Lord, don't move that, [Yizha...

Від Nneoll

18.8K 2.1K 4.7K

"Atalarımın kanıyla yıkanmış kılıcım üzerine yemin ederim ki, lordumu her şeyden koruyacağım." ___ ~Victoria... Більше

1| Cesur bir yürek, bir de ateşli silah
2| Siz beni kurtardınız, her anlamda.
3| Galler arşidükünün sembolü.
4| Biz, farklı bir yüzyılda yaşamalıydık.
5| Sadece lorduma, benim lorduma.
6| Koca bir kış, tek bir öpücük.
7| Nasıl da acımasız.
8| Neden bu kadar çok canımı yakıyor?
9| Gönlümü put sanıp kıran da kim?
10| Elini tuttu ve seninle dans etti.
11| Dene, cesaretin varsa.
12| Ben Kont Xiao Zhan.
13| Ben bir hayal kurdum ve orada, özlemek yoktu.
14|Öfke ve çaresizlik.
15| Geç gelen mektup.
16| Duyulan çocuk sesi ve tek bir an.
17| Bir damla kan, binbir endişe.
18| İkinci kez ölmeye yemin etmek.
19| Asla bitmeyen veda, durgun yaz ve ahengin bozulduğu nokta.
20 | Peri masalından sürgüne giden yol.
21 | İnsanın kendi kıyameti.
22| Bir kelepçenin özgürlüğüne mahkum olmak.
23| Londra.
24 | Ölüler mektup yazamazlar.
25| Ölüme ağlayan deliler, acıdan titreyen mezarlar.
27| Aklımdan çıkmıyor, kalbimi bir an olsun terk etmiyorsun.
28| Her şeyden bir adım öncesi.

26|Ellerime bak, ne görüyorsun?

275 27 33
Від Nneoll

Tuttuğu kağıdın rengi bütün düşük kalite kağıtlar gibi soluktu. Anladığı kadarıyla matbaadan olması gerekenden daha erken çıkartılan yazıların mürekkebi bozulmuştu. Yine de yazılanların üzerindeki tesirinde hiçbir bozulma yoktu.

Kraliyet birlikleri Westminster sarayını kana bulayanlar için harekete geçti.

Başlığı kaç kez okuduğunu saymamıştı. Vurgu hep aynı yerdeydi zihninde; kana bulayanlar.

Neredeyse ezberlediği yazıyı okumayı yarım bırakarak gazete kağıdını tutan ellerine baktı. Parmak eklemlerine, özellikle tırnaklarının kenarlarındaki koparmaya çalıştığı derisine yerleşen lekelerden bahsediliyor olmalıydı. Ancak o mahkeme salonunda yaşadıklarının izleri yalnızca onlar değildi, çünkü kan bir tek ölüme yakışıyorsa ve ölüm artık, hem onun hem de sevgilisinin eline dokunmuşsa bu anlam çok daha derin bir yerlere tekabül ederdi aslında; bunun için herhangi bir gazete bunu tam anlamıyla yazamazdı.

"Gerçekte yalnızca bir kişiyi öldürdün, ama zihninde yüzlercesini." Kapatıldığı yeri çevreleyen demir parmaklıkların arkasından kendisine bakan, sabahtan beri bir an olsun yalnız bırakmayan Yubin konuştuğunda bakışları o tarafa kaymıştı. Neresi olduğunu bilmediği yer küçük bir aydınlatmaya sahipti, dolayısıyla Yubin'in yüzünü ve bedenine ait detayları düzgünce seçemiyordu ama yine de onun elinde de dakikalardır okuyup durduğu gazetenin aynısından olduğunu anlamıştı. Yubin ise kağıdı amaçsızca bükerken devam etmişti konuşmasına. "Daha kaç kere aynı anı yaşayacaksın Baron?"

Yibo onun parmaklıklara yaklaştığı için daha net görebildiği yüzünde her şeyi bildiğini sanan küstah bir ifade gördüğünde kaçırdı gözlerini. Dudakları aşağıya doğru ivmelenmiş, midesi bulanmıştı. 2 gün önce Xiao Zhan'la gitmek yerine babası ve Fanxing için mahkeme salonunda kalmayı tercih ettiği andan beri sık sık midesi bulanıyordu zaten. Hiçbir şey yemiyordu, üstelik kaybettiği tek şeyin yemek yeme isteği olmadığına da emindi.

O gün, yalvaran sesini hala işitebildiği sevgilisinden ayrılırken ruhunun birazını öldürmüş, korkunç görüntüleri her hatırladığında ise yakıcı bir kızılın gölgesinde kaybolmuştu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını bildiğinden vazgeçmiş, hatta yaşamaktan bıkmış gibi bir hali vardı. Suretinde hiç ışık görünmüyordu. Bu yüzden bazen öyle boş bakıyordu ki karşısındaki adam istemese de ürperiyordu.

"Sıkıcısın."

Cevap vermedi, hatta az önce soğuk olduğuna emin olduğu taş zemine indirdiği gözlerini kaldırıp bakmaya bile tenezzül etmemişti. Saatlerdir karşısında oturan Yubin onun bu donuk tavrından sıkıldığını hissediyordu ama yapabileceği fazla bir şey olmadığı için sadece gözlerini devirmişti.

"Ben ilk kez 13 yaşındayken birini öldürmüştüm." Diye konuşurken dudağının kenarına en az tavrı kadar küstah olan bir gülüş yerleştirdi. "Yine de senin gibi böyle karalar bağladığımı hatırlamıyorum."

Cevap yine yoktu ve bu seferde, "Kont'un onca kıyameti senin gibi silik bir insan için kopardığına inanmak zor." Dediğinde yanağının içini dişleri arasında alarak az önce aldığı nefesi burnundan geri vermişti. Karşılık alamamak, daha doğrusu umursanmamak onu öfkelendiriyordu.

Yibo ise bir kez daha cevap vermeyi reddederken Xiao Zhan'ın ismini duyduğu için kan lekelerini silemediği ellerini sıkmıştı. Onun varlığının nelere şifa olacağını biliyordu, bunu tatmıştı. Ama varlığının yarattığı derin yaralardan yeni haberi oluyordu. Özlemek denmezdi buna; merak, endişe ve bilinmezliğin yarattığı, o içini kemiren sıkıntı ve çektiği sıkıntılar için kalbinde açılan dehlizlerden her birinin boğucu karanlığı ..hiçbiri ne hissettiğini anlatmaya tam olarak yetmezdi.

Sadece acı vardı. Xiao Zhan ve sonsuz kere acı.

Bunun farkında olan Yubin ise en sonunda biraz keyiflenerek seslenmişti ona. Canı sadece biraz eğlenmek istiyordu ve uzun süredir hizmet ettiği Marki onun eğlenme hakkını epeydir göz ardı etmişti.

