam etti. "Aslında dedim de o duymak istemedi."

Güldüm nedense. "Bu, buranın sessiz hali. Yarın bu köpekler de uyanacak, o zaman seyreyle cümbüşü. Kuşlar kafesi açıp kaçarsa şaşırmam."

Çok bilirmişim gibi "Aslında kısa süreliyse, evde kalsalar daha iyi olmaz mıydı?" dedim. "Birkaç gün yalnız kalmalarında bir zarar olur mu? Yemi suyu var olsun yeter gibi."

"Hocam kedi köpek sesinden iyidir yalnızlık," dedi Levent. "Ama inatçı bir sahipleri var, laf anlatamadım. Tutturdu yalnız bırakırsam ölürler diye."

İnatçı, laftan anlamaz, kendince hastaya teşhis koymuş ve internette bu hastalığı araştırmış olan, bu yüzden doktor olduğunu zanneden hasta yakınları geldi aklıma. Doğru, onlara laf anlatılmazdı. Yüzümü buruşturdum. "Eve götürmeyecek misin?" dedim sonra.

Dikişten başını kaldırıp baktı. "Evde altı kedi var," dedi. Ardından ekledi. "Ellerinden öper hepsi."

Islık çaldım. "Hele bir Abuzer var!" dedi bana. "Şu kuşları görse..."

"Anında öldürür, değil mi?" dedim. "Ck," dedi. "Keşke öldürse. Bin beter eder. Kuşlar öldür bizi diye yalvarır da gene öldürmez. Tek tek yolar tüylerini. Derileri aşınana kadar yalar, tuzlama yapar hayvanları. Sineklerin leşiyle bile üç gün oynuyor manyak. Burası evden daha güvenli."

Huzursuz oldum. Öyleyse burada kalması iyiydi tabii ama yine de...

"N'oldu?" dedi yüzüme bakan Levent. "Hiç," dedim. Kulağıma kedi sesleri doldu. "Baksana," dedim hemen ardından... "Baksana kediler miyavladıkça kafeste dört dönüyor bunlar." Sonra mırıldandım. "Sinmedi içime."

Gülerek iç çekti Levent. "Uyuz bir sahipleri var," dedi. "Hem mükemmeliyetçi, aman da kuşlar emin ellerde olsun diyor hem de başlarına bir iş gelir diye korkusundan yalnız bırakamıyor."

Güldüm. "Dinlenme odasının etrafında gezen hasta yakınları gibi," dedim. Çünkü bazıları var; soru sormaya ya da korkusunu dile getirmeye çekinir, buna karşın doktorun etrafında gezinip durur. Sanki hastaya bir şey olsa ensesinden yakaladığı doktoru uçarak hastaya götürebilecekmiş gibi. Yahut her an ağlamaklıdır. Dinlenme odasına girerken de çıkarken de orada öylece durur ve ağlar. İçimi ezerler benim, görmezden gelmeye çalışırım ama nafile...

Bunlar aklımdan geçerken elim hep kafesin üzerinde durdu. Bir ara kül rengi tüylerine bakarken aydınlandı zihnim. "Bengal ispinozu değil mi bunlar?" dedim. Ama cevap beklemiyordum. Emindim. "Mutfakta hiç meyve var mı?" dedim hemen ardından. Sağ kaşını kaldırdı Levent. Güldüm.

"Hayır, acıkmadım, kuşlara verecektim," dedim. Güldü. "Ne adamsın..." der gibi bir tavır gördüm yüzümde.

"Bakayım mı buzdolabına?" dedim çocuk gibi.

"Git bak," dedi. "İşe yarar bir şey bulursun belki."

Koşar adım gittim mutfağa ama tam bir hayal kırıklığı oldu. İlaçlar ve doğranmış etle dolu torbalar. Su ve süt. İnek sütü, keçi sütü. Başka hiçbir şey yoktu. Bir yeşillik dalına bile razıydım oysa. "Bir şey bulamadın mı?" dedi Levent'in sesi. İnadım tuttu sanırım. Kliniğin kapısına yöneldim. "Geliyorum hemen," diyerek çıktım dışarı. Burası İstanbul'un en cafcaflı mahallesiydi. Bakkalında bile mango bulmuşluğum vardı zamanında. Hiç bırakır mıydım yakasını? Öyle de oldu. Kalabalık bir sokağı geçip köşeyi döndüğümde kasaları ışıklarla aydınlatılmış bir manav buldum. Bir demet maydanoz ve roka aldım. Önümdeki yaşlı kadının alışverişi bitsin diye beklerken sokağın köşesindeki apartmandan yükselen trompet sesini duydum. Ses kırmızı ışıklar saçan üçüncü kat pencerelerinden geliyordu. Daha önce gitmediğim, görmediğim, duymadığım bir bardı bu ve içim orada olma arzusuyla doldu. Trompet sesi, radyodan aşina olduğum bir şarkıyı başlattı. Ama şarkıyı söyleyen tanıdığım erkek sesi değildi. Güzel gırtlaklı bir kadının sesi yükseldi. İçimi okşadı o ses. Soğuk bir bardak bira çekti canım. Balon bardakta. Köpüksüz. Rokadan damlayan sular ayakkabımın burnunu lekeledi. Ayıldım.

Meyvelere daldı bu kez gözüm. Muz, kivi, çilek, ananas ve ahududu. Özenilmiş bir tabak hazırlayabilirdim. En güzel şişemi açardım yanına. Eve gitmek istedim bu kez. Eve. Trompet sesi, ev, maydanoz. Hayallerim, gerçekler, imkânsızlar ve mümkünken mahrum kaldıklarım içimde karıştı kaldı.

Bense sağ yanımda ipe dizilmiş olan kese kağıtlarından birini çekip aldım. Eğildim ve içine üç beş ahududu ile çilek doldurdum. Hayallerimden bir parçayı yanımda taşımak istedim belki de, bilemiyorum.

Elimde kese kağıdım, koltuğumun altında yeşilliklerimle trompet sesini duyduğum apartmanın önünden geçerken serin bir Beyoğlu akşamını kokladım. Benim mahallem, benim çocukluğum, kahkahalarım, deli akan kanım, serseri zamanlarım, doyamadığım annem, öpemediğim sevgilim... Gözümün ucunda yaş oldu Beyoğlu. Kese kağıdımı avucumda buruşturarak yumruğumun tersiyle gözümü sildim. Elimde demetlerim ve kırmızı meyvelerimle döndüm kliniğe.

Levent'in yanına girdiğimde şöyle boyluca süzdü beni. Yeşillik demetlerini sevgilime çiçek verir gibi uzattım Levent'e doğru. "Hocam," dedi ışıl ışıl gözlerle. "Hocam çok değişik adamsın!"

"Patili bonemiz yok ama biz de hayvanları severiz," dedim hava atar gibi. Sonra o demeti kafese uzattım. "Sever misiniz çocuklar?" dedim. Aynı anda demetleri indirip kese kağıdını kaldırdım. "Tarafınızı seçin! Meyve mi sebze mi?" Çünkü Âşık maydanoz severdi. Narin'e kalsa ömür boyu meyve gagalardı. Bir dal kopardım demetten. Onu kafese uzatırken, ispinozlar ürktü. Alışık mı değillerdi diye düşünürken, Levent "Bu kadar dert edindiysen, sende kalabilir kuşlar," dedi.

Ne dediğini ayırt ettiğimde "Anlamadım," diye karşılık verdim.

"Sende kedi köpek yoktur herhalde," dedi Levent. "Korkmazlar, ürkmezler. Cuma akşamına kadar misafir edebilirsin onları."

Yalan değil, kısa bir an balkonda hayal ettim kendimi. Moda sahiline bakarak şarabımdan bir yudum alıyorum. Bir tutam şarkı. Bir de kuş cıvıltısı. Eski günlerdeki gibi. Çok eski günlerdeki gibi. Sabaha kadar Bahar'ı anlatacağım dilsiz canlılar! Sus, bıktım, yeter diyemeyecek canlılar. Âşık ve Narin gibi. Ama Âşık ve Narin değildi onlar. Hikâyeyi bilmiyordu. Bu bana sonsuz bir özgürlük sağlardı. En başından, hiçbir şeyi atlamadan onlara anlatabilir, onların başını şişirebilirdim. Heyecanlandım biliyor musunuz?

Neyden sonra "Ozan saçmalama," dedim kendime. Levent'e de böyle söyledim. "Delirdin mi?"

Ve o da "Nesi delilik bunun?" dedi. "Tecrübesiz değilsin, ilgisiz değilsin, hele sevgisiz hiç değilsin."

Tıkandım. Bir kafese bir Levent'e baktıktan sonra "El alemin kuşlarını alıp eve götürecek halim yok ya?" dedim.

Levent derin bir iç çekişle baktı yüzüme. Gözlerini çekmedi ama öyle hemen konuşmadı da. Aklından ne geçirdi bilmiyorum ama tebessüm vardı yüzünde. Bir şey sanki dilinin ucuna geldi ve Levent onu son anda yuttu. Eğdi başını, işine verdi kendisini. Yüzüme bakmadan "Pek de yabancı sayılmaz," dedi. Mırıldanıyordu. "Anlamadım?" dedim.

Dudaklarını ısırdı. "Pek de yabancı sayılmaz," dedi elindeki iğneyi tüysüz deriye işlerken. "Bahar'ın kuşları onlar."

Bunu dedikten sonra gözlerini üzerime dikti. Pirince boyanmış kafes tellerinin üzerinde geziyordu parmaklarım. Bir müzisyenin keman tellerine dokunması gibi bir şeydi bu. Kese kağıdımı masanın üzerine bıraktım yavaşça. Yumurtadan yeni çıkan bir kuşun derisine yapışan seyrek tüylerini okşamak gibi... Pamuğa fasulye ekip çimlenmesini beklerken bulutların üzerinde koşmak gibi... Duyduğun şey doğru muydu?

Elim bir kadını sever gibi dokundu kafese. Sonra başımı çevirip Levent'in yüzüne baktım. O da bana bakıyordu. Utandım, çok utandım ama sebebini izah edemem. Parmaklarımın tersiyle kafesin yanaklarını severken onca zaman sonra ilk kez hakiki bir mutluluk damladı içime. Bir damlacıktı ama kuruyan toprağıma nasıl da nem katmıştı...

Sanki az evvel duyduğum trompet sesi yeniden kulağıma doldu. Kuşlara baktım, kuşlar da bana bakıyordu. "Bahar'ın kuşları..."

Trompet sesiyle uğulduyordu başım. Ah Beyoğlu! Ah Galata! Ah Bahar! Ben sen diye diye ölsem ne olur ki... Aşkının varlığı karşısında benim ne önemim var ki? Aşkından öte ne var ki bende? Onun aşkı benden gitse, geriye bir Ozan kalır mı ki? Kalmaz. Hem zaten şarkı da öyle demiyor muydu?

"Her gün yeni bir şeylerden vazgeçiyorum,
Dün de canımdan vazgeçtim, sonuna kadar.

Değersin her bir saat yeniden ölsem de,
Kaldı ki ben kimim ki, ölmüşüm, kalmışım..."




*


MART 2021, İstanbul


*




"Mesaini bitirmek için geldim," dedim ona. Cuma akşamıydı, saat yediyi geçmişti. Göz ucuyla saate baktı Leman abla. Ben her zamanki koltuğuma oturmak için yürürken ona cevap verme fırsatı bırakmadan "Uykun geldi mi," dedim. "Galiba Cuma akşamı ve haftanın kapanışı için bir doz Bahar almayı kimse istemez."

"Doğrusunu istersen," dedi gülen yüzü. "Oğulcan'ın yanından mı geliyor acaba diye yokladım saatimi."

Güldüm. Sahiden. Sonra en tepemde at kuyruğu yaptığım saçlarımı sıkıştırıp öyle baktım ona. Saçlarımın uçlarında turkuazla beyaz arası parlak bir tutam gördüm, hoşuma gitti. Kollarımı kaldırmışken bir kedi gibi gerindim. Hatta esnedim. "Kusura bakma," dedim bunun için.

"Senin uykun yoksa bile benim çok uykum var. Çok koşturmalı bir hafta oldu. Antalya'dan dün gece geldim. Sabah okula gittim, okuldan çıkıp laboratuvara geçtim, laboratuvardan sonra Moda'ya gitmemek için de senden randevu almaya çalıştım."

"Dinlerken yoruldum," dedi. O da esnedi karşımda. Karşılıklı güldük. "Ama enerjin ışıl ışıl," derken yerinden kalktı. Genellikle ben ağlarken karşıma otururdu ama bu kez hemen karşımdaki yerini aldı. Defterini kucağına bıraktı ve "Antalya?" dedi.

"Ani gelişti. Akdeniz Üniversitesinde bir dizi seminer vardı. Multipl Skleroz Genetiği ile kanser tedavisinde ağır iyonların ve protonların kullanımıyla ilgili dnaya iyon ışını radyasyonu konularında iki seminerde hocam konuşmacıydı. Son gün bana sen de gel dedi. Mırın kırın etme şansı da vermedi açıkçası."

"Asistanlığa başlamak mı bu?"

Güldüm. Öyleydi. Vakur ve alçakgönüllü davranmam gerekir miydi? Hayır, öyle yapmadım. "Ben iki senedir asistan sayılırım," dedim. "Bizim okuldaki bütün etkinliklerde varım. Sadece şehir dışı masrafını karşılamak benim için zor olurdu. Hocam masraf da bırakmayınca..."

"Tebrik ederim," dedi Leman abla. Sıcaktı sesi, hissettim. "Nasıl geçti?" dedi hemen sonra.

"Güzeldi. Yani seminer kısmı çok güzeldi. Antalya'ya ilk kez gittim. Güzel bir şehirmiş. Düşündüğümden daha sıcak. Kemer'de ayaklarımı suya bile soktum. Ayak mesafesinde gezdim daha çok. Üç günlük bir şeydi. Üçüncü akşam Oktay da geldi. O gelene kadar her şey iyiydi aslında."

Bir kaşını havaya kaldırdı Leman abla. "Sen mi davet etmiştin?" dedi bana ama yargılıyor gibi değildi sesi. Güldüm.

"Oktay'a sorarsan evet. Ben davet etmişim. Çünkü aradığında Antalya'da olduğumu söyledim. Saat geç değildi ama otel odasında ne yapılır ki, yatar uyurum dedim. Ona göre bu bir davetmiş. Son gün çıktı geldi. Seminer bitene kadar ne yaptı bilmem. Akşam biraz gezindik Antalya'da. Gece otelin sahilinde oturup bira içtik." O bir şey demeden elimi kaldırdım. "İlaçların saatiyle oynadım biraz ama sadece bir bira içtim." Suçluluk duydum. "Sigara içmeyecektim ama bir noktada Oktay'la tartışmaya başlayınca, paketi bitirivermişim. Kendime çok kızdım sonra."

"Neden tartıştınız?" dedi bu kez.

Derin nefesler aldım. "Bana olan inançsızlığı sinirimi bozuyor," diyebildim. Kendime bile açıklamakta zorlandığım bir şeyi nasıl tarif edeceğimi bilemedim. Dudağım titremeye başladı. "Öptü beni. Ben de karşılık verdim. Kısacık bir an iyi geldi bana. Güvenli geldi. Yorgundum, dinlenmek istedim, kolları beni dinlendirebilecek kadar güçlü... Hani kaç yaşında olduğunu hatırlayamayacak kadar küçüksündür, bir yere götürürler seni yürüyerek. Adım başı ne kadar kaldı diye sorar bir yerde infilak edersin. Yürümek istemezsin ve annen gelir seni kucaklar. Ona yüksündür ama konforun yerindedir. Öyle bir şey oldu. Oktay beni kucaklayıp her nereye götürüyorsa götürsün istedim. Boşa kürek çekiyormuşum gibi geldi."

