Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 71.9K 99.8K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
2. Dalda Umut Var
3. Yüzme Bilmeyen Gemi
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
8. Prenseslik Müessesesi
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
20. Yaşanacak Bir Şey
21. Mutlu Seneler
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
27. Terk Eden Anneler
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
33. Başımızda Uçan Kuşlar
34. Aşk Mahalli
35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
45. Eldivenler ve Yüzükler
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

22. Tek Kişilik Vals

21.8K 1.4K 1.9K
By AnitaFelipova



OCAK, 2021 – İstanbul



*



Bugün laboratuvardaki ilk iş günümdü. Her ne kadar Leman abla, doktor hanım, çalışmanın bana iyi geleceğini söylese de kendimi iyi hissetmek için işe başlamış değilim. Ama uzun bir aradan sonra oturup para hesabı yaptım ve çalışmadan geçinebilmemin mümkün olmadığını anladım. Sadece psikiyatriste ödediğim paralar bile bursumu aşıyor. Doktor hanımın -şimdilik- her hafta beni görmek istemesi de işimi bir parça zorlaştırdığı için iş aramak mecburiyetinde kaldım.

İlk görüşmemizde kadın, gelecek hafta tekrar görüşelim dedikten sonra ona nasıl baktıysam, bir sorun mu var deme gereği duydu. Hayır ama her hafta size ödeyecek param yok, görüşme ücretiniz çok yüksek demeseydim, laboratuvardan kazanacağım para da yetmezdi. Bazen Oktay'dan edindiğim "düşündüğünü çok düşünmeden söyleme huyu" bir şeylere yarıyor. Kadın bana indirim yaptı. Her neyse. İşe başlama serüvenimin özeti bu. Böylelikle okuldan arta kalan zamanımda ölmeyi düşünecek vaktim kalmadı.

İş bulmamsa, Sitogenetik hocamın marifetiyle bir saat falan sürmüş olmalı. Bu kadının beni neden bu kadar çok sevdiğini anlamasam da -doktor hanıma söz verdim, insanların beni neden sevdiği üzerine şimdilik düşünmeyeceğim, buraya daha sonra gelecekmişiz- işe ihtiyacım var dedikten bir saat kadar sonra beni odasına çağırdı ve yakın bir dostunun Cihangir'deki laboratuvarında asistana ihtiyaç olduğunu söyledi. Laboratuvar Cihangir'de olduğu için işi reddetmek isterdim. Ama sırf bu sebeple işi kabul etmemem için hesabımda daha fazla para olması gerekirdi. Bense Harley botlarımı satmanın eşiğinde yürüyordum.

Laboratuvarda ne yaptığıma gelince... Şimdilik sadece gelen evrakları ayıklıyorum. Hastanelerden gelenler, özel başvurular, resmî kurumlarla yapılan yazışmalar... Bugün postaneye gidip uzun uzun sıra bekledim. Bu da işime dahil. Onun dışında numunelere ve testlere yaklaştırmadılar beni. -Şimdilik- Yani aslında orada gerçekten bir ihtiyaç mıydım yoksa hocamın ricasıyla mı çalışmaya başladım, bilmiyorum.

Buna rağmen İstanbul'un en iyi dedikleri psikiyatristlerinden birine gidiyorum. Kendisine de söylediğim gibi arızayı burada da gideremezsem, huzurla ölebilirim ve öldükten sonra bana hesap soracak her kim olursa, onun karşısına geçip "inan bana yaşamak için elimden geleni yaptım ama donanımsal bir sıkıntı sebebiyle hayata uygun olmadığıma karar verdim," diyebilirim. Leman ablayı, doktorumu, uzun bir araştırma sonucu buldum. Henüz üç kez görüştük ve kullandığım ilaçlar bazen beni öyle çok sersemletiyor ki, adımı sorsalar söyleyemeyecek hale geliyorum. Geçecek diyor doktor hanım, çaresizce ona güveniyorum.

İlk görüşmemizin yarım saati aşkın süresi susarak geçti. Verdiğim paranın yarısını susarak harcadığımı anlayınca panikledim. Aslında tam olarak böyle de olmadı. Kadın bana, kendinden bahseder misin dedi ve ben kendimi yaşamaya uygun görmediğimi söyledim. Pardon, ilk cümlem bu değildi. Önce yirmi iki yıl yaşadım ama yaşıma sığmayacak kadar çok hata yaptım dedim. Ya da diğerini mi önce söyledim, gerçekten emin değilim. Neyse. O bana nedir bu hatalar dediğinde, işte orada boyunu bilmediğim bir suskunluğa daldım. Çok derindi, içine girdim, yüzdüm, debelendim ve çıkamadım. Susuşum uzayıp durunca, bunu sonra konuşuruz dedi bana. Oysa konuşmak kolay değil ki. Ne onun yanında ne sonra, ne o zaman ne şimdi. Konuşmak çok zor. Yaşamak ne kadar zorduysa konuşmak da bir o kadar zor.

Leman abla, doktor hanım, -ona tam olarak nasıl sesleneceğimi hâlâ kestiremiyorum- annemden birkaç yaş büyük. Ama nasıl genç gösteriyor, nasıl güzel bir yüzü var anlatamam. Üstelik sesi yüzünden de güzel. Kadife kumaşlar gibi. Alışık olmadığım bir nezaketle konuşuyor. Ona da söylediğim gibi o böyle konuşurken benim kendimi yamuk yumuk kelimelerle anlatmaya çalışmam kim bilir ne komik duruyordur... Yanında sigara içmeme müsaade ediyor. Camı açsa bile ortalık bir anda duman altı oluyor. Yazık kadına. Ama içmemek çok zor. İçimdeki zifti dışarı atmak isterken o kendisini beslememi buyuruyor. Aslında sigaraya ayıracak param da yok. Bırakmam gerek ama Leman abla bu kadar köklü değişikliğin hepsini aynı anda yapmak için kendimi zorlamamamı söyledi. Bebek adımlarıyla, küçük küçük bir şeyler yapacak ama yolun sonuna geldiğimizde bir dağ aşmış olacakmışız... Buna karşın ben yine düşünmeden konuştum. "Hem sigara içip hem de sizinle bu kadar sık görüşemem."

O zaman ciddiyetle bir tercih yapmam gerektiğini söyledi. "Ben de seni bedava dinleyemeyeceğime göre, bir tercih yapman gerek. Ya benimle görüş ya daha fazla sigara iç!" O bunu söyleyince beni bir gülme aldı ki sormayın! "Sorun da bu ya!" dedim o kahkahaların arasında. "Seçme hakkı bende olmamalı çünkü ben hep yanlış tercihler yapıyorum."

Cümlelerim de kafam gibi dağınık. Aklımı toparlayamıyorum çünkü bu sıçtığımın ilaçları beynimin içinde devamlı bir rüzgâr estiriyor. Hiçbir şey yerli yerinde değil. Tam bir şey için karar verecekken onu öylece bırakıyor ve başka bir şey düşünmeye başlıyorum. Isırılıp tüketilmemiş bir sürü elmam var.

Mesela geçen hafta kanser biyolojisi dersinde ağlamaya başladım. BRCA1 ve BRCA2'den bahsederken, Ozan'ın hiç tanımadığım annesini düşünüp binlerce parçaya ayrıldım. Sınıftan ağlayarak çıktım ve sahildeki banklardan birinde pelte kıvamına geldim. O arada okula dönmeyi unuttum. Montum, çantam, telefonum hepsi sınıfta kaldı. Oktay, bana ulaşamadığı için okula gelmeseydi muhtemelen oturduğum yerde donmuş bir pelte olacaktım. Bunu ona da söyledim. "Gelmesen donardım herhalde." Cevap verirken güldü ve "Merak etme, arkandan gelirdim," dedi. Sıkıca sarıldım ona. Yalnız kalmak mı daha iyi yoksa yokuş aşağı iki kişi yuvarlanmak mı... Emin değilim. Eşyalarımı alıp arabasına bindim. Rüzgâr saçlarımı dağıtmış, arabaya binerken yarısını yemiş olabilirim. Bu halim Oktay'ı güldürdü ve dudaklarıma hunharca asıldı. Bir noktada onu durdurdum. İradem her yanı su sızdıran bir ev gibi. Çatlak, rutubetli duvarları olan zayıf bir ev. Yaşayıp gidiyorum öylece... Oktay Beni eve götürmek istedi. Onunla gitseydim neler olacağını biliyordum. Biraz alkol -ki ilaçlarımla beraber olmaması gereken bir şey- biraz sigara ve sonunda...

Oktay'ın dediğini yapmak ne kolay olurdu ve istemedim de değil. Ama sonra ne için çabaladığımı hatırlayıp kendime verdiğim sözü tuttum. Leman ablaya bunu anlattığımda bana dışı kırmızı jelatinle kaplı kalp şeklinde bir Belçika çikolatası verdi. "Sağ ol," dedim ona. "Kendimi ödüllendirilmiş bir köpek gibi hissettim."

"Doğru bir şey yaptığını düşünüyorsan kendini ödüllendirmende bir sakınca yok. Kedi köpek ya da her ne gibi hissettiğin önemli değil. Önemli olan doğru yaptığını düşünmen."

Hatalarımı saymam çok uzun süreceği için doğru yaptığım şeyleri bulmak daha kolay oluyor. Az ve özler. İpin ucu kaçacakken var gücümle okula asılmam gibi. Üzgünüm gençler, çok şeyden vazgeçtim, bir sürü şeyi bok ettim ama bölüm birinciliğini götü benimkinden daha rahat olan birine kaptıracak değilim. Artvin'den İstanbul'a geldiysem bunun bir sebebi var. Bunu söylediğimde Oktay gururla kendini gösterir, göğsü kabarır, gözlerini iri iri açarak ağzını yamultur. Bense onu alkışlarım. "Evet, tebrik ederim, İstanbul'a sana duyduğum hayranlıkla geldim, başın göğe erdi mi?"

"Aşk," der bana. "Aşkla geldin."

Haklı mı haksız mı ne bileyim. Ben tanı koymakta iyi değilim. Ya da ben aşkı bilmiyorum. Aşkın ne olduğunu tanımlayabilsem, bir kitapta yazıyor olsa, ezberlenen bir bilgi, zihne yazılan bir formül olsa problemlerimi daha kolay çözebilirim. Leman abla biliyor mudur, biliyorsa bana söyler mi? Bu benim her şeyden önce düşünüp çözmem gereken bir şey mi? İçimden bir ses hayır Bahar diyor. Sen önce kendine bir yer bul bu hayatta. Kök salacak bir toprağın olsun, sonra dallarına hangi çiçekleri takacağına bakarsın. Belki o zaman tomurcukların olur, meyve bile verirsin. Kuruyup gidecek bir ağaçsan, çiçeği düşünmenin ne lüzumu var? Umutsuzluğa kapılıyorum o zaman. Şu yaşımda topraksız kalıp kaç meyve çürüttüm, bundan sonrası neden farklı olsun ki? Birkaç ilaç daha yutmak istiyorum böyle zamanlarda. Beynimi tamamen uyuşturacak ilaçlar.

İyi yaptığım birkaç şey var demiştim. Biri örgü örmek. Örgü demişken aklım hep karışır. Hiçbir örgümü yarım bırakmadım bugüne dek. Sil baştan başladıklarım da oldu, hiç üşenmedim. Elime bir şiş almam yeterli olur. Başladım mı bitiririm bunu biliyorum. Sadece yeni bir örgüye başlamak zor geliyor bana. Şişler bana bakıyor, ben onlara.

Örmeye başlayabilsem yapacağım ilk şey Oğulcan'ı ziyaret etmek olur. Okula gidip onu uzaktan izleme hobimden bahsetmiyorum. Onun karşısına çıkabilme gücünü içimde hâlâ bulamıyorum. Yoksa bilakis cuma günlerimin vazgeçilmezi, onun okul çıkışına gitmek oldu. Kendi kendime dram yaratıyorum galiba. Cami avlusuna bıraktığım çocuğumu uzaktan izlediğim bir Yeşilçam filminde gibiyim. Ağlayışlarımın arasında gülmeye başlıyorum böyle düşününce. Ne garipsin Bahar! Hem yazı hem kışı aynı anda yaşıyorsun. Büyüyor Oğulcan. Nasıl da yakışıklı, nasıl da güzel gülüşlü. Az daha zaman geçince abisinden fena olacak. Hoş, şimdi de bir kız arkadaşı var, görüyorum. Sapıklar gibi arkalarından yürüyorum bazen. Kalabalık bir grupları var. Cuma çıkışlarında önce pizzacıya gidiyorlar. Üç büyük boy pizza alıp parasını imece usulü ödüyorlar ve oradan aşağıya, sahile akıyorlar. Pizzalar orada yeniyor, kola alıyorlar bazen ama bir kere bira içtiklerini de gördüm. Kanımı kaynatıyorlar. Bazen içlerinden biri kalkıp kahve almaya gidiyor. Evet, peşlerinde dolanıp durduğum doğru. Ne yapayım, Oğulcan'ın yüzünde gerçekleşen hayallerin ve umutlu olmanın izi var. Baktı mı büyüleniyor insan. Geçen hafta Oğulcan'ın sırtında gitar gördüm. Ona mı ait bilmiyorum ama eğer onunsa, onu dinlemeyi çok isterdim. Belki sahile giderler ve biri eline gitarı alır diye çok heves ettim ama sahile inmediler. Moda'da bir eve girdiler. Hayal kırıklığıyla peşlerinden ayrıldım. Eve dönüş yolumda hep aynı hayalle avuttum kendimi. Seneler önce uzandığımız Moda Sahilinde, Oğulcan gitar çalıyor, bense güneşleniyorum. Yanımda da... Dilimi ısırıyorum.