"Baron?" Yibo'nun buna cevap vermeyeceğini bildiği için fazla beklemeden sözlerinin kalanını dile getirdi. "Kont Xiao'nun nerede olduğunu merak etmiyor musunuz? Ya da hayatta olup olmadığını?"

Damarına basıldığını bilen ve aldığı nefesle kabaran göğsündeki sıkışmayı sonuna dek hisseden Yibo bakışlarını yerden kaldırarak Yubin'le göz göze geldi. Yubin'in gözlerindeki istediğini elde etmenin keyfine karşılık kendi gözlerinde sadece donuk bir iz vardı. Kaşlarını çattığını düşünse de yüzünün gerilen mimikleri buna izin verdi mi bilmiyordu. Haklı olabilirdi, gittikçe silikleşiyordu. Beyaz gömleğindeki kan lekeleri görünüşündeki tek renk olmalıydı; geri kalan her şey ya siyah ya da beyazdı.

"Merak ediyorsun değil mi?"

Yubin parmaklıklara uzanıp onları tuttu ve yüzünü daha da yaklaştırdı. Heveslenmişti, sesine yansıyan heyecan şaka gibiydi ama gerçekti. Yibo konuştuğunda ise hevesi kaybolup gitmişti.

"Ben burada kendimi ateşe versem bile onun nerede olduğunu bana söylemezsin."

Aldığı cevap üzerine sarıldığı demir parmaklığı tekmeleyen Yubin birkaç saniyenin ardından hiç öfkelenmemiş gibi bedenini yere bıraktı. Sesi bile daha sakindi artık."Kendini ateşe veremezsin. Buna iznin yok."

Yibo bu sözlerin ardından yeniden o pürüzsüz sükunetine geri döndü. Yubin'e baktıkça Fanxing'in kafasına silah dayanan hali gözleri önüne geliyordu. O ve babası için kaçıp gitmekten vazgeçmişti, bunun için pişman değildi ama her an hatırlamak, alt edemediği her şey gibi onu mahvediyordu. Onların yaşadıklarını bilmek yeterliydi ve artık kimsenin yaşamını, kendi canı uğruna harcamasını istemiyordu. Bunun için Fanxing'e, Yubin'le gitmeden önce kendisi için hiçbir şey yapmamasını tembihlemişti. Babasına ise söyleyemediği her şey düşündükçe dilinde büyüyerek bir acı tohumu haline geliyor, başka bir ifadeyle ukte kalıyordu.

"Niçin ölemeyeceğini sormayacak mısın?"

Yubin hiç vazgeçmeyerek beklentiyle ona bakarken Yibo ona bakmadı. Düşünceleri arasında kalıp vaktini böyle geçirmeyi ve sonu gelmez bir azap içinde kalmayı sorun etmiyordu. Zaten cehennemi yaşayıp da o dört duvar arasına kapatılmıştı. Xiao Zhan'ın çaresiz ama kendisini bırakmamak için elinden geleni yaptığı o gün, onunla ölmeyi kabullendiği ve bir insanı öldürdüğü o an gitmiyordu gözleri önünden, bunda daha kötüsü olmazdı. Sesleri kulaklarında, görüntüler gözleri önünde hırçın bir makasın gazabına uğramış gibi kesik kesik, ama hep kırmızıydı.

"Çünkü sen Kont için önemlisin, Kont da bizim için önemli."

Yubin konuştuktan sonra ayağa kalktı. Ellerini arkasında birleştirerek yürümeye başlamış, düşüncelerinin ciddiyeti yüzüne yansımıştı. Dikkatlice konuşuyordu. " Bu yüzden Kont yakalanana dek durmayacağız. Adım adım ilerliyoruz, onu mutlaka bulacağız. Tabi başka insanlarda var ama Marki onlar için önemli değil dedi."

Yibo az önceki gibi yine başını yukarı kaldırdı, ama bu seferki istemsiz olmuştu. Duyduklarından çıkan Xiao Zhan'ın yaşadığı anlamı kalbini hızlandırmış, Yubin ise kasıtlı olarak kurduğu cümlenin karşılığını görmek için başını çevirerek ona bakmıştı. "Bu bilgi, biz seni öldürene dek senin kendini öldürmemen içindi."

Titreyen kirpik diplerindeki ıslak izler akmayan gözyaşlarından bir haberci olsa da Yibo buna itiraz etmedi. Sadece derin bir nefes alarak yukarıya, küçük pencereden süzülen yorgun ışığa yüzünü çevirmiş ve Xiao Zhan'ın ölmediğini öğrenmesinin çektiği ıstırabı az da olsa törpülediğini hissetmişti. Rahatlamanın artık yabancı gelen hafifliği omuzlarındaki dünyalar kadar ağır olduğunu düşündüğü yüke saniyelik bir mola verdirse de biliyordu ki, esas olan acı azalsa da hiçbir vakit dinmeyecekti.

Yine de mevcut hayatında gerçek olmasını arzuladığı tek şey; Xiao Zhan'ın yaşamına izin vermeyen bu topraklardan uzakta bir yerde hayatına devam edebilmesi mümkün olabilirdi ve işte bu ona yeterdi.

"Ne düşünüyorsun Baron?"

Yubin cevapsız kalacağına emin olduğu sorusunu yineledi ve ekledi. "Boşuna düşünme, Kont'la işimiz bittiğinde yaşamasına izin vermeyeceğiz. Ama daha vakti var, henüz değil. Mesela önce senin ölümünü görmeli. Delirdiğine, kendisiyle birlikte her şeye yıkım getirdiğine şahit olmalıyız."

Yibo bu sözlerin kendisi için hiçbir ehemmiyeti yokmuş gibi boş gözlerle baktı Yubin'e. Oysaki kendi ölümünden bahsediliyordu, ister korku ister bir itiraz az da olsa tepkili olması beklenirdi. Ancak Marki'nin en başından beri kendisini öldürmeye niyeti olmadığını artık biliyordu ve bunun için umursamıyordu. Hem zaten yaşamın zihninde bıraktığı hiçbir tat kalmamıştı, kendi bedenine ait ölümden korkusu yoktu.

"Amacınız zaten beni öldürmek değildi. Siz sadece Xiao Zhan'ın kontrolünü kaybetmesini istediniz. Verdirdiğiniz o idam kararı da bunun içindi değil mi?" Yibo son 2 günün en uzun konuşmasını yapmıştı. Sesi son derece güçsüz olsa da vurguları sağlamdı ve Yubin o konuşurken yürümeyi bırakarak yüzüne bakmaya başlamıştı. "Onun suç işlemesini istediniz. Bundan keyif aldınız, ölen insanların hayatı umurunuzda değildi."