Bir şeyler yazdı o lanet olasıca defterine. O defteri bir gün çalmak istiyorum Leman abladan. Hastalığım orada yazıyor olmalı. Deftere odaklanınca sustum. O bana bakmayı sürdürdü. Suçluluk duygusu yeniden çöktü içime.

"Odaya gidelim dediğinde kabul etmedim. Naz yaptığımı ya da en kibar haliyle şımarıklık ettiğimi söyledi. Sabırdan bahsetti. Sabrım tükeniyor mu dedi, sabrımı zorluyorsun mu... Öyle bir şey, emin değilim. Ben bağırıp çağırınca geri adım attı. Bütün kalbiyle beni beklediğini söyledi. Her gece beni düşündüğünü, çok özlediğini, yeniden başlamak istediğini, istersem başka bir yere taşınabileceğimizi..." O ana dek ağlamadım ama dudağım titreyip durdu. Derin derin nefesler aldım, sanki hava içime sığmıyordu.

Ellerimi bacaklarımın arasında birleştirdim. "Ne için çabaladığımı düşünüyorum. Bazen kendimi motive edecek çok güzel cümleler kuruyorum kendime. Oluyor Bahar diyorum. Kaç aydır yalnız yaşıyorsun, kimseye muhtaç değilsin. Kanını zehirleyen bir kişi bile yok. Şavşatlı değil, İstanbulluyum. Boyun eğeceğim, sesimi çıkaramayacağım kimse yok. Zengin değilim ama aç da değilim. Önümde arzu ettiğim iş beni bekliyor. Girdiğim denemelerde bir ya da iki yanlışım çıkıyor en fazla. İki olursa üzülüyorum ama hallederim bunu da. Bu işin beni zengin etmeyeceğini biliyorum ama alanımda iyi bir isim olacağım. İstanbul'da kalacağım. Sonra belki başka bir ülke ama ne istersem olacak. Ben ne istersem o olacak. Arkadaş, eş dost... Bunlar bende yok. Olacağı da yok ama olsun. Kimse beni aramıyor. Ben de kimseyi aramıyorum. Tek kişilik hayat o kadar da kötü değil. Sonra sana geliyorum. Bu bir adım. Benim için büyük bir adım ve boşa çıkmaz herhalde. Diyeceğim o ki yaşamaya değer bir şeyler var. Ama Leman abla, öyle bir an geliyor ki... Sabah uyandığımda neden uyandım ki diyorum. Ne için. Hangi amaçla. Kalkıp da ne yapacağım. Okul, iş, sokaklar, insanlar. Her şey bir anda anlamsızlaşıyor. Fatura düşük gelsin diye gece kaloriferi kapatıyorum, sabah yataktan çıkmak tam bir işkence oluyor. İki kat çorapla uyuyorum. Ulan Bahar diyorum, üç vakte kadar çıplak yatardın. Hangi kıçı çıplak geceliği giysem diye aynanın karşısında çalım satardın, n'oldu o prenses keyfine?"

Prenses kelimesiyle durdum. Bu yanlış bir tabirdi. Çok yanlış. Ben Oktay'ın yanında hiçbir zaman prenses olmadım. Aslında ben hiç prenses olmadım. Ama öyle hissettiğim zamanlarım olmuştu. Çok eskilerde kalan şeylerdi bunlar.

"Oktay'la yattığımız yatak yani Oktay'ın odasındaki yatak çok büyüktü Leman abla. Baya büyük. Çünkü deli yatar Oktay. Bir de ten tene değsin istemez. Kendine ait bir sahası olur yatakta. Haliyle benim de öyle olurdu. Deli yatmazdım aslında ama dönüp dururdum. Temiz çarşafların çıplak tenime dokunması bana her zaman iyi hissettirirdi. Nasıl anlatsam, güven, huzur, mutluluk... Banyoya girerdim bornozumu ısıtan biri olurdu. Sabah kahvaltıda ne yiyeceğimi akşamdan sorarlardı. Oktay ya da şoför beni okula bırakırdı. Lütfedersem otobüse ya da taksiye binerdim falan... Şimdi yaşadığım şeyle o zaman arasındaki farklılık..."

"Bunları bir terazinin kefelerine koyduğunda ne hissediyorsun? Hislerinin ağırlığını tartabiliyor musun?"

"Şüphesiz birilerinin benim yerime düşünmesi ve tüm ihtiyaçlarımı karşılaması güzel bir şey. Şimdi ince bir özlem duysam da bunları yaşarken hissettiğim mutsuzlukla o evden çıktığım zamanı hatırlıyorum Leman abla. Eğer adım atmasaydım, özledim dediğim bu şeyler beni öldürecekti. Boğuluyordum. Ve Oktay'a duyduğum sevgi bile beni ölümden alıkoyamadı. Bunu sık sık hatırlatıyorum kendime. Öyle bir varlıktansa, yaşadığım yokluk daha değerli diyorum. Sen hepsinden, bütün bunlardan değerlisin Bahar diyorum. Bunu tekrar edip duruyorum ama... Doğru mu bilmiyorum."

Gülümsedi Leman abla.

"Bu şımarıklık mı Leman abla?" diye sorduğumda başını iki yana salladı.

"Var olmak için ihtiyaç duyduğumuz şeyler şımarıklık değildir," dedi. "Bu kimine göre bir arabadır, kimine göre ev, kimine göre bir odada kitap okumak."

Gözlerim odada başıboş gezmeye başlayınca "Ödevlerini yapabildin mi bu hafta?" diye sordu. "Yoğunmuşsun. Düşünebildin mi geçen hafta konuştuklarımızı?"

Leman abla ödev kelimesini sevdiğimi ve nasıl çalışkan bir öğrenci olduğumu biliyor. Başımı salladım.

"Yoğunluk buna engel değil ki." Kafama vurdum yumruk yaptığım elimle. "Burası hep çalışıyor ve Antalya'da düşünecek bol bol zamanım oldu." Leman abla defterini dizine doğru itip beni dinlediğini gösterir bir pozisyona bürününce, ellerimi dizlerimin arasına sokup ağır ağır yumuşak koltukta sallanmaya başladım.

"O arabada ne olduğunu ya da oradan nasıl çıktığımı hatırlamıyorum Leman abla. Gözümü açtığımda salondaki koltukta yatıyordum. İs kokusunu unutmuyorum hiç. Bir de şurası var," kazağımın kolunu sıvayıp uzun bir çizgi halindeki yanığı gösterdim.

"Çok acıyordu... Koltuktan kalktığımda başım döndü. Sanki günlerdir uyuyormuşum gibi şakaklarım zonkluyordu. Evde kimse yoktu. Oktay da yoktu. Hava kararmak üzereydi. Bahçeye çıktım. Cenazeyi andıran arabayı gördüm. Peyzajına bayıldığım bahçenin küle bürünmüş kararmış zeminiyle, evin duvarına sinen is, yanan çiçekler, kapkara bahçe duvarı... İki tane yangın tüpü vardı bahçenin ortasında. Sitenin güvenliği bahçenin önünde telefonla konuşuyordu. Hatta adam bana bir şeyler sordu, ben hiç ağzımı açmadım. Oktay gece yarısı geldi eve. Onu görünce bahçeye kaçtım. Sonraki günlerimin özeti de bu oldu. Bahçe duvarına sıralanmış selvilerden bahsetmiştim hani. Havuzu gören ağaçların arasına bir minder çektim. Çatısız köpek kulübesi diyordum oraya. Oktay varken hep orada oturdum Leman abla. Ödevlerimi orada yaptım, boş boş duracaksam orada durdum. Gece olunca odama dönüyordum. Tabii Oktay evde değilse. Evdeyse beni fark etmesin diye oradan hiç ayrılmıyordum. Bu böyle bir hafta kadar sürdü. Sonra Refik bey geldi İstanbul'a. Ha bu olayın ardından, ertesi gün gelip arabayı götürmüşler. Ben okuldaydım görmedim. Kırmızı Mercedes'i son görüşümdü o. Renginden şüphe edilecek haldeydi. Ozan görse üzülür müydü diye düşünürüm ara sıra. Neyse. Refik bey gelince, bir şeyler değişti..."

Başka bir şeyden bahsedecekken Leman abla araya girdi.

"Oktay'dan kaçmak dışında ona hiç tepki vermedin mi? Yani o zaman ondan korkuyordun ama sonra, onunla konuşabildiğin zamanlarda da hiç mi konusu açılmadı bunun?"

Hafızamı biraz zorlamam gerekti bunun için. Gerçekten unuttuğum zamanlardı onlar.

"Oktay'ın yaptığı şeyi onaylamıyorum. Onaylanacak tarafı da yok. Bugün bir başkası gelip yaptıkları için onu suçlasa kabul etmez ama ben yaptığı şey için ne kadar pişman olduğunu biliyorum. Kendini suçladığını da biliyorum. Zaten sonrasında hiçbir doğum günümde yanıma sokulmadı benim. Sıradan günlerde bile tepemden aşağı zenginlik yağdırır ama yirmi sekiz mayısta bana yaklaşmaz hiç. Yaptığı şeyi nasıl telafi edeceğini bilemediğinden. Daha doğrusu bunun bir telafisi olmadığından."

"Onaylamıyorsun ama kızmıyorsun da ona. Bana mı öyle geldi?"

Gülümsedim. Esnettim bedenimi.

"O zaman da kızmamıştım ki," dedim. Çünkü öyleydi. "Kızmak başka bir şey Leman abla. Kızmak eşitler arası. Biz eşit değildik. O zaman değildik en azından. Ben ondan dedemmiş gibi korkmuştum. O günden sonra, bir zamanlar dünyanın en güzel yüzü dediğim o suratı her görüşümde dedeminki aklıma gelmeye başladı. Oktay bir anda o kadar çirkinleşti ki... Boylu poslu, güzel yüzlü, güzel gözlü... Ck. Artık öyle değildi. Çok çirkin bir insana büründü zihnimde. Canavar gibi bir şeydi. Ama bunun da bir önemi yok. Mesele benim bir karınca deliğine sığınıp ondan kaçmak isteyişimdi. Önemli olan yalnızca ondan kaçabilmekti. Toprağı kazıp bir deliğin içinde yaşamayı çok istedim. Bunu beceremediğim için o selvi altı damsız kulübe benim için çok değerliydi.

Sonra sonra değişti bir şeyler... Nasıl anlatsam... Hani televizyonlarda falan görüyoruz ya da gazetede okuyoruz. Bir adam cinayet işliyor ya da çok çok kötü bir şey yapıyor... Ağza alınmayacak kadar kötü şeyler. Ben o zamanlarda hep şeyi düşünürdüm. Bu adamın annesi babası ya da karısı var mıdır? Varsa onun yüzüne nasıl bakarlar? Sözgelimi evladın cinayet işledi diyelim. Yine de ona oğlum diyebilir misin? Sevebilir, arka çıkabilir, yanında durabilir misin? Öyle oluyormuş Leman abla. Yaptığı yanlışsa da insan sevdiğine sırt çeviremiyormuş. Ben Oktay'ı bütün yanlışlarıyla kucakladım. Annesi yapmadı bunu ama ben onun yerine de yaptım. Çünkü Oktay'ın birinin kucağına, sarılmasına ihtiyacı vardı."

"Annesi," dedi Leman abla. Bir şeyler yazıyordu defterine. "Annesi onu yalnız bıraktığı için mi ona sarıldın?"

Yere baktım. Ayaklarıma. Parkelerin rengine, eski gibi duran el dokuması pahalı kilime.

"Oktay babasından vazgeçmiş Leman abla. Ondan gerçekten nefret ediyor. Ama annesine karşı öyle değil. Ona her bakışında ondan sevgi dileniyor, görüyorum. Bu hali beni çok üzüyor. Anne herkesten başka. Öyle olmalı. Yokluğunda bile sevgisini hissettirebilmeli. Mesela Ozan'ın annesi Ozan küçükken ölmüştü. Ozan ondan hep özlemle bahsederdi ve çok severdi. Yaşadığı müddetçe de annesi ona onu ne kadar sevdiğini hep göstermiş. Benim annem çok matah bir kadın değil ama var. Az ya da çok bilemem ama beni sever. Sahip olduğumu düşündüğüm tek sevgi de onunki. Oktay'da o bile yok. Ve aslında en çok ona ihtiyaç duyuyor gibi. Annesi Eray'ın başında ağlarken ya da onun yüzünü severken Oktay'ın yanına sokulamazsın. Öfkeden delirir. Kaç kere şahit oldum. O yüzden, Oktay annesine baktıkça benim ona sarılasım gelir. Sarılırım da. Sımsıkı. Başka zamanlarda olduğu gibi direnmez üstelik..."

Konuşurken aklıma, o sıcak haziran günü geldi. Benim damsız kulübemde geçirdiğim günler, geceler sonra Refik bey ve karısının eve döndüğü o Pazar günü. Sabahtı saat. Garajdan gelen seslerle uyanmıştım. Evin yan cephesi hâlâ isle boyalıydı. Refik beyin yüksek sesiyle oda kapısını aralamıştım.



*

2018 HAZİRAN, İstanbul

*



Bahçeden gelen sesler Bahar'ı yatağından fırlatmış, pencereye yanaşan kız perdenin arkasına gizlenerek bahçede yaşananları seyretmeye başlamıştı. Bir yandan tırnaklarını kemiriyordu. Refik bey gelmişti. Bu rahat bir nefes almak demekti. Zira artık Oktay'dan korkmasına gerek yoktu, öyle değil mi? Ya da öyle değildi. Refik bey kimdi ki? Ona rağmen bir daha öyle bir şey yapabilir miydi Oktay? Niye yapmasındı?

Düşünürken gözleri bahçede olan biteni izliyor, kulakları ayırt edemediği sesler için üzülüyordu. Güvenlik kulübesinde gördüğü adamlardan biri, evin hizmetlisi kadın, bahçıvan ve tanımadığı başka başka birileri... Ne oluyordu, bahçe duvarındaki isi mi soruyordu adam? Sinirli görünüyordu bir yandan da. Oktay'a hesap sorar mıydı bunun için? Sesleri duymakta zorlanınca pencereyi araladı. Refik bey bağırıyordu güldür güldür.

Perdenin arasından bir gerilim filmi izliyordu sanki. Sonra kapısı çalındı ve beklemediği ses karşısında neredeyse yerinden zıpladı. Damağını kaldırıp kapıya döndüğünde kalbi deliler gibi atıyordu. "Kim o?" dedi ince sesiyle. Kapıya yanaştı. Kilidi çevirip çevirmemekte kararsız kaldı. "Bahar hanım?" sesiyle nefes aldı.

"Ayşe abla?" dedi kilidi çevirirken. Kapıyı incecik araladı. Sesin sahibinden emin olunca "Döndün mü?" dedi bildiği bir yüze hasret kalmış gibi. Kadının eli kolu ne çok doluydu oysa. "Refik beylerle geldim," dedi kadın. Bahar'ın kapıdan çekilmesini ve içeri girmeyi bekliyordu. Bahar bunu geç fark etti. Fark edince de hızla odada geriledi.

