GERÇEK, YALANA SARILINCA

By _moglinna

246K 14.9K 10.8K

"Kimsin sen Enis Altınday?" Diye sorduğumda, bakışları bana hissettirdikleri kadar anlamsız değildi. "Tehlike... More

GİRİŞ
1. SİYAHTAN DAHA SİYAH
2. YIKIK DÖKÜK BİR ŞANS
3. İP CAMBAZLARI
4. KADER KURBANI
5. GÖNÜL SAHYALARI
6. BİR GÖNÜLLER
7. GÜL'ÜN DİKENLERİ
8. MAYIN TARLASI
9. SOĞUK CENNET
10. ATEŞ VE KÜL
11. ÇİVİ CİVİYİ SÖKER
12. ATEŞTEN KÖZ
13. KIŞ BÜYÜSÜ
14. SUÇ EDEBİ
15. HİÇ'TEN DAHA FAZLA
16. KUMDAN KALELER
17. TENDEN RUHA
18. SERT OYUN
19. İHANET RÜZGARLARI
20. ŞAH & MAT / I. KİTAP SONU
DUYURU
21. 10102 KİLOMETRE
22. MECBURİYETLER VE ARZULAR
23. EROS'UN OKU
24. YILDIZLARIN YALANLARI
25. SOKAĞIN KIZI
26. HANGİ GÖG
27. KÜLDEN TOZA
28. YALANCI KAR TANELERİ
30. SIRADAN İZLER DEĞİL
31. DEPREMİN ELLERİ
32. UZUN MEVZULAR
33. DELİ ZAMANLARMIŞ
34. YALANIN YANINDA
35. AÇIK KARTLAR
36. ÇOKTAN DAHA ÇOK
37. İZLENMİŞ TİYATRO / II. KİTAP SONU
38. ALTIN YUMRUK
39. SIFIR NOKTASI
40. KARIŞIK DOĞRULAR
41. BİR KAŞIK SUDA FIRTINA
42. EKSİ BİR
43. KARANLIĞIN CAZİBESİ
44. TANIDIK YABANCI
45. KIRMIZI ÇİZGİ
46. ETKİ & TEPKİ
47. KÜL YIĞINI

29. TAŞ, KAĞIT, MAKAS

3.9K 306 317
By _moglinna

_kitaptozu4 / _moglinna


GERÇEK, YALANA
SARILINCA

29

"TAŞ, KAĞIT, MAKAS"

Ekin'i durmadan tokatlayan bir Melvin kadar geçimsiz mi oluyordum hiç bilmiyorum ama bildiğim tek bir şey vardı, o da Enis Altınday denen adamın Ekin Şahan kadar ısrarcı olmadığı, beni kovalamadığı ve en acısı ise olsam da olur olmasam da olur gibi davranıyor olmasıydı.

Şerefsiz, adi, haysiyetsiz, yosma oğlu yosma işte! Daha çok sayardım saymasına da, kravatını düzeltmeyi bırakıp bakışlarını gözlerimi bulacağı şekilde aynaya sabitlediğinde, "Ne bakıyorsun dik dik?" diye sorunca dayamadım da.

Ben de çoktan kristal kadehimi dudaklarımdan uzaklaştırmış, oturduğum koltukta havalı görüneceğim derken bacak bacak üzerinde durmaya ve kristal bardağı döndürmeye devam ediyordum.

"Aloo," dedi ayna karşısında durmaya devam ederek ve kaşlarının daha fazla çatılamayacağını göstererek. "Kime diyorum? Cevap versene!"

"Nereye böyle?" diye sertçe sordum. Üzerimde yeşil bir elbise olmasa bile çok iddialı bir deri kahverengi vardı. "Niye böyle hazırlandın?"

Ellerini yakalarından uzaklaştırdı, adımlarını yavaşça çevirdi ve en sonunda ellerini pantolon ceplerine yerleştirip en karizmatik duruşunu sergiledi, gözüme sokar gibi. Al da gör neler neler kaybettin der gibi. Hadi oradan lan dercesine bakış savurdum. Keşke bozulsaydı ama iç dünyamın seslerini duymadığından dolayı onda değişen pek bir şey olmadı.

"Sana mı soracağım?" diye ukala ukala ukala ve ukala konuştu. Üstelik benimle. "İki gece önce benden ayrılan sen değil miydin? Ne hesabı bu?"

"Sevmek; zaman istemiyor, para istemiyor, mantık gerekmiyor," dedim. "Yürek istiyor yürek. Var mı sende?" cıkcıkladım onu baştan aşağıya incelerken. "Hiç göremiyorum. Aynısını sen de düşüyor olmalısın."

"Ayrılan ben olmadığıma göre," diye yanıtladı.

Uzun uzun konuşmalarıma kısa ve net cevaplar veriyor olmasına ayrı bir ayardım ama, "Bana yüreksiz mi dedin sen?" diye de sormuştum. Kadehimi sertçe kavramış, bir yudum almıştım. "Yüreksiz ha..."

"Ben demedim, sen dedin."

Kaşlarımı çattım, yani biraz daha.

Nefesini bırakıp pencere önünde duran kanepeye ilerledi. Onu gözlerimle takip ediyordum, her hareketini inceliyordum. En sonunda telefonunu almak için eğildiğinde gözleri gözlerimi bulmuştu. "Hani sezen Aksu, bu kızı yeniden büyütmeliyim diyor ya..." doğruldu doğrulamasına da hala yüzüme bakıyordu. "E senin de dokuz yaşından sonra bir düzenin olmamış, oradan oraya, serseri gibi büyümüşsün. Halide Hanım da tahammül edememiş... O yüzden aynı reçeteden diyorum. Eşek kadar olmuşsun ama bir şey olmaz. Görevi üstleniyorum. Bundan sonra benim gözetimim altındasın." Kapıya ilerlerken bakışları hâlâ üzerimdeydi. "Seni gerçekten yeniden büyütmeliyim."

Bakışlarıma eli takıldığında konuşamamıştım. İşaret parmağında bir yüzük vardı. Göze benzeyen bir taşı yüzük yapmıştı. Kehribar rengindeydi. Gözden tek eksiği kirpiksiz oluşu ve beyazının olmayışıydı.

Dün kanepede uyurken dikkatimi çekmiş, bakmıştım. Uyanmasıyla yakalandığım için de kaçamamış, en sonunda merakıma yenik düşerek nereden çıktığını sormuştum. Ben Brezilya'dayken özel olarak yaptırdığını söylemişti.

Enis Altınday'ın odadan çıkmasının üzerine üç dakika kadar zaman geçtiğinde kendimi, elimde kristal bardağımla birlikte pencere önünde bulmuştum.

Çok havalı giyinmiştim ama nereye gideceğimi, neden böyle hazırlandığımı sormayı bırak, yüzünde meraka dair en ufak bir kırıntının kırıntısını bile görememiştim. Düşündüğümü yapmadığından, eylemlerimin boşa çıkmasının verdiği sinirle, kapıdan çıktığını gördüğüm ilk an kristal bardağı camdan dışarıya çıkarıp kafasına, kara kara saçlarına gelecek şekilde, bardağın içindeki sütü aşağıya döktüm.

Sütün aşağıya düşüş hızı Enis Altınday'ın adım atmasıyla aynı saniye içinde olmadığı için maalesef ki ve maalesef süt, düşündüğüm gibi kara kara saçlarına değil, yere dökülmüştü. Ancak çıkan ses Enis Altınday'ın dikkatini çektiği için dönüp bakmış, sonra da bir anlam veremeyerek bakışlarını benim olduğum pencereye çevirmişti. Anında kaşları çatılmıştı ancak ben geri adım atmak yerine bardağı pervaza sertçe bıraktığım gibi kollarımı göğsümde bağlamış, dik dik bakmayı sürdürmüştüm.

O da havasını hiç bozmayıp gözlüklerini gözlerine taktı ve Şahin abinin önünde beklediği arabaya ilerledi.

İki gün önce...

Enis Altınday'ın tuğlaları bir bir balyoz darbesiyle yıkması yüzünden Serter'le olan tartışmamız son bulurken, içime korku salınmıştı. Bari çok şey yapmasa diye düşünürken tuğlaların hepsini aşağıya indirmiş, aramızdaki tek duvarı da yok etmişti.

Yorgunluktan dolayı göğsü bir inip bir kalkıyordu ancak ben zeytin yağının üste çıktığı gibi çatık kaşlarından ve sert ifadesinden korktuğumu belli etmek yerine kollarımı göğsümde topladım ve en az onun kadar sinirli görünmeye çalıştım. O ise düşündüğüm gibi içeriye girip bizi duvardan duvara vurmak ya da pencereden kaldırıp atmak yerine balyozu atar gibi önüne bırakıp geriye çekildi ve yürümeye başladı.

Gidiyordu!

Gi-di-yor-du.

Ortadan kaybolduğunda gerçekten gitmişti!

"Of," dedi Serter. Hâlâ Altınday'ın arkasından bakıyordu. "Kuş düşündüğümden daha çok sinirli."

Elimin tersiyle karnına vurmamla acıyla bükülüp geri geri gitti ve en sonunda da yatağın demirleri üzerine yığdığımız kıyafetlerin üzerine kendini bıraktı.

Janset olayının kapandığını düşünüyorsa yanılıyordu efendim!

Şimdi ki zaman...

Yanımda bir adet Serter Altu beraberinde Ateş Altında'yın odasının önünde dururken; ben kahverengi deri elbisemin üzerine giyindim kabanımı arkama atacak şekilde bir elimi bel boşluğuma yaslamış, diğeriyle de avcumu duvara kapatmıştım. O ise siyah, kahverengi karışık tüyleri olan büyük kürkü, boynunda kolyeleri, kulaklarında küpeleri, parmaklarında yüzükleri ve siyah cam gözlükleriyle sırtını duvara yaslamış, sessiz sessiz sakız çiğniyordu.

Kapı bir zaman sonra açıldığında Ateş bizi karşısında gördüğü için şaşırdı ama, "Rebena," da demişti. Bakışları yana kaydı."Ve sen!"

Serter artık Ateş'in yüzüne bakarak sakızını çiğniyordu.

Ateş ikimize birden bakmaya başladı. "Ne bu kılıklar? Gözlüklere bak, zannedersin içeride güneş tutulması var."

Elimi belimden ayırıp gözlüklerimi az biraz aşağıya indirdim. "Bizi dışarıya çıkar."

Ateş, kaşlarını çattı. "Anlayamadım." Elini kapıya yasladı. "Birinci dereceden suçlu sen, bir daha söyle bunu bakayım."

"Ben ve Serter evde çok sıkılıyoruz," dedim. "Bizi dışarıya çıkar. Gezdir falan. Sonra da geri döneriz."

Nefes alıp verdi ama elini kapıdan uzaklaştırdığında da gözlüklerimi burnum üzerinden alıp, "Okula gideceğim," dedi. Bu defa kapıya yasladığı omzu olmuştu. "Başka zaman artık." Gözlükleri incelemeyi bırakıp gözlerine taktı ve odanın içini incelemeye başladı. "O da canım isterse tabii." Gözlüklü gözleriyle yüzüme baktı. "Yakıştı değil mi? Büyük sevmem ama oldu sanki."

Gözlüklerimi aldığım gibi ifadesi dağıldı, kaşları çatıldı.

"Biz okula götürsün o zaman," dedi Serter. "Birkaç ergenle takılmak kulağa eğlenceli geliyor."