"O insanlardan birisini sen öldürdün, diğerlerini de Kont ve adamları. Bu yüzden günahlarınızı başkalarına pay etmeye çalışma sakın."

Kafasını iki yana sallayarak reddetti onu. Günah onundu, çoktan sahiplenmişti. Hatta öyle çok içselleştiriyordu ki sahip olduğu her şeyi bir tarafa, bir insanı hayattan koparmış olmayı bir yana koymuş, nihayetinde her şey yerine bu günahı seçmişti. Sadece bir ismi vardı; Baron Wang Yibo. Bir insanın ölümünden sorumluydu artık.

"Ama hakkını yememeliyim, son cümleye kadar sözlerinde haklıydın. Marki seni öldürmek istemiyor, sadece Kont'u tüm İngiltere gözünde bir haine çevirmek için yarattığımız planın önemli bir parçasısın." Yubin cebindeki köstekli saatini kontrol ettiğinde gitme vakti geldiğini fark etse de ne hareketlerinde ne de sözlerinde aceleci davranmıştı. Yavaşça yürümeye devam ediyor, sakince konuşuyordu. "Bunu planladık çünkü-"

"Çünkü ortada bir kahraman varsa, birilerinin de mutlaka kötü adam olması gerekliydi."

Bu sözlerinden sonra araya giren sessizlik kısa sürdü. Yubin ciddi suratında yeni bir keşif yapmış birisi gibi ışıldayan bir ifadeye yer açmış, ellerini havaya kaldırarak onu alkışlamıştı. Duyduklarından memnundu ve gitmesi gerektiği gerçeğini yadsıyarak konuşmuştu.

"Zekisin. Fakat mevcut konumunda zeki olmanın sana pek bir faydası olacağını söyleyemem."

Yibo cevapsız bıraktı onu bir kez daha. Hiçbir şey olmak istemiyordu zaten, var olmanın mühim bir anlamı yoktu.

Yubin gitmeden önce omzunu parmaklıklara dayadı. Karşısındaki adamın perişan görüntüsüne rağmen duruşunu bozmaması, kışkırtmalarına karşılık vermemesi nedense birden hoşuna gitmişti. Onun anlam barındırmayan ya da o anlamları ustalıkla gizleyen bakışlarını, insanları şaşırtmayı seven yapısına bir meydan okuma olarak kabul etmekte bir sakınca görmüyordu.

"Yarın yine geleceğim. Ondan sonraki gün yine, Kont ortaya çıkana dek yanında olacağım. Direncinin kırıldığını görmek muhteşem olacak Baron." Diye konuştu. Kapıdan çıkıp giderken sözlerinin, konuştuğu her şey gibi yerine tam olarak ulaşmadığını biliyordu. Sorun yapmamıştı, çünkü günün birinde dediği noktaya ulaşacağına dair şüphesi yoktu.

Bıraktığı yerde, iki gündür olduğu gibi hep duvar dibinde oturan Yibo ise onun gidişine bakarken bulanan midesine eliyle baskı uygulamak zorunda kalmıştı. Midesinde dışarı çıkacak herhangi bir şey olmadığını bilse de öyle çok tiksiniyordu ki o adamdan, sesinin yankısı bile nefretine dair her şeyi harekete geçirmeye yeterli geliyordu.

Midesine uyguladığı baskının yetersiz geldiğini hissederken oturduğu yerde aşağıya indi ve diz üstü yere eğilerek birkaç kez boş yere öğürdü. Kasılmalar canını yaksa dahi midesinde dışarıya çıkacak bir şey olmadığı konusunda haklıydı. Öksürmeyi bırakıp toz yutmuş gibi karıncalanan boğazı için yutkunmak istedi, denedi ancak başarılı olamadı. Üstelik yerden kalkması içinde bir süre beklemesi gerekmişti. Zaman kavramı gittikçe silikleşiyordu. Yerden doğrularak eski yerine oturmasının ne kadar sonra gerçekleştiğini tam olarak anlayamamıştı.

Oturup soluklanmasının ardından gazete kağıdını eline yeniden aldığında taraflı dille yazılmış suçlamalarla dolu paragrafı geçerek son cümleyi mırıldanmak istedi. Sesinde ne umut ne de heyecan vardı, yalnızca silik bir fısıltıydı sözleri.

"Güçlü kraliyetimizin onurlu insanları! Şüpheye düşmeyin. Hainler hak ettiklerini aldığında güneş yeniden üzerimize doğacak."

-----------------------

"Ateş itaatkardır, tabi eğer onun efendisi olana dek yanmayı göze alabilirsen ."

Gözlerini 30 senelik hayatındaki en kötü uyanışa açmak için zorlarken dibindeki sese başka bir ses daha karıştı, fakat onu duyamadı. Sonra daha yakınında hissettiği tanıdık ses bir kez daha konuştu ve sızlayan kirpik dipleri gerilerek canını yaksa da gözlerini araladı.

"Fakat biz ne kadar yanarsak yanalım ateşe hükmedemedik."

İlk Zhuocheng'i gördü. Odanın başka bir yerinde birisi daha vardı ama dikkatini çekmemişti. Kolundaki sargının altında sızlayan bir yer vardı, orayı hatırlıyordu. İki gün önce yaşadığı her şey zihnine ağır birer taş gibi düşmeye başladığında doğrulmuş ve hatırlama sırası Yibo'nun ardından ağlayarak yalvardığı kısma gelince halsiz bedeninden beklenmeyen bir çeviklikle yataktan ayrılmıştı.

Uyandığından beri Zhuocheng endişeli bir anlatımda sabit duran yüzünü ona gösteriyor ve dinlemediği birkaç şey söyleyip duruyordu. Ona olan kayıtsızlığı aslında biraz da hatırladıklarıyla alakalıydı. Yibo'ya gidemediği zamanı ve o sırada kendisini tutan kişiyi hatırlıyordu; engellenme hissi öyle çok içine işlemişti ki, bunun için ileriye doğru adımlayamamıştı.

Yüzünde neye benzediğini bilmediği bir ifade vardı, tahminine göre dehşete yakın olmalıydı ve bedenindeki her nokta ayrı birer çığlıkta yeni başka acıları yaratmaya başlamıştı. Dayanamadığı bir güç tarafından eziliyormuş gibi hissederken kulaklarını kapadı sıkıca. Yibo'ya ne olduğunu bilmek istemediğini düşünse ve bunu ne kadar şiddetle reddetse de, sorular çoktan zihninde yağmaya başlamıştı.

Ona ne olmuştu? Neden yanında değildi, niye gitmişti? Ve en önemlisi, yaşıyor muydu?