Kadın içeri girip elindekileri yatağa bırakırken "Günaydın," dedi Bahar'a. Sonra ekledi. "Nasılsınız? Kahvaltıda arzu ettiğiniz bir şey var mı?"

Başını iki yana salladı Bahar. Sonra "Herkes evde mi?" dedi. Herkesle kahvaltı mı edecekti. Etmezdi. Çıkmazdı odasından. Bir de kadının yatağın üzerine bıraktıklarına takıldı gözü.

"Eray beyi yerleştiriyorlar odasına. Refik beyler erken saatte kahvaltı eder. Oktay bey ve sizin için kahvaltı hazırlayacağım."

Bu kez şiddetle iki yana sallandı kızın başı. "Ben bir şey istemem," dedi. "Tokum." Hemen ardından da "Bunlar ne?" dedi kadına. Gözünün gördüğü süslü kılıflara giydirilmiş kıyafetlerdi. Bir de ayakkabı kutuları. Ayakkabı kutusu muydu onlar?

Kadın kılıflardan birini açıp dolabın kapağına asarken "Fotoğraf çekiminiz olacakmış," dedi. Bu merak uyandırıcı cümleyi garipseyerek "Ne olacakmış?" dedi Bahar. Kılıftan çıkan beyaz kısa elbiseye kaşlarını çatarak baktı. Bir diğer kılıfı eline aldı kadın.

"Kuaförünüz geldi, aşağıda bekliyor. Kahvaltıdan sonra başlarsınız diye düşünmüştüm ama uygunsanız buyur edeyim."

"Neyin hazırlığı?" dedi Bahar. Kelimelerin arasında eli ağzına gidiyor, dişleri sivri bir kazma gibi tırnaklarına saplanıyordu.

"Ben bilmem Bahar hanım," dedi bu kez kadın. Sonra kızın halinden ürküp ardına, kapıya baktı. Önüne dönüp sesini alçaltarak "Sanırım basın için Oktay beyle sizin düğün fotoğraflarınız çekilecek," dedi. "Benden duymuş olmayın. Size zaten Refik bey açıklama yapar. Aşağıdalar. Yalnız..." Durdu, konuşup konuşmama konusunda kararsız gibiydi. "Refik Bey bahçenin hali yüzünden Oktay beye biraz sinirlendi. Siz az sonra inseniz daha iyi olur. İsterseniz elbiseleri deneyin bir. Yardımcı olmamı ister misiniz?"

Basın, sinir, düğün pozları, Oktay... Başı döndü Bahar'ın. Aynı anda midesine bir ağrı saplandı. "Olmaz," dedi sessizce. Ama kime dedi, neye dedi bilinmez.

"İyi misiniz?" dedi bu kez kadın. Bahar başını iki yana salladı. "Şeyin haberi var mı bundan?" dedi dolaba asılmış elbiseye bakarak. Korkarak konuşuyordu. Şey Oktay'dı. Bu kez daha acayip bir yolla kendisini öldürürdü. Muhakkak öldürürdü.

"Oktay beyin mi?"

Bahar sessiz kalınca "Şimdi onu uyandıracağım," dedi kadın. "Haber vereceğim," dedi ardından. Bahar bir telaşla kapıya yanaştı. Oktay duymadan Refik beyle konuşsa... Olmaz dese... Diyebilir miydi? Denemeliydi. Merdivenlere çıplak ayak bastı. Hızlı indi basamakları ama bahçeye yanaştıkça korkusu büyüdü. Evde yabancı insanlar vardı. Mutfağın yanındaki kapı açıktı. Bu odanın kapısını ilk kez açık görüyordu kız. Yanında geçerken şöyle bir baktı. Bu şey miydi? Eray... Oktay'ın hasta kardeşi. Geçen zamanda onu hiç görmemişti. Bu evde değildi ki zaten. Olsa görürdü.

Hafızasına kazınmış eski bilgiler geldi aklına. Evet, Oktay'ın hasta bir abisi vardı ama onun bir çeşit zekâ geriliği olduğunu biliyordu kız. Oysa karşısında gördüğü oda, tam teşekküllü bir hastane odasıydı ve yatakta boyluca yatan adam kendinde bile değildi. Koluna bağlanmış serumu da gördü Bahar. Tatsız anılar gezdi kollarında. Hastane yatağında yatan kendisiymiş gibi üşüdü, titredi. Odanın içinde iki kişi vardı. Kimlerdi, doktor ya da hemşire miydi, neden buradalardı? Cevapsız kaldı soruları. Bahçeden içeri hızlı adımlarla giren Refik beyi görünce yutkundu. Ardında da Bircan hanım.

"Günaydın," deyişi uslu bir kıza öğretilen görgüdendi.

Adam da "Günaydın," dedi kıza. Adımlarına devam edecekken bir anda durup "Bahçede olanlar..." dedi. "Sen gördün mü olan biteni?"

Bahar öyle bir sustu ki... "Yahu!" dedi bu kez adam. "Kim yaşıyor bu evde? Kime soralım olup biteni. Evi başımıza yıkmaya mı niyetlendiniz?" Sesi de yükselmişti. Hemen ardından gelen Bircan hanım "Refik!" dedi ikaz eden bir sesle. "Eray var, bağırma öyle."

Bu uyarıyla ehlileşti adam. Bahar ne için aşağı indiğini unuturken, üst kattan gelen seslerle başlarını kaldırdı üçü birden. "Oktay bey!" diyordu az evvel Bahar'ın yanına gelen kadının sesi. Ama o ses Oktay'ın koca koca küfürlerinin arasında kaybolurken küfürler koşar adım iniyordu yukarıdan aşağıya.

"Kendi giysin damatlığı. Alsın o kızı da götüne soksun!"

İşittiği Euzü Besmele sesiyle Bircan hanıma baktı Bahar. Kadın eliyle göğsünü tuta tuta çöktü salondaki koltuklardan birine. "Allah'ım dayanamıyorum," dedi otururken. "Al canımı da kurtulayım Allah'ım." Ve kadının ince sesli isyanının yanında merdivenlerden deprem yaratarak inen Oktay'ın yarı çıplak haliyle bahçe kapısına sokuldu Bahar. Çok şükür ki, Oktay varlığını fark etmiş değildi. Ya da Oktay bir boğaydı ve matadorun elinde gördüğü kırmızı kumaşa koşuyordu. Boynuzları sivriydi, burnundan çıkan soluk ise öfkeli. Elinde sallanan beyaz bir şey vardı, ne olduğunu anlayamadı.

"Deyyus herif!" diye kükredi aynı anda Refik bey. "Puştun oğlu. Sabahın köründe kuyruğuna basılmış it gibi geliyorsun bir de yanımıza! Hangi yüzle lan! Ulan o bahçenin hali ne! Mangal yakar gibi araba yakmışsın. Lan sen ömründe üç kuruş kazandın mı da araba yakıyorsun? Ben seni yirmi milyonun göbeğinde yakacağım en sonunda!"

"Yaksana lan!" dedi Oktay. "Götün yiyorsa yaksana! Utanmadan damatlık getirmişsin bana." Elindeki gömleği adama doğru salladı aynı anda. Bahar gerisingeri bir adım daha atıp boyluca cam olan duvara yasladı sırtını. Ya işte, duymuştu olanı Oktay. Şimdi kendisini bir görse cama sinek gibi yapıştırarak öldürürdü.

"Hapiste çürütmediğim için elimi ayağımı öpeceğine bir de dayılanıyor musun sen bana?"

"Bana hikâye anlatma baba!" dedi Oktay. "Hapiste çürütmediğin şey ben değilim, itibarın. Seçme şansım olsa hapsi bile yeğlerim ben. Senin yüzünü görmekten iyidir."

"Siktir git lan o zaman!" dedi adam. "Git de gör dünya kaç bucakmış. Babanın hareminde iki milyonluk araba yakmaya benzemez mahpus damı."

"Anlatma bana orayı. Hayatımın en huzurlu günlerini geçirdim orada."

Refik bey elini kolunu sallayarak döndü ardına. Karısını görünce "Al bak!" dedi. "Al bak doğurduğun çocuğa. Sokaktaki itlerden ne farkı var bunun?"

O zaman kükreyerek "Özgürlük!" dedi Oktay. "Onlar özgürler baba. Bense senin kuklanım!"

"Oğlum neyini eksik ettik," diye araya girdi Bircan hanım. Ağlamaklıydı sesi. Eli hep göğsünde duruyordu. "Niye böyle konuşuyorsun babanla. Allah kitap aşkına sesinizi yükseltmeyin. Eray duyacak."

"İt doğursan bahçeye bağlar hayrını görürdük," dedi bu kez Refik bey. Son sözünü söylemiş gibi sırtını döndü Oktay'a. Ama Oktay bunun üzerine daha da delirdi.

"Alın o kıymetli Eray'ınızı damat yapın o zaman. Ölmeden mürüvvetini de görürsünüz."

Bir anda ardını döndü Refik bey. Bir anda kalktı eli. Bir anda patladı Oktay'ın suratında. Oysa en az bir kafa daha kısaydı Oktay'dan. Bedeni Oktay'ınkinin ardında görünmeyecek kadar ufak tefekti. Ama Oktay'ın başı yediği darbeyle sağ yanına devrilmişti.

Bircan hanım oturduğu yerde sıçrarken elleriyle yüzünü örtmüş "Yapmayın," demişti. "Yapmayın kurban olayım. Eray'a bari duyurmayın kavganızı."

Kadının hıçkırışı ya da söyledikleri duymazdan gelindi. Refik bey bir adım daha attı Oktay'a doğru. "Dinim hakkı için seni ellerimle öldürürüm," dedi. "Git şunları edebinle giy."

Kavga orada bitti sandı Bahar. Çünkü Oktay'ın yüzünde patlayan o şeyin acısını en içinde duydu. Eli farkında olmadan yanağına uzandı. Bilirdi yanakta yaşayan beş parmağın izini. Yalnız şaşkınlığının sebebi böyle bir tokadın Oktay'ın yüzünde patlamasıydı. Hem de babası tarafından hem de böyle ulu orta hem de... Cama yapışmış bir sinekten bile daha fenaydı hali. Korku doldu içine. Oktay şimdi saldırabilirdi kendisine. Üstelik bu kez yarım bırakmazdı işini, öldürür geçerdi. Kimden yardım dilenecekti ki? Oktay'ın tepkisini beklerken şaşkınlığı daha da büyüdü.

Çünkü yaramazlık yapıp azarlanmış gibi çocuk gibi birkaç adımla annesine yanaştı Oktay. Dizlerinin üzerine çöküp kadına baktı. Ardında dönmeden parmağıyla babasını göstererek "Şu adama bir şey de," dedi. "Bir şey de, bir şey yap beni bıraksın. Bak anne kötü olacak. Bak kötü olacak diyorum." Hece hece, her hecede harfleri sinirle döve döve konuştu adam.

Oysa kadın ağlıyordu. İç çeke çeke, omuzları sarsıla sarsıla... "Siz beni bir gün öldüreceksiniz," diyordu. "Acım yetmezmiş gibi, Eray'ım orada can çekişmezmiş gibi neler yapıyorsunuz. Sebebim olacaksınız. Yüreğime indireceksiniz."

O zaman sesini daha da yükselterek "Anne ben ölmedim," dedi Oktay. "Eray ölecek anne, ben değil! O gidecek, ben kalacağım. Bir tek ben olacağım anne, o zaman ne yapacaksın? O zaman nasıl bakacaksın yüzüme?"

Annesinin dizinin dibinde solan bir çiçek gibi kaldı Oktay. Ama söyledikleri kadını daha çok ağlatmaktan başka bir işe yaramazken Refik beyi ise kamçıladı. Ardını dönen adam Oktay'ın çıplak koluna yapışıp çekeledi onu. Ayağa kaldırırken "Hepimizi öldüreceksin sen," dedi.

"Ant içmişsin hepimizi diri diri gömmeye." Oktay kolunu adamdan kurtarıp "Refik!" dedi dişlerinin arasından. "Refik sen ölmezsin, korkma."

"Senin ölmemen için ben her gün Allah'a yalvarıyorum." İşaret parmağını adamın göğsüne bastırdı Oktay. "Önce Eray ölecek!" der demez kükredi Refik bey. Aynı anda birbirlerine bağırdılar. Oktay "Önce Eray'ın öldüğünü göreceksiniz!" derken Refik bey "Yıkıl karşımdan!" diye bağırdı. "Senin duandan ne olur puşt herif! Senin dua edecek sıfatın mı var!"

"Çok güzel dua ediyorum Refik." Bir elini kaldırıp Eray'ın olduğu odayı gösterdi Oktay. "Allah'ım diyorum, sen bana bu ikisini ana baba diye verip benim ağzıma sıçıyorsun ya, evlat acısının en büyüğü de onların olsun!"

Sanki koca bir taş çarptı Oktay'ın yüzüne. Bahar'ın ağzı kurudu, nefesi tıkandı. Oktay, yediği yumrukla hareketsiz kalıp gözlerini yumdu ama susmadı. "Eray inim inim inliyorsa sebebi sizsiniz!" Bir kere daha aştı babasını, bir kere daha yanaştı annesine.

"Bak ben buradayım anne," dedi. "Bir kere de Oktay'ı düşün. Bir kere de benim yaşamam için dua et! Kabul et artık Eray'ın yatağından kalkıp elini öpmeyeceğini. Ben varım anne elinde. Bir tek ben!"

Bu kez kolundan tutup çektiği Oktay'a topyekûn saldırdı Refik bey. Dehşet veren bir andı. İlkokulda birbirine saldıran çocukları anımsatan bir görüntüydü bu. Ufak tefek çocuk, iri olana neredeyse zıplarcasına vuruyor, iri olan canı yanmasa da başını eğiyordu. Tekme, yumruk, tokat... Peş peşe Oktay'ın bedenini döverken Refik beyin ağzından küçük tükürükler sıçrıyordu. Belli ki her darbede yoruluyordu adam. Bir yandan da kesik kesik konuşuyordu. "Sen Eray'ın tırnağı bile etmezsin ulan!" diyordu. "Sen bu dünyada yaşadığımız en büyük imtihansın!" Nefes alıp devam ediyordu. "Dua et ulan abin için. Dua et. Sen onun yüzü suyu hürmetine çıktın o bok çukurundan. Dua et ulan abin yaşasın. Ona bir şey olursa, senin nazını niyazını çeker miyim lan ben!"

"Yapmayın," diyordu koltukta oturan kadın. Ellerini yüzüne örtüp de ağlıyordu. "Eray duyuyor yapmayın!"

Oktay bir kelime bile etmedi bu sırada. Refik bey onu merdivenlere kadar sürükledi. "Çık!" dedi ilk basamağa iterken. "Jilet gibi ineceksin buraya. Sıçtığın boku kendin temizleyeceksin, duydun mu beni?"

Oktay ardına hiç bakmadan çıktı merdivenleri. Bahar ise niçin aşağıya indiğini bile unutmuştu. Gözünün önünde, Acarkent'teki bu süslü villa Şavşat'taki ağaç evlerine bürünmüştü. Şu adam dedesiydi. Şu ağlayan kadın annesi. Merdivenlerden çıkan adam da ta kendisi. Ama aynı mıydı, değildi. Dosdoğru bir manzara için şu kadının oğlum da oğlum diye tutturmadan ve tek kelime etmeden sessizce ağlaması gerekti. Dayak yiyen Oktay'ın ise asla ağzını açmaması. Yine de Oktay'ın bastığı basamakları ağaç evin gıcırdayan merdivenleri olarak gördü Bahar. Canı yanıyor olmalıydı şimdi. En azından bir yerleri sızlıyor olabilirdi. Ama en çok kalbi ağrıyor olmalıydı. Onun ardından bakarken ağır ağır dudakları iki yana kıvrıldı. Tatminkâr bir gülüşle başını kaldırırken "Oh olsun," dedi içinden bir ses. "Hak etmiştin orospu!"