Ateş alayla güldü. "Yalnız, o birkaç ergen dediklerin senden sadece iki üç yaş küçükler."

"Ben paçayı birkaç yıl erken büyük olmakla kurtarmışım desene," dedi Serter. Pembe sakızını şişirip Ateş'in yüzüne doğru patlattığında ise küçük bir parçası Ateş'in elmacık kemiğinin üzerine konmuştu. Ateş'in elmacık kemiğinin üzerine bakmaya çalışmasıyla, "Ateş oğlan," diye Serter dalgaya vurmaya başladı. "Saçların siyah değil de kızıl olmalıydı. Boyayım ister misin?"

Ateş göz devirdi ama bunu yaparken elmacık kemiği üzerindeki sakızı da temizlemişti.

"Hadi Ateş," dedim. "Bizi okula götür işte. Arkadaşlarınızla beraber bir gün okulu ekseniz kimse ölmez."

"O da," derken gözleri Serter'i işaret ediyordu. "O da mı geliyor?"

Serter de sanki yanında yöresinde biri varmış gibi davranıyordu. Her ne kadar etrafına bakınsa da aslında kendisinden bahsedildiğini çok iyi biliyordu.

"Tabii ki de," dedim. Enis Altınday'ın peşimden koşması için daha iyi bir şey elimde yoktu. Maalesef... "Daha önce dediğim gibi; Serter giderse, ben yokum, ben de giderim. Arkama bakmadan."

İki gün önce...

"Dün geceden beri karımla ne yapıyorsun lan?!" diye sorduğumda, Serter Altu denen adamın yakalarına yapışmış, sırtını asansörün kapalı kapısına vurmuştum. "Öldüreyim mi şimdi ben seni?"

"Allah belamı versin ki sadece Pepe izleyip durduk," dedi. Elinde tuttuğu çilekli sütü de vardı. Çilekli sütün Rebena'ya gittiğinden çok emindim. "İki gözüm önüme aksın! Kanepede uyumaktan belimi doğrultamıyorum."

"Yalan söyleme!" diye sırtını bir daha asansör kapısına vurdum.

"Yemin ederim yalan söylemiyorum."

"Pepe demek?"

"Bir ara Disney prenseslerini de izledik ama. Sonra o uykuya dalınca ben telefonu çekip elinden aldım."

"Üzerindeki bornoz ya?"

"Banyo yaptı," dedi. Kaşlarımı çatmamla, "Kapıdan uzak bir yerde duruyordum," diye devam etti. "Hani gardırobun karşısında yeşil, deri bir kanepe daha var ya, işte orada."

Yakalarını bıraktığımda omuzlarını düzeltir gibi yaptım. "Brezilya konusunda yardımcı olduğun için bu defa affedildin." Omuzlarını sıkıca tuttum. "Benim söylediklerimi duymana rağmen karımı kaçırmana karşılık."

Gülümsemeye çalıştı ama çok da becerikli olduğu söylenilmezdi.

"Ama," dedim dikkatle. "Olur da ikinci ters bir davranışta bulunursan, işte o zaman karşında seninle çoktan ödeşmiş bir adam bulursun."

Şimdiki Zaman...

Bileğimin içindeki üç tırnak izi hâlâ duruyordu. Yalnız pençe izi gibi bir görüntüsü vardı. Yara iki gün önceki kadar derin değil, çoktan kabuk bağlamıştı ama benim etrafını siyah bir kalemle çizgilerinin etrafından gitmemle tam bir sanat eserine dönüşmüştü. Kolumun fotoğrafını elbette çekmiştim ama ne olur ne olmaz diye etrafından kalemle de gitmiştim. Dövmesini yaptıracaktım, yara tamamen kaybolur kaybolmaz.

Duyduğum ıslık sesinden hemen sonra, "Okula bak," dedi Serter hayranlıkla. Benim de bakışlarımın bileğimin üzerinden kalkmasına sebep olmuştu. "Vay be," dedi okulu incelemeye devam ederek. Ortamızda duran Ateş oğlana omzu üzerinden bakarak, "Bizi okul diye saraya getirmiş olmayasın sen?" diye sordu.

Ateş gülerek bakışlarını okulun büyük pencereleri duvarlarına çevirdiğinde Serter de sakızını çiğnemeye devam etti.

"Girelim mi?" diye sordu Ateş. "Bizimkiler şimdi kahvesini içiyordur."

"Gidelim," dedim ve hepsinden önce yürümeye başladım. Onlar da beni takip ediyorlardı ancak Serter yanından geçtiğimiz kızlara göz de kırpıyordu, gözlüklerini burnu üzerine indirip onlara gülümsüyordu da, sakızını çiğnemeyi bırakmıyordu da.

Ve, bir de, bizi, arkadan, takip, eden, koruma, ordusu da, vardı, tabii... Bu da herkesin bakışlarının üzerimize çevrilmesine sebep oluyordu.

Dün gece...

Kapının açılmasının hemen ardından sertçe çarpmasıyla yatağa girme eylemim yarım kalınca duvarın arkasından kimin geleceğini beklerken Enis Altınday'ı görmem uzun sürmedi.

Keskin bakışları odanın içinde gezindi ama beni fark ettiğinde gözleri direkt üzerime çevrildi. "Bu Serter denen yılışık daha burada kalacak mı?"

"Neden ki?" diye sordum. "Adam o kadar bize yardım etti, ne var üç beş gün kalsa?"

Sinirle kahkaha attı.

"Nankör," demeden edemedim. Kollarım da göğsümde toplanmışlardı. "O olmasaydı sen hala beni arıyor olurdun tamam mı?"

"O zaman söyle kurtarıcına, bir daha onu kız kardeşimle görmeyeceğim." Öfkeyle gardıroba ilerledi.

"O ne demek ya?" diye sorarak yavaşça arkasından ilerledim.

Cevap vermedi. Kendine kıyafet seçiyordu.

"Cevap versene," dedim odanın ortasında durarak.

"En'e bulaşıyor," dedi hem kıyafet arayarak hem de omzu üzerinden bana bakarak. "Misafirse misafirliğini bilsin. Ses çıkarmıyorsam Brezilya'da yardım etti diye. Ama söyleyeyim, şansını fazla zorlarsa kendini pencereden süzülürken bulur. Yavaşça da değil."

Kollarım yeniden göğsümde toplanmışlardı. "En de karşılık vermesin o zaman."

Sinirle güldü ama bir yandan gömleğinin tüm düğmelerini açıp omuzlarından da sıyırdı.

Torba torba kas bağlamış teninden gözlerimi çekmeyi başardığımda ona arkamı döndüm.

"Sanki En bir tane çaksa, Serter bir daha ona yanaşabilecek," diye söylenmeye devam ettim.

"Onu bunu bilmem," dedi. Sanırım pantolonunu çıkarıyordu. "Kardeşime iki metre uzak olacak. Her zaman."

Göz devirdim. "Yarın uyarırım. Bir daha yapmaz."

Alayla güldüğünü işittim. "Tamam, annesi."

Sinirle ona döndüğümde başından aşağıya indirdiği tişörtüyle beraber karın kaslarını gördüm ama bu çok kısa sürdü çünkü tişörtü çoktan tenini kaplamıştı bile.

Bana baktığını fark etmemle hızlıca kendimi toparladım. "Bana baksana sen," dedim kollarımı yeniden göğsümde toparlayarak. "Uyaracağım diyorum işte, daha ne istiyorsun?"

Elleri eşofmanının cebinde karşıma kadar geldi. "Buradan defolup gitmesini."

"Birkaç gün misafir etmek istediğimi söylemiştim sana."

"Sen ve o," dedi olan tüm kibriyle. "Birbirinizden hiçbir farkınız yok. İkinize de sinir oluyorum."

Karşımdan ayrılıp kanepeye ilerlese bile, "Sen beni tanımıyorsun bile be!" demeden edemedim. "Sen beni ne kadar tanıyorsun ki bu kadar kesin konuşabiliyorsun?!" bana yüzünü dönünce çekinmiş olsam bile ne dik dik bakmayı bıraktım ne de konuşmayı. "Birkaç gün beraber vakit geçirdik, öpüştük diye birbirimizi hemen tanıyor mu olduk?"

"Sinirden elinin ayağının buz kestiğini, titrediğini bilecek kadar seni iyi tanıyorum Rebena," dedi. "Çok kırıldığında ne söyleyeceğini bilmediğini, oradan sessiz sessiz ayrıldığını bilecek kadar çok iyi tanıyorum. Gururundan ölecek kadar olduğunu bilecek kadar çok iyi tanıyorum seni. Çilek yemeği çok sevdiğinden garip limonlu çekirdek alışkanlıklarına ve hata bala olan alerjine kadar... Seni yeteri kadar iyi tanıyor muymuşum?"

Bunları bilmesine şaşıramıyordum maalesef, birlikte epey vakit geçirmiştik. Janset'le kavga edip evi terk ettiğimde kapıda beni karşılamıştı, sonra da İlhan gelmişti zaten. Beni ve İlteriş'i ofisinde yüz yüze getirdiğinde ona tokat atmadan önce ellerini tutmuştum. Çilek aşkım ve limonlu çekirdek alışkanlıklarım Kocaeli'de öğrendiği detaylardı. Ama bala olan alerjim... Bunu nasıl bilebilirdi? Ben söylediğimi hatırlamıyordum.

"Ama sen?" dedi. "Asıl beni hiç tanımayan, hakkımda hiçbir fikri olmayan sensin. Eğer olsaydı güvenimi kırmak istemezdin. Restoran basıp, sana güvenerek teslim ettiğim sırrımı ortaya çıkarmazdın." Kanepe üzerinde duran yastığını ve örtüsünü düzeltti. "Beni gerçekten tanımış olsaydın, hakkımda en ufak bir fikre sahip olsaydın, benden bu kadar kolay ayrılmanı affetmeyeceğimi bilirdin."

Sertçe soluyor, ne diyeceğimi bilemiyordum. O ise kanepeye uzanıp üstünü örttü, bir kolunu başı altına, diğerini de karnı üzerine bıraktı.

"Oh, canıma değsin," dedim yatağa ilerleyerek. "Çok güzel yaptım. İyi ki de yaptım. Az bile sana."

"Çocuk çocuk davranma da uyu," dedi yüzüme bakmadan.

"Sensin çocuk!" diyerek yatağa girdim. "Hem beni aldat hem de zeytin yağı gibi üste çık! Yok ya! Eşeğin mi var senin?"

Değil cevap vermek, yüzüme bile bakmadı. O gece neden Alev ve babasıyla buluşmuştu öğrenmem gerekiyordu ama o her defasında imamı duymuyormuş gibi sessiz kalıyordu. Çatlayacaktım resmen ya! O gece neden beraberlerdi? Hiç suçu yokmuş gibi mahcup da değildi üstelik! En az benim kadar haklı olduğunu düşünüyordu ve bir an olsun geri adım atmıyordu. Sanki tek suçlu benmişim gibi davranıyordu, kendi yaptığına kabahat aramıyordu.

"Bence ayrılmamız çok iyi oldu," dediğimde tavanı izliyordum. "Birlikte olmayı istememiz bir karardı zaten."

İnat etmişti bir kere. Ne yüzüme bakıyordu ne de benimle konuşuyordu. Tek bildiği; pencereden görünen bir parça karanlık, az yıldızlı, bol bulutlu göğe bakmak, düşünceli durmak... Ve suzartsızdı da. En az benim kadar mutsuz...