Her soru zihninde keskin pençeleriyle çentikler atarak geçip gitti ve kırılmaz bir zincirin parçası olarak cevaplanmak üzere bir kez daha önüne gelmeye devam etti bir süre daha. Cevapsızlıklar beynine çivileniyormuş gibi sarsıyordu onu. Buna dayanamayıp sızlandığında önünde durarak kendisine laf anlatmaya çalışan Zhuocheng'in elini iterek geriye kaçmıştı.

Acıya epey vakittir dayanabilmiş olsa da zihninin hışmına uğrarken artık bunu yapmak zorlaşıyor, boğazından yükselen sızıyı dindirmek için elini oraya götürse de faydasız kalıyordu. Kalbinden ise hiç haber yoktu. Koca bir oyuk onun yerini almış gibi bir sessizlik hakimdi. Tarif edemiyordu, hiçbir acı tanımına uymayan bu boşlukta kaybolması an meselesiydi. Kafasını tutan ellerini aşağıya indirdiğinde uyandığından beri ilk kez Zhuocheng'e dikkat kesilmişti.

"Dinle artık beni!"

Zhuocheng yüzüne bakan kuzeninin çıldırmaya yakın tavrını az önce korkarak izlemiş ve mutlaka bir şey yapması gerektiğine olan inancı yüzünden asla yetmeyeceğini bilse de bir kez daha konuşmayı denemişti.

"Sakinleş. Kendini böyle kaybetmen için hiç vaktimiz yok Xiao Zhan. Bir an önce toparlanıp-"

"Bana engel oldun."

Sözlerini bölen ve buzlarla kaplı bir duvarın ötesinden gelen bu konuşma karşısında verecek yeterli bir cevabı yoktu. O an kendisine en doğru geleni yapmıştı, ancak bu yine de hayatının en zor anlarından birini yaşadığı gerçeğinin üzerini karalayamazdı. Ellerinden kurtulmak için canını vermeye hazır duran Xiao Zhan'ın o hali, duyurmaya çalıştığı o çaresiz sesi ve daha önce hiçbir vakit öyle çok ağlamayan gözleri hala canlıydı hafızasında. Kararlarından pişman olmamak konusunda o vakte kadar kararlı bir tutumu sergilese de yüzüne daha önce hiç kimsede görmediği bir acı ifadesiyle bakan adam onu tereddüte düşürmeye yeterli geliyordu. 

"Benim ona gitmeme izin vermedin. "Diye konuşan Xiao Zhan ise  onun düşündüklerinden habersiz aynı suçlayıcı tonla konuşmuştu. "Onu kurtarmaya o kadar fazla yaklaşmıştım ki elini tutuyordum! Yanımdaydı ve onca şeye rağmen gidebilirdik!"

Zhuocheng karşısındaki adam kendisine bağırmaya başladığında bu sefer yanıt vermekten kasıtlı olarak kaçındı. Suçlu hissetmese de acaba hata mı yaptım sorusunun kendisini ikna etmeyen cevabı yüzünden hem bakışlarının kararlılığı sarsılıyor, hem de kalbi sıkışıyordu.

"Ama bana mani oldun! Bunun yerine alnıma silah dayayıp canımı alsan daha iyiydi."

"Xiao Zhan önce bir dinle." Dese de omuzlarından tutarak kendisini iten Zhan'a bir şey anlatmak için uygun bir vakit olmadığını biliyordu. Bunun için tüm bunları sonraya saklama kararı aldı ve kapanan kapı sesinin ardından başını yan çevirerek boş odaya baktı.

"Çok yakındım..." Xiao Zhan odadan kimin gittiğine dikkat etmezken, dişlerini sıkarak yumruk yaptığı elini bileğinden kavradı ve göğsünün üstüne bastırdı. Ağlamıyordu ama ağlıyormuş gibi nefes alıp veriyor, kan çanağına gözlerindeki dengesiz bir öfke kıvılcımlar eşliğinde etrafına yayılıyordu. Dudaklarında ise titrek bir nefes vardı.  "Hiç olmadığım kadar yakındım." Derken sesi son hecelerine doğru kısılarak nefesine karışmıştı.

Geriye dönemeyecek olmanın gerçekliğini kabul etmek de, o mecburiyetin kederini anlatabilmek de zordu. Sürekli olarak atıp atmadığına emin olmadığı kalbine eliyle vurarak onu hissetmeye çalışıyordu. Gürültülü nefesleri avcısının eline geçmiş bir hayvanınki gibi hırıltılıydı. O sırada onun kendisini kaybettiğini söylemek yanlış olurdu, çünkü o aslında kendisini bulabilmiş olmaktan çok uzaktaydı. Günlerdir sürekli olarak inişli çıkışlı tavırlar sergiliyordu, ama kendisini hiçbir şekilde tam anlamıyla toparlayamamıştı.

"Neden? Neden yaptın bunu Zhuocheng?!"

Zhocheng'in yenilgi içinde verdiği, "Orada kalsaydık ölecektin." cevabından sonra bunun gerçekliğini düşündü kısa bir an.

Tek gerekçesi bu olamazdı, Yibo'yu hayatta kalabilmek için ardında bırakmasına imkan yoktu. Buna inanmak istemiyordu ve direnirken elleri karşısındaki adamın yakasını kavrayarak bağırmıştı. "Ben onunla ölmeye razıydım!"

Yüksek çıkan sesi kendi kulaklarına bile kalıcı izler bırakarak zarar veriyordu sanki. Ama bu kelimelerinden başka hiçbir şeyin de sahibi değildi. Önceki aidiyetlerinden hiçbiri yoktu.

"Şimdi nasıl böyle söylersin? Ben onu hayatta tutmak için elimi kana bulamışken böyle konuşamazsın, yapamazsın anladın mı?!" Ağladığının farkına vardığı vakit kısa bir an nefesi kesildi. Ardından daha çok asıldı kuzeninin yakasına. "Yapamazsın..."

Zhuocheng onun yakasını kavrayan ellerinden tutsa da durdurmak için hiçbir şey yapmamıştı. Duygularını açığa vurmazdı, Xiao Zhan'ı bu anlamda zayıf bulduğu da doğruydu ama o an için Xiao Zhan haklıydı. Bu yüzden kendisine istediği kadar kızmasına izin veriyordu ve birkaç dakikalık öfke ve reddetme nöbetinin ardından hala yakasını bırakmayan adam gözlerinin içine bakarak güçlükle sormuştu. " O yaşıyor mu?"

Xiao Zhan bu soruyu sorduktan sonra cevabı duymak yerine ölmenin daha iyi olduğunu düşündü. Zaten her ikisi de benzer anlamlara tekabül ediyordu kafasının içinde. Yibo'nun yaşayıp yaşamadığını bilememek, ne halde olduğunu öğrenememek ve de ölmek; hemen hemen aynı sayılırdı.