Aklından geçenin farkına varınca, gözlerini hızla kırpıp açtı. Refik beyle göz göze gelince aklı ona "kaçmasını" buyurdu. O yüzden küçük ama seri adımlarla odasına döndü. Kim gelecekse, ne yapacaksa, ne olacaksa sessizce beklemeye başladı.

Ne kadar sonra olduğunu bilmeden geçen zamanda kapısı çalındı. Ayşe abla elinde bir tepsiyle içeri girdi. "Size getirdim," dedi Bahar'ın kucağına tepsiyi bırakırken. "Aç kalmayın," dedi sonra. Bahar çavdarlı ekmeğin arasına sıkıştırılmış jambonlu garnitüre bakarken devam etti kadın. "Kuaförünüz gelsin mi?"

Başını kaldırıp kadına baktı Bahar. Oktay bile başaramamıştı. Direnmiş ve ne biçim başarısız olmuştu. Yutkundu. Başını sallamakla yetindi. Bir dakikadan daha kısa bir süre sonra kapısı çalındı. İçeriye elinde koca bir çantayla orta yaşlı bir kadın girdi. "Merhaba," dedi düz bir sesle. Sonrası dünyanın en sessiz, en sakin, en heyecansız gelin telaşıydı. Bahar ağır ağır yedi önüne konmuş sandviçi. Saçlarına ağır ağır fön çekildi. Düzleşen tutamlar maşaya sarılıp kolayca düzgün dalgalara dönüştü. Sandviç bitti. Aynı kadın saçlarını bırakıp yüzüne makyaj yapmaya başladı. Bahar aynaya hiç bakmadı. Son olarak dudakları boyandı ve ardından gür ve uzun saçları sağ yanında toplandı.

İşini bitiren kadın bir kenara çekilirken Ayşe abla içeri girdi. "Önce hangisi olsun Bahar hanım?" dedi.

Bahar dolaba asılmış elbiselere bakarken "Hepsini giyecek miyim?" dedi.

"Bana öyle söylendi ama..." dedikten sonra "İsterseniz siz aşağıya sorun," diyemedi. Bahar kısa olan elbiseyi işaret etti önce. Giyindi, kuşandı. Taşlı ayakkabılar çıktı kutuların birinden. Ömründe giymediği kadar yüksekti topukları. Ayakta durmakta zorlanırken indi bahçeye. Vazifeli bir memur gibi beklerken havuz başına canlı çiçeklerden bir duvar örüldüğünü, onun önüne de bir kürsü yerleştirildiğini gördü.

Bütün bu hazırlığın ne ya da kim için olduğunu anlamış değildi ama kime soracaktı ki? Ojelenmiş tırnaklarını kemirmemek için kendisini güçlükle tutuyordu. Merdivenden gelen seslere çevirdi başını. Oktay'ı toplanmış saçları ve kuşandığı damatlıkla görünce afalladı. Ama şaşırdığı bu değildi. Nasıl da gülüyordu adamın yüzü... Az evvel kıyamet kopmamış mıydı? Az önce sırtı dövülen, yanağına bir tokat yiyen Oktay değil miydi?

Yanı başına gelen adam ise hem gülümsüyor hem de göz kırpıyordu ona. "Hadi şu işi bir an önce bitirip biraz yüzelim," dediğinde Bahar gerisingeri iki adım attı.

Kendisini suda mı boğacaktı, onu mu demek istemişti Oktay? Yanından teğet geçen adam bahçeye adım atıp bir ıslık çaldı. Birine seslendi. "Sen mi çekeceksin fotoğrafları?" dedi. Cevap beklemeden ekledi. "Hazırız biz."

Dönüp salona baktı. Ayakta duran Bahar'a elini kaldırıp "Gelsene kızım," dedi. "Ne dikiliyorsun orada? Akşama kadar seni bekleyemem." Sonra yeniden önüne döndü. Elinde fotoğraf makinesiyle bekleyen adama "Bak güzel çıkmazsak hesabını sorarım," dedi. Ardına döndüğünde Bahar'ın bir adım bile kıpırdamadığını görünce ona yanaştı. Elini tuttu. "Hadi kızım," dedi. "Yüzmek istiyor canım, senin keyfini bekleyemem!"



*


MART 2021, İstanbul


*




"Küçükken, dedem beni döverken ona kızmazdım. Bunun büyümenin ya da var olmanın doğal bir sonucu olduğunu düşünürdüm. Bir yanlış yapmıştım herhalde ya da bir kuralı çiğnemiştim. Bunu yapan bütün çocuklar dayak yerdi. Bu yüzden dedemden ezelden beri nefret ediyor değilim. Sınıftakilerin her gün düzenli olarak dayak yemediğini, dedemin yaptığının yanlış olduğunu ve benim bir suçumun olmadığını anladığım gün ondan nefret etmeye başlamış olmalıyım. Artık eşit iki insandık, o hatalıydı, ben doğru. Ama ben düzenli olarak dayağımı yemeye devam ettim. Köydekiler bana nasıl acıyordu bilsen... Sıskacık bir şeydim. Bazen köyün herhangi bir evine kurulurdum. Ben geldim der, bir şey yapmadan öyle otururdum buyur edildiğim yerde. Hava kararırdı, evine git derlerdi. Gitmek istemezdim. Dayak var, niye gideyim. Ara sıra annem gelir alırdı beni, gitmeyeceğim diye ağladığım da çoktu. Ben de acıyordum kendime. Çünkü bizim evde güzel tek bir şey yoktu Leman abla. Tek bir şey. Televizyonda tek bir kanal izlenirdi. Dedem yokken başka bir kanal açsam, iki gülsem eğlensem bunun için de dayak yerdim. Neye gülüyormuşum kah kah. Edepsizlik orospuluk kanımda varmış, anama çekmişim. Ben bunları o kadar çok duydum ki Leman abla...

Bazen dayaktan çıplak ayak bayıra kaçardım. Ayağımın altında diken yaraları var hâlâ. Hiç de geçmez. Ahırda saklandığım zamanları da bilirim. Bok kokusunu severim bu yüzden. Tanıdık gelir, hiç garipsemem. Ama nihayetinde dedem beni bulup daha büyük bir hınçla döverdi. Kimi kez ses çıkarırdım, öyle olunca annem de üzülürdü. Sonunda bir yerde direncim kırıldı Leman abla. Canı istiyorsa döverdi. Karşı çıkmanın anlamı yoktu. Susmaya başladım. Ama her koşulda nefret içimde baki kaldı.

Acımak... Ben Acarkent'teki o eve girdikten sonra, korkudan başka Oktay'a karşı beslediğim ikinci his bu oldu. Ne haddime oysa?"

"Eşit iki insan mıydınız artık onunla?"

Başımı salladım. "Korkum bitmemişti ama evet Leman abla. Eşittik. Onun da canını yakan, onu döven, onu sevmeyen birileri vardı. Bana karşı aslan kesilse de, benim ağzıma sıçsa da, aynını ona yapan birisi vardı. Yalan değil, bu bana iyi hissettirmişti."

"O gün bir anda sana karşı tavrının değişmesinin sebebi neydi peki?"

Gözlerimi kucağımda gezdirdiğim parmaklarından çekip "Değişmedi ki," dedi. "Yukarı çıkınca haftalar sonra ilk kez uyuşturucu almış. Sonra duşa girmiş. Fotoğraf çekilirken yanındakinin ben olduğumu dahi bilmiyormuş. Yani çok sonra söyledi bunu Oktay. Güldük bile. Çekim anını hatırlamıyor o. Ben tir tir titriyordum yanında. Sanki az evvel nikahımız kıyılmış gibi poz verdik. Poz dediysem, fotoğrafçı ne istiyorsa onu yaptık. Ama Oktay bana her dokunduğunda benim kalbim korkudan patlayacak gibiydi. Kaç kere gözüm doldu. Kaç kere bayılmanın eşiğinden döndüm. Kalp krizi geçirdiğimden bile şüphe ettim çünkü kalbimin atışları kulaklarımdan çıkıyor gibiydi. Hoparlörün dibinde durursun hani, güm güm güm!"

"Oktay'ın uyuşturucu etkisi altında olduğunu anlamadın mı?"

"Ck. Normal değil gibiydi ama ben bu tavrının benim ağzıma sıçmak ve beni korkutmak için benimsediği bir taktik olduğunu düşünmüştüm. Gülen yüzünün altından bana sopa gösterir gibiydi. Elimi kolumu sımsıkı tutuyordu. Acayip neşeli gibiydi ama baş başayken göstereceğim sana der gibi bakıyordu. Her halükârda amacına ulaşıyordu. Oktay denince bir dedem bir de Allah korkusu geliyordu aklıma. Oysa onun ayakta durması bile mucizeymiş."

"Sonra n'oldu peki? Çekimden sonra?"

Bunlar onlarca sene önce yaşadığım şeyler değildi ama unutmak istediğim kısımların üzerinden asırlar geçmiş gibi hissediyordum. "Ben Vakko'nun iki kısa gelinliğini giydim o gün. Uzun olana gerek yok dedi Bircan hanım. Üçüncüyü öyle eledi. Onun gittiği düğünlerde iki gelinlik giyiyormuş kızlar. Magazine iki farklı gelinlik görünse yetermiş. Yani giydiklerim öyle alelade şeyler değilmiş. Bana sorarsan onlar asker kıyafetiydi. Üniforma yani. Ben vazifemi yapmıştım, o kadar. Çekim bittiğinde Oktay balık gibi havuza atladı. Saatlerce de çıkmadı o havuzdan. Hatta saçma sapan sesler çıkardı, babasına bağırıp çağırdı, küfretti. Akşama doğru havuzdan çıktı. Sırt çantasını kapıp evden ayrıldı. Refik beyler gidene kadar da dönmedi geri. Ben de rahat bir nefes aldım.

Sonraki birkaç günde eve çeşitli dergi ve gazeteler geldi hep. Hepsi çoktan seçmeli sınav soruları gibi hazırlanmış haberlerdi. Sanayici iş adamı Refik Sezer'in oğlu Oktay Sezer dünya evine girdi. Acarkent'te küçük bir davet ile kıyılan nikahta çiftin nikah şahidi müsteşar bilmem kimle bilmem kim olurken Refik Sezer'in mutluluğu gözlerinden okunuyordu." Manşetler gözümün önüne gelince gülmeye başladım. Hatta haberlerden biri karşısında sinirim öyle çok bozulmuştu ki, onu anımsayınca kahkahayı bastım. "Bir yerel gazetede de şey demişlerdi. Sezer ailesine İsviçreli gelin! Saçma sapan bir gazeteydi. Adam adımı birine sormuş, cevap veren kişi de Bahar derken h harfini atlamış; Baar yazmış, oradan tutup İsviçreli demişler bana... Sonra şey de oldu. Bir magazin sayfası, ömrümde görmediğim beş tane sosyete geliniyle beni yan yana koymuş, cemiyet gelinleri diye başlık atmış. Gelinlikleri, makyajları, saçları eleştirmişler falan..."

Gözlerim yaşarana dek güldükten sonra "Tabii bir de yüzük meselesi var. Fotoğraf çekilirken Refik bey çıktı dışarı. İnsanda akıl mı bırakıyorsunuz diyerek şoföre seslendi. İki kutu aldı eline. Birinden alyanslar çıktı. Birinden koca taşlı bir yüzük. İkisi de kocaman oldu parmağıma. Fotoğrafçıyı tembihledi. Yüzükler görünecek diye. Eve gelen gazetelerden birinde taktığım yüzüğün son model bir araç parasına eş değer olduğunu okudum. Bilmem doğru mu. O yüzüğü benden aldılar hemen. Ama alyanslar kaldı bizde. Takmadık ikimiz de. Öyle süs gibi durdu bir yerde."

Sustuk bir süre. Yüzüksüz parmaklarıma baktım. Aylardır manikür de yaptırmamıştım. Tırnak etlerimle oynadım bir süre. Oktay'ın aylar sonra parmağıma taktığı yüzüğü düşündüm. Onun parmağıma girişini ve çıkışını... Ağzım kurudu. Kedi gibi yalanıp durduktan sonra "İnsanlar o evde olup biteni ne bilsin," dedim. Burnumu çekip duruyordum.

"Sen gazetede böyle bir fotoğraf görsen, o fotoğraf çekilmeden önce damadın dövüldüğünü düşünür müsün? Ya da damadın gelini yakmaya çalıştığını? Üç beş gün sonra o havuzda çıplak kızlarla ne partiler verdi Oktay. Ömrümde çıplak erkek görmüşlüğüm yoktu..." Burada durup puslu bir sabaha karşıyı andım. Ozan'ın kıçı gözümün önüne gelirken bunun gerçek mi rüya mı olduğu konusunda kararsız kaldım. Aklım dağıldı. Cümlelerim de öyle.

"Oktay'ı öyle görene kadar... Hem de sırf ben görüyorum diyeydi ha... Her şeyi geçtim, benim yastığımın altında makasla yattığımı düşünebiliyor musun?"

Başını iki yana salladı. Bense odaya sığamayıp tavana baktım. Bir gözüm gülüyor, bir gözüm ağlıyordu. "Refik bey soranlara balayı için Amerika'ya gideceğimizi söylüyordu hep. Bir gün çıkardı elime pasaportumu verdi. Amerika'ya gerçekten gideceğimizi de böyle öğrendim. Ozan'ın beraber yurtdışına çıkmak üzerine kurduğu hayallerin imkansızlığı geldi aklıma..." Burada yutkunmadım. Son kelimem bile anlaşılmamış olabilir.

Leman abla defterine bir şeyler yazıp çizdikten sonra "Aşk daha sonra mı geldi?" diye sordu bu kez. Anlayamadım. "Oktay ile eşitlendikten sonra mı âşık oldun ona?" diye ekledi Leman abla.

Beklemiyordum bu soruyu. Öyle hemen cevap veremedim. Düşünmem gerekti. "Aşk birdenbire doğmuyor," dedim sonra. "Nefret de öyle. İkisi de nedensiz değil. Toprağa bir sürü tohum attığını düşün," dedim ona. "Hepsi yeşillenir mi?"

Yüzüme baktı uzun uzun ve ben güldüm. "Hiç toprağa bir şey ektin mi?" diye sordum. O da güldü. Başını iki yana salladı.

"Toprağa düşen her tohum filiz vermez," dedim. "Uygun koşullar oluşmalı önce. Her tohumun isteği de başka başkadır. Neyse. Oktay benim içime hem nefret hem sevgi tohumları bıraktı. Zamanla sevgi filiz verdi. Nefret toprakta çürüdü, hiç boy vermedi ve yok olup gitti. Yaptıklarını değiştirmek mümkün değil. Öyle olsa, önce Oktay bunu yapar. Çünkü bugün, geçmiş yüzünden onunla beraber olmak istemediğimi sanıyor. Oysa öyle değil. Bana yaptıkları yanlıştı ama bunlar yüzünden ondan nefret etmiyorum. Sadece onun ektiği sevgi büyürken, daha önce toprağıma düşmüş olan aşk kendini gösterdi. Ve diğer her şey onun gölgesinde kaldı."