Belki Oğulcan'ın karşısına çıkmaya cesaret edemeyişim bundandır. Elbette ona Ozan'ı sorarım, o da anlatır. Sevgilisi vardır, mutludur, evlenmiş midir? Evlense duymaz mıydım? Nereden duyacaktım ki? Ozan'ı soracağım kimsem kalmayalı ne çok olmuştu. Bir yanım Ozan hakkında bir sürü şeyi duymak isterken bir yanım ölesiye korkuyor. Ve her savaşta o korkak kazanıyor. Ara sıra kendimi kandırıyorum. Oğulcan'a görün, hoş beş et ama Ozan'dan hiç bahsetme diyorum. İyi ya da kötü hiçbir şeyi sorma. Sonra küfrediyorum o salağa. Mümkün değil ki böyle bir şey. Her şeyi nasıl da mahvettim ama...

İyi şeyler arıyorum içimde, iyi yaptığım şeyler... 25 Nisan Dünya Genetik Gününde okulda bir dizi seminer olur. Son sınıftayım ve sunuculuk yine benim işim. Galiba okulu başladığım gibi bitireceğim. Birinci sınıftakinden tek farkı, sunuculuk işine bir yük ya da şaşılacak bir şey gibi bakmıyorum. Bu zaten benim işim diyorum kendime. Bir başkasına kaptırır mıyım hiç bunu? Ama ilk sınıftaki Bahar böyle değildi. Günlerce Biyoloji hocamın peşinde koşmuş ama ben bunu yapamam diyememiştim. Çünkü o bu işin altından en iyi benim kalkacağımı söylemişti. Yaşadığım şoku asla unutmuyorum. Kim bilir kaç gece Ozan'ın kollarında aynı şeyi sayıklamıştım; "Ozan, bu işi en iyi benim yapacağımı söyledi adam. En iyi, en iyi, en iyi!" Oysa benim neyim iyiydi? Müsamere çocukları gibi haftalarca evde program okumuş, Ozan'ın başını şişirmiştim. Gık dememişti bana. Çocukluğumda benden esirgenmiş şiirler, oratoryolar, korolar, milli bayramlar... Hepsi Dünya Genetik Gününde bir olup beni konferans salonunda izlemişti. Üstesinden gelmiştim. Dizlerim titremişti ama başarmıştım. İyi yaptığım şeyleri düşünmem gerektiği zaman aklıma önce bu gelir.

Gözümde Ozan'ın gözlüğü vardı. Daha iyi görmek için filan değil, daha ciddi görünmek için takmıştım bunu. Aslında tam olarak böyle olmamıştı. Evde yaptığım bilmem kaçıncı provamda sırf Ozan'ı güldürmek için takmıştım o gözlükleri. Ozan "yakıştı, konferansta da kullan bence" deyince de... Zaten mutlu geçirdiğim son günlermiş onlar. Nereden bilecektim? Ups yasaklı bölgeye girdik, buradan acilen çıkmam gerekiyor.

İkinci görüşmemizde Leman abla, görüşmelerimiz arasında ona anlatacağım ya da anlatmak istediğim şeyleri unutmamdan yakınınca "kendine bir defter al" dedi. "Aklına geldikçe benimle konuşmak istediğin şeyleri yaz, not al. İlla benimle konuşacaklarını da değil, kendinle konuşmak istediklerini de yazabilirsin." Onun yanından çıkıp bulduğum ilk kırtasiyede uzun uzun oyalandım. Sanki bir sürü ajandam yokmuş gibi gidip sayfaları çilek kokan bir defter aldım kendime. İçi pembe ve dışında çilek resimleri var. Muhtemelen ilkokula yeni başlayan kız çocuklarının başını döndürmek için icat edilmiş bir defter. İlkokulda böyle güzel defterim olsaydı yirmi iki yaşında bununla büyülenmezdim. Ama gün boyu o defterin sayfalarını koklayıp durdum. Buna rağmen günler geçti ve o deftere tek satır bile yazmadım. Sonra, üçüncü görüşmemizden hemen önce sınıf arkadaşlarımdan birinin boynuna taktığı papağanlı kolye beni alt üst etti.

2018'in ilk sabahına Ozan'ın öpücüğüyle uyanmıştım. Öyle sessiz sakin bir öpüş değildi bu. Bilakis beni uyandırmak için uzun uzun sesli sesli öpmüştü yanağımı. Gözümü açtığımda, yanı başımda elinde kırmızı bir zarfla bekliyordu. Yüzünde mektubu okumanın değil, yazanları çok sevmenin mutluluğu vardı. "Bana dünyaları verseler, şu mektubun tek satırına değişmem," demişti. Nasıl da utanmış ve yorganın altına saklamıştım kendimi. O ise beni oradan çıkarmaya çalışmamış, elini yastığın altına sokup bir şey bırakmış ve kahvaltı hazırlamaya gitmişti. İbo'nun Aşık ve Narin'i kafeslerinde deli eden horultusu bile aklımda. Ozan odadan çıkınca elimi yastığın altına sokmuş, bir dala konmuş iki kuşla karşılaşmıştım.

Bir tek yıkanırken, o da kararmasın diye çıkardığım kolyemin yanımda olmayışı benim için en büyük ceza olabilir. Kuleye bakan eve geri dönme şansım olsa almak istediğim birkaç şey olurdu. İşte bunların ilkidir o kolye. Dünyanın başıma yıkıldığı gün, duşa girdikten sonra o kolyeyi orada unutmuş olmam, gelecekteki Bahar'ın hak ettiği ceza mıdır? Galiba öyle. Güzel olan şeyler o evde kaldı, bense kapının dışında.

Geçmişimin hataları arasında gezmek bana iyi gelmiyor. O zaman ya sigara içmek ya da ölmek geliyor aklıma ve bu aralar ikisinden de uzak durmam gerek. Onun yerine iyi şeylerden, mesela son çılgınlığımdan bahsedebilirim. İşe başladım dedim ya hani... Bu yüzden seneler sonra kuleye yaklaşan sokaklardan geçip Cihangir'e yürüdüm. Ömrümün en güzel günlerinde yürümek gibiydi bu. Sanırım kullandığım ilaçlar etkisini göstermeye başlıyordu. Çünkü en güzel günlerimi anarken kendime lanet okuyup küfretmedim. Bir piyanonun tuşları üzerinde adım adım gezip beste yapmak gibiydi bu yolculuk. Sonra kuş cıvıltıları duydum. Bunlar zihnimde öten Aşık ve Narin olabilirdi. Yolun ortasında çilek kokan defterimi çıkarıp ilk satırımı yazdım. "Aşık ve Narin'den bahset."

Leman ablayla konuşmak için Aşık ve Narin'den güzel bir şey olamaz diye düşündüm. İki kuşun nesinden bahsedeceğimi düşünmedim. Onların adı bile dünyamı güzelleştirmeye yetip artardı. Bu fikirle Çukurcuma'dan geçerken bir dükkânın önünde durdum. İçeri girip elimde koca bir kafesle dışarı çıktığımda kendime şu iki soruyu sormak için çok geçti.

İlki; bu kuşlarla ne yapacaksın Bahar?

Bir diğeri ise paranın bittiğinin farkında mısın?

Oysa bir hayvana bakabilecek durumda olsam, en kötü ihtimalle Levent'i arar ve klinikte bana uygun bir şey var mı diye sorardım. Kedi, köpek, kuş, ne bileyim... Hatta onu arayıp iki kuş aldım desem o bile üstünü kapatma gereği duymadan "en son kendime bakamıyorum diyordun, zebil etme hayvanları" der. Der ve haklı mı haklı olur. Oysa benim kuş edinme maceram anlık bir karardı. Önü arkası düşünülmemiş bir karar.

Şimdi karşımdaki kafeste ismi konmamış iki bengal ispinozum var. Onlar için alabileceğim en büyük kafesi aldım. İkisi de yavruluktan yetişkinliğe doğru uçuyor ve sesleri alçacık. Dans eder gibi hızlı hareket ediyorlar. Vals yaptıklarını düşünüyor ve hatırımda kaldığınca onlara atmaları gereken adımları öğretiyorum. Onlarla konuşurken mutluluktan öleceğini sanan bir Bahar'ı anımsıyorum. Ozan elimi tutuyor, yüzü nasıl güzel ve ne çok gülümsüyor. Bir ses giriyor aramıza, "Hayır, gülmek yok," diyor Ozan'a. "Tutku var, gülmek yok." Daha çok gülmek istiyoruz ama kendimizi güç bela tutuyoruz. Beyoğlu'nun o güzel dairesinden çıktığımız zaman, saat gece yarısına yaklaşmış oluyor. Hava soğuk ve bulutlu, yıldızlardan yoksunuz. Kar yağıyor. Taneleri ince ama yavaş değiller. Kuleye yaklaşıncaya değin tartışıyoruz. Benden iyi dans ettiğini söylüyor. Benim de inadım tutmuş, hırs yapmışım kabul etmiyorum bunu. Sonra gülüyoruz. Oysa gülecek hiçbir şeyimiz yok. Ozan üşüyen elimi tutuyor. Kulenin eteğinde, ıslak taşlara basa basa öğrendiğimiz ilk adımları tekrar ediyoruz. Ortalıkta kimse yok. Varsa da umurumuzda değil. Benim umurumdaysa bile Ozan tüm kaygılarımla beraber sarılıyor bana. Olmayan bir müziğin sesi kulağımızda. Vals başlıyor...



*



İSTANBUL 2018, Ocak



*



"Ozan yemin ederim yalan söylüyorsun ve daha hastaneye bile gitmeden çarpılırsın. Yamuk yumuk olur her yanın."

"Valla yalan değil Bahar! Yılbaşında, uyumadan önce söz verdin. Üstelik sarhoş falan da değildin, hatırlamaman mümkün değil. İçimden bir ses yan çizdiğini söylüyor."

"Yo!" dedi kız silkinerek. "Yan çizmem için önce sana söz vermem gerek. Bence sen profesyonelce yalan söylüyorsun. Ben iki dünya bir araya gelse bir dans kursuna yazılmak için söz vermem. Bak vermiş olamam demiyorum. Vermem. Uyduruyorsun."

"Demek öyle..." dedi Ozan kabanını giyerken. Sonra bir şeyi unutmuş gibi kabanı çıkarıp Bahar'ın ördüğü atkıyı boynuna dolamaya başladı. Aynı anda sesi yükseldi. "Demek sizin oralarda söz denilen şeyin hiç kıymeti yok Nazike Hanım."

Bahar adamın boynuna doladığı atkıya bakarken yüzünde tatlı bir tebessüm geziyordu. Ozan konuşunca o tebessüm kayboldu. Silkelendi, ciddileşti hemen. Sonra çattı kaşlarını.

"İskeçe'de yalanı türkü diye mi okuyorsunuz siz!"

"Evet okuyoruz," diye bağırdı adam. "İşimiz gücümüz yalan dolan. Ama asla bir insanın umutlarıyla oynamıyoruz. Önce tamam deyip sonra caymıyoruz. Asla!"

Aşık'ın sesi girdi araya. Bahar ona dönüp "Zavallı kuşlar!" dedi. "Sizin ne yalancı, ne şerefsiz, ne, ne, ne şey bir sahibiniz var!"

"Çocukları bu işe karıştırma!" diye cevap verdi bu kez Ozan. Ve devam etti. "Aşık, ne şanslısın ki Narin asla sana söz verip sonra da yan çizmiyor." Bir yandan ayakkabılarını giyiyordu ve Bahar sağ ayağını yere vurdu.

"Ben seni böyle bilmezdim İskeçeli! Seni dürüst bir insan zannederdim!"

"Evet yazmışsın mektubuna." Bir anda güldü adam.

"Pişmanım!" dedi Bahar. "Yazmaz olaydım."

"Neyse ki mektup bende. Senin ne kadar dönek bir insan olduğunu herkese ilan edeceğim. O vals kursuna da gidecek birini bulurum."