Elleri arasındaki kumaş canını yaksa sıkmaya devam ediyor, sürekli olarak tepkisiz kalan kuzenini sarsıyordu. Kısa bir süre bekledikten sonra bir kez daha cesaretini toplayarak bağırdığında Zhuocheng nihayet kulaklarında karıncalanma yaratacak kadar yüksek çıkan bağırışa karşılık kısık bir sesle cevap vermişti.

"Cevap ver bana!"

"Yaşadığını varsayıyoruz." 

Xiao Zhan tiksinir gibi, bir fenalıktan kaçar gibi ellerini uzağa çekerek bıraktı onu. Köşeye çekildi, dengesini yitirmeden önce duvara dokundu; gücünü yitirdi ve yere bıraktı kendisini. Duyduğu şeyi bir cevap olarak kabul etmiyordu, bu olsa olsa bir cinayet silahı olurdu. Bunun için çoktan eliyle ağzını kapatsa bile iniltilerin eşlik ettiği bir ağlayış tutturmuş, aralıksız bir tekrarda Yibo'nun ismini sayıklamaya başlamıştı. Ölmek istiyordu, buna dayanamazdı. 

"Hayır, hayır ölmesine imkan yok. Yibo hayır."

Oturduğu yerden kalkmadan, en son sözleri dışında başka bir şey söyleyemeden ve aynı şeyleri tekrar ederek bir süre daha ağladı. Karşısında ne yaparsa yapsın bu fena senaryonun içine düştüğü için çaresiz kalan Zhuocheng ise hiçbir şey yapamayarak onu seyretmişti.  Yalnızca bir şeyler söylüyordu, fakat Xiao Zhan onu dinlemeyi az önce bırakmıştı.

Birkaç dakika ardından, Zhuocheng ona yaklaşarak  adını seslendiğinde aniden kafasını kaldırarak çöktüğü yerden ayağa kalktı. "Bu ellerle!" Diye konuştuğu sırada titreyen ellerini önüne getirmiş ve iki gün öncesinin zihninde kalan son anını hatırlamıştı. "İnsanları öldürdüm ben. Bu elleri bir tek onun uğruna kana bulamaya razı geldim!"

Yüzünün bütün mimiklerini çektiği acı için harcarken Zhuocheng'in kendisine doğru attığı temkinli adımları gördü. Duvardan öteye geçemezdi ama yine de oraya daha çok yaslanmıştı.   "Şimdi nasıl...nasıl bilmem nefes alıp almadığını? Nasıl hiçbir şey elde edemem?"

Zhuocheng en sonunda dayanamayarak, ona tehlikeli bir umut vereceğini bilse de, "Yüksek ihtimalle hayatta. Yerini tespit etmeye çalışıyoruz." Dediğinde duvar dibindeki Xiao Zhan ellerine bakmayı bırakarak yukarı çıkardı bakışlarını. Zhuocheng onun tükenmiş vaziyetine baktıkça kendisini sorgulasa da ne hissettiğini asla tam anlamıyla kavrayamıyordu.

Bunun için sadece yaptığı en iyi şeyi yaparak bu mesele için canını ortaya koyacağı hakkında söz vermişti birden bire. "Ne pahasına olursa olsun, onu bulacağım. Ölecek olsam bile durmam, fakat önce sakinleş."

Bu sözleri duymazlıktan gelerek ellerine bakmaya geri dönen Xiao Zhan Zhuocheng'in anlatacaklarıyla artık ilgilenmiyor gibiydi. Oysaki o kendinde değilken pek çok şey olmuştu. Basılan bir gazete onu kraliçe karşıtı bir anarşist ilan etmiş, Westminster sarayını kendi adamlarıyla kana buladığını, Yibo'nun öldürdüğü de dahil 7 kişiyi öldürdüğünü ve pek çok kraliyet polisini yaraladığı yazılmıştı.

Artık tüm metropolitan polisinin aradığı birisiydi. Üstelik kendisiyle alakalı pek çok söylenti vardı ve hemen hemen hepsi aleyhindeydi.

Lakin Xiao Zhan o an bunları duymuş olsa bile umursamazdı, Zhuocheng bu yüzden tüm bunları es geçerek mühim bir şey söylemek için dudaklarını araladı. "Xiao Zhan, bilmen gereken bir şey var." Dediğinde tuttuğu nefesini de son kelimeyle birlikte bıraktı ve karşısındaki adamın bir tepki vermesini bekledi.

Ama aradan bir kez daha saniyeler geçse de herhangi bir karşılık alamamıştı. Aslında Zhan'ın dinlediğinden emin olmak istiyordu ve henüz gözyaşları izlerini yüzünden silmeyen kuzeni yüzüne bakmasa bile kendisini duyduğunu umarak devam etmişti.

"Oradan, Westminster sarayından çıkarken düşündüğümden daha fazla adam kaybettik. Joe dahil 5 kişi...bu yüzden çok zor bir durumdaydık." Diye konuştu önce. Xiao Zhan'ın hala donuk bir vaziyette ellerine baktığını görse de kendisini dinlediğini düşünüyordu. "Ben salonu terk etsek bile orada yakalanacağımızı, hatta bizi öldüreceklerini düşündüm. Sen baygındın bu yüzden hareket edemiyordum. Vaziyet böyleyken beklenmedik bir şekilde gelen yardımla kurtulduk oradan."

Xiao Zhan duyduklarını anlamlandırma konusunda yetersiz kalan aklına kızamazdı. Çünkü tutuklu kaldığı ayrılık anının kahrı zannediyordu ki asla yakasını bırakmayacaktı. Yibo'nun yüksek ihtimalle hayatta olduğunu duysa ve buradan, küçük bir ihtimalin onun ölümüne çıktığını anlasa da yaşadığına inanmaktan başka çaresi yoktu, bu yüzden inanmıştı. Ama yine de aklını yitirmenin o keskin sınırında gezindiğini hissedebiliyordu. Garipti. Aylarca, hatta senelerce olduğu yerde durarak yitirilen şeyler için yas tutmak ile sahip olduğu bütün gücü kullanarak her şeyi hızlıca bitirmek arasında nasıl kalabilmişti ki?

"Yardım için gelen o kişiyi gördüğümde benim de çok öfkelendiğimi, hatta senin yerine onun canını almam gerektiğini düşünerek hareket ettiğimi bilmelisin. Fakat senin, bunu yapmayı düşünmeden önce beni sözlerim bitene kadar dinlemen lazım. "Zhuocheng, Zhan'a yaklaşırken tane tane sakince konuşmuştu. Sözlerinin son derece elzem olduğu aşikardı ve önünde ilgisizce duran adamın sakin kalabileceğinden emin olamıyordu.