"Ozan mı ekti o tohumu içine? Aşkı yani?"

Başımı salladım. Leman ablaya bakarken yine ardında kalan kitaplığa kaydı gözlerim. Bir sürüsünün içinde aynı kırmızı kapaklı kitabı gördüm. Galata'daki ev düştü aklıma. Kırmızı kapılarımız vardı bizim. Bizimdi. -Dili geçmişte kalan...

"Oktay ve Ozan'ın sana bıraktığı tohumların ne farkı vardı sence?"

Uzun bir süre sessiz kaldım. Sessizlik çok fazla uzayınca acelece "Oktay mı, Ozan mı... Sorumuz bu mu?" dedim.

O önce sustu. Sonra dudak büküp "Aklına her ne geliyorsa ben dinlerim," dedi. Tereddüt ettim bir süre. Ben böyle bir soruyu kendime bile sormadım hiç. Sorsam ne cevap verirdim ki? Kendime anlatır gibi anlatmaya çalıştım.

"Ben hiçbir zaman Oktay mı Ozan mı diye düşünmedim. Elma mı armut mu gibi bir soru bu. Doğrusu Ozan'a böyle bir yaklaşımda bulunmak bile... Yani nasıl desem, ne haddime demek istiyorum. Yanlış anlama beni Leman abla. Kızma da hemen. Kendimi alçaltmak değil amacım. Sadece..." Cümlelerin içinden çıkmak zor gelince kısa kestim. "Ozan'ı elma yapacaksam bile doğru soru Ozan mı diğer bütün elmalar mı olmalı. Ya da Ozan mı yoksa diğer bütün meyveler mi demeliyim. Anlatabiliyor muyum?"

"Anladım," dedi bana. "Ozan'ın harikulade bir meyve olduğunu düşünüyorsun."

"Öyle," dedim gülerek. Sonra ciddileştim. "Düşünmüyorum, öyle olduğuna eminim."

"Oktay'ın armut olmasıyla ilgili bir derdin yok yani?"

Yine güldüm. Nasıl gülmem. Oktay duysa; o bile gülerdi. "Yok," dedim sonra. "Gıcırından bir amut olmak Oktay'ı rahatsız etmez. Ama güzel olacak. Sert, sulu, parlak. Hani görenin ne güzel armutmuş diyeceği bir armut."

"Gösterişli diyorsun yani?"

"Hayır, sadece gösterişli değil. Tadı da güzel olmalı. Aslında ilk zamanlar sadece gösterişli olduğunu düşünüyordum. İçi konusunda bir fikrim yoktu. Hatta içine çürük bile diyebilirdim. Her şeyden önemlisi odan deli gibi korkuyordum."

"Sonra ne değişti?"

"Onu izlemeye başladım. Aslında amacım onunla dalga geçebilmekti. Yani bana hep söylediği o güçlü görün şeysi vardı ya... Eğip büküp ona o lafı yedirmekti amacım. Fırsatım da oldu. Hem de kaç kez. Oktay'ı babasının yanında bir görsen. Ya da abisinin. Kuyruğuna basılmış köpek gibi. Benden daha acınası görünüyor hatta. Nasıl desem. Ben dedemden hep korktum, hep nefret ettim. Onunla aynı odada durmak benim için de işkenceydi ama nefret dolu bakışlarımla bile olsa ona bakabiliyordum. Oktay onu bile yapamıyor. Anlatamadım tam. Oktay koca adam, babasından dayak yiyecek hali yok. Yani yemek zorunda değil. Zorunda değil derken, direnecek gücü var. İsterse bir vurur, ortadan ikiye böler adamı. Yani benim dedem karşısındaki halimle onun babası karşısındaki durumu bir değil. Ama yine de babası varken hep diken üstünde duruyor. En basit haliyle korkuyor işte. Hem de nasıl. Nefret etmek desek... Ediyor gibi ama öyle de değil. Babası ne dese susup büzüşüyor. Babası gidince küfür kıyamet ama varken öyle olmuyor. Direniyor bazen ama sonunda kaybeden hep Oktay. Üstüne tuz ekilmiş tırtıl gibi. Kısaca... Ona laf sokacak olsam dünya kadar fırsat geçti elime. Çok da istedim, yalan değil ama yapamadım."

"Neden? O sana hemen her fırsatta yapıyordu bunu. Hani..."

"Biliyorum. Çok yaptı." Elimi salladım havada. "Oho... O kadar çok ki. Ama sonra yani şimdi yapmaz. Ezebildiği kadar ezdi beni. Sonra galiba... Benden daha ezik yanları olduğunu kabul etti."

"Bir üstünlük savaşı mıydı yani bu? Biri galip geldi ve uzlaştınız mı?"

"Üstünlük mü... Bilmem. İkimizin de yaraları vardı ve o yaraların nerede olduğunu gördük. Yani artık nereye vurmam gerektiğini biliyordum, o da biliyordu. Baktık savaşırsak aynı boku yiyeceğiz. Bir süre hırlaştık ama sonunda aynı alanı paylaşmaya başladık. Mahallenin köpekleri gibi işte. O sağda ben solda, o aşağıda ben yukarıda. Yan yana değil ama bir şekilde birlikte. Basıp gitmedi ikimizden biri. Hoş benim gidecek yerim yoktu ama... İşte öyle hırlaşa hırlaşa..." Güldüm halime. Oktay da yanımda olsa o da gülerdi. "Acarkent köpekleri," dedim bu kez. "Ben aptal, o kendini akıllı sanan salaklardan. Zengin muhitin saftirik köpekleri."

"Oktay'dan bahsetmek, Ozan'dan bahsetmekten daha kolay geliyor sana. Cümlelerin daha akıcı, daha doğal. Zorlanmıyorsun ondan bahsederken. Bilmem farkında mısın?"

Bir müddet düşünüp dudaklarımı yaladım. "Öyle," dedim sonra. "Oktay aynaya bakmak gibi. Kendime edebileceğim hakaretlerin hemen hepsini ona da edebilirim. Ama Ozan öyle değil. Hak etmek üzerine düşünmemi istemiştin. Bir sürü şey düşündüm. Bir sürü hatıramı yokladım. Şunu hak etmiş miydim, bunu hak ediyor muyum... Cevaplarım evet ya da hayırdan ibaret oldu. Bir tek Ozan'ı hak etmiş miydim sorusuna cevap bulamadım. Ozan... Koca bir ağaç oldu içimde. Gölgesi bile bana ne büyük mutluluk. Ama ağaca sorarsan eteğinde beni ister mi? İstemez, neden istesin?"

"Bilmem," dedi Leman abla. "Ağaca sormak gerek. Sormadan onun adına cevap vermek doğru mu?"

Ozan'ın karşısına geçip beni ister misin diye sormak... Fikri bile ne tuhaf, ne gülünç, ne acı şey. Oktay'ın Antalya'da söylediği şey geldi aklıma. "Yeni bir sayfa açarız."

Kolay mı yeni bir sayfa açmak? Açtın diyelim, ne yazacaksın ilk satıra?

"Yeni bir sayfa açmak... Ben bu hafta Antalya'ya gitmeden önce ödevime iyi çalışmaya başlamıştım Leman abla. Bir şey yaptım..." Beni ilgiyle dinliyordu, devam ettim.

"Senin yanından ayrıldıktan sonraki gün kütüphaneden çıkıp Beşiktaş'ta gözümün gördüğü ilk avukatın ofisine gittim. Bilgi almaya geldim dedim. O gece teknede yaşananları üstünkörü anlattım. Dedim ki bana böyle böyle dediler. Ben de dediklerini yaptım. Yapmasaydım cezaevine girer miydim dedim."

Buraya kadar öyle soğukkanlıydım ki... Kendime bile hayret etmiştim. Ama sonra... "Girmezdin, dedi bana." Leman ablanın yanından ağlamadan çıkmak nasip olmadı. Saniyeler içinde gözlerimden o kadar çok yaş aktı ki, bu kez o bile şaşırmış olmalı.

Uzun bir süre konuşamadım. Bir sürü mendilini kirlettim Leman ablanın ve sonunda. "Bir hiç uğruna," dedim. "Her şeyi bir hiç uğruna bok ettim. Okuldan atamazlarmış, bu yüzden bursumu kesemezlermiş, Ozan'la ilgili de bir şey olmazmış, yapamazlarmış. O zaman neden Leman abla, neden? Ben neden bunu yaptım, ne geçti elime?"

Konuşmakta zorlanmaya başlayınca o benim için bir bardağa su doldurdu. "Ozan demişti. Bir avukata gideriz demişti. Dinlemedim. Başını ağrıtmak istemedim daha fazla. Kendi başımın çaresine baktığımı düşündüm. Ben yaptım. Her şeyi, herkesin hayatını tek başıma bok ettim. Şimdi diyorsun Ozan'a sormak lazım ha! Ozan'a! Ne diyeceğiz Leman abla Ozan'a? Sen hep haklıymışsın, her zaman haklıymışsın. Evine aldığın, yatağına aldığın, sarılarak uyuduğun, ağlayınca teselli ettiğin kız, seni dağıtıp giderken hata yapmış. Şimdi pişmanmış ne yapalım mı diyeceğiz? Ozan bana kollarını mı açacak? Sıçıp batırdığım şeylerin telafisi var mı? Yok. Birinin bile yok. Canım acıyor Leman abla. Düşününce çok canım acıyor, acıdan ölmek istiyorum. Ve bir daha mutlu olmaya hakkımın olmadığını düşünüyorum. İki dünya bir araya da gelse ben mutlu olamam. Bunu hak etmiyorum. Sana yalan söyledim. Antalya'da Oktay'la tartışmamızın sebebi de buydu. Benim avukata gitmem. Geçmişin içinde boğulmam. Önüme bakamamam. Hep aynı boku yiyorsun dedi bana. Çünkü aşamıyorum. Oktay bile benden sıkılacak. Bir ay belki iki ay sabreder ve sonra yoluna bakar. Ben tek başıma, yapayalnız, bombok bir halde yaşayacağım."

Kendiliğimden susana kadar hiçbir şey demedi Leman abla. Hiçbir şey. Ben ağlamaktan yorulup susunca, uykularımı sordu. Düzenli uyuyup uyuyamadığımı. İlaçlarımdan birini değiştirdi. Ve sonra yeni ödevimi verdi. "Yeni bir başlangıç," üzerine düşünecekmişim bir daha yanına gelene kadar. Yeni bir başlangıçtan ne bekliyor, bundan ne anlıyormuşum...

Ona "Arkadaşa ihtiyacım yok," dedim. "Yeni olan hiçbir şeye ihtiyacım yok. Kıyafete bile. Çünkü yeni demek tanışmak demek. Biriyle tanıştığın zaman sana önce neyi sorar. Kimsin, kimlerdensin, nerelisin, ailen necidir, nerede kalıyorsun, yurtta mı, evde mi, ev arkadaşların kim, erkek arkadaşın var mı, varsa kim... Leman abla ben bu soruların hiçbirisine cevap vermek istemiyorum. Göğsümü gererek verebileceğim tek bir cevap yok. En son aparttaki kızlardan biri taşınırken yanıma geldi. Daha önce nerede kalıyordun dedi. Evlenip boşandım mı diyeyim, ne diyeyim? Soyadımı değiştirirken bile... Şu yaşta evlenip boşanmanın yükünü içimde taşıyorum. Yeni bir başlangıç... Çok zor, çok ağır Leman abla. Kaldıramıyorum."

Ben yeni bir nöbete girdiğimi sandım. Sonra birden kesildi gözyaşlarım. Ansızın öyle bir yorgunluk çöktü ki içime... Yanaklarımı silip "Neyse," dedim. "Kendime bakmaktan acizken bir de kuş besliyorum. Levent'e bıraktım Antalya'ya giderken. Şimdi gidip onları almam lazım. Bu bile zor geliyor... Benim neyime kuş beslemek."

"Bilmem," dedi o sırada Leman abla. Anlamayıp yüzüne baktım. Dudakları uçuk bir pembe rengine boyalıymış, o an fark ettim, sevdim de o rengi. Yüzüne boş boş bakmış olmalıyım ki devam etti Leman abla.

"Bana yaşamak istemediğini söylediğin hafta kuş almışsın," dedi. Gözlerimi kırpıştırdım. "Bazen dilinin söylediği şeyi bedenin yalanlar. Üşümüyorum dersin ama bedenin titrer. Yorgunluktan dem vurursun ama saatlerce yürüyüş yaparsın. Bu da böyle bir şey."

Gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm.

"Ölmek istediğini söylersin ama iki kuşun sorumluluğunu üzerine alırsın. Artık öylece ölüp gidemezsin. Ölmek istemeyen bir yanın vardır."

Sustum. O kadar suskunluktan sonra kendimi savunur gibi "Odada ses olsun istedim," dedim. Düşündüğüm bir cümle değildi bu. "Kuş sesleri güzeldir. Yalnız da hissettirmez insanı."

"Yalnızlıkla bir derdin olmadığını da sık sık söylüyorsun," dedi Leman abla. Kollarımdaki ince tüyleri yolmaya başladım o zaman.

"Dilimiz her zaman güvenilir değildir," dedi Leman abla. "Hissettiklerimizi yansıtmaz. Hissettiğimiz şeyleri kendimize itiraf etmemiz de zordur. Bu yüzden hislerinle savaşa girip yenilgiye uğradığını düşünme. Eğer pek çok hata yaptığını düşünüyorsan..." Bu sırada başımı salladım. "Hata yapmanın sıradan bir şey olduğu gerçeğini aklından çıkarma. Herkesin hataları vardır."

"Benimkiler kadar çok değildir. Bu kadar büyük de olamaz."

"Muhtemelen herkese kendi hatası devasa geliyordur." Güldük. "Ama diyelim ki haklısın. Dünyanın en büyük ve en ağır hatalarını sen yapmış ol. Bu neyi değiştirir? Herkesten daha suçlu, daha günahkâr..."

"Daha aptal," diye girdim araya.

"O zaman bütün bunların üstesinden gelebildiğin için daha güçlü de olursun."

Sustum. "Sana inanmak istiyorum," dedim. "Herhalde benden daha iyi düşünüyor ve bu işi daha iyi biliyorsun."

Oktay, boşanmak istediğimi ona söylediğimde "Artık güçlü görünüyorsun," demişti bana. Bunu Leman ablaya söyledim. "Boşanmaya karar verdiğimde, Oktay nasihatlerini dinlediğimi söylemişti. Onu ezip geçmek pahasına güçlü görünüyormuşum." Kaşlarımı kaldırıp burnumu çektim.

"Adından bile korktuğun, karşısında kalp krizi geçirebilirdim dediğin bir adamla onca zaman birlikte yaşadıktan sonra ona bunu söyletmen bile seni tatmin etmiyor mu?"

Nedense "tatmin" kelimesiyle güldüm. Elbette Leman ablanın kastettiği şey bu değildi ama yine de ona "Ben tatmin olmayı bilmiyorum," dedim. Derin bir nefes aldım. Sırası değildi, konuştuğumuz şey bu değildi, sanki kapalı bir kapıyı aralamış gibi oldum. Bunun için de utandım.