"Bulursun tabii!" diye kükredi Bahar. "Sana dert mi? Paylaş instagramda. Vals kursuna gideceğim yanıma birini arıyorum de. Akşama talipler arasından eleme yaparsın. Ben akşamları," bir eli terası gösterdi. "Şurada oturur senin dönmeni beklerim."

Konuşurken kızın sesine kıskançlık karıştı. Sanki kursa gidecek diye adamı suçluyordu. Şaşkınlıkla "Anlamadım," dedi Ozan.

"Birlikte gideceğimiz kursa," buranın üstünü bastırdı. "Bana söz verdiğin kursa gelmiyorsun ve ben biriyle gitsem bana trip atacaksın öyle mi?"

"Aynen öyle!" dedi Bahar. Sonra ağzından çıkanı duyup "Yoo, ne alakası var?" diye düzeltti. Aynı anda salondan hızla çıkıp mutfağa yöneldi, damağını ısırdı. Ozan ise koridorda kızın peşine takıldı.

"Tamam Nazike Hanım," dedi önce. "Kursa gitmeyiz. Benim hevesim kursağımda kalır. Üç beş bin liralık kursu da çöpe atıveririz ne olacak? Heveslerimiz boğazımıza dizilmişken bir de parayı mı düşüneceğiz?"

Arkasına dönüp bir parmağını adama doğru salladı Bahar. "Bana duygu sömürüsü yapma! Eğer gitmeyeceğimi bildiğin halde bir kursa o kadar para döktüysen alnına ben bir aptalım yazıp öyle çık sokağa."

"Vay be!" dedi Ozan. "Şunu da ağzından duydum ya... Daha da beni bu hayatta kimse şaşırtamaz... İstersen kalem getireyim de sen alnıma ne istiyorsan yaz."

Mutfak kapısında durdu Bahar. "Ayakkabılarla gezme şu evin içinde!" diye bağırdı. Bu kez gerisingeri yürüdü adam. "Ben gidiyorum," dedi bir yandan. "İnşallah bu aptallıkla bugün hastanede birilerinin canını yakmam. İnşallah hastanenin yolunu bulabilirim. İnşallah yolda bana bir araba falan çarpmaz."

"Senin var ya!" diyerek döndü Bahar... Uygun kelimelerin dilinin ucuna gelmesini bekledi bir yandan. "Senin... Sen... Sen duygu sömürüsünün cerrahı olmuşsun. Sana geç kalmışlar diploma vermekte. Sen insanın duygularını anestezi olmadan söküp alıyorsun zaten!"

"Sağ ol!" dedi Ozan.

Sonra bir sessizlik çöktü eve. Bir tek kuşların sesi kaldı. Ozan çıkması gerekirken kapının önünde anlamsızca beklemeye başladı. Bahar ise mutfak kapısında. Kim bilir kaç saniye sonra son bir çırpınışla "Bir kere senin kursa gidecek zamanın yok ki! Vals öğrenecekmiş! Sen kimi kandırıyorsun Ozan?"

"Allah Allah, vals kursuna yazılarak nasıl bir kandırıkçı olduğumu bana söyler misin?"

"Ha yani diyorsun ki vals öğrenmenin tam da zamanı! Kahvaltı edecek vaktin yok, uyuyacak vaktin yok, fotoğraf çekecek vaktin yok ama vals öğrenmenin tam da zamanı! Altı ay sonra değil de şimdi, öyle mi?"

"Aynen öyle!" dedi Ozan. Sanki karşısında İbo vardı da küfrediyordu kendisine. Duymazdan geldi onun sesini. "Asosyallikten ölmeden önce bir şey yapmak istedim ve valsin tam zamanıydı. Burada öngöremediğim şey senin yan çizeceğindi."

"Kursa kaydolurken bana sormadın bile Ozan! Ayrıca bence sen kendi asosyalliğinden değil benimkinden bahsediyorsun, aptal mıyım ben?"

"Hayır!" dedi bu kez adam. Ama sesi düşündüğünden sert çıkmıştı. "Aptal olan benim. Az önce dediğin gibi bir aptallık varsa o da benimdir!"

Ozan'ın sesi sertleşince Bahar'ınki geriledi. Bunu gören Ozan "Aferin len!" dedi kendisine. "Oyuncu olacak adammışsın! Hadi bastır şimdi."

"Hastane ve kütüphane arasında boğuluyorum. Alışık değilim bu hareketsizliğe ve nefes almak istiyorum. Kurs kıçımızın dibinde, iki sokak arkada. Şurada oturup şarap içeceğimize iki hareket öğrensek ne olur ki? Alt tarafı bir saat. Bilemedin iki."

Belki de haklıydı adam. Kendisi olsa sınavın yanına dans kursu katacak değildi ama Ozan'a uygun bir şeydi bu. Hoş kendisi dünyanın en boş zamanına sahip de olsa dans bir seçenek değildi ama...

"Şey," dedi sonra Bahar. "Sen kursa gidersin. Şey de bulursun. Olmadı hangi kurssa söyle, ben gidip konuşurum benim payıma düşen parayı iade etmeleri için."

Kısa bir sessizlik daha girdi aralarına.

"İyi," dedi Ozan kapıyı açarken. "Akşam sekizde sana konum atarım. Gelirsin. İlk dersi yapar sonra konuşursun."

"Tamam," dedi Bahar ve kapı örtüldü. Bir müddet daha mutfak kapısının eşiğinde bekledi. Sonra kahvaltı etmek için mutfağa girdi. Buzdolabına yöneldi ve birden arkasını dönüp "İlk dersi falan yapmam ben!" dedi boşluğa doğru. Yükseldi sesi. "Ozan duydun mu?" dedi. Yine boşluğa doğru. Koridoru koşarak aştı, kapıyı açtı.

"Ozan duydun mu?" dedi. "Ders mers yapmam ben."

Cevap alamadı. Ama giriş kapısı örtülürken bir ıslık sesi duyduğuna dair yemin edebilirdi.



*



Bahar'ın önündeki bilgisayar ekranında bir sürü sekme açıktı. Arama motorunda son yarım saattir aranan şeyler hep aynı kelimenin etrafında dönüyordu. Vals nedir, valsin tarihçesi, vals nasıl yapılır, tek kişi vals yapabilir mi, valste kadının rolü... Bunların yanında elbette vals videosu da izlemişti. Sadece bir tane. İkincisini izlemeye yüreği elvermemiş ve oflaya puflaya Ebru'yu aramıştı.

"Hiç," demişti ona. "Öylesine aradım..."

Öylesine konuşmaya başlamışlardı. Bahar, Ozan'ın odasında, yatağın üstünde, kucağında bilgisayarla bir o yana bir bu yana dönerken, bir eli hep boynundaki kuşlara gidiyordu. Ara ara saçının sevmediği bebek bukleleriyle oynuyor ve derin bir nefes alıyordu. Ardından da içine gömülmüş bir "of" geliyordu. Oysa yılbaşı dedikodusu yapıyorlardı telefonda. Bununla eğlenmek varken şu sağ gözü devamlı bilgisayar ekranına kaymasa olmaz mıydı?

"Eve döndüğümüzde Kadir'in uyuması için suratına yastık bastırmak zorunda kaldık. Bir elli lira daha sokuştursaydım şu kadının göğsüne diye diye uyudu."

"Allah Allah. Onun içinde küçük bir İbo yattığını bilmezdim. Neyse ki İbo Elmira çiçeğimden başka bir cümle kuramadan sızdı."

"Erkeklerin zihin yapılarını incelemek isterdim. Deniz kenarında bikinili bir kız görüp onun bir yerlerine para sıkıştıramazsın değil mi? Dans eden bir kadının orasına burasına para sıkıştırma fikri nasıl cazip gelebilir ki bir insana? Bu genetik bir problem olabilir mi?"

"Sanmam ama buna dördüncü sınıfta bilimsel bir cevap vermeye çalışırım."

"Ama ben kıza çok üzüldüm," dedi Ebru. "Düşünsene üniversite okumak için taaa Kazakistan'dan geliyorsun ve masraflarını karşılayabilmek için dansözlük yapıyorsun. Yanlış anlama derdim dansözlükle değil. Neticede o dans ediyor. Ama birileri de onun etrafında orasına burasına bakıp nereye para sokuşturmak maksadıyla dokunabilirim diye düşünüyor..."

"Ama yarım saat dans edip benim aylık bursumdan fazla para kazanıyor. Üstelik orasına burasına sokuşturulanlar hariç..."

"Yine de benim yapabileceğim bir şey değil. Pazarda takılmayı bin kere tercih ederim. Düşünsene sen çok para kazanmak için özel organizasyonlarda dans edebilir misin?"

"Ben mi?" dedi Bahar. Yüz yüze olmasalar bile Ebru, yüzündeki şaşkınlığı görebilmeliydi. Tekrar etti. "Ben mi? Herkesin içinde dans edeceğim? Hem de şey, oryantal?" Hayaliyle gülmeye başladı Bahar. "İlahi Ebru. Karşında ders çalışmaktan öte herhangi bir vasfı olmayan Bahar duruyor. Dans etmeyi falan geçtim, benim bir gün bir işte çalışmam bile mucize. Ya da ilk iş günümde kalpten gidebilirim."

"Abartma!" dedi Ebru. "Yanımda satış yapmıştın daha önce, o da çalışmak sayılır."

Gülüverdi ikisi birden. Yılbaşında Elmira, gayet sıradan kıyafetlerle eve gelmiş ve dans etmek için Bahar'ın odasında hazırlanmıştı. Hatta hazırlanması için ona Bahar ve Ebru yardım etmişti. O sırada laflamışlardı. Kendilerinden çok da büyük değildi ki kız. Yirmi altı yaşında olduğunu söylemişti. Fizik tedavi okuyordu İstanbul'da. Aynı zamanda hafta sonları pilates ve oryantal dersi veriyor, bir de özel etkinliklerde dans ediyordu. Elbette bu soruları Bahar sormuş değildi. Ebru'ydu konuşan. Bahar sadece kızın giyinmesine ve o abartılı makyajı yapmasına seyirci kalmıştı. Hele kız o pullu payetli sutyeni takmak için kendi çamaşırını çıkarınca, Ebru tarafından dürtüklenene kadar kızın açık göğüslerine bakakalmıştı. Ne utanç vericiydi düşünmesi!

"Üstelik bende dansözlük mesleğinin gerektirdiği bazı şeyler yok!"

"Meme gibi mi?" Daha da çoğaldı kahkahalar. Gülüşlerin arasından çıkıyordu cümleleri.

"Gülme Ebruş, neyi düşündüğünü çok iyi biliyorum, gülme artık!"

"Elimde değil!" dedi kız. "Hani İbo ya da Kadir de aynı senin gibi bakardı o manzaraya."

"Utancımdan öleyim mi istiyorsun!" Hakikaten de yüzünü yattığı yere gömdü Bahar. Orada nefes alırken Ozan'ın kokusunu duyunca başını kaldırıp yatağın neresinde olduğuna baktı. Göbeğindeydi yatağın, koku ne alakaydı? Deliriyordu galiba.

"Utanacak bir şey yok canım. Güzeldi kadının göğüsleri. Allah için ben de beğendim. Sadece sen bir parça takılı kaldın orada." Yine kahkaha attı Ebru ve Bahar yüksek sesle "Lanet olsun," dedi. "Biri bana çaktırmadan adam kesmeyi öğretsin. İbo da çok belli ediyorsun diyor." Bunu söyledikten sonra "Gerçi," dedi Bahar yattığı yerde yuvarlanarak. "İbo bu manzara karşısında salya bile akıtırdı." Sonra gülüşlerin ve yükselen seslerin arasında devam etti Bahar. "Hoş herhalde bütün erkeklerin hoşuna gider bu."

Yine kahkahalar girdi aralarına ve Bahar bir kez daha utançla yatağa gömdü yüzünü. "Büyük büyük," dedi Ebru ve Bahar boğuk sesiyle cevap verdi. "Mesela ben şimdi yüzüstü yatıyorum ve hiçbir rahatsızlık duymuyorum. Çünkü önüm ve arkam arasında hiçbir fark yok."

Tam sakinleşeceklerdi ki, Bahar'ın dediğiyle bir kez daha gülmeye başladılar.

"Dostum seni temin ederim, o kadar büyük olmasını istemezsin. Annemden biliyorum hep beli, sırtı ağrıyor kadının."

"Olabilir," dedi Bahar. "Ben nereden bileyim. Tüyden hafif benimkiler. Ortası makbuldür herhalde. Mesela sen."

"Senden duyduğum en güzel iltifat bu!" dedi bu kez Ebru. Bahar gülmekten gözünün yaşardığını fark etti. "Ama," diye devam etti Ebru. "Yine de şanslısın. Çünkü dekolteyle aranda hiç sorun olmaz. Yok çatalım göründü, yok ordan buradan pörtledi derdin yok."

"Duyduğum en güzel züğürt tesellisi olabilir bu da."

"Daha güzelini Ozan anlatsın o zaman sana." Yine güldüler. Ama bir noktada sustu Bahar. Buna diyecek tek bir kelime bile bulamadı. Nedensiz ve tuhaf bir hayale kapıldı. Düşündüğü şeyle kollarındaki tüyler birer birer havalandı. İçi ürperdi. Emindi ki; Ozan bu konuda bile ona iyi hissettirmeye çalışırdı. Aklına gelmesi mümkün değildi ama kesimlikle göğüslerini bile överdi. Övmek konusunda çok iyiydi Ozan. Yaratıcılığının sınırı yoktu. Ancak göğüslerine ne övgüler düzerse düzsün bunu samimi bulmazdı kız. İyi hisseder miydi, buna da emin olamadı. Neler düşündüğünü fark ettiğinde uzun bir sessizlik girdi Ebru ile aralarına.

"Bayılıp kalmadın değil mi?" dedi sonunda Ebru. "Ozan'ın adı geçince daldın gittin."

Ama "daldın" derken sesinde bir sürü ima gizliydi. Hâlâ güleçti hali.

"Haa, yok, şey..." Anlamsız kelimeler döküldü Bahar'ın ağzından ve sonra konuyu çevirmek için kocaman sesiyle "Ya Ebru!" dedi. "Ozan'la bir kavga ettik ki sorma. N'apmış biliyor musun?"

Bahar'ı taklit ederek "N'apmış?" dedi kız. Ve devam etti. "Kesin iyi bir şey yapmıştır!"

"Vals kursuna yazdırmış ikimizi. Düşünebiliyor musun? Vals kursu ve ben!"

"Oh ne iyi yapmış!" dedi bir anda Ebru. "Başka türlü kıçını kaldırıp vals yapacağın mı vardı?"

"Deli deli konuşma Ebruş!" diye konuştu Bahar. Hem de coşkuyla hem de ağzından yalınlar saça saça ama Ebru'ya dokunmadı isyanı. Telefonu kapattığında sağ yanağı yanıyordu sanki. Ekranda en son elli iki dakikayı görmüştü. Telefonu göğsüne bırakıp tavanı seyretmeye başladı.

Hiç anlamıyordu bu insanlar kendisini. Hem de hiç! Ozan da, Ebru da... Ebru "Şimdiden çok kıskandım vals yapmayı öğreneceğin için seni," demişti. Bunun üzerine Bahar dahiyane bir fikir türetmiş ve "Akşam kursa benim yerime sen gitsene!" deyivermişti de Ebru bunu duyunca telefonu kapatmıştı. Oysa mantıklı bir fikirdi. Madem istiyorlardı, öğrenselerdi. Kendisi iyi bir seyirci olurdu.

Ozan ve Ebru'nun dans edişini boş tavanda seyreder gibi oldu. Ama bu ona düşündüğü gibi mutluluk vermedi. Ebru'nun yerine kendisini koyunca.... Gülümsedi bir anda yüzü. Ozan geçen gece şu yatakta bir hayal kurmuştu hani. Hayaldi onun için vals yapmak. Ne bilsindi adamın gerçekten böyle bir şeye niyet edeceğini? Evin muhtelif yerlerinde gördüğü broşürler bir anda anlam kazandı. Sonra izledikleri Cinderella filmindeki o dans tavanda dönmeye başladı. Kızın yüzünde kendi yüzünü, adamınkinde Ozan'ın gülüşünü gördü. En gamzeli gülüşünü. Yatağın örtüsünü elleriyle okşadı. Tavandan sarkan avizenin etrafı işlemeli, oymalı bir alçıydı. Sanki bir balo salonuymuşçasına oradan ihtişamlı bir avize sallandığını, onun ışıklarının altında burada dans ettiklerini hayal etti. Ne güzeldi bu ev, ne güzeldi bu oda... Derin bir nefesle uyandı uykusundan. Sonra ayağa kalktı. duşa girip hazırlansa iyi olurdu yoksa derse geç kalacaktı.

Odadan çıkacakken durdu, iki adım geri yürüyüp dolabın aynalı kapağına baktı. Aynaya yansıyan yatak görüntüsüyle başını çevirip yatağı sanki ilk kez görüyormuş gibi süzdü. Burada Ozan'la uyuduğunu düşünmek yüzüne güzel kokulu bir tebessüm kondurdu. Sonra tekrar aynaya döndü. Bu kez kendi siluetine baktı. Solgun yüzü, dağınık saçları... Sevmedi bu görüntüyü. Ama bedenine bakınca kötü hissetmedi. Uzundu boyu, ince ama kıvrımsızdı vücudu. Böyle pijamalarla değil de, başka bir kıyafetle olsa, o kadar da kötü değildi. Düşünürken bir hışım altındaki pijamayı çıkardı. Çorapları da. Sonra üstündeki ince kazağı ve atleti. Bir tek külotla kalıp üşüyen bedeniyle bir daha baktı aynaya.

Ardına dönüp yatakla göz göze geldi. Oradan böyle, çırılçıplak kalktığını ama yanında Ozan olduğunu düşündü. Neredeyse eliyle göğüslerini örtecekti. Düşüncesi bile utandırıyordu insanı. Yine de bir yerleri örtmeye kalkan elini indirdi. Başparmağını ağzına götürdü, etini ısırarak seyretti bedenini. Ozan sever miydi ki onu böyle görse?

Çarpık mıydı bacakları? Hiç de baseni yoktu. Göğüsleri öyle küçüktü ki, karnının üstünde duran kemikleri daha da öne çıkıyordu göğüssüzlükten... Yan döndü. Dümdüzdü işte. Avucuyla örtmek istedi sağ göğsünü. Hani bir parfüm reklamı vardı, oradaki manken kadın gibi durmaktı niyeti ama örtülerek saklanacak, seksi görünecek bir şey bulamadı. İki kolunu birbirine sarıp bedenini büzüştürmek istedi. Yan yana iki iri göğsü varmış gibi durmaya çalıştı ama nafileydi. "Sevilecek yanın yok ki Bahar," dedi yere saçtığı kıyafetlerini toplarken. Çıkacaktı odadan, çıkmadan bir daha baktı aynaya. "Memesiz sürtük," dedi kendisine. Ne ayıp laftı ve iyi ki kimse duymamıştı. Ama aynı zamanda kendisine söylenmiş en doğru laftı.



*



"Çok bekletince vazgeçeceğimi mi düşündün?"

Beyoğlu soğuk bir ocak gününü olabildiğince sakin geçirirken, saat dokuza yaklaşıyor ve gece karla beraber şehre çöküyordu. Sokaklar boş değildi. Ama bu doluluk sıcak bir yaz akşamının cıvıltısıyla kıyaslanamazdı. Tarihi binaların zeminine kurulu küçük bar ve kafeler misafirlerine yavaş yavaş veda ediyor, kimisi ise sıcaklığını alkolle koruyordu. Sıkı giyinmişti Bahar. Giyineli çok olmuştu da ayakları evden çıkmakla çıkmamak arasında kaç kere gidip gelmişti, bilmiyordu. Üç dakikalık yolu bebek adımlarıyla yirmi dakikada anca kat etmiş, evden çıkması ise daha uzun sürmüştü. Dans okulunun olduğu yakışıklı binanın önünden bir adım bile ayrılmamıştı Ozan. Oysa yolun karşısında dizili mekanlardan birine oturup bekleyebilirdi kızı. Ama öyle yapmamıştı. Bahar her an sokağın bir başından görünebilir, bir tenhada ürkekçe bekliyor olabilirdi. Onu yakalayıp hemen kafese koymazsa muhtemeldi ki uçup gidecekti. Biliyordu adam.

Bir asker gibi kapıda duran adama olabildiğince yavaş adımlarla yaklaştı Bahar. Sağa baktı, sola baktı. Gözlerinin içine bakan Ozan'dan olabildiğince kaçtı. Sonra bir eli havaya kalktı, şöyle bir daire çizdi. "Karıştırmışım yolları, kayboldum sayılır, yürü yürü bitmedi." diyebildi.

Başını ağır ağır salladı Ozan. Etrafına bakınıp "Haklısın," dedi kıza. "Yakın yer değil. Bildiğin yer hiç değil. Daha geçen şurada yemek yememiştik." Bahar bildiği ve hatta pek de sevdiği mekâna bakıp "Aaa," dedi yapmacık olmamaya çalışan yapmacık sesiyle. "Burası orası mıymış? Ben de diyorum bir tanıdıklık var..."

"Halbuki zeki de bir kızsın... Aptal olan benim." Muzırca bakıyordu adam. Bahar yine üstüne olmadı o bakışların. Sağa sola bakınıp üste çıkmanın derdine düştü ve bakışlarını bir ok gibi adama çevirdiğinde "Aaa," dedi. "Senin beni buraya getirmen falan da hep numaraydı!"

Karşıdaki mekânı gösteriyordu bir eli. Adamsa iki elini birden kaldırdı. "Ne numarası?" dedi. "Yemek yeme numarası mı yaptım karşında?"

"Sen iyice yalancı olmuşsun İskeçeli. Ben seni böyle bilmezdim."

"Dans okulu bakıyordum kendime. O ara acıkmışım. Ne yalanı var burada? Hem çeneniz düştü Nazike Hanım, ders başlamıştır yukarıda, hadi!"

"Derse gelmedik ki," dedi kız. "Yani ben müdürle falan konuşacağım, sana benim paramı geri versin diye."

"Tamam," dedi Ozan gülerek. "Hadi şu müdürü bulalım da konuş."

Burnunu çekti Bahar. Dizleri titreyecekti de pantolonun altına giydiği opak çorap sıkı sıkı tutuyordu bacaklarını. Binanın geniş kemerli kapısından girdiler. Yerde boyluca kırmızı bir halı seriliydi. Aydınlıktı koridor. Binanın tavanı yüksek, işlemeleri yavru ağzıydı. Ne güzel diye aklından geçirdi kız. Asansöre yanaştılar. Dans okulunun olduğu kata çıkarlarken Bahar ağzını açtı. "Beni müdürle yalnız bırak. Müdürlerle aram iyidir benim. Biraz ağlayabilirim. Öyle görme beni."

Ozan tutamadı kendisini, gülmeye başladı. "Ağlamasan olmuyor mu?" dedi.

"Elimde değil," dedi Bahar.

Ozan'sa başka bir yol arıyordu. "Girmesen böyle şeylere de benimle bir iki derse katılsan. Sevmezsen söz, bırakırız."

Burnunu çekti kız. İçerisinin sıcaklığı burnunu akıtmıştı işte. Cebinden bir kâğıt mendil çıkarıp burnunu silerken kaşlarını kaldırdı. "Olmaz," dedi. "Ben dans edemem."

"Kırk yılda bir bir şey istedim senden..."

"Duygu sömürüsü yapmasana Ozan," dedi Bahar mendili cebine sokuştururken. Bir daha burnunu çekti. "Keşke uyuyakalsaydım," dedi bu kez. Ozan ise asansör varacakları kata ağır ağır yanaşırken "Bence şu an naz yapıyorsun," deyiverdi.

Bahar hemen bedenini çevirdi ona. "Naz mı?" Koca koca açılmıştı gözleri.

"Naz tabii," dedi adam. Bir elini kaldırıp kızın kızarmış burnuna dokundu. Sonra çenesini tuttu. "Ama gördüğüm en tatlı naz olabilir bu."

"Naz yapmıyorum ki."

"Yapıyorsun yapıyorsun. Eh prenses dedik, nazı da olacak artık,"

Kapılar açıldı. "Naz yapmıyorum," dedi bir daha Bahar. Ozan naz dedikçe öfkeleniyordu. Öfkelendikçe kaşları çatılıyordu ve bu hal Ozan'ı daha da güldürüyordu.

Bir kadın çıktı önlerine. "Buyurun," dedi.

"Vals dersi için gelmiştik," dedi Ozan ve kadın saatine bakıp "Biraz geç kaldınız," dedi.

Bahar hemen atılıp "Tamam dönelim," derken Ozan onu kolundan yakaladı. Salonu sordu. Kadının gösterdiği yöne doğru Bahar'ı çekelemeye başladı. Bahar ise var gücüyle dışarı atılmaya çalışıyordu.

"Müdürün odası nerde?" diye sordu bu kez kız. Yüksekti sesi. Kadın şaşırdı. "Müdür mü?" dedi. "Ne vardı, ben yardımcı olayım," dedi ardından. Ama gösterdiği salondan gelen güzel bir müzik sesi yayılıyordu.

Ozan ise iki omuzundan yakaladı Bahar'ı. Kendisine çevirdi, biraz eğilip gözünün içine baktı. "Lütfen," dedi. "Allah aşkına, bak Allah adı veriyorum. Lütfen. Çok istiyorum, çok fazla."

Donmuş gibi kaldı Bahar. Yutkundu. Gözlerini adamınkilerden çekemedi. "Ebru'yu arasak. Gelir o. Onla şey yapsanız..."

Bir daha "Lütfen," dedi adam. "Bir başkası değil. Senle öğrenmek istiyorum."

Sustu Bahar. Ama biri orasına burasına kablolar bağlayıp üzerinde deneyler yapsa; kalbinde bir sorun olduğunu düşünürdü. Evet, biliyordu insanların kalpleri öyle birden durmaz, durunca bir daha çalışmaz, zaten dursa öyle ayakta da durulmazdı. Ama Ozan öyle bakıyordu ki, kalbinin durduğunu düşündü.

Sonra çekti omuzlarını adamın ellerinden. Üstünü başını silkeler gibi oldu. Adamın yüzüne bakmadan "Çok inatçısın Ozan..." dedi. "Günün sonunda hep senin dediğin oluyor."

Duyduğuyla yüzünde koca bir gülümseme belirdi adamın. İki eliyle birden davrandı Bahar'ın yüzüne. Kaldırdı başını "Bak," dedi kıza. Bir eli yanağındaki gamzeyi gösterdi. "Senin sayende. Senin için."

Bahar'ın bakışları Ozan'da kaldıysa da başını çevirip "İyi," demekle yetindi. "Ben rezil olayım. Ben her şeyi sıçıp batırayım ama sen yeter ki gül."

Bir adımla yine kızın önüne geçti Ozan. "Öyle bir şey yok. O kadar güzel olacak ki!"

"Hiç dinleme zaten sen beni."

"Dinliyorum ki! Asıl beni dinlemeyen sensin."

"Ben mi seni dinlemiyorum!" dedi Bahar. Pes etmiş ve buna öfkelenmiş bir yüz vardı karşısında.

"Evet," dedi adam. "Bir şeyi yapman için en az yüz kere söylemem gerekiyor. Asla ilkinde dinlemiyorsun. Oysa belki doğru şeyler söylüyorumdur, belki de o küçük kıçını kaldırıp bir şeyler yapman sana iyi gelecektir..."

"Al işte! Hani vals öğrenmek istiyordun? Benim kıçımın ne yaptığıyla neden ilgileniyorsun ki sen?"

"Evet vals öğreneceğim. Ama partnerimi seçmem lazım..."

Daha konuşacaktı kız ama Ozan onun elinden tutup az önce kadının gösterdiği salona kapıyı bile çalmadan giriverdi. İçeride üç çift vardı.

Burası her yanından ışıklar çıkan dikdörtgen şeklinde büyük bir salondu. Uzun kenarlarından biri pencereyle örülüydü. Kalan üç kenar aynayla kaplanmıştı. Kısa kenarlardan birinde bir basamak yüksekliğinde yuvarlak bir platform vardı ve tam olarak orada, saçının yarısı mora boyanmış bir kadınla, saçı olmayan bir adam dans ediyordu. Gençti ikisi de. İkisi de tayt giymişti. Fitti bedenleri. Dikkat çekiyorlardı. Karşılarında ise üç çift, onları izliyordu. Ozan ve Bahar girince mor saçlı kadın "Ozan mıydı?" diye seslendi adama.

Hemen ardından "Geç kaldınız," dedi.

Ozan yüksekçe sesle "Özür dilerim," dedi. "Partnerim biraz nazlı da son yarım saatimi onu ikna etmeye çalışarak harcadım."

Bahar, Ozan'ın avucundaki elinin ne biçim terlediğini fark edip içinden ağır bir küfür etti. Dönüp adamın yüzüne söylemek istedi bunu ama kendisini tuttu. Bereket ki müzik vardı salonda. Üstelik bu müzik dışarıdakinden de yoğundu. Ses yalıtımlı duvarın içine girince müziğin kuvvetiyle karşılaşıyordu insan. Kulağa tanıdık müzikti bu ama adını sanını bilmiyordu kız. Ozan'ı izleyip salonun bir kenarına kabanını, çantasını, beresini bıraktı. Üç çiftin orta yerine dalıverdi Ozan.

Mor saçlı kadın ise konuşmayı sürdürdü.

"Diğer arkadaşlarla tanıştık," diyerek onların isimlerini saydı. Sayarken ezber yapar gibiydi. "Sedef, Nihat, Ayşegül, Gökhan, Beste ve Alper."

Ezberi tam olunca kendisine küçük bir alkış yaptı. Sonra Ozan'a bakıp "Ozan," dedi ve parmağını Bahar'a yöneltti. "Bahar," dedi Bahar'ın alçacık sesi.

Kadın kendini gösterip "Efsun," dedi ve sağında duran adama baktı. Adam da "Burak," dedi ismine.

"Biz diğer arkadaşlarla kısa bir tanışma ve valsi tanıtma faslını geçtik ama özet geçeceğim." İşaret parmağını havaya kaldırdı. "Şostakoviç çalıyor şu an. İki nolu valsi dinliyoruz. Eminim bu müziğe aşınasınız biz sadece ayaklarınızın müzikle uyumunu koordine edeceğiz. Üç ay diye düşündük programı ama kalabalık değiliz, hepimize uyacak şekilde programda kısaltma ve uzatma yapabiliriz. Sedef ve Nihat için ayrıca düğün dansı koreografisi yapacağız ama gruptan ayırmıyorum sizleri, hep birlikte daha keyifli oluyor, bunları tecrübe ettik."

Sonra sağına döndü kadın. Burak da soluna döndü ve sözü devraldı. "Vals görebileceğiniz en asil danstır," dedi. "Fransa'da doğup Viyana'ya ve Almanya'ya yayılmıştır. Viyana usulünde küçük farklılıklar vardır ancak biz burada klasik valsi deneyimleyeceğiz. Önemli olan tek şey adımlar. Adımları hallettikten sonrası büyük bir keyif olacak." Örnek bir duruş sergilemek için ellerini kaldırıp Efsun'a uzandı adam.

"Valsi düz adım danslardan ayıran en önemli özellik adımdır arkadaşlar. Normal koşullarda bir iki üç dört şeklinde giden dans ritmi valste 3/4lüktür. Aksak adımdır aynı zamanda. Ne demek istediğimi şimdi göstereceğim. Sağ sol sağ ve sol sağ sol şeklinde ilerleyeceğiz. Ayaklarımı takip edin lütfen."

Bahar ellerini önünde birleştirip adamı izlemeye çalışırken içinden kendisine lanet okuyordu. Şu salonda bulunup burayla en ufak bir ilişiği olmayan, buraya yakışmayan tek dişi kendisiydi. Kazağının yakasını çekiştirip dururken Efsun denilen kadının ayaklarına baktığını fark etti. Aynı şekilde botlarına baktı ve yanaklarını şişirdi. Kadın ise sözü devraldı. "Bahar'cım," dedi. Sesi sevecendi. "Alçak topuklu ayakkabılarla çalışmamızda fayda var. Spor ayakkabı zorda kalırsak olabilir ama botla rahat hareket edemezsin."

Ozan üzerindeki kazağı çıkarıp kenara koyarken güleç yüzle cevap verdi kadına.

"Ben Bahar'ı buraya soktuğuma dua ediyorum, siz kaçırmaya mı çalışıyorsunuz?"

Aynı anda bir erkek sesi duyuldu. Bahar'a sesleniyordu adam. "Kaçmak istersen beni de al yanına. Zorla gelen bir tek sen değilsin."

Bir ağızdan güldüler. Bahar bile güldü. Sonra çekinerek sordu. "Hocam, tek kişiyle vals yapılmaz mı? Ozan tek ders alamaz mı?"

Aslında gülsünler diye sormamıştı ama hep birlikte yeniden güldüler. Bahar da bunu bir hayır cevabı olarak kabul etti ve berenin altında kalıp dağılmış saçlarını hızla ensesinde toplarken kimin ne giydiğini hızla süzüp Ozan'la göz göze geldi. Gamzesi vardı adamın, orada öylece duruyordu, saklanmamıştı. Gardını indirmedi Bahar. Ozan'a kızgın olması gerektiğini düşünüp onu görmezden geldi.

Efsun ve Burak, bir olmuş aynı adımları atıyor ve sırayla konuşuyordu.

"Erkeklerde kollar daha geniş açılmış olmalı. Yumuşakça tutmuyoruz eşlerimizi. Duruş ve tutuş daha sert. Duruş her zaman dik. Erkek sol, kadın sağ adımla dansa başlar..."

"Ayaklarımızı fazla açmıyoruz. Omuz genişliğinden biraz fazla. Ama çok değil..."

"Adımlarda ayaklarınızı birbirinize tamamen yapıştırmıyorsunuz. Bir iki üç, bir iki üç. Bas bekle, bas bekle, bir iki üç. Ritmimiz budur."



*



"Hayır sen kesimlikle yavaş hareket ediyorsun," dedi Bahar. Cebindeki elini çıkarıp heyecanla savurmuştu havada. "Onlar iki tur atıyor, biz bir buçuk falan atıyoruz."

"Hayır ben kesinlikle ritim şaşırmam. Onlar çok hızlıdır. Ben kaptım bu ritmi. Sekmez benden."

"Onlar dediğin hocalar Ozan. Onlardan hızlı hareket ettin tüm gece."

"Canım hoca diye hata yapamaz mı? Gösterirken kaçırmışlardır ayarı."

"Ozan bin yıllık şarkı. Ritim bilmiyorum ama şarkıyı biliyorum. Dım dım dımdırırı dımdırırı dım dım. Üçlük işte. Sen dört çıkarıyorsun buıradan."

Aynı anda ıslak zeminde botlarıyla az evvel öğrendiği hareketleri tekrar etti Bahar. Botlar bu iş için hakikaten çok kabaydı ama o parmak uçlarında hareket etmeye çalışıyordu. Bulutların üstünde seker gibi...

"Ben de üç yapıyorum," diye diretti adam. Baharın karşısında, kendi ekseninde üç adımlık bir dönüş yaptı. "Dan dan dandaradara dandaradara dan!"

"Bak işte benden yavaşı döndün!" eliyle adamın ayaklarını işaret ediyordu Bahar.

"Sen hızlısındır!"

"Hoca hızlıdır, sen hızlısındır. Ne mızıkçı şeymişsin be sen!"

Ellerini cebine sokup yürümeye devam ederlerken "Ben mızıkçı değilim," dedi adam. "Ama yani bende müzik kulağı vardır. Anaokulunda bile tango yapmıştım ben. Kaçırmam yani ritmi. Sen acemisin. Alışırsın bir iki güne."

"Hah!" dedi Bahar'ın sokağı saran sesi. Ağzından bir buhar halkası çıkıp göğe yükseldi. Burnu kızarmıştı yine. "Ne yani ben ömrümde ilk kez dans ediyorum diye hiçbir şeyi doğru yapma hakkım yok, sen çişini kendin bile yapamazken tango yaptığını sanıyorsun diye her şeyi doğru yapıyorsun öyle mi?"

"Olayı farklı yere çekme Nazike. İstersen sonraki derste kamera açarız, kim hızlı dönüyor, kim yavaş kalıyor görürüz.

"Olur!" dedi Bahar. Bir yandan cebindeki kâğıt mendili çıkarıp burnunu sildi. "Ama," dedi hemen ardından. "Sorun görmemek değil bence. Videoyu çeksek bile sen kendine kusur bulmuyorsun ki. Yok o hızlıdır, sen yavaşsındır. İki derse hocanın yanında saf tutar, çekil şuradan ben öğreteyim dersin sen."

"Az daha abart," dedi Ozan gülümserken. Ama huysuz bir gülüştü bu.

Bahar ise keyfinden ödün vermedi. "Neyse bir iki güne bu mızıkçılığına alışırım. Zaten ne kadar hızlı öğrenip en iyi dans eden kişi olacağımı göreceksin. Doğuştan yetenekmiş benimkisi." Beresinin altında kalan saçlarını şöyle bir savurdu Bahar. Efsun ve Burak, herkese tek tek adım genişliğini ve aksak adımı öğretirken Efsun, Bahar'ın ayaklarına bakıp "Aynen öyle," demişti. "Aynen öyle, hiç bozma adımlarını." Onu kastediyordu şimdi Bahar.

Aynı anda önüne bakıp ağzını yamultarak gülümsedi Bahar. Kendi kendisiyle ama böbürlenerek konuşur gibiydi. "Ya ben Türkiye ellincisi olmuş insanım. Benim isteyip de beceremeyeceğim hiçbir şey yok ki... Fırsat vermediler. Verseler daha kim bilir neler yapacaktım Allah'ım. Olimpiyatlarda bile olurdum."

Kule döndükleri sokağın ucunda görünmüştü. Saat gece yarısını çalımlamıştı ve bu kez insanlar gerçekten evlerine dönmüş olmalıydı. Gece uykusu sessizliğiydi sokaklarda gezen. Tek tük insan varsa da bir yerlere yetişme telaşındalardı. Kar hız kesmeden atıştırıyordu ama dokunduğu yerde kalabilmek, yaşayabilmek için fazla zayıf olan kar taneleri, Bahar'ın burnuna çarpıp kirpiklerine takılıyordu.

Elleri üşümüştü ikisinin de. Bundan sebep ceplerinden çıkarmıyorlardı onları. Hatta sırtları da terliydi. İkisi de dans için fazla yanlış kıyafetler seçmişti. Ama Bahar bu ders için değilse de sonrası için heyecanlıydı. Tayt giymek gerekti. Bugüne kadar eve depoladığı tayları gün yüzü görecekti demekti. Mutluluktan ölebilirdi, hem de sırf bunun için! Alçak topuklu sandalet ya da spor ayakkabı demişti Efsun. İkisi de vardı elinde. Alçak topuklu sandaletleri bir halta yarayacaktı demek! İki gün sonraki derse en renkli taytıyla katılsa mıydı? Yoksa düz renk olan mı, mesela mor? Olur muydu?

Ozan'ın sesiyle kendisine geldiğinde onun ne dediğini duymamıştı. Baktı adama, "Duymadım?" dedi.

Mahcuptu Ozan'ın bakışı. Gülüşü biraz çekingen. Bedeni yorgunluktan ölmek üzereydi, zihni kendisini uyku moduna almıştı ama buna karşın eve girmek istemeyen bir yanı vardı. Bir şey demeden bir adım gerileyerek baktı Bahar'a. Sonra az evvel yaptığı gibi "Dan dan dandaradara dan darardara dan!" diyerek kendi etrafında dönü. "Bak işte," dedi kıza. "Böyle değil mi?"

Sorusu da gösterdiği şey de bir kamçı gibi çarptı Bahar'ın sırtına.

"Öyle değil demiyorum ki!"

Ozan'ın karşısına geçip ayaklarını açtı. "Dik dur," dedi Ozan o arada, Bahar bedenini dikleştirirken "Her bokun en iyisini sen biliyorsun zaten!" diye kükredi ve kahkaha attı adam. "Tamam, bunu bilerek yaptım."

"İyi bok yedin."

"Göster hadi!"

"Bak işte böyle yapıyorsun sen, dandanradaradan!"

"Hiç de öyle yapmadım Bahar, Nazikelik yapma!"

"Yavaşsın işte, kabul etsen ölür müsün?"

"Değilim ki!"

"Doğrusu şöyle; dım dım dımdırırı dımdırırı dım dım. Bak ayağıma. Müzikle aynı anda evine dönüyor."

"Benimki n'apıyor?"

"Sürtüyor dışarılarda!"

Küçük bir kız gibi belini kırarak bağırmıştı Bahar. Bir sürü kar zerresi yüzünde uçuşurken Ozan gelip onun elinden tutmuş, sırtını dikleştirip kollarını açmıştı. Sözleşmiş gibi aynı anda, biri sağ biri sol ayakla hareket etmiş ve kendi eksenlerinde üç aksak adımlık bir turu tamamlamışlardı. Ama sonra durmayıp dönmeye devam etmişler ve döndükçe yüzlerindeki bir sürü şey yok olup geriye havaya inat bir sıcak yuva yapmıştı.

"Böyle mi?" demişti Ozan.

"Böyle," demişti Bahar.

Kim bilir kaç tur, kim bilir kaç adım, olmayan kaç şarkı bittikten sonra Ozan aralarındaki mesafeyi kapatıp dudaklarını Bahar'ın gözünün yanına kondurmuştu. Dokunduğu yer karla ıslanmıştı, buna karşı dokunan dudaklar çatlaktı, üşümüştü. Bir elini kızın belinden çekip yanağına götürmüştü. Diğeri hâlâ elini tutuyordu.

"Hoşuna gitti mi?" demişti sonra.

Bahar başını yasladığı göğüste yarı ıslak kıyafetlerle bir parça üşüse de başını hızla sallayıp "Çok," dedi. Sonra çekti yüzünü, havaya kaldırıp Ozan'ın halinden memnun yüzü ve ışıl ışıl gözleriyle karşılaştı.

"İki vakte senden daha iyi olacağım ama."

Gülüşü büyüdü Ozan'ın.

"En iyisi olursun sen"

"Olurum."

"Olursun."

"Olurum."

"Olursun... Sonra da o balo senin bu balo benim gezeriz."

"Böyle kabarık bir balo şeysi de alırız bana."

"Alırız." Gülerek kızın burnuna burnunu değdirdi adam. Bahar hep böyle mutlu olsun diye yapmayacağı tek bir şey var mıydı? Yoktu.

"Üşümüş burnun," dedi bu kez Bahar. Sanki kendi burnu sıcakmış gibi... "Çay demleyelim eve girince."

"Şarap?" dedi Ozan.

"Şarap yok," dedi Bahar. "Çay var, şarap yok."

*

Kantinde salep almak için sıraya giren Bahar, bir yandan da kapıyı gözlüyordu. Ebru kampüse girdim demişti her an içeri de girebilirdi ve içeri girerse, ona bir yer tutmasını söylemesi gerekirdi. Anlamadığı şekilde bir anda kalabalığı artmıştı sessiz sakin kantinin. Sıraya girmeden bir yer bulsa iyi ederdi yoksa karlı sahile talim edeceklerdi. Bu arada farkında değildi ama sağ ayağı aksak adım üçlü bir hareketin peşindeydi.

Başka zaman olsa sahilde oturmayı dert etmezdi ama hasta olmak istemiyordu. Şu dans okulu iyiydi hoştu ama fena terletiyordu insanı. İçerisi bir sıcaktı, bir sıcaktı ki, soyunası geliyordu insanın. Dışarısı da bir soğuktu ki kıçı titriyordu çıkınca. Bereket ev çok yakındı ama yine de dikkat etmek lazımdı.

Ebru'yu yılbaşından beri görmüyordu. Yani bir haftayı geçmişti ve dans okulu hakkında konuşası vardı. Evet, gururunu bir kenara bırakırsa "hata yapmışım" demeliydi.

"Hiç de korkulacak bir şey değilmiş, tamam ders başlayınca ilk dakikalarda biraz geriliyorum ama çok da eğlenceli geçiyor. Bir kere ev dışında Ozan'la olup bir şeyler yapmak acayip keyifli. Ozan güneş gibi, ben de günebakan. Onu takip ediyorum devamlı. Baktıkça çiçek açtırıyor bana. Enerji veriyor, güç veriyor, tat veriyor. Dansta benden yetenekli. Ama bu aramızda kalsın Ebruş çünkü acayip götü kalkıyor böyle söylenince. Anca ben surat falan asmalıyım ki geri adım atsın. Bu arada o benden iyi dedimse, beni de kötü sanma çünkü ben de hiç fena değilim. Kendim bile şaşırdım aslında buna. Yani benim üstün yetenekli olduğum falan yok ama vals o kadar da zor değilmiş. Tek kişiyle yapılmadığı için de şükretmeliyim. Bir vasat ve bir iyi bir araya gelince iyi vasatı yukarı taşıyor. Yani partnerim Ozan olduğu için çok şanslıyım. Ah bir de Ebruş! En güzel yanı ne biliyor musun? Taytlar! Pazardan aldığım onca taytı ne yapacağımı şaşırıyordum ya... Hani sırf onları giymek için koşmaya mı başlasam diyordum. Dans ederken hoca bile tayt giyiyor. Diğer kızlar da. İlk dersi kaçırdım ama sanırım kalan bütün derslerde giyebileceğim çeşit çeşit taytım var. Ha bir de diğer kızlar demişken. Bizden başka üç çift var derste. Hepsi sevgili. Hatta nişanlılar var. Baharda düğünleri olacakmış, düğünde vals yapmak istiyorlarmış. Şimdi bizimle çalışıyorlar ama sonra onlara ayrı koreografi yapacaklarmış. Gerçi belki hiç ayrılmazmışız çünkü enerjimiz çok iyiymiş. Harbiden de hepsi eğlenceli insanlar. Çift rıza ile gelen bir o düğün çifti var zaten. Diğerlerinde hep erkekler sürüklenen. Bizde de ben. Gerçi biz çift değiliz ama olsun. O da ayrı dert aslında. Çünkü bizi de sevgili sanıyorlar. Ozan'ın umurunda bile değil. Hiç bozmuyor insanlar bizden sevgili diye bahsedince. Ben biraz bozuluyorum. Hayır öyleysek ben de bilsem iyi olmaz mı? Yanlış anlama Ebruş sevgili değiliz zaten. Öyle sanmaları beni çok rahatsız ediyor da değil. Yine de... Anlatamıyorum ki derdimi. Her neyse. Başlama şimdi Ozan seni şöyle seviyor, böyle seviyor diye. Biliyorum sevdiğini. Ama senin düşündüğün gibi bir sevgi değil bu. Kurcalama işte. O benim yumuşak yürekli adamım. Hiç onun kadar yumuşak yüreklisini de görmemiştim zaten. Kurs yorucu geçiyor bu arada. Yani haftada iki gün ama olsun, yoruyor. Kurstan sonra mışıl mışıl uyuyorum. Kurs yokken de evde prova yapıyorum. Ozan'dan gizli. Ondan ya da onun kadar iyi olsam yeter. Şarkılar da bi güzel bir güzel! Sanki on dokuzuncu yüzyılda baloya gider gibiyim. Bir kostümüm eksik."

"Ne istemiştiniz?"

"Anlamadım," dedi Bahar. Tatlı bir rüyanın ortasında neye uğradığını şaşırmıştı. Kantin, öğrenciler, yüksek sesle konuşanlar, şurada el sallayan bir Ebru...

"Ne alacaktınız?" dedi kibar davranmaya çalışan ama aynı zamanda da bunalmış olan adam. Bahar bir etrafına baktı, Ebru'yu gördü, bir de adama döndü. Kafasının içinde kaç zamandır tek kişilik bir konuşma yaptığını düşününce heyecanlandı. Demek aynını bir daha Ebru'ya yapacaktı. Sevindi. "İki salep," dedi adama. Küçük metal bir tepsiye bardakların konuşunu izlerken Ebru ile el kol usulü anlaştı. Boş bir yer bulacaktı kız. Ama görülen oydu ki, içeride yer yoktu. Kış bahçesine çıktı Ebru. Orada yer bulursa ne âlâydı. O da yoksa soğuk sahil onları beklerdi. Ama şanslı sayılırlardı ki, Ebru'nun bir masaya çantasını bıraktığını gördü. Tepsiyi alıp cam kapıdan çıkacaktı. Çantasının yükünü diğer omuzuna aldı.

Tek eliyle tuttu tepsiyi. Cam kapıyı açmak için kulba uzanacakken bir şey oldu. Bir sarsıntı. Omuzu kapıya çarptı. Tepsi devrildi, bir sıcaklık yayıldı sağ bileğine. Hemen çekti elini ama yanma hissi acı vericiydi. Kapıdan gelen serinlik de olmasa...

Ne olduğunu da anlayamamıştı ki! Bir şeye mi takılmıştı ayağı, ne gibi bir salaklık yapmıştı? Koşarak yanına gelen Ebru'ya "Devrildi," diyebildi sadece. "Elin," dedi Ebru. "Elin acıyor mu?" Nereden bulduğunu bilmediği bir su şişesinden su döküyordu Ebru bileğine. Ah kendisi olsa hayatta kantinin orta yerine su dökemezdi ama eli de acıyordu.

"Yok bir şey," dedi Bahar.

"Revire gidelim," dedi Ebru. Ama Bahar elindeki acıyı duysa bile bunu düşünemeyecek kadar çok utanmıştı. "Gerek yok," dedi. "Bak herkes bana bakıyor."

"Herkes sana bakmıyor!" dedi Ebru. Sesinde öfke vardı, kızgınlık vardı, anlayamadı Bahar.

"Bakıyorlar Ebruş," dedi Bahar. Yerdeki tepsiyi, bardakları toplamaya çalışıyordu. Alçaktı sesi.

"Sana bakmıyorlar!" dedi bu kez Ebru. Yüksekti sesi. Bahar'la beraber eğilmişti ama hızlı ayaklanıp belli bir yere çevirdi başını. "Neden sana baksınlar?" diye daha da yükseldi sesi. "Şuradaki orospunun neden sana omuz attığını anlamaya çalışıyorlar."

Elinde bir kitapla duvara yaslanmış kendilerine bakan Melis ve hemen onun yanında duran Mina... Melis'in bir kaşı havaya kalktı. "Bana mı dedin sen onu?" dedi Ebru'ya bakarak.

Sakınmadı Ebru. "Salak mısın?" dedi bu kez. "Tabii ki sana dedim. Bir kantin dolusu insanın önünde birine omuz atacaksın sonra da salağa yatacaksın öyle mi?"

"Şşşşt!" dedi Melis bir adım öne çıkarken. Hemen ardında duran Mina elini Melis'in koluna uzatıp onu tutmaya yeltendi. Aynı anda gözleri dolup taşan Bahar, ayaklandı. Ne olduğunu bile anlamamıştı ama Melis'in yüzünü görünce gözleri acıyla yanarken elini bile unutmuştu. Canı acımıştı. Çok derinden. Tanımadığı iki erkeğin dudakları her yanında geziyordu sanki. İrkilmesi, tiksinmesi, büzüşüp kalması bundandı. "Ebru yapma," dedi titreyen sesiyle.

Ebu onu dinlemedi. Melis bir adım daha attı Ebru'ya doğru.

"Şşşşt! Dikkatli konuş, ben o yanındakine benzemem. Sana o devrilenleri yalatırım."

Bu kez daha büyük bir öfkeyle "Gelsene!" dedi Ebru. "Nesin sen hanım ağa falan mı? Nereden geliyor bu kuyruk acısı? Niye sataşıyorsun sen bu kıza? Derdin neyse söyle. Omuz atmak nedir ya? Kaç yaşındasın kızım sen?"

Melis, Mina'nın kolundan sıyrıldı. Üç adımla yanaştı Ebru'ya. Oysa Bahar neredeyse titreyen dizleriyle bayılmak üzereydi. Ağlayarak "Ebru n'olur!" dedi. "Ebru n'olursun gidelim."

Ebru bir an baktı Bahar'a. Dişini sıktı. Bahar böyle yapmasa, ağlayıp sızlamasa ve bu kadar aciz görünmese... Tekrar Melis'e döndü. Daha sakin bir sesle "Derdin ne?" dedi. "Niye kaşınıyorsun? Ne yapmaya çalışıyorsun? Anaokulu mu burası?"

Güldü Melis. Hem de şen şakrak bir kahkahaydı bu. "Bana bak ufaklık," dedi ellerini göğsünde birleştirirken. "Şimdi bir şey derdim ama şu arkadaşın bayılıp kalacak. Al şunu götür buradan. Gitsin fedailerine şikâyet etsin beni."

Bahar Ebru'nun koluna var gücüyle asıldı. "Ebru!" dedi. Sesinde kızgınlık da vardı bu kez. Ama aynı anda kantin uğultusunun içinden "Hop, hop!" diye bir ses geldi onlara doğru. Erdem'in sesiydi bu. Koşar adım gelmişti. Ama ardında Oktay da vardı. Erdem, tanımadığı kızın yanından geçip tüyleri bir hindi gibi kabarmış olan Melis'in koluna girdi. "Yavrum n'oluyor?" dedi. "Hiç yakışıyor mu sana?"

Bahar'ı görmedi bile adam. Ama onun ardından gelen Oktay, Bahar'ı da yılbaşında gördüğü diğer kızı da fark etti. Bahar'a değil, Ebru'ya uzattı elini. Kızın omuzuna dokunup göz kırptı.

Ebru bir adım geri atarken Oktay'a döndü. "Ne biçim bir grupsunuz siz?" dedi alçalan sesiyle. "Deve kadar olmuşsunuz beş yaş muhabbeti yapıyorsunuz. Şunun derdi neymiş bir söylesin yoksa gerçekten dalacağım ben buna. Kantinin ortasında Ali kıran Baş kesen gibi omuz atıyor kız." Sonra Bahar'a döndü Ebru.

"Elin nasıl?" dedi ona uzanarak. Bahar'ın elini fark etmeden sertçe tutup "Yanmış hepten," dedi. Bahar2ınsa o kadar umurunda değildi ki o el. Ebru devam etti. "Revire gidiyoruz hadi."

Bahar gık demedi. Rezil olmuşluğu öyle büyüktü ki, oradan gitmekten başka bir arzusu yoktu. Nereye gittiği önemli değildi. Eline ne olduğu da önemsizdi. Yalnız gitmek istedi. O soğuk sahile ya da daha soğuk bir yerlere. Merdivenlere yaklaştığında başını çevirip kısacık baktı geriye. Oktay, Melis'in yanındaydı, Melis başını onun göğsüne yaslamıştı ve adamın eli kızın sırtını seviyordu.



*


ŞUBAT, 2021 – İstanbul


*


Bana ne yazdan bahardan,
Bana ne borandan kardan

Aşağıdan yukarıdan
Yolun sonu görünüyor...

Geçen hafta en sevdiğim hocalarımdan biri, bizim ekibin rakı gecesine dahil oldu. Adamın kızı Harvard'tan burslu kabul almış, koskoca adam mutluluktan hüngür hüngür ağladı karşımızda. Aslında hafta başı yanıma gelip topla çocukları size güzel bir yemek ısmarlayayım demişti ama ben, biz zaten cumartesileri çıkıyoruz, deyince "iyi ben de geleyim sizinle" dedi. İnanır mısınız, bir yudum bile içki içmedi ama mutluluk onu hepimizden çok sarhoş etti. Bizse içtik. Ben en çok içenlerden biriydim herhalde. Bu şarkı da o geceden yadigâr kaldı yanıma. İlk kez duydum, şarkı geçip gitti ama ben ondan geçemedim.

İçine bahar giren her şeyi yasaklayan bir kanun yapsınlar. Yapsınlar ki ben gün yüzü denen şeye kavuşayım. Ama yo, hayır. Bir yanım da dört bir yanda bahar konuşulsun istiyor. Sabah evden çıkayım kapıcıya "Bahar" diyeyim. Arabaya bineyim, ışıklarda mendil satan çocuğa "Bahar" diyeyim. Ondan "Bahar" alayım ve ona "Bahar" vereyim. Hastaneye gelince otoparka girmek için "Bahar" diyeyim ve bariyerler kalksın. İçeri gireyim, herkese günaydın değil "Bahar" diyeyim. Onlar da bana "Bahar" desin. Vizite çıkayım. "Bahar" dediğim herkes iyileşsin. Hasta yakınları takılsın peşime "Bahar" dediklerim "Baharlı günler" desin bana. Gökyüzünde "Bahar" olsun. Kuşlar ötecekse "Bahar" diye ötsün. Bulutlar "Baharın" önüne geçmesin. Öğle yemeğinde "Bahar" olsun. Yemekhanede çalışan sevimli ablaya da "Bahar" diyeyim. Gün çabuk bitsin, evime döneyim. Balkona koşayım. "Bahar" süzülsün denizin ardında. Martılar "Bahara" uçsun. Gökyüzü "Bahar" rengine bürünsün. Karanlık değil "Bahar" çöksün. İlle de karanlık olacaksa "Baharlar" parlasın gecenin koynunda. Ben onları seyredeyim sabaha kadar. Kadehime ben diyeyim "Bahar" siz deyin şarap dolsun. Öyle iki kadeh değil, içim dışıma çıkıncaya değin "Bahar" içeyim. Oğulcan da gelsin yanıma. Biraz "Bahar" konuşalım. Muhakkak bir yerde uyuyacağım, "Bahar" olsun rüyamda da. "Bahar" göreyim. Sabah olunca yüzümü "Baharla" yıkayıp "Bahar" süreyim ekmeğime. Bir kaşık da "Bahar" içtim mi! Ne demişti şair? Oh ne âlâ!

Yukarıdan aşağıdan yolun sonu görünüyor... Ben Bahar diye diye öleceğim.

Bahar'dan bahsedebileceğim son insan İbrahim'di. O da bir zaman diliminde "Oğlum kız evlendi, bitti gitti. Adını anmak sana yakışıyor mu hiç?" deyince büsbütün yitirdim sesli yapılan Bahar sohbetlerini. Oysa ben bilmiyor muyum olan biteni? Her şey gözümün önünde yaşanmadı mı? Bahar giderken durdurdum mu onu? Gitti. Gitti ama içimdeki şeyler öyle İbrahim'in dediği gibi bitip gitmedi. Bana kalan onu durdurmadığım için yaşadığım pişmanlık oldu. Sımsıkı sarılsaydım, korkan yerlerine merhem sürebilseydim, çare olabilseydim.... Gerçekleşmeyen bir sürü ihtimal, keşke ve pişmanlıkla tek başıma kaldım. Böylece yalnızca kendimle Bahar'dan konuşabilen bir insan oldum. Bir tez yazacak kadar çok içtim Bahar'ı. Sindiremedim. Hıçkırsam hava kabarcıklarımda bile Bahar var. Elimde değil, ne yapayım?

Ama o içki sofrasındakilerden birine sorsanız Ozan iyi adam der. Derdi tasası yok, keyifli, güler yüzlü, bilmem ne. İçimi gören, duyan kimse yok. Nasıl diyeyim evli bir kadının ardından ağıt yakıyorum senelerdir diye. Kim inanır? İnansa bile anlar mı sanıyorsunuz? Anlamak kolay değil. Kınamak ve akıl vermekse öyle kolay ki! Sokaktan hiç tanımadığınız bir insanı çevirseniz o bile akıl satar. Der ki, unut! Yapabilsem, unutmaz mıyım? Ben unutsam geceler dürtüp hatırlatıyor. Yastığım bile bana Bahar'ı hatırlatıp sonra da uykusuz kalan gözlerimle alay ediyor. Herkes düşman; herkes!

Oğulcan. Ruhumu görmüyor değil. İçimde neyle yaşadığımı biliyor. Ama anlamak için küçük. Ya da belki anlar beni. Çünkü onun ruhu gökkuşağı gibi. İçinde neler neler var! Yine de ona anlatamam. Tertemiz bir dünyası var, çıkıp abisi olarak hayatıma ne boktan insanlar aldığımı, bile bile, kendini akla hayale gelmeyecek şeylerle zehirleyen değersiz insanlara hayatımda nasıl da önemli yerler verdiğimi ona anlatamam. Çünkü bana sorar. "Neden abi?" der. "Madem onlar böyle mahluklardı, madem değdikleri yeri kirletiyorlardı, neden içindeki en güzel, en temiz koltukları onlara ayırdın? Neden onlardan uzak durmadın, neden Bahar ablayı onların arasına soktun?"

Ne cevap verebilirim ki? Başının üstünde akrep taşıyan kurbağa, suyun ortasında akrep onu sokunca şaşırmış ya hani; akrep de demiş benim huyum bu... Ben senelerce yılanların ortasında yaşamış ve onların yılan olduğunu unutmuştum. Bu saflıkla bir de Bahar'ı yanıma çektim. Bütün yılanlar ona saldırdı, koruyamadım. Yaralarını sarıyorum derken, zehrinin bile olmadığını düşündüğüm bir karayılan gelip Bahar'ı benden aldı. Hikâye burada bitiyor. Yılanla gidenin sonunu bilmiyoruz. Arta kalan eksik, yarım, pişman. Hayat ise devam ediyor.

Sömestir tatilinde Oğulcan'la Londra'ya gittik. Birkaç sene önce planladığım şeyi ancak gerçekleştirebildik. Kaç zamandır vizesiyle planıyla programıyla uğraşıp durdum da Meral ablayla babama bahsetmekte biraz geç kaldım. Daha doğrusu bunun bir engel olabileceğini hiç düşünmemiştim. Oysa bir haftalığına gidiyoruz dedikten sonra Meral abla sustu... Sonra "Zaten bütün sene yanımızda değil, sömestirda bizimle olur diye konuşmuştuk," dedi. Durakladım. Bir annenin çocuğunu nasıl özleyebileceği duygusuna öyle yabancıyım ki, algılamakta zorlandım. Annemle ilgili bütün hatıralarım sızladı. Özlenmek ve sevilmekle şımarmak istiyorum. Annemi istiyorum. Anne dediğimde gözümün önüne eski fotoğraflar ya da çiçeklerle süslediğim bir mezar gelmesin istiyorum. En çok, herkes ve her şeyden çok annemi istiyorum.

Oysa yalan değil, kokusunu bile hatırlayamıyorum. Ama yanımda olsa beni bir tek o anlarmış gibi geliyor. Ona içimi dökmek istiyorum. Hiçbir şey yapamasa da bana sarılsın, yeter.

Her neyse. Meral abla böyle deyince ben aradan çıktım. Babam onu ikna etti. Oğulcan da diretti. Hoş ona kalsa ne Londra'ya gider ne de Sapanca'ya. Onun derdi İstanbul'da kalmak olur. İpek burada ya... Ama gittik. Oğulcan'la ilk baş başa seyahatimizdi bu. Günde otuz beş bin adım atmayı, hiç tanımadığım insanlarla kahkahalar içinde sohbet edebildiğim pubları, insanı kendine getiren Britanya soğuğunu, sabahın kör vakti bilmediğim sokaklarda koşmayı özlemişim. Oğulcan'ı dokuzdan önce uyandırmam mümkün değildi. Bense altıda sokaklardaydım. Kondisyon eksiğim vardı ama dizlerim titrese de koştum.

Hyde Parka oldukça yakın konaklamamıza karşın ben popülaritesi bir parça daha az olan Regent's Parkı başlangıç rotası yaptım. Nefesim yettiğince koştum, bayılacakken durup yürüdüm ve Black Sheep Coffee'de sabah kahvesiyle günün bana ait olan kısmını bitirdim. Oğulcan'ı uyandırıp otelden çıkardım, kahvaltının ardından o ağlamaya başlayana kadar yürüttüm. İnsanları en iyi tanıyacağınız yerlerden biri tatillerdir. Anladım ki Oğulcan iyi bir tatil arkadaşı değilmiş. Çok yürümekten haz etmiyor, yürüse bile bir tabeladan ya da bin yıllık bir binadan benim kadar etkilenmiyor.

Ya da gözü dönmüş bir ergen olduğu için kafasını telefondan kaldırma zahmetine girmiyor. Bir haftalık tatilimizin uyanık olduğu zamanlarının yarısını telefon ekranına bakarak geçirdiğine eminim. Bazen yürürken yanımda Bahar olduğunu düşündüm, ona yakındım. "Baksana," dedim. "Takılıp düşecek şimdi. Bok var sanki o telefonun ekranında..." Bahar bana nazlı nazlı güldü. İçim kavruldu, eridi, bitti.

Akşam yemeği için keyifli bir pub seçtik. Ye Olde Cheshire Cheese'in tarihi dokusu Bahar'ı büyüledi. Beyaz pütürlü duvarlar, masalaşmış fıçılar, bazı duvarları sarmış sarmaşıklar... Boynumdaki analog makineyle Bahar'ın dört bir yanda fotoğrafını çekip durdum. Oğulcan yemeğini ve birasını telefonuna gömülerek rezil ettiyse de ben mekânın tadını sonuna kadar çıkardım. Barda oturan sarı saçlı bir kızla göz göze geldim. Çekmedik birbirinden gözlerimizi. Bakıştığımız müddetçe onu Bahar gibi düşündüm. "Görüyor musun Bahar?" dedim ona. "Fotoğrafların nasıl güzel çıkıyor. Eve döner dönmez bunların banyosunu beraber yaparız. Yatak odasının duvarına asalım bunları."

Oğulcan bu sırada telefonu elinden bıraktı ama moralinin bozulduğu belliydi. Sordum, İpek'le tartışmışlar çünkü İpek onun yokluğunda hiç de haz etmediği bir erkeğin doğum günü kutlamasına katılmış. Yirmi beş kişiymişler ama o İpek çocukla baş başa buluşmuş gibi triplere girdi. Gülmemek için kendimi öyle zor tuttum ki! Yine Bahar'ı dürttüm. "Çoluk çocuk nelerle uğraşıyor," dedim. O ise kahvesini iki avucuyla tuttu. Soğuk hava onu üşütmüştü, yanakları ve burnu kırmızıydı. "Demek ki kıskanç bir çocuk Oğulcan. Abisine çekmiş ne yapalım..." dedi. Höpürdeterek içti kahvesini. Yan yan baktım ona. "Ne ilgisi var?" dedim. "Kıskançlık kötü bir şey değil. Sadece şu an yaptığı şey çok mantıksız."

"Senin kıskançlıkların çok mantıklıydı çünkü," dedi. İstifini hiç bozmadı. Kıçıma bir şey batmış gibi rahatsız oldum oturduğum yerde. "Neymiş benim mantıksız kıskançlığım?" dedim. Bahar sustu. Ama dudaklarının altında yatan sinsi gülüşü gördüm. Bardaki sarışın kadına ne çok baktıysam, sandalyesini bana doğru çevirdi. Davet beklediği aşikardı. Oğulcan da fark etti onu. Güldü hemen. "Birlikte tatile çıktık diye her an beraber olmak zorunda değiliz Ozan Bey. Ben otele gidip kafa dinleyebilirim," dedi.

Otele beraber gittik, beraber kafa dinledik. Oğulcan olmasa da otele yalnız gider, Bahar'ın hayaliyle sevişirdim. Buna alışkınım. Bahar'ın bir hayalet gibi yanımda yürüdüğü anlarda bir başka kadınla olmayı aklımdan geçirmiyorum. Çünkü hayali çok kuvvetli. Elle tutulur, ete kemiğe bürünürmüş gibi kuvvetli ve her zaman onu görmek nasip olmuyor. Benimleyse sabaha kadar ruhuyla sevişiyorum. Kulağıma bir şeyler fısıldıyor, saçları göğsümde geziyor, nazlı gülüşü kulak mememe asılıyor, incecik parmakları sanki boynumda ve beni sarmalıyor. Kaçar mıyım hiç ondan?

Bazense yokluğu bir taş kadar sert, mezarlık kadar soğuk. Genel kaidelerin dünya güzeli dediği kadınlarla kalbim dururcasına sevişip tere batsam da ısınmıyor içim. Bu anlarda yaşamaktan nefret ediyorum. Bahar'ın hayali de en az kendisi kadar inatçı, gel desem de, yalvarıp yakarsam da her istediğimde yanaşmıyor yanıma.

Londra bu açıdan öyle güzeldi ki... Sanki el ele gezdik Bahar'la. Dönüş için uçağa bindiğimizde dudaklarımı ısırdım. Üçlü koltukta ben vardım, Oğulcan vardı ama Bahar yoktu. Oysa olsaydı, öyle güzel olurdu ki gezimiz... Oğulcan'la birlik olup beni kızdırırlardı ve ben ikisini de kollarımın altına alıp severken canlarını yakardım. Onsuz İstanbul'a katlanmak çok zor.

Gelecek ay İbrahim İstanbul'a gelecekmiş. Katarakt ve Refraktif Cerrahiyle ilgili bir seminere katılması gerekiyormuş, görüşür müyüz, dedi. Görüşmez miyiz? Elbette görüşürüz. Sadece yanında Bahar'dan bahsetmemek, bahsedememek beni yoracaktır. Yoksa az mı özledim İbrahim'i? Kızı beş aylık oldu. Telefonumda bir sürü fotoğrafı, videosu var. Bakarken dişlerim kamaşıyor. Yılbaşından önce miydi ne, bir gece vakti aradı beni. Bebek ağlamasından sıtkım sıyrıldı sokağa attım kendimi dedi. İnanır mısınız onu bile kıskandım. Öyle çocuklu hayaller kuran bir adam değilim, hiç de olmadım ama etrafımdaki bekar sayısı azaldıkça ve evlenenler birer ikişer çocuk sahibi oldukça... Belki yalnızca yalnız hissedişimden böyle diyorum, bilemiyorum. Ama bir çocuk fikri gıdıklıyor beni. Ağlayışından yakınmam, sorumluluğundan kaçmam. Seveceğim, gün boyu özleyeceğim bir bebek fikri içimi ısıtıyor.

Belki aşk elle tutulmadıkça alevlenen ve ateşi hiç sönmeyen bir duygudur. İnsanın en derininde, gizli saklı bir odada yaşar. İnsan bir başına kaldı mı o odaya girer ama hayatını o odanın içinde geçiremez. Belki tek başına o odaya aittir ama aile denilen şey o odanın dışında olan her şeydir. Belki bir aile sıcaklığıyla avunma vaktim gelmiştir. Belki kilit vurmalıyım o odaya. Anahtarı cebimde taşıyıp bir aile kurmalıyım. Babam ikinci hayatında mutlu bir adamsa, ben de mutlu bir Ozan olabilirim. Bahar'ı unutmadan da mutlu olmanın bir yolu vardır belki...

Baba olma arzusunun bir gün içime konacağını düşünmezdim. Belki de çektiğim bütün acının sonu bir bebeğin dünyaya gelmesidir. Her şeyden çok seveceğim bir çocuğum olsa, başka şeylere fırsat kalır mı ki? Yatağa yatıp acı çekemem. Çünkü bir bebeğin kokusu burnuma gelirse geri kalan her şey yok olup gidebilir. Kendimi buna hazır hissediyorum. Bunun için bir kadını sevmek, ona saygı duymak yeterli sanki.

Ya da sadece saçmalıyor olabilirim.

Oğulcan sömestrin geri kalanını Sapanca'da geçirdi. Evde yalnız kalınca bazı şeyleri düşünmek kaçınılmaz oldu. Sonra bir şarkı duydum radyoda. Yeni bir şarkı. Tanıdık bir müzik, yepyeni sözler.

"Tek başına bir vals bu, her zaman çalmaz."

Bahar'la başladığımız o kursun ilk dersinden çıkıp kuleye yürüyüşümüz geldi aklıma. Dansı merak ettiği ama bir sürü vesveseyle adım atmaktan nasıl korktuğunu hatırlıyorum. İncecik bir kızdı Bahar ama taşıdığı korkular onu nasıl da ağırlaştırıyordu hareket ederken. Bütün yükünü kendi bedenime aldığımda, bana minnetle baktığını hatırlıyorum. Çocuklar gibi gülüşüp durduğumuz o derste azar bile işitmiştim. Sonra kurstan çıkıp eve koşturmuştuk. Hava buz gibi soğuktu. Hemen içeri girip çay demlemenin hayalini kuruyordu Bahar. Ama kulenin eteğine vardığımızda yavaşlamıştı ayaklarımız. Saat geçti, kar atıştırıyordu, birkaç kez ayağı kaymıştı Bahar'ın. Hangimizin öğrendiği ilk adımları doğru, hangimizin yanlış yaptığını tartışırken oracıkta dans etmeye başlamıştık. Öğrendiğimiz üç adımı kaç kez tekrar ettik orada? Olmayan müziği çirkin seslerimizle taklit ederken, sustuk, ayaklarımız durmadı, göz gözeydik. Dünyanın en mühim balosu tertip edilmişti de, açılış dansını biz yapıyorduk sanki. Boynumda onun ördüğü atkı, onun başında kırçıllı beresi. Nasıl unutayım?

Bir dağın zirvesine çıkıp ciğerim patlayana kadar bağırmak istiyorum.

Bahar'ın istediği şey, baştan aşağı bendim. Her şeyimle, her hücremle onu mutlu eden bendim. Üstelik bunu bir ömür yapabilirdim. Hiç bıkmadan, hiç usanmadan. Benimle uyuyan saçları bile yüzümün şekline alışmıştı, uyurken beni hiç rahatsız etmiyordu. Hiç sevişmemiştik ama sevişseydik, onu daha ne kadar mutlu edebileceğimin hayali beni bile delirtiyordu. Dans ederken bile kırk kat giysinin üzerinden onun kanının nasıl aktığını hissedebiliyordum. Nabzının hangi anda hızlandığını, gözbebeklerinin ne zaman büyüyeceğini biliyordum. Ben Bahar'ı bu dünyada mutlu edebilecek her şeyin bir araya gelmesinden doğan bir adamdım. Oktay ise onun istediğini sandığı şeydi. İnsan hep elle tutulmayanın peşinden gidiyormuş. Öğrenmiş oldum.

"Kaldı gözlerimde bir avuç hayal.
Gelmiyor sabahım, geçmiyor zaman.
Kaldı gözlerimde bir avuç hayal,
Gelmiyor sabahım, geçmiyor zaman..."






---------------------------------------------<3

Merhaba, 

Yağmurlu bir cumartesi gününde, henüz akşam olmadan bölümü bitirip sizlerle paylaşmanın haklı gururunu balkonda kahve içerek yaşayacağım. Eşim beni bekliyor. Heleniko uykuda  ama Vini içeride bir şeyleri devirmekle meşgul. Anlayacağınız Anita size bolca sevgi gönderip kenara çekiliyor. 

Ben bölümü sevdim. Sizi de isyanlara sürüklemeyeceğini umarım.

Sevgiyle. 

Anita Felipova Emilova & Heleniko Prenses Soyu  & Vincent Kulaksız Hödük  

Continue Reading

You'll Also Like

1.1M 39.5K 58
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
823K 37.2K 20
Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Alacağı canları düşündükce duyduğu memnuni...
47.7K 2.4K 48
"ben... yapamam." diye mırıldandım. "o çocuk benim ilk aşkımdı, sen de biliyordun. üzgünüm, yapamam." alayla gülümsedi. gözlerindeki hüzün on metre ö...
511K 29.7K 20
Daima kalbimin sesini bastırmak için yüksek sesli ve kalabalık konuşurum. Çamurlu bir nehir yatağıyla beraber mor rengindeki lotus çiçeklerinin resme...