Bunun için biraz bekleyecekti. En azından ellerini seyretmeye devam eden adamın kafasını kaldırıp yüzüne bakmasını umuyordu. Fakat Xiao Zhan dünyadan sıyrılarak kendisini yaşamın devam etmediği bir yere atmış gibi hareketsiz, öylece sükunet içinde duruyordu olduğu yerde. Ellerini seyrederken ne gördüğünü merak eden Zhuocheng  ise onun artık titremeyen ancak gücünü yitirdiği için zayıf görünen parmaklarına bakmış, hemen sonra da Xiao Zhan'ın sorusunu işitmişti.

"Ellerime bak, ne görüyorsun?"

Zhuocheng kaşları arasında beliren kararsız çizgi ve uykusuz gözlerinde yer edinen umutsuz ifadeyi bozmadan durdu öylece. Bir insanı öldürmenin bedende yarattığı o derin sancıyı biliyordu. Ruhunun bir köşesi bu yüzden paramparçaydı lakin bu onun için sorun değildi. İlk kez birini öldürdüğünde 16'ydı ve buna alışmak için epey uzun bir zamanı olmuştu. O 16 yaşındayken Xiao Zhan ise sorumluluk sahibi bir lord olmayı yeni yeni öğrenen bir gençti ve onun zayıflığından faydalanmak isteyen ya da onu öldürmeyi deneyen çok fazla insan olmuştu. Bu yüzden ikisi de canlarını almak için düzenlenen saldırılardan birinin ortasında ilk kez parmaklarına bulaşan kanın o mide bulandıran sıcaklığını hissetmişlerdi. Hayatta kalacak kadar şanslılardı ama o zamandan bu yana, yani tam 13 yıl boyunca da bu mevzuyu kendilerine bile hatırlatmamışlardı.

Ve şimdi 13 yıldır duymadığı soruyu duymak bütün unuttuklarını hatırlatmıştı Zhuocheng'e. Bu zordu, bir kez daha kızıl lekelere ev sahipliği yapan ellerine bakamıyordu. Boğazı da bu yüzden düğümlenmişti belki de, bilmiyordu fakat yine de kendisini toparlaması kısa sürmüştü. Yutkunarak gözleri kapatmış ve yavaş sayılabilecek bir şekilde geri açmıştı.

"Hiçbir şey. Sadece senin ellerin ve solgun tenin."

Xiao Zhan ona bakarken alnından düşen bir ter damlasının çenesine doğru süzüldüğünü hissetti. Elinin tersiyle sildi o damlayı ve gözleri sıkıca kapatarak kirpiklerinin ıslaklığından kurtulmaya çalıştı. Yeniden konuştuğunda bu sefer sesi daha güçlü çıkmıştı.

"Yalan söylüyorsun, yine."

Zhuocheng ona yaklaşırken reddedemediği sözler için dudaklarını birbirine bastırdı. Bununla yetinmemiş ve başını da hafifçe iki yana sallamıştı ama farkındaydı, yalnızca kendilerine görünen kan rengine alışmaları için hala biraz daha zamanları vardı. Bu yüzden üzerinde durarak vaktini harcamak istemiyordu. Söylemek istediklerini söylemeliydi artık ve Xiao Zhan, bahsettiği kişiyi görmeden önce  duymalıydı.

"Az önce bahsettiğim kişi, kim olduğunu merak etmiyor musun?" Diye sorduğunda, Xiao Zhan düşünceli gözleriyle onu sorguya çekti. Aklı bir tek Yibo da olduğundan geriye kalan detaylar silikti, fazla önemsenmemiş eksiz çizgilere benziyordu. Neticede ne o kişi hakkında fikir yürütebilmiş ne de tam olarak anlayabilmişti.

Zhuocheng dikkatlice, "Tanıdığın birisi." Dedi. Lakin sözlerinin devamında söylemek üzere olduğu isim, tıklatılan ve hemen ardından açılan kapı yüzünden dudaklarında asılı kalmıştı. Kıstığı gözlerini büyüterek, biraz korkuyla arkasına döndü ve kapıyı açan kişiyle Albert ile göz göze geldi. Onu görür görmez kısık sesle küfretti. Zaman ne vakit lehine işleyecekti?

Albert ise uyanması beklenen adama baktığında uygun bir vakitte gelmediğini anlasa da geriye adım atamamıştı. Zira getirdiği mühim bir haberdi. Üstelik ardından adım seslerini duyduğu, kendisinde yaklaşmakta olan kişinin de hedefinde durduğu yer vardı, biliyordu.

"Baron'un nerede tutulduğunu öğrendik fakat-"

"Albert."

Arkasından gelen ve odadaki bedenleri görmek isteyen Lord Everglot önünde duran yardımcısına seslenerek onun kenara çekilmesini istedi ve doğrudan Kont ile bakıştı. Alacağı tepkiyi az çok biliyordu, ama son derece sakin bir tavırla ona selam vermişti.

Xiao Zhan bir an bunun bir rüya olduğunu düşündü. Kendinde olmadığı uzun saatler boyunca sayısız rüya gördüğü düşünüldüğünde haklı da sayılırdı. Bu yüzden birkaç saniye yerinden hareket etmeden beklemiş, gözlerini uyanma ihtimaline karşı yine birkaç kez kapatıp açmıştı.

Ancak her ne kadar gerçeklik var olan tüm algılarında yeterince dikkat uyandırmasa ve bütün her şey farklı bir dünyaya aitmiş gibi yabancı gelse de karşısındaki bedenin gerçek olduğunu kabul etmesi gerekliydi. Şüphesiz hayret verici bir andı, özellikle Lord Everglot odadan içeri adımlayarak kendisine seslendiğinde nefesi kesilmişti.

"Lordum, nihayet gözlerinizi açabildiniz."

Duyduğu sesin kendisinde yarattığı öfke gerilen bedeninin gerilen bir ok gibi öne fırlamasına neden olduğunda kulağına ulaşmayı başaran uyarı sesini dikkate almadı. Zhuocheng ona seslense de ne olduğunu bile anlamadan kapıya yönelen kuzenini tutmayı başaramamıştı. Onun öfkelendiğinde mantığını yitiren, hatta vahşileşen yanını biliyordu, unutamazdı ve her seferinde kendisini ezip geçen gücüne inanmakta zorlanıyordu.

Xiao Zhan gözlerindeki yok etme arzusunu gören ve buna karşı koymaya hazır bir şekilde önüne geçen Albert'in arkasındaki adama doğru sadece tek bir cümle kurdu. Sesinde bir cani uyuyordu. 

"Seni öldüreceğim!"

Az önce dakikalarca bakarak ne gördüğü sorguladığı ellerini öne uzattığında yalnızca bir amaçla yapmıştı bunu. Öldürmek istiyordu.