Ama Leman abla bahsettiğim şeyin üzerine gitti ve "Seninle biraz cinsellikten bahsedelim mi?" dedi. Hayretle baktım ona. Sonra hemen eğdim başımı. Gözlerimi parmaklarıma sabitledim. Başımı iki yana salladım. "Süremiz dolmak üzere," dedim sonra. Saate baktı.

"Pekâlâ," deyip "Hafta sonu planın nedir?" dedi bana.

"Kuşları alıp aparta gittikten sonra, kendimi yatağa atacağım. Muhtemelen pazartesi sabahına kadar da çıkmayacağım yataktan."

Tebessüm etti. "Lütfen dinlendikten sonra yataktan çık ve..."

"Ve? Yapacak bir şeyim yok ki."

"Odanda olumsuz hislerinle baş başa kalma."

Omuz silktim. "İyi," dedim. "Moda Sahiline gider, o evin karşısına geçerim." Gülmeye başladı. "Sen istedin," dedim ve sonra ona katıldım.

Acaba gülmekle ağlamayı eş zamanlı yapabilmek benim marifetim mi?

"Son bir şey," dedi çantamı elime alırken. "Bu hafta sana biraz daha fazla ödev versem, üstesinden gelebilir misin?"

"Yeni başlangıçlar hakkında düşüneceğim. Başka ne vardı?" dedim.

"Oktay'ın havuzda yaptıklarından bahsedebiliriz gelecek hafta," dedi. Sonra bacağıma bakıp "Ya da Ozan'ın şurayı öpmesinden..."

Sağ elimle kulağımın ardını kaşıdım. "Cinsellik diyorsun yani," dedim. Sesim alçaldı nedense.

Gülümsedi.

"Pek iyi olmadığım konular," dedim bu kez.

"İstersen aramızdaki ödev kavramını değiştirelim," dedi. "Beni bir öğretmen olarak görmeni ya da seni sınava tabii tuttuğumu düşünmeni istemiyorum. Ve istemediğin herhangi bir şeyi konuşacak değiliz."

"Seni bir öğretmen gibi düşünmüyorum aslında. Ama..." dedim sonra. Derin bir nefes alıp "Düşünmeyi denerim," diye devam ettim. Ayaklandım. Tam odadan çıkacakken "Bu defa çikolatayı hak edecek bir şey yapmadım değil mi?" diye sordum. İyi ve başarılı öğrenciliğime zeval gelmesinden hep korkmuşumdur.

Leman abla ise "Aptal kafam," diyerek koştu masasına. Turkuaz folyoyla kaplanmış iki çikolata aldı eline. İlkini avucuma bırakırken "Oğulcan yerine beni seçtiğin için," dedi. Diğerini ise havada tutarken "Geçmişinin üzerine gidebildiğin için," dedi. Avukatla görüşmemi kastettiğini düşündüm ama beni daha çok ilgilendiren çikolatanın rengiydi.

"Kırmızıydı bunlar," dedim. "Değişiklik yapmış asistanım," dedi. Yüzüm düştü nedense. O ise gülümsedi. "Değişiklik güzeldir," dedikten sonra "Saçınla aynı renk oldu bu sefer," diye devam etti. Arkamı dönerken de son bir şey söyledi.

"Kendi saçların nasıldı bilmiyorum ama gördüğüm en güzel mavi senin saçında."

Çıktım. Bir elim saçlarımda kaldı. Ozan'ın arşivindeki sığırcık kuşları geldi aklıma. Onların fotoğraflarına bile nasıl aşkla baktığını hatırladım. Oysa öyle sıradan bir kuştu ki hayranlık beslediği... Bana kalsa kıymeti yok ama işte Ozan... Ozan'ın kıymetlisi olmak diye bir şey var bu hayatta. Narin olmak var. Ben mavi kulaklı sığırcık kuşuna boyansam ne fayda? Sahi var mıdır Ozan'ın bir Narin'i? Öyle seviyor mudur şimdi birini?

Kıskançlık damarlarımda acılı bir özlemle gezmeye başladı. Saçlarıma dokuna dokuna öyle çok dalıp gitmişim ki, az daha Levent'e uğrayıp kuşları almayı unutuyordum. Sorumluluklar, ödevler, zorunluluklar... Çekip gidemediğimiz her şey. Oysa bacağımdaki kuşun hatırası bile sessizdi; huzur veren bir sessizlik. Öte yandan Oktay'ın final haftamın ortasında kulaklarıma soktuğu bütün o gürültü, seneler sonra kalabalık bir caddede yürürken bile beni rahatsız etmeyi başarıyordu.



*


HAZİRAN 2018, İstanbul


*



Acarkent'teki evin güzel bir yanı varsa o da bahçesiydi. Pek yakındaki orman sayesinde börtü böcekle haşır neşir oluyordu insan. Bir de kuş cıvıltılarıyla. Bahçede ders çalışan Bahar, Ayşe ablanın deyimiyle "Bahar köşesine" kendi deyimiyle ise "köpek kulübesine" yerleştiğinde, havuzun kıyısına konup çimleri gagalayan yahut susuzluğunu klorlu suyla gideren kuşları seyrediyordu.

Bilakis sabah saatlerinde daha coşkulu oluyorlardı. Yeni bir güne başlamanın heyecanı vardı yüzlerinde. Zaman zaman selvilerin dallarında geziyorlardı. Yoruldukları zaman bir dalda dakikalar geçirebiliyor, minik benekleri andıran gözlerini örtüyorlardı. Çoğu zaman yalnız oluyorlardı. Bazen komşu dala konmuş kuşlarla karşılaşıp hoş beş ettiklerini de görüyordu Bahar. Bu onu heyecanlandıran yegâne şeylerden biriydi. Acaba tanışıp arkadaş olurlar mıydı? Sözleşirler miydi yarın için? Bir daha buluşmak ve sonunda hayatlarını birleştirmek isterler miydi? Çünkü Âşık ve Narin çiftti. İkisini de birbirinden bağımsız ve tek başına düşünemezdi. Hayır, deli değildi, oluyordu böyle şeyler.

Bazen kuşların yerini kelebekler alıyordu. Bazen bir arı ya da osuruk böceği... Onları seyretmek kuşları seyretmek kadar keyifli değildi. Sadece ders çalışmanın eşlikçisiydi onlar. Ders çalışmak ise her zamanki gibiydi. Hatta baştan aşağı değişen hayatının değişmeyen tek yanı.

Ayşe abla evde olduğu zaman, ders çalışırken kendisine muhakkak yiyecek bir şeyler getirirdi. Atıştırmak için, karnını doyurmak için, susuzluğu için. Talep etmiyordu Bahar ama seviyordu bu kadının "evin annesi" gibi davranmasını. "Bahar hanım" demekten asla vazgeçmiyordu kadın ve buna alışmakta zorluk yaşasa da evin içinde "günaydın" ya da "iyi geceler" diyebileceği birinin olması güzeldi.

Hem böylece olası bir cinayete kurban gitme fikrini daha az düşünüyordu. "Hele şu finaller bir bitsin..." diyordu sık sık. Ardından olacak bir şey varmış gibi. Bütün kalbiyle beklediği şey Şavşat'a dönmekti. İstanbul'dan bütün yüküyle beraber uzaklaşmak... Bunu isterken "evli bir kadın" olmaktan uzaktı. Annesine gitmek istiyordu. Düşündüğü başka bir şey de yoktu. Ama geçen gün Refik beyin eline verdiği pasaportla eve dönüş kapısı yüzüne kapanmıştı. "Ne yapacaksın Şavşat'ta?" demişti adam.

"Temmuz olmadan Amerika'ya gideceğiz. Eray'ın bir dizi operasyonu olacak. Oktay da bizimle. Daha siz evleneli kaç zaman olmuş, ayrı gayrı takılmanızı nasıl açıklayayım ben millete. Kafanıza göre iş yapmak yok artık... Ne sen ne Oktay..."

"Annem," demişti Bahar. "Annemi göreceğim." Buna karşı çıkmamıştı adam. "Canım görme demiyorum ki. Bir gidip dönelim, oraya da gidersin. Yaz uzun."

Temmuz sonunda döneceklerdi Amerika'dan. Sonrası... Sonrasına bakarlardı.

Bu haberi aldığından beri geceleri hepten uyuyamaz olmuştu. Çünkü düşmandan kaçarcasına sığındığı uyku bile ona "senin Amerika'da ne işin var" diyordu. Başka soruları da vardı ama soracak kimseyi bulamıyordu. Amerika'da nereden kalacaklardı? Otelde mi? Evde mi? Evse kendi odası olacaktı değil mi? Orada onca zaman ne yapacaktı? Yol bilmez, iz bilmezdi. Ömründe yurt dışına çıkmamıştı, çıkmak da istemiyordu.

Refik beylerin İstanbul'dan ayrıldıkları sabah Ayşe ablaya sormuştu bir kısmını. "Kaliforniya'da evleri var," demişti kadın. "Ben hiç gitmedim, orada başka personelleri mevcut. Ama gidip kalan herkes evin nasıl güzel olduğunu anlatır." Sesini alçaltıp "Denizin dibindeymiş hemen. Yürüyerek birkaç dakikada plaja iniliyormuş. Oktay bey çok sever Kaliforniya'daki evi..." Son dediğiyle Bahar'ın hoşnut olmadığını görünce müsaade istemişti kadın. Dolaba Bahar seviyor diye iki çeşit tatlı, Oktay seviyor diye etli yemekler bırakmıştı. Bahar'a yemek sipariş edebileceği bir sürü yer önermiş, Bahar'ın pek kulak asmadığını görünce de "Ödemeleri fatura ederler, buradan para almazlar," demişti.

Umurunda mıydı Bahar'ın; hayır. Bir tartıya çıkmış değildi ama kilo verdiğini biliyordu. Aynada içine çöken yanakları, sivrilen kemikleri ve belinden düşen pantolonları bunu gösteriyordu. Plajda güneşlenmek, denizde yüzmek ya da Amerika'da gezmek gibi bir hayali de yoktu. Güneşlenmek ona tek bir yeri hatırlatıyordu ve şimdi güneşe çok uzaktı. O sadece ait olmadığı bir oyunun parçası kılınmıştı. Nasıl böyle bir şey olduğunu hâlâ aklı almasa da...

İki hafta sürecek finallerin ilkinden hemen önce, Refik beyler İstanbul'dan ayrılmışlardı. Ayşe abla akşamüzeri evden çıkmış ve Bahar ona güle güle demeden önce "Sen gitmesen olmuyor mu?" demişti.

Acizlikti bu. Sonra koca bir evde tek başına kalmıştı. Ama akşamı güzeldi. Havuzlu bahçede -ama damsız köpek kulübesinde değil de havuz başında- kendisine demlediği çayla ders çalışmıştı. Uzun uzun günler sonunda bu evde yaşadığı tek "huzurlu" an bu olmuştu.

Bu yüzden saat gece yarısını geçtikten sonra, önündeki kitabı "keyifle" kapatmıştı Bahar. Çay bardağını mutfağa götürüp çaydanlığı boşalttıktan ve temizledikten sonra buzdolabından bir dondurma alsam mı diye düşünüp vazgeçmişti. Merdivenleri aklındaki dondurmayı yalaya yalaya savruk adımlarla çıkmıştı. Odasına vardıktan sonra da kendisini dürten şeytanı duymazdan gelemeyerek birkaç adım daha ilerlemiş ve Oktay'ın odasına dayanmıştı.

Merak ettiğinin ne olduğunu bilmiyordu. Neden kapının önünde durduğunu da. Oktay'ın evde olmayışının verdiği güvenle kapıyı aralamıştı. Bir adım atmıştı içeri doğru. Elbette tertemiz, elbette düzenli bir odaydı. Ayşe abla bütün gün elinde bir şeylerle ev temizlemişti. Aynı zamanda lüzumsuz büyüklükte bir odaydı bu.

Hele ki Oktay gibi bir... "Bir ne?" demişti kendisine. Şerefsiz, pislik, hayvandan beter canlı... Ne koysa oluyordu aslında. Ama dili varmadı hiçbirisine. "Zavallı." Evet, bu daha uygundu. Şu yaşında, şu cüssesinde babasından dayak yiyen zavallı... kâh kah gülesi geldi buna. "Zavallı köpek!" dedi içinden ve eğlendi. İçeri girip odada başıboş gezinirken Şavşat'taki beş adımlık odasını düşündü. Burada beş adım atıp odaya henüz girmiş sayılıyordu. Beyaz renk mobilyalar evin "şıklığına" uygundu. Oktay'la bunu bağdaştıramasa da aklı bir geometri hesabına daldı. Yatak öyle büyüktü ki, buraya tanıdığı bütün insanları yan yana dizse, kıpırdamadan herkes rahatça uyurdu. Bir iki üç dört beş altı yedi insan. Evet, en az yedi sekiz kişi kıpırtısız yatardı burada. Belki daha da fazlası. Yatağı da odanın orta yerine koymuşlardı. Sırtı bir yere dayanmamış yatak hiç görmemişti. Ardına geçip odaya gömülmüş sekiz kapaklı dolabı gördü. Eli bir kapağın kulbuna uzandıysa da açmadı. Sağ yanında alçak bir sehpaya dizilmiş ağırlıkları gördü. Halter ve halterciklerdi bunlar. İnci gibi dizilmişlerdi. 5-10-15-30- 50 kg yazıyordu üzerlerinde. Ama asıl garibine giden ve anlamadığı onun da yanına konmuş acayip bir düzenekti. Bir yanı bunun "bateri" olabileceğini söylüyordu. Ama kafasındaki bateri görüntüsüne hem benziyor hem de alakasız kalıyordu. Ayak pedallarına, davula benzemeyen yüzlerine, kablolarına ve zil olduğunu varsaydığı şeylere elinin ucuyla dokundu. Bir yerde ışık yanıp sönünce hızla üç adım geri attı.

Banyo kapısını geçti, arkasını döndüğünde boy aynasının yanında odadaki her şeyle alakasız kalan bir kitaplık gördü. Merakla yaklaştı. Şüphesiz bir insanı yakinen tanımak onun okuduğu şeyleri görmekten geçerdi. Şayet okumak insanı zenginleştiriyorsa, okudukları da taktığı ziynetler demekti. Bahar bu konuda fakir bir insandı. Düzenli okuma alışkanlığı edinememişlerden biri. Bu yüzden okulda okutulmamış, ezberletilmemiş herhangi bir yazar ismine aşina değildi. Bir de Ozan'ın okuduklarını bilirdi. Ki Ozan iyi bir okurdu. Ama tercihi kitaplar değil de dergilerdi. Çok dergisi vardı Ozan'ın çok... Tıp dergileri dışında fotoğrafçılık ve dijital olan her şey hakkında okurdu Ozan. Teknolojiye, spora ve mesleki olan her şeye karşı sonsuz bir merakı vardı.

Evde olup canı sıkıldığı zamanlarda Ozan'ın tıp dergilerini karıştırmayı severdi. Ozan da hoşnuttu bundan. Hem eşyalarını paylaştığı için hem de Bahar'la kökü bir mesleklerde olduğundan. Ozan... Ne çok severdi kalbini açmayı. İçinde ne varsa vermeyi... Yumuşak yürekli adamdı o. Allah onu öyle çok seviyordu ki, kendisinden korumuştu işte. Savurmuştu onu buraya. Layık olduğu süslü lağım çukuruna.