"Tanımadan tanımadan hemen sevgili olunduğu nerede görülmüş," diye söylenmeyi bırakmadım. "Sonra sonunda böyle olunur işte."

Ses gelmesini bekledim ama gelmedi. Sanırım artık hep böyle olacaktı. O bir yabancı rolü oynayacak, ben de kendimi her yerde fazlalık gibi hissetmeye devam edecektim.

Acaba aynı gecede hem mekan basarak, hem sırrını ifşa ederek, hem de ondan ayrılarak -çok basit bir şeymiş gibi ayrılarak- tüm uyarılarına rağmen Serter'le giderek fazla mı abartmıştım?

O zaman zeytin yağı o değil, ben oluyordum. Öyle mi?

Ağlamaya başlamıştım! O bunu duymuş, başını yavaşça çevirir gibi olmuştu ama benim ona sırtımı dönmemin hemen ardından o da sırtını dönmüştü. Ben zaten onun ilgisini çekmek için ağlamıyordum, sadece yoğun yaşadığım hislerime karşı koyamamış, ne kadar çok sessiz olmayı denesem de anlamıştı. Ama sırtını dönmüştü!

Yaptığı gurur muydu yoksa sadece bana olan siniri miydi bilmiyordum ancak ben onu haklı falan bulmuyordum. Kapımda yatacaktı da haberi yoktu! O zaman çok görürdü beni. Kapıyı biraz, çok ama çok azıcık bile aralayıp, parmağımı bile göstermeyecektim.

Eski hayatımı geri istiyordum demek isterdim ancak bu mümkün değildi. Orada bile yalnızdım, hep özlem çekiyordum, kendime yabancılaştırılmıştım. Ama en azından kendi evim vardı. Dolabından çekinerek bir şey aldığım olmuyordu. Odamdan dışarıya çıkmadan önce kimseyle karşılaşma korkusu yaşamıyordum. Olduğum yeri sorgulamıyordum bir kere. Belki de tüm bu oyunları boş verip, Enis'ten boşanıp, eski hayatıma geri dönmeli ve kendi evime gitmeliydim.

İlhan da Allah'tan belasını bulsaydı.

Bulurdu yani! İnşallah! Ben hep onun yüzünden bu haldeydim.

Arkama bakmadan kaçıp gideceğim gün, kimse önümde durmaya cesaret edemeyecekti. Ne kadar sabrım kalmıştı bilmiyordum.

Şimdiki Zaman...

"Ay oha!" diye Binnur kolumu tuttuğunda, Altınday'ın tırnak izlerine bakıyor, yaranın etrafını çizdiğim siyah kalemin üzerinde parmağını gezdiriyordu. "Çok hoş bu." Biraz daha yakından incelemesiyle yüzünü kaldırdı, hafiften çatılmış kaşlarını gösterdi. "Yara bu ama. Dövme zannetmiştim."

"Evdeki kedimin eseri," deyip kolumu ondan aldım. "Baktım çok asil duruyor, yakışmış da, e dedim neden dövmesini yaptırmıyorum? Haksız mıyım sence de?"

Ateş'in dört kız arkadaşı ve üç de erkek arkadaşı kendi aralarında güldüğünde, Serter de, "Ha ha ha," diye gülüyordu, ama neyse ki kimse de anlamıyordu. Enis Altınday'a kedi demiş olmam ona farklı bir gülümseme kazandırmıştı. "Senin kedin öyle asabi midir bakayım?" diye elini yüzüme yavaşça savurarak sordu. "Böyle dev tırnaklı kedi de görmedim yahu."

Ateş, kaşları çatık bir vaziyette yalıda kedi olup olmadığını sorguluyordu.

"Var ya," dedim Serter'e. "Hatta sen kalkıp onun kız kardeşini sevmeye kalktın da yan kanepeden uçup kafana kondu."

Serter gülmedi ama etrafımdaki Ateş oğlanın arkadaşları kahkahalara boğuldular. O kadar da gülünecek ne varsa...

"Kediye de bak sen," diyen Fahri oldu. "Zannedersin kartal."

Kolumdaki pençe izlerini gösterdim. "Bence tam bir kaplan."

"Baksanıza," diyen başkası oldu. Sanırım adı Nimet'ti. "Derse geç kalıyoruz. Hadi kalkmıyor muyuz?"

Serter anında omuzlarını dikleştirdi. "Aaa, bak şimdi hiç olmadı." Bakışlarını Memati'ye çevirdi. "Hani beni ilk gördüğünde foto çekildin, insta attın..." İbrâhim'e baktı. "Hani bana bayılıyordun?" Özcan'a baktı. "Hani çok sevmiştin beni?" Ateş oğlanı es geçmeye karar verdiğinde Muazzez'e baktı ve kızın güzelliği karşısında kayıtsız kalmayınca Ateş'e çattığı kaşlarını düzeltti. "Hani beni sevmiştin?"

"Yani?" dediler hep birlikte.

"O kadar masanıza oturmuşuz," Serter gururlu bir ifadeyle yakalarını düzeltip geriye çekildi. "Bırakın dersi de dışarıya çıkalım. Eğlenelim, coşalım..."

Ateş bıkkın bir tavırla göz devirdi.

"Aslında hiç fena olmaz," dedi Muazzez. Sarı saçlarını arkasına aldığında gülümseyen mavilerini yüzüme çevirdi. "Bir günden bir şey olmaz."

"Bence de," Nimet de onay verir vermez elinde beklettiği kahvesini dudaklarına götürdü.

Erkek takımı birbirine baktığında, "Karar verilmiştir o zaman," dedim. "Okuldan çıkıyoruz."

"Ben Neva'ya haber vereyim." Memati heyecanla telefonuna sarıldı. Okulu ekme fikrini herkesten çok sevmişti anlaşılan. "O da gelsin öyle çıkarız."

Ateş'le göz göze geldiğimizde yüzü düşmüştü. O yemek gecesini hatırlıyordu tabii.

Çok kısa bir sürenin ardından, "Aa," dedi Memati. Ekrandaki bakışlarını kaldırıp, "Mesajı gördü ama cevap vermedi," diye ekledi.

Masada şaşkınlık havası esince, "Ateş," diye soran Binnur oldu. "Siz kavga ettiniz, değil mi?"

"Kiminle?" diye şaşırdı Ateş.

"Kiminle olacak canım? Neva'yla." diye yanıtladı Binnur. "Birkaç gündür senin adın geçtiğinde böyle rahatsız oluyor, yorum yapmadan sessiz kalıyor, seni görünce de kaçıp gidiyor."

"Anlamadım," dedi Ateş. "Biz onunla hiç karşılaşmıyoruz ki... Ne kaçmasından bahsediyorsun sen?"

Binnur sıkılgan bir ifadeyle göz devirirken, konuşmaya başlayan Memati oldu: "Seni gördüğü gibi basbayağı da ortadan kayboluyor. Biz çoktan bir problem olduğunu anladık da halledersiniz diye araya girmedik."

Ateş bir süre düşünceli bakışlarıyla masada kaldı ama bir süre sonra bana bakınca benim düşündüklerimin aynısını düşündü. Muhtemelen Neva okulda Neşe'den de kaçıyordu. O yemekte söylediklerimden sonra bir daha yüzlerine bakamamıştır.

"Ben geliyorum," deyip masadan ayaklandı Ateş. "Onu getiririm."

"Sevgili mi bunlar?" diye masadakilere sordu Serter. "Ateş oğlan ve soğuk nevale yani?"

"Hayır," diye sesler yükseldi. "Sadece arkadaşlar."

Koltuğumdan kalktığımda bir süre Ateş'in arkasından yürüdüm ama hızlı adımlarına yetişip kolundan tutup onu durdurduğumda artık karşısındaydım.

"Rebena," diye şaşırdı. "Ne oldu?"

"Neva'yla yan yana kalmak isteyeceğimi düşünmüyorsun herhalde?" diye sordum. "O varsa ben yokum."

Dudakları gülümsemekle kıvrıldı ama bu şaşkınlık doluydu. "O benim arkadaşım. Senden önce olan arkadaşım. Seni hiç tanımazken, o en iyi tanıdığım arkadaşım. Bana tercih yap mı diye soruyorsun?"

Tepkisine şaşırmadım. Gerçek bağlılıklar arasında olması gereken bir tavırdı.

"Hayır," dedim. "Buna hakkım yok. Sadece basına servis ettiği haberlere rağmen onu affedemem, yan yana olmak istemediğimi de senin anlaman gerekiyor. Onunla arkadaşlığını bitir demiyorum, sadece beni onunla yan yana getiremezsin diyorum."

"A-anlamadım," diye gözlerini kıstı. "Basına servis ettiği haberler derken?"

"Dayın ve yengenin evinde yediğimiz yemekten sonra o haberler basına nasıl sızdı zannediyorsun?" diye sordum. "Neva bilgisayar faresi tamam mı? Geçmişi kurcalamak, istediğini almak, iki saatini bile almamıştır."

"Hayır," dedi yavaşça. "Neva senin düşündüğün gibi biri değil. Evet; sert, kaba, asabi biri ama kötü bir insan değil."

Kollarımı göğsümde toplamıştım. "Cidden mi? Gidip sorsana o zaman? Neden doğruyu kendin öğrenmiyorsun?"

Cevap veremedi. Ama şüphe bir kere gözlerine düşmüştü bir kere.

"Ateş," dedim dikkatle. "Neva bir Alarçin olduktan sonra senin söylediğin biri oldu. Bu mecburiyet ona dayatıldı. Annemi bıçaklayan, hırsızlık yapan, soyguna karışan, yüzlerce suç dosyası olan ve soygunda bazı insanların ölümüne sebep olan birinden bahsetmem yalan değil, gerçeğin de en gerçeği. Sence, o gece çok iyi bir insan olmaya devam mı etti yoksa eski özüne dönüp beni cezalandırmak mı istedi? O, maddeye bağımlı olduğu gibi yalana da bağımlı bir insandı tamam mı? İnsanları kandırmak onun işi, üstüne yok... Seni kandırması iki saniyesini almaz." Aramızda sessizlik oluşmuştu. Daha fazla konuşmamıştım, ne cevap vereceğini bilemiyordu. "Şimdi anladın mı beni?"

Sessiz kalmaya devam ettiğinde sorguladığını ve beni anlamaya çalıştığını biliyordum.

"Neva!" diye bir ses yükselince, Ateş'le beraber, az önce kalktığımız masada Binnur'un ayaklandığını ve çıkış tarafına diğerleriyle beraber baktığını gördük. "Nereye gidiyorsun? Gelsene yanımıza!"

Kapıya ilerlemeye devam eden Neva masaya daha fazla bakmayıp bakışlarını bize çevirdi. Önce benimle, sonra da Ateş'le göz göze geldi. Ama bize de daha fazla bakmadığında yüzünü çevirdi ve hızlı adımlarla yürümeye devam etti.

"Neva!" diye bir daha seslendi Binnur. Ancak o durmadı.

Ateş karşımdan ayrılıp arkasından gitmek istedi lakin üç adımdan sonra yürümeyi bırakıp bana bakmaya başladı. "Sen hak ettin Rebena. Onu suçlamayacağım. O bağımlı, hırsız, katil, yalancı hâlâ benim arkadaşım. Ne istiyorsun bilmiyorum ama ondan vazgeçmeyeceğim. Geçmişini ortaya çıkarmakla seni cezalandırdıysa sen gerçekten hak ettin."

Arkasını dönüp gittiğinde sinirle soluyordum ama Ateş'in arkasından bakmayı bırakmadım da. Ateş çoktan dışarıya çıkıp koşar adımlarla merdivenleri indi. Neva'nın arkasından hem seslenerek hem de koşarak ilerlemesine rağmen Neva çoktan kırmızı lüks arabasına binmiş, çalıştırmıştı bile.

Ateş, arabanın yanına ulaştığı gibi ön kapıyı açmak için zorladı fakat açılmamasından anlıyordum ki kitlenmişti. Zaten Neva da beklemeden önce Ateş'in yanından sonra da okul bahçesinden ayrılmıştı.

Ateş, bir arkadaşa rağmen arabanın arkasından fazla anlamlı bakıyordu. Bu yoğun duygular bir arkadaş için fazla gereksizdi.

🌠

"Bunlar ne biçim zengin çocukları ya?" diye sordu Serter. "Binnur, Muazzez, Memati, Nimet, Özcan..."

"Değil mi ya," dedim. Sırtımızı bar tezgahına yaslamış, dans eden Ateş oğlanın arkadaşlarına bakıyorduk. Bakışlarımın odağında elindeki kadehiyle ve sevgilisi Memati'yle dans eden Muazzez takılınca, "Mavi gözlü, sarışın Muazzez mi olurmuş?" diye sordum.

Serter de tam olarak onlara bakıyordu. "Ben hayatımda böyle seksi bir Muazzez'le, Memati'yle karşılaşmadım."

"Nimet de güzel ama," dedim tam da ismin sahibini incelerken. "Boy, endam... Adı dışında her şeyiyle ilgi çekiyor valla."

Serter gözlüklerini aşağıya indirdiğinde bakışları tam olarak Nimet'in üzerindeydi. Nimet kollarını bir adamın boynuna dolamış, ona bir şeyler fısıldarken üzerindeki bakışlarımızdan habersizdi, hatta Serter'in ona bakmaya devam ederek sakız patlattığını bile duymadı.

"Muazzez kadar güzel değil," dedi Serter. Gözlüklerini bırakıp bakışlarını gözlerime çevirdi. "Dans ettiği adamla birazdan tuvalete giderler benden söylemesi." Gözlerini kıstı. "Yangın kokusu alıyorum."

"Bize ne?" diyerek omuzlarımı silkeledim. Biraz daha etrafa bakındığımda Ateş'i gördüm. Karşısındaki Şahin abiydi, sanırım bir şey konuşuyorlardı.

"Biz niye dans etmiyoruz?" diye sordu Serter. "Geldiğimizden beri hiç eğlenmedik, hep buradayız. Baloya tek başına katılan saplar gibi."

"Keyfim yok, istemiyorum," dedim.

"E o zaman neden geldik ki?" kol dirseklerini tezgahtan uzaklaştırıp tabureye oturduğunda yarım kalan bardağını kafasına dikti ve adama uzattı. "Beni de o kadar gazladın, giyindirdin..."

"Senin gazlanasın varmış," dediğinde pozisyonumu bozmadan ileriye bakmaya devam ediyordum. "Ben eğlenmek için çıkalım dedim, şakır şakır giyinen sensin."

Kendi kendine güldü. Kadehi önüne gelince de bardağını eline aldı. "Dediğin gibi eğleniyor olsaydık bari."

"Seni tutan yok," dedim. Pozisyonumu bozup tabureye oturduğumda bardağımı alıp suyumu yavaş yavaş içmeye başladım. "Hem arkadaşsız da değilsin. Ateş'in arkadaşları ünlü gördüler diye çok sevindir, piste gitsen, hepsi etrafına toplanacaktır." Bakışlarıma yeni tanıştığı adamla flört eden Nimet takılınca, "Hem," dedim ama yeniden Serter'e bakmıştım da. "Nimet bile o adamı bırakıp yanına gelir."

Omzu üzerinden arkasına bakınca hem gözlükleriyle hem de içerideki karanlık yüzünden Nimet'i nasıl seçebiliyordu bilmiyordum ama dudaklarında oluşan çapkın gülüşü seçebilmiştim. Az sonra önüne döndü, kadehindeki tüm içkiyi içti, gözlüklerini çıkarıp saçlarımın üstüne bıraktı ve taburesinden inmeden önce, "Ben Nimet'i değil, Muazzez'i istiyorum," dedi. Anında kaşlarımı çattım. "Elimi uzattığım gibi aldıklarım değil, elimi attığım gibi alamadığım, uzanmam gerekenler daha çok eğlendiriyor beni." bakışlarını Muazzez'in üzerinden alıp yüzüme çevirdi. "Ve hatta daha fazlasını yapmam gerekenler ilgimi çekiyor." Gözlerini kıstı. "Adeta ruhumu kamçılıyor, bana çok zevk veriyor."

Bu yüzden mi inatla Janset'ti?

Tam, gitme, sevgilisiyle dans ediyor, eninde sonunda dayak yiyeceksin, güzel yüzüne yazık, değmez, saçmalama, mal mısın sen, hayvan herif, ayıp değil mi, hiç yakışıyor mu sana diyecektim ki elimi koluna uzatmakla kalmış, çoktan gitmişti. Benim de ne çok diyesim varmış... İyi ki gitmişti de beni yormamıştı.

Arkasından gitmek istedim ama Ateş yanıma gelince taburemden inemedim.

"Hey," dedim. "O yüz ifaden de ne?"

Telefonunu uzattığında ekranı açıktı. Elinden aldığımda, "Abim," dedi. "Seninle konuşacak."

Nefes alıp verince Ateş çoktan karşımdan ayrılmıştı.

Önüme döndüğünde ABİM diye kayıtlı olan numaraya mesaj attım.

"Evet, benim. Rebene, Reben, Rebena, Rebeney, Rebeneyyyyy."

Sadece iki saniyenin ardından mesajını gördü ve hemen yanıt yazmaya koyuldu.

"Sen, Rebene, Reben, Rebena, Rebeney, Rebeneyyyyy, ne halt karıştırıyorsun?"

"Halt, derken?"

"Ateş'in ve arkadaşlarının dersinde olması gerekirken güpegündüz vakti onları içki içirmeye nasıl zorlarsın?"

"Zorlamak mı? Ha ha ha. Ne komiksin sen be! Biz teklif ettik onlar da kabul etti! Kimsenin kimseyi zorla getirdiği yok."

"Siz... Sen ve o yılışık. Tabii ya."

"Neyse ne! Hemen eve dönüyorsun! Hemen!"

"Ben senden ayrıldım, sen bana hesap soramazsın. Ben senin neden süslenip evden kim için çıktığını sormuyorsam, gittiğin yeri de bulup basmıyorsam, sen de yapamazsın! O kadar!"

"Benim boş işlerle uğraştığım yok Rebena. Senin aksine gerçekten meşgulüm. Çok canın sıkıldıysa Seyit, Aslım, Zühre'nin yanına gidebilir ya da onları yanına çağırabilir, beraber evde veya dışarıda zaman öldürebilirdin. Dikkatleri üzerine çekmek için Ateş'in okuluna gitmene hiç gerek yoktu."

Bu adam niye bu kadar zekiydi? Çocukken o, balığı çok sever ve sık sık yerdi, ben ise nefret eder, ağzıma vurmazdım, büyüdüğümde anca sevmiştim. Ondan böyle olmuştu.

"Dikkat çektiğim falan yok. Canın ne istiyorsa onu düşün!"

Nerede, kiminle olduğunu öğrenmek için görüntülü aradım ama hemen reddedildim.

"Eve dön!"

"Canım istediği zaman!"

Bir dakika, iki dakika, hatta üç dakika boyunca cevap yazmasını bekledim ama son mesajım karşılıksız kalmıştı.

Nimet'in yanıma geldiğini fark ettiğimde ise ekranı kapatmış, telefonu da önüme bırakmıştım.

"Merhaba," dedi soluk soluğa. Barmene döndü. "Bana yumuşak içimlik verir misin?" barmenden onay aldığında bakışlarını yüzüme çevirdi. "Neden bize katılmıyorsun? Burada yalnız oturuyorsun."

"Birazdan gelirim," dedim bahaneyle. Ruhum sürülürken bedenimin eğlenecek hali yoktu. "Sen bayağı eğleniyor görüyorsun."

Bakışları kısa bir an localardan birine kaydı. "Sanırım bu defa olacak." Gözlerini yüzüme çevirdi. "Biriyle tanıştım da... Bayağı eğlenceli, hoş... Sevdim yani. Buradan yalnız çıkmayacağım sanırım."

"Senin adına sevindim."

"Teşekkür ederim."

Tam o an içkisi de önüne gelmiş, bir yudum almıştı. Tabii hemen sonra pantolon cebinden telefonunu da çıkarıp sosyal medyasına da girmişti. Normalde adetim değildi birinin telefonunun ekranında bakışlarımı tutmak, ama ekranda Enis'in yüzünü görünce bakışlarımı da çekemedim.

Nimet hemen geçti tabii ama telefonu elinden çektiğim gibi Leila adlı kızın durumunu yeniden açtım. Bir boğazı gören bir restorandaydılar ve kadın selfie çekmiş, Enis de ekrana gülümseyerek bakmıştı. Durum sadece beş dakika önce paylaşılmıştı.

"Rebena," dedi Nimet. "O kadını tanıyorum. Bir defa yalıya gelmiştik ve o da Enis için gelmişti. Ateş aile dostları ve iş ortaklarından biri olduğunu söylemişti. Kız İranlı, çok da güzel olunca ben de uzun zamandır onu takip ediyorum. Düşündüğün gibi değil yani, merak etme."

Buna inanmıyordum. Kız, fotoğrafı üzerine bir şeyler yazmıştı ama yazılar Arapça olduğu için ne dediğini anlamıyordum. Fakat yazının sonundaki iki siyah kalp sinirlenmeme yetiyordu.

Türkçe yazılmış restoranın ismi ve sonundaki üç adet kalbi görmüştüm. Spago Restaurant & Bar – in Nisantasi Nimet'in telefonunu önüne bırakıp, Ateş'in telefonuyla beraber tabureden indim ve çantamı, montumu aldığım gibi arka kapıya ilerledim. Ön kapıya korumalar yığılı olduğu için oradan yalnız başıma çıkmama imkan yoktu.

Hızlı adımlarla arkaya geçtikten sonra mutfağa girdim ve oradan dışarıya çıkıp taksi aradım. Turist olmadığım için tabii ki de yoktu ama en sonunda biri durup, "Nereye diye sorunca?" kilitli tuttuğu kapının açık penceresi sayesinde İngilizce olarak, "Can you drop me off in Nişantaşı? Please!" diye konuştum.

"Nişantaşı mı?" diye tekrar etti.

"Yes! Please!"

Mesafe kısaydı ve beni taksiye almayacağını biliyordum.

Kilitleri açtı ve ön koltuğa bindim. Sonrasında on dakikada gideceğimiz yere yarım saatte varmış, benden de bol bol para almasını da bilmişti. Dolar görmeyince şaşırdı ama taksiden inmiştim bir kere, ne yapabilirdi ki? On dakikalık yolu bana yarım saate bindirmesine izin vermem benim aptallığım mıydı yoksa her şeyin farkında olduğumu bilememesi onun mu bilemiyordum.

Restorana girdiğimde bir kadın randevum olup olmadığını sordu çünkü randevusuz giremeyeceğimi söyledi. Randevum elbette yoktu ama Enis Altınday'ın adını verince benimle üst kata kadar çıktı ve uzun terasın önünde oturan on üç numaralı masayı gösterdi. Bundan sonra tek başıma ilerledim.

Masanın yanına kadar gitmiş, tam karşılarında durmuştum. Beni fark edince keyifleri kaçtı ama ben kendimi gülmeye zorladığımda, "Merhaba," deyip sessizliği bozdum.

"Rebena," diye ayaklandı Enis. "Ne işin var senin burada?"

"Benim mi, senin mi?"

Bir şey diyecekti ki, "Enis," dedi İranlı kadın. "Bizi tanıştırmayacak mısın?" Türkçe konuşuyordu ama çok zor anlaşılıyordu. Bakışlarını yüzüme çevirdiğinde ise dudaklarını gülümsemesi süslüyordu. "Merhaba." Elini uzattı. "Leila,." Garip olan elini uzatması ya da gülümsemesi değildi, sol parmağında iki metre uzaklıktaki adamın bile fark edeceği kadar büyük tek taşıydı. "Sen de Enis'in eşi olmalısın. Sadece iki dakika önce fotoğrafını gördüm."

Hem evliydi, hem de iki dakika önce Enis Altınday fotoğrafımı göstermişti.

"Kadının elini sık Rebena," diye fısıldadı Enis Altınday. "Ayıp oluyor."

"Rebena Alarçin Altınday," diyerek elini sıktım. Ters köşe olup bozulduğumu belli etmedim elbette. "Tanıştığımıza memnun oldum."

"Ben de," deyip Enis Altınday'ın yanındaki koltuğu işaret etti. "Otur lütfen."

Enis'le kısa bir an bakıştık ama en sonunda ondan icazet beklemeden oturdum. Benim arkamdan o da eski yerine oturup suyuna uzandı.

Hava biraz serin olduğu için montumu çıkarmak yerine çantamı kucağıma aldım.

"Tesedüfen karşılaştınız sanırım?" dedi Leila. "Burada olduğunu bilmiyordum."

"Sürpriz yapmak istedim," dedim. "Enis evden çıkmadan önce burada sizinle birlikte olacağını bana söylemişti." Enis Altınday çatık kaslarıyla beraber bakışlarını yüzüme çevirdi ama ben oralı olmadım. "Gelip sizi görmek istedim."

Leila heyecanla gülümsedi. Uzun, dolgun, kahverengi saçları vardı, gözleri de kahverengiydi, teni ise beyazdan biraz uzak, esmere yakındı, ama tam bir esmer değildi. "Gelmekle çok iyi yaptın," dedi. "Enis benim en iyi dostlarımdan biridir, Türkiye'ye her geldiğimde beni çok iyi ağırlar, onu çok severim, eşiyle tanışmayı çok istiyordum."

İster evli olsun ister olmasın. Altınday'ın bir itibarı vardı ve diken üstünde duran halinden anlıyordum ki sorun çıkaracağımı düşünüp utanmak istemiyordu. Alev'le yaşadığımız o geceden sonra üstelik...

"Teşekkür ederim," dedim. Bu defa gerçekten gülümsüyordum. Buraya sorun çıkarmaya gelmemiştim, Enis Altınday'ın bu yüz ifadesinden sonra pot kırıp da onu utandırmayı asla istemezdim.

"Sen yemek yedin mi?" diye sordu Leila . "Bize katıl istersen."

Enis Altınday'la yine göz göze gelmiştik ama o yüzüme yaklaşıp çatık kaslarıyla bir süre durdu.

"Ne yapıyorsun?" diye sormak zorunda kaldım.

"Alkol kokmuyorsun?"

"Kokmam mı gerekiyordu?"

Fısıltıyla konuştuğumuz için Leila bizi duymuyordu. Zaten o çoktan yemeğine dönmüştü bile.

"Nereden geldiğini biliyorum," dedi. "İçmemişsin?"

"Alkolle pek aram yok," diye yanıtladım. "Binde bir. Sadece su içtim."

Yüzünü geri çekince bakışlarına bu defa bileğim takılmıştı. "O ne?" diye sordu. "Yeni bir dövme mi yaptırdın?"

"Hayır," dedim. "Serter'le gittiğim gece bileğimi tutmuştun da elim avcundan kayıp çıkmıştı. Hatırlamıyor musun?"

"Ben mi yaptım?" diye şaşırdı.

"Tırnak aralarına sıkışmış tenimi fark etmediğini söylemeyeceksin değil mi?"

Kaşları çatık bir vaziyette durmaya devam ettiğinde sorgulamaya devam ediyordu.

"Sen yaptın," dedim. "Bileğimin içindeki izler senin izlerin."

"Neden etrafı kalemle çizili?" diye sordu.

"İşte bu seni hiç ilgilendirmez," dedim. Önündeki bardağını aldığımda ise az önce dudaklarının değdiği yerden su içtim. Leila'nın bize gülmesini işittim ama önemli olan bu değildi; Enis Altınday'ın bakışları gözlerim, dudaklarım ve bardak arasında mekik okuyordu.

"Derdin ne senin?" diye sordu.

"Hiç," dedim çok rahat bir şekilde. "Ne derdim olabilir ki?" sonra, "Bu kızı yeniden büyütmeliyim," diye şarkı söylemeye başladığımda Enis Altınday ilk defa sesimi duymanın şaşkınlığını yaşıyordu. "Kor ateşlerde yürütmeliyim

Değirmenlerde öğütmeliyim

Farkındayım

Farkındayım

Kazanmalı, kaybetmeliyim;

Aşk uğruna harp etmeliyim..."

"Vaov," diye beni alkışlayan Leila oldu. "Rebena! Sesin... Ne kadar da güzel!"

Enis artık şaşkınlıktan daha çok hayranlıkla bakıyordu. Gözlerinin içine baka baka söylediğim şarkıdan ziyade sesimi çok beğenmişti.

"Ne zamandan beri şarkı söylüyorsun?" diye sordu Leila.

"Kendimi bildim bileli söylüyordum," dedim. "Sadece beş yıldır falan söylemiyorum."

"Neden ama?" diye şaşırdı.

Enis Altınday'la göz göze geldiğimizde, "Neden beş yıl sonra sesini ortaya çıkardın ki?" diye sordu. "Ne içindi bu?"

"Özeldi ya da değildi," dedim. "Bunu asla bilemeyeceksin." İlk öpüşmemizde olduğu gibi sadece dalga geçiyordum ama o, kaşlarını çatmıştı.

🌠

Ben, Enis Altınday ve Leila ile geçirdiğimiz güzel dakikalardan sonra üçümüz de hep beraber yalıya gelmiş, şu an da arabadan iniyorduk. Leila otelde kalabileceğini, buna gerek olmadığını söylese de Enis Altınday tatlı tatlı gülümsüyor, gerek olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Leila ise gülümseyerek karşılık vermişti.

İkisinin arkasında kalırken kendimi fazlalık gibi hissetmiştim ama sonra hızlı adımlarımla yanlarına varıp eksikliği tamamlamayı bilmiştim.

Enis Altınday silinen tebessümünün arkasından arkadaşına duyurmadan, "Neden benimle yan yana gelince böcek görmüş gibi surat yapıyorsun?" diye sordu. "Bana kendimi çirkin bir yaratık gibi hissettiriyorsun."

"Sana ne?" dedim. "Beni aldatmış adama az bile."

"Şimdi ben seni kollarımın arasına alsam, senin o sürekli bozulan sinirlerin alt üst olur mu demek istiyorsun?" Burnumdan soluduğumda, bu defa da, "Dur tahmin edeyim," dedi. "Bu defa da canını sıktım." Yüzünde yapma bir gülümseme oluştu. "Bunu denemek için seni kollarımın arasına alacağım. Sınırlarını zorlayıp ne kadar sinirleneceğini merak ediyorum."

"Bok sarılırsın," dedim daha alçak bir sesle. "Sen beni aldattın, bir daha nah görürsün!"

Göz devirmelere doyamadı adeta. Öfleyerek bana döndüğünde ise, "Sus ya," dedi. "Aldatırım aldatmam. Sana ne?"

"Ne demek sana ne ya?" kolundan sertçe tutmuş, onu durdurmuştum. "Ben senin sevgilindim haberin var mı?"

"Var," dedi çok basitçe. "Ne yapayım yani? Sevgililer birbirini aldatmıyor da benim mi haberim yok?"

"Ne diyorsun sen be?" diye sordum. Neredeyse onu yakıp kül edecektim. "Aldatamazsın kardeşim sen beni! Aldatmazsın işte!"

"Aldattım ama!" diye güldü. Burnuma fiske vurmak istedi ama bileğine çaktığım gibi eli arkasına kadar gitti. "Hem de öyle bir aldattım ki canıma değsin!" acısından dolayı elini sıkı sıkı tutuyordu. "Keşke bir daha aldatabilsem."

"Bana bak!" diye bağırıp öfkeyle yakalarına yapıştım. "Seni burada öldürürüm anladın mı?!"

"Öldür de görelim," diye meydan okudu. Ellerimi kavrayıp ittiği gibi aramızda mesafe açılmıştı. "Zannedersin Hulk, beni duvardan duvara vuracak." Alay edercesine gülmeye başladı. "Kızım, senin sinek ısırığı kadar hafif vuruşların anca hava yastıklarının içine girer, bana dokunduğu gibi kırılır." Yüzünü çevirip, "Leila," dedi ama onu bulamayınca kaşlarını çattı. "Gitmiş." Gerçekten de gitmişti. Enis Altınday bakışlarını yüzüme çevirdi. "Allah bilir bizi yine rezil ettin. Pardon, sen zaten rezilsin, orası ayrı bir konu da..."

Sertçe soludum ama o kadar öfkeliydim ki açık kapıdan içeriye girmesini izlememe rağmen tek kelime bile edemeyip, tek yaptığım tırnaklarımı avuçlarıma batırmak oldu.

Onu öldürecektim!

Eve girip, asansörle yukarıya çıkıp, odamıza gidip onu öldürecektim. Ellerim boğazının nefesini kesene kadar üstünden inmeyecektim.

Öfkeyle içeriye girip kapıyı çarparak kapatmamın ardından asansöre gideyim dedim ama önce salondan gelen, "Enis, sen daha önce evlenip boşandın mı?" diyen Leila'nın sesini duydum, sonra da salonun ortasında dikilen Enis Altınday'ı, Alev denen kadını ve diğer aile üyelerini gördüm. Serter gözüne buz tutmuş, kanepede uzanmış ve ağzında yavaşça çiğnediği sakızıyla onları izliyordu. Gözüne ne olmuştu öyle? Ayrıca yüzünün farklı yerlerinde de yaralar vardı.

"Alev!" diye bağıran Enis Altınday'ın sesi sessizliğe balta gibi inmişti. "Ne işin var senin burada?" Enis Altınday hem eski sevgilisinin hem de eski karısının koluna asılmışken Serter'in gözünden daha önemli bir problemimiz olduğunu anlamıştım. "Kes sesini! Defol buradan!"

"Enis!" Leila Enis Altınday'ın kolunu tuttuğu gibi onu itti ve Alev'le aralarına girerek onları birbirinden uzaklaştırdı. "Kendinden daha zayıf bir insana karşı ne kadar kabalaştığının farkında mısın?"

Leila'nın söylediklerinin Enis Altınday için sanki hiçbir önemi yokmuş gibi burnundan solumaya devam etti.

"Enis," diyen Lerzan hanım oldu. O da çok öfkeliydi ama yaşlarla doldurduğu gözlerinden anlıyordum ki kızgınlıktan daha çok kırgındı. "Sen benim evladımsın. Alev'le olan birlikteliğine karşı çıkmamı bırak, kalkıp onunla evlenmişsin." Yaşları dökülürken ağlamaya başlamıştı. "Ben bunu hak edecek ne yaptım?"

Enis, annesinin kırgınlığına içerlenmiş olacaktı ki öfke yavaş yavaş yüzünden silinmeye koyulurken salondaki herkesle tek tek göz göze geldi: İlteriş, Ateş, En, Lerzan hanım, ve hatta sakızını çiğnemeyi bırakan Serter'le bile. Ama bir şey demeyip onlara sırtını, bana yüzünü döndüğünde attığı bir adımla kalakaldı, çünkü beni görmüştü. İşte dağılan ifadesi yeniden sertleşmiş, kaşlarını çatması bir olmuştu. Yürümeye başladığında ise yavaş adımları içime korku salmıştı ama dik durmayı bırakmadım. Zeytin yağı olmanın tam sırasıydı.

Aramızda kısalan her mesafeden sonra biraz daha korkup, biraz daha kendimi cesaretlendirdim ama neyse ki karşımda durup sıra sıra laf dizmek yerine omzuma çarpmamaya dikkat ederek yanımdan geçti ve köşeyi dönüp gözden kayboldu.

Omzuma değmesini tercih ederdim. Keşke çarpsaydı!

"Sen," diye söyleyen Alev'in sesi salonu doldurmuştu. "Öldüreceğim seni!"

Ateş harekete geçtiğinde Alev sadece üç adım atmıştı. "Sakin ol! Dokunmayacaksın ona!"

"Bırak," diye bağırdı Alev, Ateş'in kollarından kurtulmaya çalışıyordu. "Ona gününü göstereceğim."

"Bok gösterirsin!" Serter sakızını çiğnemeye devam ederek oturduğu kanepeden kalktı ama buzu gözüne tutmaya devam ediyordu. "Rebene, gel biz kahve içmeye gidelim."

"Şunların rahatlığına bak ya!" diye Ateş'in kollarındayken çıldırdı Alev. Aynı zamanda ondan kurtulmaya da çalışıyordu. "Kız hem hayatımla oynasın hem de kimse suçlamasın."

Serter yanıma gelince, "Gidelim," diyerek kolumu tuttu. "Havlayan köpek ısırmaz."

Beraber yukarıya çıkacaktık ama köşeyi dönmeden önce salondakilere dönüp, "Ateş," dedim. Alev'in kolunu bırakmış olsa da yorgun nefesler bırakıyordu. "Sabah olduğunda onu burada görmek istemiyorum. Onu buradan gönder."

Kimsede değişen bir şey olmadı ama Alev'in dudaklarının aralandığını görmüş, öyle köşeyi dönmüştük.

"İyi misin?" diye sordu Serter.

"Evet," diyebildim. Asansör önüne geldiğimizde ise kolundan tutup merdivenlere ilerlettim. "Enis'le karşılaşmak istemiyorum, şimdi çok sinirlidir. İkinci kata çıkalım."

"Olur."

Beraber merdivenleri çıkmaya başladığımızda gözündeki buzu indirmişti ve koca morluğu görmüştüm.

"Bu arada," dedim. "Senin bu halin ne?"

Göz devirdi ama canı yandığı için küfür de etti. "Memati, taş gibi çıktı," diye sızladı sonra.

"Anlamadım," dedim. Merdivenleri çıkmış, oturma gurubuna ilerliyorduk. "Memati derken?"

Yarı açık gözleri gözlerimle buluşmuşlardı. "Gündüz neredeydik!"

Ops!

"Muazzez," deyiverdim. Bir yandan gülüyordum da. "En son ona yürümek için yanımdan kalkmıştın."

"Valla ben mi yürüdüm o mu koşarak bana girdi hiç anlamadım." Kendini kanepeye bırakınca başını geriye yatırdı ve gözüne buzla tampon yapmaya devam etti.

Kahkaha atmama, "Ne gülüyorsun be?" diye söylendi. "Adam koldan daha uzun girdi diyorum. Az üzülsene, hatta ağla."

Yanına oturunca, "Kesin hak etmişsindir," dedim. "Burası Türkiye, sen unutmuş olabilirsin ama Türk adamının sevgilisine yan gözle bile bakamazsın."

"Hıım," diye ekşittiği yüzüyle mırıldandı ama yana yatırdığı başı sayesinde açık gözü bana bakıyorken kollarını da göğsünde toplamıştı. "Vandamlar sizi."

Yeniden güldüm.

"Neden bu kadar kaba sabasınız?" diye sordu.

"Hayır, değiliz. Sen normal değilsin. Çok... Genişsin yani."

"Ne güzel işte," diye kendini savundu. "Yaşasın özgürlük."

Koluna bir tane geçirdim. "Bunun neresi özgürlük?"

Gözü üstünden kayan buzunu yanağı üzerinde tutup eski yerine geri bıraktı. "Hayır, özgürlük. Biz ikimiz sevgili olsak, sen bir gün başkasına aşık olsan, ki mümkün değil, benden daha iyisini bulamazsın..." göz devirdim. "Ama diyelim aşık oldun, onunla olmak istedin, gidebilirsin yani. Benim seni kendimle olmaya zorlamaya hakkım yok ki."

"Burada haklısın," dedim. "Bizde de böyle. Ama senin karıştırdığın bir şey var: sen kalkıp başkasının sevgilisine adamın yanında yürürsen, o da sana kol kadar girer. Bu, dünyanın her yerinde aynı. Böyle bir durumda herkes kaba sabadır."

"O Memati denen herif dans etmemize izin verseydi, kız kesin bana tutulacaktı, onu özgürlüğünden mahrum edip, bana da saygısızca vurduğu için kendinden utanmalı."

"He he," dedim elimle beraber. "Bir gün ciddi bir ilişkin olursa sevgilinle dans etmek için yanınıza gelen adama sevgilinin elini tutturursun sen."

Nefesini bıraktığında yüzünü tavana çevirdi ve cevap vermedi. Beni anlayabildiğini zannetmiyordum. Ya da işine gelmediği için cevap vermiyordu.

"Serter," dedim sonra. Konuşmak yerine başını yan yatırmış, bakışlarını yüzüme sabitlemişti. "Bu aşağıdaki Alev karısı ne zaman geldi?"

"Yirmi dakika falan oldu," diye yanıtladı.

"Geldiğinde ne saçmaladı?"

"Ben salondan ayrılıp asansöre giden En Altınday'ın peşinden giderken kapının ısrarla çalması, hatta yumruklanması yüzünden En yukarıya çıkmak yerine kapıya gidince benim de istikametim değişti tabii," dedi. "En'e, kapıyı ne kadar güzel açıyorsun öyle diyordum ki kapıyı açmasıyla üstümüze aslan atladı sanki. Önce seni sordu sonra da evde olmadığını öğrenince de ikimizin arasından geçip bizi duvara çarptı. En olay çıkaracağını anlayıp arkasından gitti ama tutabilene aşk olsun. Ağzına ne geldiyse saydı. Senin ve kocan denen adamın evde olmadığını öğrenince o geceyi Lerzan hanıma anlatmaya başladı. İlteriş durdurmaya çalıştı ama diyorum ya, tutabilene aşk olsun. Konuştu da konuştu, susmak bilmedi. En sonunda evlenip boşandıklarını Lerzan hanım öğrendi. Lerzan Hanım koltuğa düşer gibi oturunca tansiyonu fırladı zannettik de Allah'tan Ateş oğlan hemen yanına gidip onu tuttu. Ma ailece şok yaşadığını anladık yani." Nefes alıp verdi. "Bunun bir işi yokmuş. Evi, arabası her şeyi babasının malıymış. Babası çok kızınca bir kuruş bırakmayacağı şekilde Türkiye'den ayrılmış. İki gündür arkadaşlarında kalmış da daha fazla dayanamayıp hesap sormak için gelmiş. Sonra da bir ağladı, Rebene..." kafasını her iki yana sallarken alt dudağı dişleri arasındaydı. "Görmeliydin. Ne evi kalmış, ne arabası ne de kartları. Kıyafetleri bile evinde kalmış, babası almasına izin vermemiş. Bundan sonra ne yapacağım diye yandı da yakıldı."

İçimde oluşan pişmanlık değildi. Aslında üzüntü de değildi. Ne hissettiğimi bilmiyordum ama memnun olmadığımı çok iyi biliyordum. Aslında hak etmişti de yani! Seyit'lerin evinde Enis'le konuştuğumuz sırada bana, Alev'in ne kadar vefasız ve ilgisiz bir evlat olduğundan bahsetmişti. Ailesinin maddi desteği olmasa onları tamamen sileceğinden bile emindim. Şu an bile çok üzgün ve pişman olması sadece parasının ve eski maddi desteğinin olmamasından kaynaklanıyordu. Ailesini kaybettiği için üzüldüğü falan yoktu.

"Rebena!" adımın kulaklarımızda yankılanmasının ardından merdivenlerde duran Ateş'i gördüğümde sinirli olduğunu anlayabiliyordum. "Gündüz vakti kendinle beraber götürdüğün telefonumu ver!"

Derdinin ne olduğu anlaşılıyordu ama sadece bu konu hakkında kızgın olduğunu düşünmüyordum. Alev konusu için de çok kızgındı.

Serter'in yanından kalkıp Ateş'in karşısına kadar gittiğimde telefonu montumun cebinden alıp ona uzattım. "İhtiyacım olur diye al-"

Cümlemi tamamlamamı beklemeden merdivenleri hızla indi.

Harika! Ne çok problem vardı böyle...

"Dert etme," diye arkamdan Serter'in sesi geldi. "Bana kızgın o. Yüzündeki morluğu görmedin mi? Neden beni okula getirmiş diye Memati ona da bir tane çaktı. Muhtemelen neden buradayım diye sana çakamadığı için sinirlidir."

🌠

Aşağıda daha fazla beklemeyip üçüncü kata çıktığımda odama kısa bir sürede gelmiş, içeriye girmiştim. Enis kanepede oturmuş, önündeki bilgisayarın klavyelerini kurcalıyordu. Üzerinde takım elbisesi değil, siyah eşofmanı ve siyah tişörtü vardı.

Yüzünü kaldırmasını, yüzüme bakmasını beklemiyordum ama o, yüzüme bakmıştı.

Ne diyeceğimi bilemediğim gibi hareket de edemedim.

"Geldin mi?" diye düz bir sesle sordu. Yüzü gergindi.

"Uyuyacağım," dedim yatağa ilerleyerek. Saat çok erkendi ve neyse ki o bahanelerimin arkasına kaçtığımı düşünmemişti. Düşünse bile saatin erken olduğunu söylememişti.

Çantamı ve montumu yatağın üzerine bıraktığımda, "Rebena," dedi ancak azar işitmek istemediğim için, "Banyo yapacağım," diyerek banyoya ilerledim. "Çok yorgunum, sonra da yatacağım."

🌠

Aldığım sıcacık duşla banyodan ıslak saçlarım ve bornozla çıktım ama duvara omzunu yaslamış Enis Altınday'ı görünce korkuyla irkildim.

"Ne yapıyorsun ya burada?" dedim kızarcasına. "Korkuttun beni."

"Beni takip et." Sabit yüzüyle birlikte omzunu duvardan ayırdığında elleri ceplerinde bir şekilde kitaplarına doğru ilerledi

"Seninle tartışmak istemiyorum tamam mı?" dedim olduğum yerde durmaya devam ederek. Yüzünü bana dönünce de, "Alev umurumda bile değil," dedim. "Asla pişman değilim. Olmayacağımı da biliyorum."

"Ben de mi umurunda değilim?" diye sorunca iki adımla karşıma geçti ve aramızdaki tüm mesafeyi eritti. "Alev neyse de... Ya ben?"

Cevap vermek yerine kollarımı birbirine bağlamış, bakışlarımı başka bir yöne sabitlemiştim. Çekingen değildim, aksine iki gün önce tüm güzel duygularımla onun ve benim için hazırladığım masanın boş yerine bakmamın bana yaşattığı hüsranla kaşlarımı çattım.

"Senin gönlünü almak için burayı süslemiş, yukarıya masa çıkarmış, yemekler hazırlamıştım," dedim yüzüne bakarak. "Yemeklerin bazılarına yardım da ettim. O gece pencereden aşağıya attığım her şey bizim için yaptığım hazırlıklardı. Hevesle Ateş'in yanına inip seni eve getirteyim dedim... Eski sevgilinin sana canım dediğini duyuyorum. En güzel gecemde en kıymetli duygularımın canını yaktın, hepsini bir anda yok ettin."

Gözlerinde şaşkınlık göremiyordum, sadece beni dinliyordu. Muhtemelen onun için yaptığım hazırlığı evdekilerden çoktan duymuştu.

"Seni önemsediğim için hissettiklerime karşı çıkmayıp yanına nasıl geldiğimi bile bilmiyorum," dedim. "Ama geldiğimde daha büyük hayal kırıklığı yaşıyorum. Eski karın mı desem, eski sevgilin mi, bilmiyorum ama o kadının elini tutması yetmiyormuş gibi kalkıp bir de seni öpüyor." Yapay bir gülümseme gösterdim ona. "Masaya geldiğimde başka bir şaşkınlık yaşıyorum. Sevgili rolü yapıyordunuz. Alyansını çıkarmıştın."

Sessiz kalmaya devam etti.

"Ne yapmamı bekliyorsun?" diye sordum. "İlhan'la az kalsın evleniyordum, saatler de sürse yüzük taktım ben. O adam tarafından nasıl bir hayal kırıklığına uğradığımı bilirken, güvenimin nasıl yerle bir olduğunu görürken, sen niye aynısını tekrar ediyorsun? Ne olursa olsun ben neden hep ilk düşünülen, önemsilen olmuyorum?"

Ayağıma çelme takmadıyla sırt üzeri düşeceğimi zannettim ama bileklerini yakalayıp bizi tek beden yaptığında sadece korkmakla kaldım.

"Bana hiç mi inancın oluşmadı?" diye sordu. Bileklerimi hâlâ tutuyordu. "Bir gram bile mi?"

Bileklerimi çekip avuçları arasından aldım. "İlhan'ın beni kaçırdığı gece, senin için değil, En için diyen sendin. Güvenim zedelenmişken, bizim ilişkimizin başlamasına rağmen eski karınla, önceden aşık olduğun kadınla sevgili rolü yapan yine sensin. Ne güveninden bahsediyorsun?"

Bu defa diğer ayağıma çelme takarak dengemi kaybetmeme sebep olduğunda, bir önceki düşüşüme nazaran daha fazla geriye eğildim ama aramızda fazla mesafe açılmasına izin vermeden beni belimden yakalayıp kendine çekti. Ellerim benden bağımsız bir şekilde omuzları üzerinde sıkı sıkı tutunmuştu.

"Rebena, bana güvenmeyi öğrenmelisin."

Omuzlarından iterek ondan ayrıldım. "Aynı şeyi yapıp durma!"

"Düşeceğinden emin olsan bile son ana kadar gözlerinde korku görmek istemiyorum. Bana güvenmediğini..."

Cevap vermedim. Çünkü hala sinirliydim.

"Alev düşmekten hiç korkmaz biliyor musun?" diye sordu. "Ben yanında olmasam bile sanki bileğini biri tutacakmış gibi hisseder, son ana kadar... Düştüğünde ise kalbi korkudan çarpmaz, canı yandığı için gözlerinde acı oluşur. Ama korku kendini göstermez."

İçimde cılız ama rahatsız edici bir acı hissettim. "Çünkü sen onu gerçekten sevdin. Ona çok değer verdin. Ailenin onayı olmadan, onunla gizlice evlendin bile. Tüm hayatını onunla paylaşmak istedin." Gözlerimin dolduğundan emindim. "Onun kadar olamayacağım."

"Ben ona hiçbir zaman güvenemedim Rebena," diye bir adımla bana yaklaştı. Yüzüme dikkatle bakıyordu. Derinlerden. "Elimi her an bırakacağı ya da beraber girdiğimiz yolda tek başıma kalacağım hissi hiçbir zaman benden ayrılmadı. Hep içimdeydi. Ama sen? Ben..." gözlerini kıstı. "Restoranı basıp beni hayal kırıklığına uğrattığın ana kadar ben sana o kadar güvendiğimin farkında bile değildim. Kendi ellerimle istiridye ne bıraktığım inciyi herkese gösterdin sen. Bana güvenmediğini gösterdin." Ayağıma yeniden çelme takıp arkaya düşmeme sebep oldu ama bu defa da ellerimden tutmuş, beni yakalamıştı. "Şimdi ki gibi. Sana güvendiğim kadar bana güvenmeni isterken gözlerinde gördüğüm tek şey korku." Beni yavaşça kendine çekip dik durmamı sağladı. "Bana güvenmeni istiyorum."

"Herkes beni hayal kırıklığına uğratabilir, kandırabilir," demiştim sana," dedim düzensiz nefesimle. "Sen onlardan biri olmuşken nasıl olacak?"

"Ben onlardan biri değilim," diye savundu kendini. "Alev'le sevgili rolü yapıyorduk çünkü Alev'le bir ayrılıp bir barışmamız yüzünden ailesine ayrıldığımızı söyleyememiştik. Bizi birlikte zannediyorlardı. O gün de Alev'in babası Türkiye'ye gelmişti ve bizimle bir akşam yemeği yemek istediğini söyledi. Alev'le iletişime geçmek zorunda kaldığımda, ayrıldığımızı ve evlendiğimi söylememiz gerektiğini söyledim. O da babasının çok mutlu olduğundan, keyfini kaçırmak istendiğinden, yiyeceğimiz yemekten sonra, evine dönmesinin hemen ardından ayrıldığımızı söylemek istediğini söyledi. Sanki yeni ayrılmışız gibi yapacaktık ve evliliğimden bahsedip onu üzmeyecektik. Ben tüm gece Alev'e karşı fazlasıyla mesafeliydim. Babasının beni sevdiğinden, bana güvendiğinden sana bahsetmiştim. Ben de o adama değer veriyorum Rebena, bile bile üzmek... Alev'in fikri daha mantıklı geldi, kabul ettim. Hepsi bundan ibaret. Ben kendimi bildikten, duygularımdan emin olduğumu bildikten sonra Alev'in elimi tutmasının, bana samimi davranmasının, onunla girdiğim yalandan pozisyonun ne önemi var? Aklımı karıştıracağını, beni senden uzaklaştıracağını mı düşündün? Bunun bir önemi yok. Ben istersem zaten olur. Ama ben neyi istediğimi zaten bilen net bir adamım."

Yaptığı açıklama mantıklıydı ama ben yine de pişman değildim.

"Umurumda değil," dedim. "Pişman olduğumu söylememi bekleme, söylemeyeceğim. Sadece... Sırrını ortaya çıkarmamam gerektiğinin farkındayım. Ama olan oldu, seni önemsemem sonucunda öfkelendiğim için pişman olmayacağım. Mükemmel olmadığım için benden sıkılıyor, uzaklaşıyor olabilirsin, benden önce sen bırakmak istemişsindir hatta ancak ben buyum. Gördüğün kişi..."

Aksini iddia eder gibi bakışlarını derinleştirdi. "Rebena-"

"Herkes gibi," dedim. "Sıkıldın, bırakmak istedin, bitmesini fırsat bildin."

Kaşları çatık bir ifadeyle, öyle olmadığını, sadece yüz ifadesiyle göstermeye çalışıyordu.

"Bilerek yapmıyorum Enis," dedim. "Ama sonradan çok pişman oluyorum da diyemiyorum. Diyemem. Ben buyum, kendimi böyle kabul ettim. Herkes mükemmel olmak zorunda değil, ve diğerlerinden biraz daha farklı olduğum için ben kendimi biraz daha fazla seven biriyim. Hata yapmamak, pişman olmamak için kendilerini programlayan herkesin bir kopyası değilim. Özgürüm, rahatım, kasmıyorum... Ben buyum. Kendimi kaldırıp pencereden atamam. Canımı acıtmaktan başka bir işe yaramaz. Sen ve diğerlerinin insanların davranışlarının yaşa bağlamasından nefret ediyorum. Otuz yaşına girmiş koca kadın üç yaşındaki çocuk kadar şımardığında ona garip garip bakılmamalı. Ya da yirmisini çoktan geçmiş kızın hoplayıp zıplayıp çocuğa benzetilmesi. Olabilir. Ne var kırk yaşına geldiğimde hâlâ çocuksam? Çok görmek istemiyorsan kapat gözlerini o zaman. Biraz da olsun gösterilmeyen saygı yerine neden ben kırılan taraf oluyorum? Her başka bir gün birini kaybedeceğim diye bana verilmiş çerçevelere hapsolamam. O zaman yaşamanın ne anlamı kalır ki?"

"Yani?"

"Yanisi," dedim dikkatle. "Beni kabul edeceksen böyle edeceksin. O kızı yeniden büyütmeye çalışmayacaksın. Alev'in seni kırdığından daha fazla kıracağım belki de seni. Daha çok üzeceğim... Bunları kabul etmen gerekiyor."

"Bir daha beni bu kadar kolay, sudan bir sebep yüzünden terk edersen, sana olan inancımın kaybolmasına sebep olursun Rebena."

"Bu da ne demek şimdi?" diye sordum.

"O gece beni o kadar kolay terk etmene kırıldım demek," dedi. "İnsanlar için: git, bitti, istemiyorum demek neden bu kadar kolay? Benim için çok zorken sen ve senin gibiler neden sanki hiç değeri yokmuş gibi bu kadar kolay söyleyebiliyorlar?"

Cevap veremedim.

"Aslında bir tahminim var diyebilirim de," dedi.

"Nedir?" diye mahcup bir sesle sordum.

"Gerçekten bir anlamı olsaydı o kadar kolay olmazdı. Gerçek bir anlamı olsaydı o kadar kolay bitirmezdin."

"Enis," dedim ama kendi bakış açısıyla o kadar haklı geldi ki konuşamadım. Günleridir aklını meşgul eden düşünce bu muydu? "Ben..."

"Hayır Rebena. Bir açılma duymak istemiyorum," dedi bu defa. "Sadece kırıldığımı bilmeni istiyorum. Eğer birini gerçekten terk edeceksen bunun sebebinin sağlam, kabul edilebilir olması gerekiyor. Ama sudan bir sebep yüzünden bunu yapıyorsan ben senden şüphelenmekte haklıyım. Seni istemesem istemem. Affetmesem affetmem. Bir daha bu kadar kolay affedebileceğimi zannetmiyorum."

"Bu ne demek oluyor şimdi?" diye sordum. "Yeniden mi birlikteyiz?"

"İstemiyor musun?"

Cevap veremedim.

"Birlikte olmayalım mı?" diye sordu bu defa.

"Sudan bir sebep yüzünden bitmiş gibi görünüyor olabilir," dedim yavaşça. "Ama bence bana hissettirdiklerin depremin elleri kadar şiddetliydi. Aynı şekilde benim..." bunu söylemem gerektiğinin farkındaydım. "Aynı şekilde benim de seni hayal kırıklığı uğratmam... Bu basit değildi. İkimizin de hissettikleri ayrılmak için gerçek sebeplerdi."

"Yani?" diye sordu bir medet umarcasına.

"Neden zamana bırakmıyoruz?" diye sordum. "Zaten yan yanayız. İlla sevgili mi olmamız gerekiyor? Zamanını beklesek de, en doğru anda gelse o zaman..."

"Rebena," dedi istekte bulunur gibi ancak ben, "Zayıf olmayı sevmiyorsun Enis," dedim. "Gururundan ölüyorsun,"

"Hayır, çok yanlış düşünüyorsun," dedi. "Ben zayıf olmayı sevmiyorum ama karşımda sen varken zayıf olmayı seviyorum. Ruhum sana boyun eğmeye dünden razı oluyor."

"Yine de, birbirimizi iyice tanımadan bir daha... Yan yana gelmeyelim bence. Her ikimizde de bir şeyler net olduğunda, elbet olacaklar bir şekilde olur."

Elimi tutup, "O en sevdiğim acıyı sadece sen bana veriyorsun Rebena..." dedi. Beraber olmamız için ettiği ısrar hoşuma gitmişti, üstelik onun gözünde hatalı olan benken. "Hani insanlar elini ateşe tutar da ısınırlar ya, işte benim ellerim sana tutunduğunda yüreğim ısınıyor." Elleri tenimi okşadı, bu da sıcak sıcak, yüreğimi doldurdu. "Sana hissettiklerimi tarif edebildim mi? Yeterince net miyim? Anlaşıldım mı? Hâlâ benden emin değil misin?"

"Bir gün senin için bir Alev olamayacağım düşüncesi beni çok kırıyor," dedim. "Kızdırıyor. Sen onu çok sevdin."

"Seni daha çok severim."

"Onun için her şeyi yaptın."

"Senin için daha çok şey yaparım," dedi. "Niye ısrarım, isteğim senin için önemli değil? Hata olarak gördüğüm davranışını görmezden gelme çabam hiç mi önemli değil?"

"Ben-"

"Rebena," dedi. "Ben sana kızgın, kırgın kalmak istemiyorum. Çok hatalı olsan da içimde bir şeyler onları örtbas ediyor. Buna karşı çıkamıyorum. Böyle kestirip atmamalısın."

Elimi yavaşça aldığımda, "Sadece bizi dışarıdan izlemek istiyorum," dedim. "Bir birliktelikten çıkmak senin ve başkaları için kolay olabilir ama benim için değil. İnan bana değil. Alıştıklarımı bırakamıyorum. Bu yüzden bir daha bir araya geldiğimizde bu, ikimizden de emin olduğum bir zamanda olacak."

Yanından geçip yatağa gittiğimde yorganı kafama çekeceğim kadar içine girdim ve odanın içini dinledim. Çok uzun bir zaman sonra adım sesi duymuştum ama üstüne kapı sesi de gelince, düşündüğüm gibi kanepeye geçmemiş, odadan dışarıya çıkmıştı.

"O en sevdiğim acıyı sadece sen bana veriyorsun Rebena..."

Aynısını şu anda o bana veriyordu. Göğsümde güçlü bir ağrı hissediyordum.

🌠

Duşumu almış, temiz kıyafetlerimi giyinmemin ardından saçlarımı da kurutup sade bir makyaj yapmaya koyulmuştum. Fırçayı masaya bırakıp kendimi inceliyordum ki kapı açılma sesiyle, bakışlarım ayna üzerinden arkama sabitlenmişti.

Gelen Enis'ti.

Önce dağınık yatağa, sonra da pencere önüne duran kanepeye bakındı ama aradığını bulamayınca gözleri odanın içinde dolanarak bana kadar gelmişti.

Bir süre sessizliğin ardından, "Günaydın," dedim.

Yorgun bir ifadeyle, "Günaydın," diye karşılık verdi. Sesinden memnuniyetsizlik akıyordu. Gardıroba ilerlediğinde ise artık yüzüme bakmıyordu.

"Hep böyle mi olacak?" ayaklanmış, masaya yaslanmıştım. O da dolabın içinde bir şeyler arıyordu. "Yani... Konuşmak zorunda kalmadıkça konuşmayacak mıyız?"

"Senin aksine ben şu an ki durumumuzdan mutlu değilim," dedi. Lacivert bir ceket almış, giyinmeye başlamıştı. "Seninle mesafeli olmak için özel bir çaba sarf ettiğim yok."

"Benim özel bir çaba sarf ettiğimi mi düşünüyorsun?"

"Öyle bir şey söylemedim," dedi yüzüme bakmamaya devam ederek. Yatağa ilerlediğinde komodin üzerinde duran telefonuna ilerlediğini anlayabiliyordum. Telefonunu aldığında hâlâ sırtına bakıyordum. Yüzünü dönünce ise bir süre sessiz kaldı ama en sonunda, "Hadi," dedi. "Kahvaltı hazır."

Ne söylerim diye, ya da konuşmayı sürdürür müyüm diye beklemeden odadan çıkınca arkasından ilerledim. Beraber asansöre bindik ve sinir bozucu bir sessizlikle aşağıya inmeye başladık. Asansör durduğunda ise dışarıya çıkacaktık ki kolumu tutup asansörün kapılarını açmaması için bir düğmeye bastı.

"Ne yapıyorsun?" diye sordum. Aslında ne yaptığı çok açıktı.

Yüzümü avuçları arasına aldığında ve beni öpmeye başladığında donup kalmış, hareket edememiştim. Elleri saçlarımın altından başımın arkasına, enseme doğru ilerlemeye başlayınca ise avuçlarıma gelen güçle onu omuzlarından ittim. Dudaklarımdan ayrılmasını birkaç öpüşünden sonra başardım. "Enis..." tam anlamıyla kopamamış, elleri hala aynı yerdeydi. "Dün gece ne konuştuk?" diye sorup yutkundum. Dudaklarıma bıraktığı tattan rahatsız mı olmalıydım yoksa memnun kalmaya, daha fazlasını istemeye devam mı etmeliydim bilmiyordum.

"Yan yana olup da senden uzak kalmak istemiyorum," dedi. "Niye bunu anlamıyorsun?"

"Beni anlamayan sensin," dedim. Kalbim, aklım, ruhum ve en çok da bedenim onun için coşuyorlardı. Öpüşmeyi sürdürebilirdim ama söylediklerimin arkasında durmam gerektiğinin de farkındaydım. "Sadece zaman istedim, sen de istemelisin."

"Hayır, istemiyorum." Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı ama yüzümü yana çevirdim.

"Lütfen," dedim. Ellerim sıcacık bileklerine asılmıştı ama itmeyi bırak, orada öylece kalmışlardı. "Gerçekten beni çok zorluyorsun." Özellikle de sıcak solukları yanağıma çarpıp boynuma doğru akarken... Yeniden yutkunmuştum.

Elleri yavaşça üzerimden çekilmeye başladığında tek elini ensesine götürüp sıvazladı, ceketini düzeltti ve düğmeye basıp kapının açılmasının hemen ardından dışarıya çıktı.

Ben de dışarıya çıktım ama o çoktan gözden kaybolurken, ben yaşlandığım duvarda kendimi sakinleştirmenin yollarını arıyor, titreyen dizlerimin üzerinde durmaya çalışıyordum. Bu çok zordu. Başarabileceğimden emin değildim. Ama beni yok edecek bir ilişkinin içinde de olmak istemiyordum. Tüm kötü faktörlerin ortadan kalkması gerekiyordu. Alev'e olan duygularının tamamen bittiğini görmek istediğim gibi. Başka bir kadına duygu besleme ihtimali aklımdan çıkmazken onunla kalamaz, onu sevmeye devam edemezdim.

Zor da olsa kendimi toparlamaya başladığımda koridordan çıkıp salona vardım ama çok uzaklarda görünmeyen kahvaltı masasına gidemedim. Alev, elinde bir kaseyle masadan kalktığında ve bana doğru yürümeye başladığında üzerindeki kısa, belki de biraz derin dekolteli geceliğiyle karşı karşıyaydım.

"Sen," dedim bedenimde katlandıkça katlanan öfkeyle.

"Sakın," diye aynı öfkeyle uyardı beni. "Enis dün gece uyumadan önce salona indiğinde annesine ,kalacak yerimin olmadığını ve burada kalmak istediğimi duydu. Sonra da burada kalabileceğimi söyledi. İstediğim kadar. Ve ne biliyor musun, annesiyle, İlteriş Bey'in istememesine rağmen onları tek bir cümleyle susturdu."

Daha fazla öfke patlaması yaşadığım dakikalarda ağır ağır kahvaltısını eden ama aynı zamanda imali bakışları üzerimde olan Enis Altınday denen adamla göz gözeydim.

Umarım inadımı kırmak için aldığı bir karardı yoksa Alev'i düşünen beynini patlatmam on saniyemi bile almayacaktı.

Masada oturanlardan biri olan Ateş, "Yenge!" diye seslenince ikimizin de bakışları ona çevrilmişti ama o ikimizin de lafı üzerine aldığını görmesiyle elini indirip ne diyeceğini bilemedi.

Bu salatalık kime yenge demişti? Daha önce bana yenge demişliği yoktu, asıl seslendiği, gülümseyen ve hatta epey ciddiye alıp, "Efendim Ateş," diyen Alev olabilirdi.

Ancak ben de Enis Altınday'ın hem karısı hem de sevgilisiydim. Yani tak anlamıyla sevgilisi olmasam da önemli bir yerim vardı! Bana demiş olması daha yüksek bir ihtimaldi. Bu düşünce, kollarımı göğsümde toplamama sebep olduğunda, "Efendim Ateş," dedim. Alev ise buna sinir olduğunu bakışlarını üzerime çevirerek belli etmişti. Ama Ateş hâlâ kime seslendiğini gösteren en ufak bir cümle bile kurmamıştı.

Öldürmeye önce hangisiyle karar versem asla karar veremiyordum?

Enis Altınday denen herif?

Ateş denen salatalık?

Alev denen yosma?

Continue Reading

You'll Also Like

1.6M 106K 45
Beni iyice tezgâha yaslayarak "Gülden," dediğinde "Bitti," diye tekrar ettim. "Unuttun mu? Aramızdaki her şey bitti?.." "O yüzden mi gözlerime öyle b...
783K 15.4K 21
༺༻ Bütün hakları saklıdır "Ben geldim" Gülümseyerek ve son harfi uzatarak kurduğum cümle ile o da gülümsedi. Sandalyesini biraz masadan geri çekti...
726K 27.8K 90
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...
466K 21K 35
Yaşadığı korkunç olaydan sonra, kendini iyiliğe adayan masum bir kadındı Hazan Gökkaya.. Masum kalbine sığdırdığı büyük aşkı.. Onun eceli olacaktı...