Evet bir hayata son vermek, hayatında travmatik bir noktadaydı ve evet, buna rağmen göze aldıkları her şey boşa gitmiş olabilirdi. Lakin Yine de Lord Everglot'un nefesini kesmek istemişti. En az Marki kadar kızıyordu ona, çünkü o bildikleri söylememişti. Onun kim olduğunu bile bildiğini sanmıyordu.

Albert dikkatli ve onu durduracağına emin bir şekilde hareket ettiğinde Kont'un onun hamlelerini engelleyerek kenara itmesi küçük bir anına mal olmuştu. Ardından gelen Zhuocheng ise ona yetişebilmeyi saliselik bir farkla kaybetmiş, sonrasında her şey göz açıp kapayana dek gerçeklemişti. 

Herkesin gerisinde duran Lord Everglot vakur bir tavırla bekliyordu onu. Ellerini arkasında birleştirdiği yerden ayırmadan durmuş ve üzerine gelen adamın çenesine attığı yumruğu hiç karşı çıkmadan kabul etmişti. Onun kendisine niçin öfkeli olduğunu biliyordu ve bunca vakittir, harekete geçmediği için değil bir yumruk, çok daha fazlasını hak ettiğine inanıyordu.

Yalnızca saliseler sonra gelen ikinci darbede kendisini yerde bulduğunda tepesindeki adamın öfkesinin bahsedildiği kadar yıkıcı olduğu kendi gözleriyle de görmüştü. Kendisi hiçbir vakit böylesine güçlü olamamıştı, dahası öfkesinin bile onunkinin yanında fırtınaya kafa tutan bir esinti kadar olacağını biliyordu. Bunları dile getirmeyi istese de suratına gelen ikinci yumruk onu sersemletmişti ve görüşünde artık netlik yoktu. Bu hali onun çok güçsüz olmasından değildi, karşı çıkmadığı için yerdeydi.

O canını yakan her darbeye aynı tepkisizlik ile karşı verirken, sadece saniyeler önce Kont'un yolundan güç kullanarak kenara ittiği Albert ise endişeye yakın bir sesle Lord Everglot'un ismini sesleniyor, ancak kendisi gibi Kont'u tutmaya çalışan Zhuocheng'in sesi dışında hiçbir ses duyamıyordu. 

Lord Everglot neredeyse bayılacağını düşünürken kendisine karşı nefreti epey anlaşılır olan Xiao Zhan'ın boğazından yükselerek nefesine karışan hırıltılı sesi duydu. İnsanlığını yitiriyor diye düşünmüştü gözlerini kapattıktan sonra; sevdiğini kaybeden herkes gibi, tıpkı benim gibi.

Albert'in yanındaki Zhuocheng de Zhan'ı tutmaya çalışıyordu. Ancak gözü dönen adamı geriye çektiği her seferin sonunda elleri yeniden boşta kalıyordu. Şaşkınlıktan bir eli ayağı birbirine dolandığında Albert'in kendisini uyaran sert sesini duymuştu.

Şaşkındı çünkü, daha iki gün önce tek başına tutabildiği Xiao Zhan'ı şimdi iki kişinin zapt edememesini anlayamıyordu. Değişen şeyin sadece duygular olması kendisi için yeterli bir cevap sayılmazdı ve aklı bunlarla meşgul olurken öncekilerden daha yüksek bir sesle, "Xiao Zhan yeter!" Diye bağırmıştı. Beklediğinin aksine Xiao Zhan duraksadığında ve kendisiyle birlikte havadaki eli de yavaşladığında hızlıca elini tutmuştu. "Hayır yapma."

Bu anlık duraksama Kont'un öfkesinin kontrolüne geçen zihninde durgun bir suya bırakılan küçük bir dokunuş gibi etki yaptı. O dokunuşun yarattığı dalga büyüdü, büyüdü ve sonunda kontrolünü yeniden eline aldı. Dişlerini bu sefer kendisine yönelttiği bir kızgınlıkla sıkarken kollarını tutan ellere karşı gelmeyerek geriye çekilmişti. Ama gözünü diktiği yerden ayırmıyordu. Nefesleri düzensiz, düşünceleri eksiltili cümleler gibi yüklemsizdi. Bir şeyler mutlaka yarımdı ve bütün parçalar bir araya gelse de hiçbir zaman bütün kadar anlamlı olmuyordu.

Kanlandığı için bir şey batıyormuş gibi hissettiği gözlerini kapatıp uzun sayılabilecek bir süre sonunda açtığında Albert'in ilgilendiği adama baktı. Baygın değildi, yarı açık gözleri bir tek kendisine bakıyordu ve görmekten nefret ettiği renge boyanan yüzünde hiçbir kızgınlık belirtisi yoktu.

"Sadece bir sefer." Dedi Albert efendisinin yerden kalkmasına yardım ettiği sırada. Sesindeki sabırsızlık, tavrındaki tahammülsüzlük oldukça açıktı. "Bu şey tekrarlanırsa silahımı kullanma konusunda tereddüt etmem, kurduğumuz ittifakı zedeleyecek her davranış benim için o ittifakın sonu demektir."

Zhuocheng sıkıntıyla Xiao Zhan'ın koluna girerek onu yerden kaldırdı. Bıkkın görünüyordu ve yapılacak onca şey varken konuşmaya fırsat bulamamak oldukça canını sıkmaktaydı.

"Kabul edersin ki odaya gelişiniz biraz aniydi." Demişti Albert'e doğru. Sözlerinde düşmanlık yoktu ama barışçıl da sayılmazdı. "Bunun için şaşırma sakın, onun yerinde olsaydım lordunun canını çoktan almıştım."

Zhuocheng iki gün önce Westminster sarayında karşısında Albert'i gördüğünde tıpkı Xiao Zhan gibi tepki vermişti. Hatta oradan ayrılıp Lord Everglot'un ayarladığı evde onunla konuşana dek onların kendilerine yardım ettiğine de inanmamıştı. O da Lord Everglot'u öldürmek istemişti, çünkü her nasıl olduğunu bilmiyordu ama bu meselenin onu da ilgilendirdiğine emindi. Marki ile aralarında bir şeyler vardı ve ancak öğrendiğinde sakinliğini geri alabilmişti. O yüzden şimdi kolundan tuttuğu Zhan'ın tepkisini yadırgamıyordu.

Öksürmeyi bırakarak dudağından ağzının içine sızan kanı peçetesine tüküren Lord Everglot dağılan açık renk saçlarını düzeltmeden sakin bir sesle," Tamam bu kadar yeterli." Diye konuştu. Herkesin kendisi gibi sakin olmasını istiyordu ve konuşan ikiliye baktıktan sonra gözünü bir metre ötesinde durarak anlam veremeyen bir yüzle kendisini seyreden Kont'a çevirdi.

Xiao Zhan'ın ise onunla göz göze geldikten sonra yeniden öfkesinin karanlığına hapsolmamak için direnmesi gerekmişti. Her zerresinde ayrı bir gerginlik ve sızının baş gösterdiği bedenini bir adım geriye sürüklemek de bunun için yaptığı şeylerden birisiydi ve biraz sonra, oradaki herkesin sormasını beklediği sorunun aksine Albert'e dönerek kafa karışıklığı içinde sormuştu. "Odaya geldiğinde Baron'dan bahsettin, nerede olduğunu bildiğini..."

"Doğru, siz kendinizde değilken iki gündür arayış içindeydik. Nihayet bulduk."

Xiao Zhan bakışları hala Albert'e dönükken elini göğsünde hissettiği boşluğa çıkardı ve hızlanan kalbini hissetti. Duyduklarına inanması için hiçbir nedeni yoktu, hatta yerine başkası olsa düşman gördüğü bir ağızdan çıkanlara itimat etmezdi. Ancak başka bir seçeneği varmış gibi hissetmiyordu, çünkü yaşamını mümkün kılan şey Yibo'nun bir yerlerde nefes almaya devam ediyor oluşuydu. Buna mecburdu.

"Nasıl?"

Belirsiz bir sesle sorduğunda Zhuocheng'e baksa da, cevap başka bir yerden geldi. "Artık konuşalım, ama önce dilerseniz kolunuza yeniden bakılsın."

Lord Everglot kendi yüzündeki yaralara aldırmadan bunu dediğinde sargılı koluna baktı. Az önce acısını hissetmediği, fakat şimdi beyaz sargı bezine bulaşan kanı görünce yüzünü buruşturarak canının yandığını belli ettiği yara Zhuocheng'in harekete geçmesi için yeterliydi ama eliyle onu durdurmuştu. Sabrını yitirmişti, kolu mevzubahis bile olamazdı.

"Hemen şimdi." Diye konuştu yavaşça. "Neden burada olduğunuzu, tüm bunların ne demek olduğunu hemen şimdi duymak istiyorum."

Lord Everglot yanındaki Albert'e sorun yok der gibi bakıp bir adım öne çıktı. Onca darbeye rağmen yürüyebilse de artık daha yavaş ve dengesizdi adımları. "Size yardım etmek için buradayım. Biliyorum geç kaldım, her şey bu denli kötü olmadan önce yanınızda olmalıydım. Fakat bazı şeyler bunu yapmama engel oldu."

"Kim olarak?" Xiao Zhan neresi olduğunu bilmediği evin yabancı zeminine bakarken mırıldanmış, ardından kafasını yukarı kaldırmıştı. Konuşmasında kendisini zor tutuyormuş gibi bir sabırsızlık vardı, meraklıydı ve hiçbir şey anlamıyordu. "Neden bize yardım etmek için buradasınız?"

Lord Everglot'un yavaşça rengi soldu, ışığını yitirdi ve  bakışları karardı. Yüzünün her milimi yıkılmak üzere olan bir taş duvar gibi titredi. Başkalarının yanında her daim yerine göre saçma denilecek bir sakinliğe ve neşeye sahip olarak göründüğü için bu hali Albert dışındakilere garip gelmişti. Daha önce onunla konuşan Zhuocheng bile şaşkındı.

"Çünkü sizin de aynı şeyleri yaşamanızı hiç istemedim."

Xiao Zhan onun o kederli haline rağmen üzerine yürümek için adımladığında kolunu tutmaya devam eden Zhuocheng yüzünden yeterince ilerleyemeden durdu. Burnundan güçlü bir soluk alıp verdikten sonra dinlediklerinin kendisi için yeterince anlamlı olmadığını söyleriyle vurgulamıştı.

"Sözleriniz hala eksik, kim olduğunu hala bilmiyorum ve hala!" Sesi birden yükseldiğinde duraksadı ve konuşmasını tamamlarken eski ses tonuna geri dönüş yaptı. "Hala lafı anlamsızca uzatıp duruyorsunuz."

Karşısındaki adam kaşından ince bir çizgi halinde süzülen ve kurumaya yüz tutan kanı peçetesine silerken düşünceli görünüyordu. Hatta biraz da pişmanlık sezmişti Zhuocheng onun yüzünde, lakin her şeyi bildiğinden anlayabiliyordu. Bekleyişle geçen kısa zamanda birkaç kez dudaklarını aralasa da karşısındaki Kont'un istediği yanıtı verememişti. Kendisine Lord Everglot dışında hiçbir adı layık görmediğinden olsa gerek dili bir türlü gerçekte kim olduğunu dile getiremiyordu.

"Söyle artık."

Xiao Zhan'ın saygı ifadelerinden yoksun, emreden bir tınıyla ağzından dökülen sözleri üzerine Lord Everglot başını yukarı kaldırarak derince nefes aldı ve yıllardır kaçtığı o lanetli ismi artık sahiplenmek durumunda olduğunu bir kez hatırlattı kendisine. Yıllar önce ismi ve sahip oldukları yüzünden ülkeyi terk ettiğini, yıllar sonra da aynı isimle hakkı olanı geri almaya geldiğini söylemesi gerekiyordu. Lakin titreyişi yüzünden bunu yapmakta zorlanıyordu.

En sonunda Albert omzuna dokunduğunda, gururu el vermediği için geriye çekilemeyen ama bunu çok isteyen korkak bir oğlan çocuğu gibi titremeyi bırakması gerektiğini düşündü. Bunun için anlık gelen cesaretine tutundu ve neredeyse aceleci bir sesle, "İsmim Edward." Diye konuştu. Sonra durdu, çok kısa bir an bekledi ve göğsünü nefesle doldurduktan sonra yere eğdiği kafasını yukarı kaldırarak mırıldandı.

"Prens 7. Edward."

●○●○●○●○●

Bazı tahmin edilebilir bilgilerin ardından merhabalar🤚

Açıkçası bölüm içime sinmedi, hatta 2 gün önce yazmayı bitirmeme rağmen ancak bugün yayımlamaya cesaret edebildim. Hala oldu mu olmadı kararsızım.

Umarım okurkensıkılmamışsınızdır, sizi seviyorum kendinize güzel bakın~°♡

Продовжити читання

Вам також сподобається

31K 3.6K 20
"MİNHO EZ BENİ"
18.7K 2.6K 17
O hep "kırılmadım sorun yok" diyordu, fakat ruhu yavaş yavaş ölüyordu. Texting&düzyazı
119K 12.4K 27
taehyung kırmızı defterini kaybeder 290423, tk ☁️
24.2K 1.3K 8
güneşi ararken peşini bırakmaz ay * Eğer kaçırılan Alaz olsaydı ve Asi sokakta büyümeseydi. *Aslaz role reversal*