Kitaplığa dizilmiş okul kitaplarını görünce şaşırmadı Bahar. Birini bile açıp okumadığına emindi Oktay'ın. Başka bir şey okuyacağını da düşünmezdi. Ne okuyacaktı Oktay? Cevat Şakir Kabaağaçlı mı? Yoksa Tolstoy mu? Bildiği yazarlar bunlardı. Okulda öğretilenler.

Bildiği yazarlar yoktu kitaplıkta ama bir dizi "siyasi" kitapla karşılaşınca şaşırdı. Bir de tarih kitapları vardı ki bunların da okulla alakalı olduğu kanısına vardı. Ne okuyacaktı Oktay... Kitaplığa sırtını verdiğinde vitrini andıran cam bir masayla karşılaştı. Alt çekmeceleri ahşaptı ama tepesinden bakıldığında sıra sıra dizilmiş kol saatlerini gördü. Sesli sessiz bir "yuh" çıktı ağzından. Kaç tane saati olabilirdi ki bir insanın? Hele onların yanına dizilmiş güneş gözlüklerini görünce daha yüksek sesli bir "oha" dedi dudakları.

"Pazar tezgahında yok bu kadarı," derken Ebru'nun yüzünü görür, sesini duyar gibi oldu. Ebruş... Hâlâ öfkeli miydi kendisine? Arayabilir miydi onu? Ya da İbrahim'i? Belki Levent'i? Olmaz mıydı?

Kadranı siyah, kordonu kırmızı bir saate takıldı gözleri. Ne kadar güzel duruyordu. "Maurice Lacroix" yazıyordu içinde. Ömründe duymamıştı. Belki de sandığı gibi hepsi pahalı değildi bu saatlerin. Belki ucuz yollu olanlardan alınmış bir sürüsü vardı burada. Küçük bir koleksiyon yapamaz mıydı insan? Sosyete pazarından on tane güneş gözlüğü almak gibi bir şeydi bu da.

Eli camekanın altındaki çekmeceye uzandı. Sorgulamadan açtı onu. Bir dizi kozmetik eşyayla karşılaştı. Parfümler vardı. Açılmamış paketlerden üç beş tane. Açılmış olanlar... "Reiner" şu an kullandığı parfüm olsa gerek, şişe yarımdı. Şişeyi eline aldıysa da koklama gereği duymadan yerine bıraktı. Çekmecenin sağ yanı kremlerle doluydu. Çokluk karşısında kaşları hep havada kaldı. Hemen hepsi bilmediği yabancı markalardı. Birkaçını eline aldı. En çok "lubricant" kelimesiyle karşılaştı ama kelimenin anlamını bilmiyordu. Kafa yormayıp alt çekmeceye geçti.

İpek kumaşların üzerine dizili çakmakları görünce başka bir yuh çekti içinden. Kaç çeşit koleksiyon yapardı ki bir insan? Ama çakmaklardan ziyade onların yanına dizilmiş sigara paketleri ilgisini çekti. Sıradan şeyler olmadıklarını anladı. En sıradan görünene uzandı eli... Baktı ki paket açık... İçinden iki tane aldı. Sonra en kıyıda köşede duran çakmağı da alıp hırsızlık yaptığı odadan koşarak çıktı. Kendi odasına döndü. Çakmağı da sigaraları da çantasına atıp ışığı söndürdü. Sonra koca evde tek başına olduğunu anımsayıp ürkerek ışığı açtı. Yatağa oturdu. Gözlerini kapatıp tek bir erkeğin yüzünü hayal etti. O hayal bile burnunun ucuna Ozan'ın kokusunu getirdi. Parfümünü değil, kendi kokusunu düşünürken ağlamamak için dudaklarını ısırıp burnunu havaya kaldırdı. "Ağlamayacağım," dedi. "Ağlamayacğaım, ağlamayacağım, ağlamayacağım. Ben bunu hak ettim. Ozan benden kurtuldu. Ağlamayacağım, ağlamayacağım."

Yatağa devrilip kendini hayal ile gerçek arasında bir yere bıraktı. Sonrası... Sonrası usulca uykuya teslim olmaktı. Düşüne Âşık'la Narin gelmişti. Onların kafesinin karşısındaydı, Âşık'a bir dal uzatıyordu. Hevesli kuş gagasıyla kopardığı ot parçalarını havaya bakarak yutuyordu. Ne kadar uyuduğunu bilmeden geçen zamanda camdan gelen soğuğa karşı üstünü örtebilmek için gözlerini açtı. Titredi. Üstüne yattığı örtünün altına girmeye çalışırken, artan müzikle şaşırdı. Bir araba yanaştı garaja. Fren sesini başka evlerin bile duyduğuna emindi. Arabanın kapısı açıldı, müzik sesi yükselip alçaldı. Sonra kesif bir ıslıkla çalkalandı bahçe.

Rüya mı görüyordu hâlâ? Tutulmuş omuzlarına karşın birdenbire yatakta doğruldu. Tiz bir kahkaha sesi duydu. Sonra suya atılan ağır bir cismin sıçrattığı su sesi. Ardından kahkahalarla karışık bir "Oktay!"

O sesle ayaklandı Bahar. Ürkerek pencereye koştu. Perdeyi aralayıp baktı dışarı. Siyah bir araba yanaşmıştı bahçeye. Farları hâlâ yanıyordu. Müziği de açıktı. Havuza atılmış Oktay'ı gördükten sonra şezlonglardan birine uzanmış sarışın kızı fark etti. Kızın elinde bir şişe vardı. "Çıkmazsan vermem!" diyordu Oktay'a.

Oktay ise pantolonuyla yüzüyordu suda. Tişörtünü suya atlamadan evvel çıkarmıştı. "Bana şart koşma!" dedi kıza doğru yüzerken. Kız elindeki şişeyi kaldırıp "Gel de al sıkıyorsa!" diye bağırdı. Müzik değişti. Gürültüsü daha az olan öncekinden daha hareketli bir şarkı başladı. Bahar donmuş gibi kaldı o camda.

"Ben oraya gelirsem çok zararlı çıkacaksın bu işten."

"Ooo çok korktum!" dedi kız. Şişeyi havada salladı. "Allah'ım çok korkuyorum!" diye tekrar etti. "Ya Oktay buraya gelirse, ne yapacağım?"

Sırt üstü suya yattı Oktay. Saçları bir peri kızınınkiler gibi düzleşerek dağıldı. Onları arkaya doğru yapıştırırken kollarından biriyle kıza doğru gerisingeri ilerlemeye başladı. Bir yandan konuşuyordu. "Yıldızlar!" diyordu bağır çağır.

"Ey yıldızlar, neredesiniz!"

"Bir tanesi burada!" diye karşılık verdi kız. Hakikaten karanlığın içinde bir yıldızdan bile çok parlayan elbisesiyle fark edilmemesi mümkün değildi.

Yattığı yerde "Birinizi bile göremiyorum!" diye kükredi Oktay.

"Buradayım!" diye bağırdı kız. "Geliyor musun, ben mi geleyim?" Elindeki şişeyi kaldırıp birkaç yudum aldı. Sonra ıssız bir adaya el sallar gibi "Hey!" dedi Oktay'a. "Uyumuyorsun değil mi? Bak bu yıldız kayar gider haberin olsun."

"Herkese varsınız, bir bana yoksunuz değil mi şerefsiz puştlar!" dedi Oktay. "Herkes görüyor sizi, bir bana yoksunuz."

"Oktay buradayım!" O kadar çok tekrar etti ki kız, Bahar yüzünü buruşturup "Bir sus be!" dedi.

Oktay da kayıtsız kalıyordu sese. "Yıldızlar!" dedi yeniden. "Hani, neredesiniz?"

Bu kez gökyüzüne baktı Bahar. Beykoz'da gece Beyoğlu'ndan çok daha sessiz, çok daha karanlık ve sessiz geçerdi. Gökteki yıldızlar da kendilerini ürküten bir kalabalık olmadığından daha güzel salınırdı gökte. Neyini görmüyordu bu adam? Hepsi, irisi de ufağı da orada öylece duruyordu.

"Bak gelmezsen giderim!" dedi bu kez sarışın kız.

Gözlerini gökyüzünden çeken Bahar "Cehennemin dibine kadar yolunuz var," dedi. Eve girecekler miydi? Korku doldu içine. Girseler bile ona neydi ki? Ne bok yiyorsa yesinlerdi. Yine de bahçede hatta havuzda sabahlamalarını isterdi. Ya da onlar girecekse, kendisi bahçede olmayı tercih ederdi.

Zavallı tırnakları yeniden ağzında kemirilmeye başlamışken Oktay'ın suda iri dalgalar yaratarak kıza doğru yüzdüğünü gördü. Sonra bir hamlede suyun altına girdi adam. Karaltısını görüyordu Bahar. Kızın ayaklarının dibine gelip suyun yüzeyine çıktı Oktay. Çıktığı gibi de elini kızın ayak bileğine uzattı. Bir gürültü de orada koptu. "Hayır!" diye bağırdı kız. "Hayır, hayır, hayır!"

Havuzun içine çekilen kız beraberinde suyu taşırdı. Suyun içinde anlamsızca debelenmeye başladılar. Böğürtüyü andıran kahkahalar göğe yükseldi. Yeniden gökyüzüne baktı Bahar. Bir yıldız seçti gözü. Bir teras çekti canı. Bir de kadeh. Ateşli bir özlemle yutkundu. Bir dua sıyırdı dudaklarını.

Boğuşmalar ve kahkahalar dinince, yerini birbirini öpen dudaklar aldı. Şaşırdı Bahar. Kızı daha önce hiç görmemişti. Instagram'da görmüş olsa unutmazdı. En azından eski görüntüleri biliyordu. Yoksa ayı geçmişti kendi sayfasına bir kez bile tıklamayalı. Belki yeni biriydi. Belki eskilerden kalma. Mühim değildi. Tutkuyla öpüyorlardı birbirlerini. Bu kadarını anlamak için tecrübeye ihtiyacı yoktu.

Belki Oktay'ın da sevdiği biri vardı bütün bu hengamenin içinde? Bu ihtimale birdenbire tutundu. Belki bu kadar delirmesinin sebebi de buydu. Belki mahvolan her şeyin arasında Oktay'ın görmediği, bilmediği hayatı da vardı. Olamaz mıydı? Belki bu kızla beraberlerdi ve izah edilmeyen şeylerin kurbanı olmuştu onlar da?

Acıma hissine bir halka daha kattı Bahar. Bu sırada yeni bir kahkaha yükseldi göğe. "Dondum!" dedi kızın sesi. Hemen ardından "Saçmalama," dedi Oktay. "Hava kırk derece, ne donması!"

Başını göğe kaldırıp "Yanıyorum!" diye bağırdı. Aynı anda havuzun köşesine varıp iki eliyle tutunduğu zeminden kuvvet alarak yükseldi ve ayaklarını sudan çıkarmadan oturdu. Saçlarını savurdu bir eli. Yüzüne akan su damlalarının altında kaldı kız. Bir şey konuştularsa da duyulmadı. Kız bir hamlede üzerindeki elbiseyi çıkarıp havuzun dışına fırlattı. Göğüsleri ayan beyan ortaya çıktı. O zaman göz bebekleri büyüdü Bahar'ın. İçinden bir ses "İzleme," dedi ona. Çekildi camın önünden. Sırtını duvara verip orada öylece kaldı. Eli kalbine gitti. Rüyada mıydı, gerçek miydi gördükleri?

"Sana ne?" dedi aynı ses. "Seni ne ilgilendirir, yat zıbar işte."

Öyleydi. Yatacak, uyuyacaktı. Ama nedenini bilmediği bir dürtüyle son kez bakmak istedi dışarıya. Yeniden camın önüne geçtiğinde ise gördüğü manzarayı anlamlandırmak için bir süre öylece orada kaldı. Oktay'ın pantolonu bedeninden sıyrılmıştı. Bacaklarının arasında öylece duran sarışın kızın yüzü görünmüyordu ve Oktay'ın bir eli onun saçlarını toplamıştı. Gözlerini hiç kırpmadı Bahar. Şarkının es verdiği yerlerde yükselen ve insan bedeninden çıkan o anlamsız ya da kendisinin anlamadığı şeyleri ifade eden seslerle pervazda duran elleri titredi. Bir şey geldi aklına. Eskilerden kalma bir cümle; "Öpüyor ve bir ağızla ne yapılabilirse, hepsini yapıyor."

Kalp atışları hızlandı. "Ben oral seksi severim. Yapmayı da severim. Bana yapılmasını da severim."

Böyle bir şey miydi Ozan'ın sevdiği? Oktay'ın yüzüne baktı dikkatle. O yüzde bir başkasını görmeye çalışırken irkildi, sarsıldı. Bir eli kalbine sürüklendi. Bu zaten yapabileceği bir şey değildi ki. Görmek ağır geldi... Yatsa bile uyuyabilir miydi? Zaten uyuyor olmayı diledi. Rüyaydı bunlar hep. İnsanlar rüyasından kaçamazdı. Gerçeklerden de öyle. İşte tam da o sırada başını çevirdi Oktay. Kısa, çok kısa, saniyeden çok daha kısa bir an göz göze geldiler. Onca uzaktan gözünün içine bakıyordu Oktay. Kilitlendi Bahar. Oraya, o pencereye, o pervaza yapıştı bedeni. Ve gözlerini kırpması bile mümkün olmadı. Oktay'ın dudakları iki yana açıldı. Dişleri göründü. Önündeki kızın saçlarını zapt eden sağ eli, bir yükselip bir alçaldı. Sol kolu daha da geriye gidip oturduğu yerde kaykılmasına sebep oldu. Ağzından kuvvetli sesler çıkmaya başladı. Gözleri hep o penceredeydi.

Neyden sonra ayıldı Bahar. Bir anda geri çekti bedenini. Bir anda yaslandı duvara. Gözlerini örttü. Aklından hiçbir şey ama hiçbir şey geçmiyordu. Koca bir boşluk hissiyle kendini kaybetti.

Ama kulakları çalışıyordu işte. Duyuyordu ne yazık ki.

"Davetsiz bir misafirimiz var!"

Nasıl büyüktü harfler, nasıl da neşeliydi.

"Ne misafiri?" dedi daha alçak bir ses.

"Karım!" dedi bu kez Oktay. Ama öyle neşeliydi ki o ses! "Allah kahretsin," dedi gözlerini açamayan Bahar. Öyle benimsemişti ki rüya fikrini, kulaklarını örtüp koşarak yatağına döndü. İki büklüm kıvrılarak yattı kalktığı yere. Müzik sesi devam ediyordu. Su sesi de öyle. Dalga dalga yükselip dalga dalga alçalıyordu. Kahkahalar da vardı. "Allah kahretsin, Allah kahretsin, Allah kahretsin."

Sonra müzik sesi kesildi. Bahar gözlerini açmak isteyip bunu yapamadı. Ama kulaklarını tüm gücüyle bahçeye uzattı. Var mıydı bir ses? Var mı olmalıydı, yoksa dinmeli miydi?

Bir patırtıyla sıçradı yataktan. Eve girmişlerdi. Eve girdiklerine emindi çünkü merdivenleri tırmanan ayak seslerini tanımak zor değildi. Bu kez kapıya takıldı gözü. Kilitli miydi? Ok gibi fırladı yerinden. Kilidi çevirirken kapının ardından gelen seslerle kıpırtısız kaldı.

Saniyeler içinde bir el yumruk olup çaldı kapısını.

"Karın da mı gelecek?" dedi aynı kızın sesi. Bahar kilitlediği kapının eteğine çöküp oturdu. Elleriyle ağzını kapattı. Ama kulaklarını da kapatmak istiyordu. Dizlerini çekip onlara sarılırken kulaklarını örttü. Başını kucağına gömdü.

Ama kapısını yumruklayan o el çekilmemişti. "Ah!" diye bir ses geldi sonra. Tanımlayamadı bunu.

"Karın mı içerde gerçekten?" dedi kapının öte yanındaki kız. Sırıtarak başını salladı adam. "Gerçekten mi?" dedi yine o ses. Yükseldi. Kahkaha atar gibiydi. Şaşkın ama keyifliydi.

"Şşşşt!" dedi adam. "Hadi eğlendirelim onu biraz."

Kız kollarını adama uzattı. Islak ve uzun bir öpüşmenin üzerine "Üşüdüm," dedi. Bedenlerinden hâlâ sular akıyordu. "Isınalım," dedi Oktay. Sonra bir bedenin tüm yüküyle bir yere çarpmasının sesi yankılandı koridorda. Kız iki elini birden yasladı o kapıya. Sonra ıslanıp üşümüş kalçasına bir tokat indi. Hem erkek hem de kadın sesi yükseldi koridorda. Kapıyı dövdü kızın elleri. Yanağı yaslandı o kapıya ve ağzından çıkan bütün sesler kapıyı aşıp odaya doldu.

Bahar ömründe ilk kez sağır olmayı diledi. Elleri yetmeyince parmaklarını kulaklarına soktu. Canı yandı ama yine de sesleri örtemedi. Sonunda "Ozan," dedi yalvararak. "Ozan n'olur al beni buradan. Ozan yalvarırım al beni buradan." Sesi kendinden öteye geçmedi. Ritmik bir sesle sarsılıyordu önüne çöktüğü kapı. El çırpmak gibi bir şeydi bu. İki çıplak beden birbirine çarpıyordu ve her çarpma sesini tıkanan bir nefes tamamlıyordu.

"Aşkım!" diye bağırıyordu kız. "Aşkım, aşkım, aşkım!" Ama nasıl bağırmaktı o! Gücü yettiğince, sanki gırtlağına basan biri varmış gibi. "Vur," diyordu sonra o ses. "Vur aşkım!"

"Allah'ım!" dedi Bahar. "Allah'ım bir şey yap." Ne yapacaktı oysa Allah. "Def olup gidin!" dedi Bahar. Sesini kendinden başka kimse duymadı. "Allah'ın belaları," dedi bu kez. "Allah'ın belaları def olup gidin!" Yine toz tanelerine dönüştü sesi.

İçinde bir yerlerde cılız bir ses kendini Bahar'a duyurmaya çalışıyordu. "Aç kapıyı, sıç ağızlarına. Yapış kızın saçlarına, sürükle gitsin! Bağır çağır, bir şey yap!"

Bahar başını iki yana salladı. "Öldürür beni," dedi ona cevap verirken.

"Aşkım vur, durma aşkım!" Ardındaki kapı titredi.

Bunlar olup biterken tuhaf bir şekilde başka birinin sesini anımsadı Bahar. "Güçlü değilsen bile güçlü görün." Başını iki yana daha şiddetli salladı. "Sus Allah'ın belası sus!"

"Güçlü görünmüyorsun, öyle olsa kimsenin sana sataşmaya götü yemez."

"Sus," dedi Bahar. "Sus."

"Susma," dedi o cılız ses. Bahar'a çıkıştı. "Aç şu kapıyı, babanı arıyorum de. İt gibi korkmuyor mu babasından? Ara babasını da. Kov ikisini de hadi!"

"Aşkım!" diyen o ses tavana kadar yükseldi bu kez. Uzadı harfler.

"Ck, ck, ck orası değil," dedi Oktay. Kapıdan uzaklaşan kızı yeniden kapıya çekti. Bu kez boyluca kapıya yaslanan kendisiydi. Kızı dizlerinin üzerine çökertip "Aç ağzını," dedi. Bedeninin ateş gibi yanan parçasını kızın ağzına yerleştirirken başını havaya kaldırıp bir motor gürültüsü çıkardı. Kolunu yaslayacak bir yer ararken kapının kolunu gördü. Kilitlendiğini biliyordu kapının. Ama rahatsızlık vermesi kâfiydi. Dirseğini kapının koluna yerleştirdi. Bedenini var gücüyle kapıyı itmek için kullanırken "Daha hızlı," diyordu önündeki kadına. "Doğru düzgün yap şunu, daha hızlı."

Kadın hızlandı. O hızlanırken Oktay başını kapıya yasladı. Küçük darbelerle dövdü kapının sırtını. O, başını kapıya her vurduğunda Bahar içeride titredi. Kapının açılacağını sandığı bir anda odanın içinde deliler gibi koşmaya başladı. Ne yarardı işine, ne yarardı? Çalışma masasındaki küçük makası görünce annesine tesadüf etmiş gibi mutlu oldu. Eli boyunda olan metal makası tuttu. Bir rahat nefes aldı sonra. Kapının karşısına geçip elinde makasla beklemeye başladı. Bir ileri, bir geri, bir ileri, bir geri... Yürüdü. Sonunda bütün sesler dindi. Emin olmak istedi ama kapıya yanaşamadı. Ne zaman ki Oktay'ın odasından "normal" iki insan sesi anlaşılmaz şekilde gelmeye başladı; işte o zaman başarısız bir asker gibi tuttuğu nöbeti bırakıp cephenin bir köşesine, yatağına, yığıldı. Elinde makası, gözlerinde tarif edemediği o korkuyla tavana baktı. Baka baka sabah oldu.

Saat 05.40'ta çalan alarmla nerede olduğunu bilmediği telefonu bulmak için kalktı yerinden. Yatakta duran makasla bakıştı bir süre. Onun niçin orada durduğunu düşünürken peşi sıra aklına gelenlerle kapıya baktı. Okula gidecekti. Dersi mi vardı, sınavı mı? Aklı bildiği her şeyi unutmuş gibiydi. Yüzünü yıkamak ve dişini fırçalamak için banyoya gitmesi gerekti ama ne mümkündü. Yeniden kapıya baktı. Çişi hiç mühim değildi. Gözlerini elleriyle yıkadı. Teyemmüm eder gibi boş elleriyle gezdi bedenini. Sonra bir kotla tişört çıkardı kendisine. Kapüşonlu bir ceket, tutulan boynuna ve üşüyen yerlerine iyi gelir miydi?

Koltukta duran sırt çantasını yüklendi. Açmaya pek korktuğu kapıyı balıklardan bile daha sessiz hareket ederek açtığında ayaklarının dibine düşen şeyle durdu.

Bir yerden kendisine ok atılabilecekmiş gibi sağ ve solunu yokladığında ayaklarının önüne düşen şeyin ne olduğunu anlamak için eğildi. Sonra bunun bir kadın çamaşırı olduğunu anladı. İnce iplerden ibaret olan şeyi ayak ucuyla Oktay'ın odasına doğru iterken kapısını örtmek istedi. Tam kapıyı çekerken kapının üzerinde yer eden izlere baktı. Yarım yamalak bir ruj lekesi sürünmüştü kapıda. Islanıp kurumuş yerler karanlıkla aydınlık arasında parlıyordu. Başına ansızın giren ağrıyla odaya girip kapının ardındaki anahtarı çıkardı. Bu kez gürültüyle kapattı kapısını. Gürültüyle kilitledi. Sessizce aşağı inme fikrinden ansızın vazgeçip koridorun köşesinde duran ve içinde ince dallar taşıyan uzun vazoya gözünü dikti. Onu yerinden kaldırıp sahip olduğu bütün güçle Oktay'ın kapısına fırlattı.

Duvara çarpan seramik onlarca parçaya bölünürken Bahar yaramazlık yapan bir çocuk gibi koşar adım indi aşağı. Ayakkabılarını portmantodan çıkarıp giyecek kadar bile evin içinde durmadan ve hatta çıktığı kapıyı örtme zahmetine girmeden bahçeye adım attı. Çoraplarıyla ayak bastı sokağa. Orada giydi ayakkabılarını. Giderken ardına dönüp ayrıldığı eve baktı. Hava aydınlanıyordu. Ne güzel görünüyordu ev, ne çok mutluluğu içinde yaşatırmış gibi duruyordu. Ve ne sahteydi vadettiği her şey. Çantasından cüzdanını, otobüs kartını çıkartacakken, orada öylece duran sigara ve çakmağı gördü. Koruluğa sapmıştı. Bu saatte yürüyen bir ya da iki kişi olurdu. Önüne çıkan ilk banka oturdu. Sigaralardan birini aldı eline. Düşünmeden çakmağı ateşledi.



*




Onca korktuğum gecenin sabahında Oktay'ın kafasına fırlatmak istediğim o vazoyu kırıp dökmek bile benim içindi büyük bir başarıydı. Okul yolunda tıksırarak içtiğim o sigara ağzımdaki sabah kokusunu alıp daha beter bir hale getirdiğinde bile "o vazoyu kırmanın" mutluluğu benimleydi. Küçük zaferimi tek başıma kutladım.

Alt tarafı sınava gidiyordum. Üç saat sonra geriye dönmem ve diğer sınava çalışmam gerekirdi. İşte bunu yapamadım. Evde Oktay'ın ve o kızın -aslında kızla ilgili bir kaygım yoktu, mesele sadece Oktay'dı- var olması ihtimali beni öyle çok korkuttu ki, hava kararana dek kütüphaneye annemin arkasına saklanır gibi saklandım. Saat on birden, sekize kadar. Kaç saat eder? Orada uyudum. Uyanınca, orada ders çalıştım. Öğleden sonra "kahvaltı etmek" geldi aklıma, kantinde bir şeyler yiyip yine "anneme" döndüm.

Akşam olurken aç, yorgun ve uykusuzdum. Uzun bir süre İbo ile Ozan'ın oturduğu -eskiden oturduğu- sandalyelere, üzerlerinde başka insanlar yokmuş gibi baktım. Kalabalık arttı. Yeni gelenler yer bulamazken ben fuzulî bir yer işgal ediyordum. Kalktıysam bu yüzden. Otobüs durağına gidip Beykoz otobüsünü beklediysem gidecek bir yerim olmadığından. Koruluğa çöken karanlıkta köpek gezdiren insanlara bunca baktıysam mutlu bir hayata özendiğimden...

Havuz kenarında oturmak ya da erişebilirsem hiç çıkmadan odamda kalmak gibi bir hayalle eve geldiğimde bulduğum şey koca bir hayal kırıklığıydı. Evin önü tanımadığım bir sürü arabayla doluydu. İnsan seslerine geceki kadar yüksek olmayan bir müzik sesi eşlik ediyordu. Bahçe kapısı açıktı. İçeri girmeden başımı uzattım. Havuz başı nasıl kalabalıktı, nasıl. Barbekü yakılmıştı. Evin içini bilmiyordum ama bu koşullarda yukarı nasıl çıkacaktım ki?

Dakikalarca durdum evin önünde. Sonunda koruluğa dönüp sabah oturduğum banka çöktüm. İkinci sigaramı da orada yaktım. Zaman öylece geçti. Bir paket çubuk kraker aldım büfeden. Bir paket de sigara. O bankta ne kadar oturduğumu ve kaç sigara içtiğimi bilmiyorum. O akşama dair aklımda kalan en keskin anı başımın çok fazla döndüğüdür. Mide bulantısı da dönen başımın eşlikçisiydi.

Ozan'ı aramaya en yakın olduğum an oydu belki de. Gelip beni içine düştüğüm bok çukurundan çıkarması için ayaklarına kapanıp af dilemeye hazırdım. Herkesten af dilemeye hazırdım. Pişmandım. Pişmanlıktan ölüyordum. Ozan'ın yüzüne bakacak yüzüm olsaydı, o gün, o akşam, orada onu arardım. Aramadıysam onun değerli hayatını kendi değersizliğimle kirletmemek içindi.

Gece yarısına doğru kendimde bile değilken yürüdüm eve. Arabalar, kalabalık ya da gürültüyü duymazdan gelerek eve girdim. Salonda tanımadığım insanlar vardı. Bana bakıyorlar mıydı bilmem. Ben onlara bakmadan merdivenleri ağır ağır çıktım. Hızlı yürüyemeyecek kadar çok dönüyordu başım. Yanıma aldığım odanın kilidini çantamdan çıkarırken, aralık kapıyı fark ettim. Elimin tersiyle ittim kapıyı. Yatağın ayakucunda duran tekli koltukta daha önce hiç görmediğim yarı çıplak bir adam vardı. Üzerinde çırılçıplak bir kadın. Önceki gece işittiğim sesler karşısında korkup ağlamıştım ya hani... O bir tepkiydi. İyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz, güçlü ya da zayıf. Bir tepkiydi. Ama o an gördüklerim karşısında öyle kıpırtısız kaldım ki... Tepkisizliğim karşısında bir noktadan sonra rahatsız olan onlar oldu.

Ben adım attığım odadan dışarı çıkmayınca bana "Pardon," dediler. Adam pantolonunu çekti. Üzerine bir gömlek geçirirken kadının güzel kalçalarının arasına bir g-string yerleştirdiğini gördüm. Utanmadan baktım. Hem de onlar odadan çıkana dek baktım.

Kötü kokan ben miydim yoksa odanın içinde tanımlayamadığım bir koku mu vardı emin değildim. Tuhaf, ekşi hem tanıdık hem yabancı bir koku.

Her yer, her yerdeydi.

Var olan bir avuç eşyam kum taneleri gibi odaya saçılmıştı. Yatağım darmadağındı ve üzeri kırdığım vazonun parçalarıyla doluydu. Birkaç adımla yatağa yaklaşınca yatağın muhtelif yerlerine işendiğini fark ettim. Tanıdık kokunun kaynağı buydu.

Kim bilir ne kadar kaldım orada öylece. Oktay'ı hiç görmedim. Ve o gece, orada, Oktay'a herhangi bir yolla karşı koyamayacağımı kabul ettim. Ona karşı kazanabileceğim küçücük, minicik bir zaferim bile yoktu. Hayatımın bundan sonrası o ne isterse, o nasıl isterse öyle olacaktı. 






-----------------------------------<3


Merhaba! 


Bir an Mart gelmeyecek ve bu bölüm de hiç bitmeyecek sanmıştım. Ama 18bin kelime ile bölüm bitti. Sindi mi içine derseniz, evet sindi. Gelecek bölüm için heyecanın yüksek mi derseniz, EVET YÜKSEK.

Özleştik mi? 
O zaman yorumlarda ve her türlü platformda buluşalım. 
Fikirleriniz benim için çok kıymetli. 

En kısa zamanda yeni bölümde görüşmek ümidiyle. 

Sevgiler. 

Anita Felipova Emilova  & Vincent Ama Kilosu 3.45 & Heleniko Sinsi Prenses 


Continue Reading

You'll Also Like

738 51 12
"Ölüme yalın ayak koşanların öyküsü bu." "Bu motorun üzerine bindiğin zaman zebaniler sana cehennemden yer ayırtmıştı hanımefendi, cehennemde görüşür...
7.1M 407K 84
Sevdiği çocuk yerine yanlışlıkla okulun serserisine yazan Ece, başına çok büyük bir bela aldığını fark ettiği an onu engeller. Fakat her şey için ço...
344K 22.3K 23
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
1.3M 88.3K 59
Çilek Alança Yıldırım mı demeliyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin Çilek Alança Saruhan? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek...