Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 71.9K 99.8K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
2. Dalda Umut Var
3. Yüzme Bilmeyen Gemi
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
8. Prenseslik Müessesesi
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
21. Mutlu Seneler
22. Tek Kişilik Vals
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
27. Terk Eden Anneler
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
33. Başımızda Uçan Kuşlar
34. Aşk Mahalli
35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
45. Eldivenler ve Yüzükler
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

20. Yaşanacak Bir Şey

18.6K 1.5K 1.9K
By AnitaFelipova


2017,  KASIM





Bir ses duydu Ozan; kapı sesi. Kapı açılmış mıydı? Geceden beri beklenen sesti bu ve allak bullak olmuş zihin, sahibine oyunlar oynuyor olabilirdi. Kapı gerçekten açılmış mıydı yoksa istemekten çok daha yoğun olan arzu etmekle birtakım sesler üretebilir miydi insan? Sesler, görüntüler, yaşanmışlıklar...

Bilinçsizce devrildiği koltuktan, sıçrayarak kalktı adam. Ama koridora yürümedi. Önce kim olduğunu, nerede olduğunu, neden burada olduğunu ve ne yaptığını anlamayı bekledi. Bahar yoktu. Bahar gelmemişti, Bahar eve dönmemişti. Yüzlerce kez onu aramış, ulaşamamış, evden çıkmış, Melis'e gitmiş, Çiğdem'e gitmiş, karakola gitmiş ve onu bulamamıştı. Bahar bütün gece yoktu ve sabaha karşı beş sularında şu koltuğa çaresizlikle oturmuştu. Yatmamıştı, oturmuş ve Bahar'ı beklemişti. O halde şimdi neden yatarken bulmuştu kendisini? Bu ses neydi? Kapı sesi miydi? Yoksa... Yoksa Bahar eve mi dönmüştü? Seslenmek istedi kıza. Ayılmamış zihni ses çıkaramadı. Bahar bile diyemedi. Koştu koridora. Onu gördü. "Bahar..."

Evden çıkmadan önce "Olmuş mu?" dediği göz kalemini beraber düzeltmişlerdi. Kemikli bir yüze bir kalem bir de rimel sürülmüştü. Siyah yakışıyordu Bahar'a. Yüzü ruh beyazıydı ve siyah çizgiler değdiğinde klasik bir mono fotoğraf tek başına retro bir görüntü yaratıyordu. Bu yüzden kalemi olabildiğince belirgin hale getiren Ozan olmuştu. Sanki onu fotoğraflayacakmış gibi. Siyah beyazın asaletine nasıl da yakışırdı yüzü... Ama o an böyle değildi. Dağılmış, akmış, usulsüz silinmiş kalem yatakları, ince birer çizgi halinde yanaklarından çenesine uzanmıştı. Öncesi bilinmez ama sonrasında ağlamıştı kız. Saçları dağılmıştı, hem de nasıl!

Nutku tutuldu adamın. "Bahar," dedi bir daha. sesi yüksek değildi, alçak da değildi. Bahar adını ikinci kez duyana dek bakmadı Ozan'a. Çantasını yere bıraktı -oysa hiç huyu değildi, mutlaka odasına taşırdı onu- salona bakmadan, Ozan yokmuş gibi odasına doğru yürüyecekti. Ama ikinci kez duydu adını. İstemsizce bakışları Ozan'a değdi. Hemen çekecekti onları ama ciğerinde kalan son havayı da dışarı bırakınca, sönmüş bir balon gibi kaldı olduğu yerde. Dizlerinin nasıl tuttuğunu bilmiyordu. Devrilirim sandı ama ayakta duruyordu.

İlk adımı Ozan attı. "Bahar," dedi üçüncü kez. Sonra çok sevdiği ama kaybettiği, yıllarca aradığı ama bulamadığı bir şeyi ansızın karşısında görmüş gibi iki elini birden kızın yanaklarına uzattı. "Bahar," dedi dördüncü kez. "Öldüm meraktan," dedi. Sessizdi kelimeleri. Kendisiyle konuşur gibi. "İyi misin?" derken kızın bedenine, yüzüne, görebileceği her yere bakmaya çalışıyordu ve Bahar gözlerini örtüp yüzünü adamın yanaklarının arasından çekti. Hiçbir şey demeden bir adım geri attı. Ozan daha çok yaklaştı kıza. "İyi misin?" dedi bir daha. "Bak bana, bak bana, bir şeyin var mı?" Bahar bir adım daha attı geriye. Sonra bir tane daha.

"Yok bir şey," dedi belli belirsiz. Saatlerdir bunu söylüyordu kendisine. "Yok bir şey, yok bir şey, yok bir şey, yok bir şey."

Ozan onun yüzüne ya da kollarına dokundukça, adını söyledikçe, bir şeyler sordukça ayakta durması güçleşti. Sonunda "Bırak," dedi adama. Gözlerini açıkta tutmakta zorlanıyordu. Koridorun yarısını ördek adımlarıyla tüketmişlerdi.

"Öldüm meraktan," diyordu adam. "İyi misin?" onu izleyen cümle oluyordu. Aynı şeyleri soruyordu devamlı ve Bahar da aynı karşılıkları veriyordu. "Bırak Ozan."

Sonunda kız banyoya attı kendisini. Ozan kapının önünde nefes nefese kaldı. Bahar kapının öte yanında alnını kapıya dayadı. Gidecek bir yeri olsa ya da aklına herhangi bir yer gelse buraya dönmezdi. Kimseyi, hiç kimseyi, tek bir insanı bile görmek istemiyordu. Ozan ise ısrarla bekledi o kapının ardında. İşaret parmağı acıyana kadar çaldı kapıyı. "Bahar iyi misin? Bahar bir şey söyle." Kaset bir yerde takılmıştı sanki. Bahar onu duymamak için açtı musluğu. Soğuğuna sıcağına bakmadı. Üzerinde hâlâ kabanı vardı. Ağır ağır soyundu. Boynunda olması gereken fuların yokluğunu takside fark etmişti ama yine de onu Ozan'ın bağladığı yerde aradı. Bulamayınca sudan sessiz ağlamaya başladı. Her şeyini yığma yere bırakıp girdi duş kabinine. Su kaynar haldeydi, önce ayakları yandı, ağzından çıkan acı sesi bundandı. Eğilip ayağını tuttu. Bir daha da kalkamadı yerinden. Soğuk suya yüklendi bir eli. Su buz tuttu. Bahar yandı, Bahar dondu, Ozan kapının önünden hiç ayrılmadı.



*



Bahar banyodan çıktı. Kapıyı açtığı an, Ozan'ı karşısındaki duvara yaslanmış halde buldu. Başını çevirdi hemen. Adamın bornozunu giyişi çaresizliktendi. Huzursuzluğuna huzursuzluk eklendi. Kendi odasına yürürken Ozan'ın da peşinden geldiğini biliyordu. Sorulacak ne çok şey vardı ve konuşacak güç nasıl da ikisinde birden yoktu.

Bahar odasına girip kapıyı kapattı. Ozan bu kez o kapının ardında beklemeye başladı. Ne kadar zamanda giyinirdi Bahar? Kapıyı kilitlememişti. "Çok şükür," dedi içinden. Kim bilir kaç dakika sonra "Bahar?" dedi adam. "Bahar girebilir miyim?"

Ses vermedi kız. Ozan yavaşça araladı kapıyı. Sonra Bahar'ın üstünü değiştirmeden bornozla beraber yatağına gömüldüğünü fark etti. Üşüyecekti ah! Gözleri örtülüydü. Bu kadarcık zamanda uyur muydu bir insan? "Bahar?" dedi.

"Bahar korkuyorum, bir şey de."

Gözünü açmadı ama bir şey dedi kız. "Yalnız kalmak istiyorum."

O görmese de başını iki yana salladı Ozan. Hiçbir ses duyamayan kız "Dışarı çıkar mısın?" dedi adama ve aynı istek yinelenirse ne yapacağını bilemeyen adam aynı çaresizlikle devam etti. "Bahar gıkımı çıkarmadan burada beklerim. Bir şey sormam, ağzımı açmam ama çık deme bana. Sabah nasıl oldu bilmiyorum ama seni görmeden bir saat daha duramam. Burada, ağzımı açmadan beklerim."

Sinirlenmeye başladı kız. Ellerini yüzüne örtüp "Çık dışarı," diye bağırdı adama. "Bir kere de dinle beni! Bir kere de önem ver söylediklerime, dışarı çık dedimse dışarı çık!"

Dondu Ozan. Bahar sakınmadan bildiği bütün küfürleri de sıralasa dert değildi ki. Yeter ki görsündü onun yüzünü. Yeter ki bundan mahrum olmasındı. Başını iki yana salladı. Bahar görmese de mühim değildi, dinleyemezdi onu. Şimdi değil, o an değil.

"Çıkmam," dedi sonra. "İstersen kız, istersen vur ama çıkmam. Bırakamam seni."

Bahar ellerini sırılsıklam saçlarının arasına daldırdı. Alnından ensesine kadar yarım daire çizer gibi yoldu saçlarını. Aynı anda müthiş bir öfkeden doğabilecek, işitene korku veren bir ses çıktı ağzından. Hırsla, öfkeyle, nefretle dolu bir ses. Saçlarını yoluyordu kız. Gırtlağından kopup geliyordu bu hırıltı. Kendini ısıracak bir köpek gibi. Ozan yutkundu. Uzatsa ellerini, dokunsa ona... Eğildi yatağın ucuna. Elini uzattı ama dokunamadı. Ne olmuştu?

Bahar infilak etti. Bir yanardağ patladı sanki. İç burkan ses dindi. Yerine korkutan bir ağlama geldi. Alnındaki damarlar bile çizgi çizgi belirmişti. Sadece ona bakarken bile gözleri doldu adamın. Eli kızın yanağına uzandı. Kız o eli itti. Buna önem vermedi adam. Sokuldu yatağın boş tarafına. Elini kızın ıslak saçlarına uzattı, başını kendi göğsüne çekti. "Şşşşt," dedi yalnız. "Seni seviyorum ve yanındayım, direnme," demekti bu.

Bahar'ın ağlarken kollarını kendisine dolamasının anlamını bilmiyordu Ozan. O an sorsalar Bahar da bunu izah edemezdi. Çok ıslaktı saçları. Oysa hastaydı ki Bahar. Ozan'ın boğazında koca bir düğüm oldu. Geçmedi, çözülmedi. Avuçlarını kızın saçlarının arasına soktu, başına bastırdı. Sudan uzak tutmaya çalıştı Bahar'ı. Yorganı havlu gibi kullanmaya çalıştı. Oysa Bahar'ın o kadar umurunda değildi ki bu. Ardından Ozan, Bahar'ın kendi hıçkırıklarında boğulacağını sandı, korkusu büyüdü. Buna rağmen konuşmadı, konuşamadı. Bahar ağlamaktan yorgun düşsün diye bekledi.

Ara ara kesilecek oldu kızın sesi ama hemen ardından daha büyük bir dalgayla yükseldi ve sonunda "Yaşamak istemiyorum," dedi kız. Onca gözyaşının içinde ağzından çıkan tek şey bu oldu. Şakaklarından bir bıçak sokulmuş ve ağır ağır döndürülmüş gibi apaçık gözlerle duvara baktı Ozan. Bu çok ağırdı. Çok fazla ağır. Bahar aynı kelimeleri tekrar etti. "Yaşamak istemiyorum. Yaşanacak bir şey yok. Yaşamak istemiyorum ben."

Korkuyla bulabildiği her yeri öptü Ozan. Islak saçlar, bornozun bir yeri, yanaklar, eller, neresi denk gelirse. "Hayır," dedi. Bahar her ne derse "Hayır."

"Yaşanacak çok şeyimiz var. Çok fazla şey. Çok güzel şeyler var önümüzde. Çok güzel bir hayat. Daha ne yaşadık ki Bahar! Ben daha sana seni nasıl sevdiğimi bile söylemedim!"

"Hayır," dedi Bahar. Ozan da "Hayır," dedi. Bahar hayata veda etmek istedi, Ozan onu yeni bir başlangıca çekmek. Bir ipin iki ucundan tuttular. Kırılgandı Bahar, Ozan ipi bırakırsa düşerdi, parçalanırdı. Ozan ipe asılırsa Bahar yine düşerdi. Korkuyla kıza dolandı adamın kolları. Bahar güçsüz kalana, gözleri örtülene, sesi ince bir hırıltıya dönene dek öylece bekledi. Kim bilir kaç zaman... Çok az kırptı gözlerini. Boş duvarın, sararmış bir noktasına kilitledi onları. Aklını korumaktı istediği. Aklını korumak ki Bahar'ı iyi edebilsin. Oysa ne olduğunu bile bilmiyordu. Neredeydi sabaha kadar? Kimleydi? Aklına gelen her ihtimal bir kurşun gibi içine saplandı. Kulaklarını ve gözlerini kapatıp bağıra bağıra şarkı söylemek istedi. Bahar'ın "yaşamak istemiyorum" deyişi hafızasından silinsin istedi. Düne dönmek ve bir şeyleri değiştirmek istedi. Olmuyordu. Bir şarkı, saçma sapan bir şarkı doladı diline. Ninni misali mırıldandı onu. "Pencereden kuş uçtu oooof, pencereden kuş uçtu of! Yandı yürek tutuştu, yanma yüreğim yanma, ayrılık bize düştü, of nenem of!"





*


BİR HAFTA SONRA



*




Uzun zamandır hiç bu kadar harika görmemiştim seni."

Evin arka bahçesine çıkıp ışıklı havuzun etrafından dolanan Oktay, Ozan'ın geldiğini duyunca üzerine bir ceket bile almadan evden fırladı. Hava soğuktu, ayazdı. Kırk yılda bir dedikleri şey tam da bu andı. Yılın belli dönemlerinde anne babası ve Eray'la yaşadığı eve arkadaşları nadiren gelirdi. Çoğunlukla Cüneyt. Çıldırmak isterse parti de verirdi ama en son bunu ne zaman yaptığını anımsayamadı. Kendisi bile ne kadar kalıyordu ki evde? O yüzden Ozan'ın onu burada bulması bile mucizeydi. Üstelik ansızın gerçekleşen bir ziyaretti bu. Aramadan sormadan gelmişti adam. Şaşılasıydı.

Ozan, havuz kenarına intizamla yerleştirilmiş masadaki sandalyelerden birini çekip havuzun mavi ışığına bakarak adamı beklemişti. Rüzgâr estikçe içi üşüyordu, derin derin nefes alıyor ama ciğeri havaya doymuyordu. Göğsü sıkışırken suya atlama arzusu doldu içine. Ciddi ciddi bunu düşünürken Oktay evden çıktı. Ozan yerinden kalkmadı. Oktay'ın seker adımlarla yanına gelmesini bekledi.

"Kuliste çok fazla Ozan adı duyuyorum bu ara. Burnuma bok kokusu geldiğinden hiç deşmedim ama..."

Ozan hiçbir şey demeyince masaya yanaşmış sandalyelerden birini de Oktay çekti. Adamın yanı başına ama sandalyenin tersine oturdu. Kollarını sandalyenin sırtına doladı. Nemliydi oturduğu yer ama rahatsız olmadı. Ozan susmayı sürdürünce de "Kim sıktı canını?" dedi. Daha ciddiydi yüzü.

O zaman bir elini yüzünde gezdirdi Ozan. Çaresizliğin ne olduğunu biliyordu. Daha önce tatmıştı. Ama o zaman böylesine yanmamıştı canı. Çıkış yollarından bahsetmek daha kolay olmuştu. Etinden et kopmamıştı. Bir şeyler için çabalamak zor olmuştu ama çabalayan kendisiydi. Şimdi Bahar adına bir şeyler yapmak zordu. Hem de ona rağmen. O susarken konuşmak, o dururken koşmak, o istemezken savaşmak... Zor mu zordu.

"Senden bir iyilik istemeye geldim," dedi sonunda.

Oktay güldü. "Senin benden bir şey istediğin görülmüş şey değil."

Bilinçsizce garaja doğru çevirdi Ozan başını. Oktay bunu anlayıp "O ticaretti," dedi. "Rica değil."

Kafasını daha fazla karıştırmadan elini bir daha yüzünde gezdirdi Ozan. Toz alır gibi. Geçmişin tozu. Bahçe kapısından tombul bir kadın çıktı o sırada. İkisi de kadının nizamlı adımlarla yanlarına gelmesini izledi. Kadın kolunun altında bir ceket taşıyordu. Onu Oktay'a uzattıktan sonra "Bir isteğiniz var mı?" dedi. Oktay, Ozan'a baktı. "Bir şey istemiyorum," dedi Ozan ve Oktay kadına döndü.

"İki bira getir bize. Bardağa gerek yok," dedi ve kadın Oktay'ın yüzüne bakakaldı. Alkol yasaktı, olmazdı. Ne derdi sonra babasına. Oktay ise sinirlendi. "Bira getirmeyeceksen siktir git evden," dedi. Kadın, başını eğip çekildi. O içeri girdikten sonra biraz da şaşırarak göz kırptı Ozan Oktay'a.

"Siktir et," dedi Oktay. "Konu ben değilim, sensin." Havuzun ışıltılı suyuna baktı Ozan.

"Olanları duymuşsundur," dedi sonra.

"Ck," dedi Oktay. Ceketini giydi. "Sen benim kızların ağzından çıkanları can kulağıyla dinlediğimi ne zaman gördün?"

"Kızları bildiğine göre..." dedi Ozan. Omuz silkti Oktay. "Onlar hep cızırdıyor. Hele bir araya gelince... Sikimde mi sence? Sen bana senin canını sıkan şeyi söyle."

Söyle demesi kolaydı. Neyi nasıl söyleyeceğini bir bilseydi Ozan... Bir süre sustu. Susarken sağ elinin iki parmağı dudaklarını sıkıp durdu. Ağzına gelen kelimelerin bile hazmı öyle zordu ki...

"Birlikte çıktığımız geceden sonra kızlar... Melis. Bahar'ı dışarı davet etti. Bahar da ayıp olmasın diye gitti. Takıldılar bir yerde." Ozan'ın ayağı, bir anda ve hızla yerde sektirilen top misali hareket etmeye başladı. Oktay'ın gözü adamın yeri döven ayağında takılı kaldı.

"Çok durmayacaktı, içki bile içmeyecekti. Hastaydı zaten..." Uzun süre sustu Ozan. İçindeki enkazın altında canlı bir şeyler aradı. Öfke, daha çok öfke ve pişmanlık buldu.

"Bir saatten sonra haber gelmedi Bahar'dan. Mesajlarıma cevap vermedi, aradım açmadı. Saat gece yarısını geçti. Çiğdem, Mina, Melis... Hiçbirisi telefonunu açmadı. Meraktan delirdim. Saat iki oldu, üç oldu, Bahar yok. Cüneyt'i aradım..."

"Beni aradın," dedi Oktay. Cevapsız çağrısını hatırladı.

"Aramadığım tek bir insan kalmadı. Sonunda Melis'in evine gittim. Pijamalarla açtı kapıyı. Uyuyormuş... Dedim Bahar nerede. Nereden bileyim ben dedi. Delirdim. Eve gelmedi diyorum, gelmez birileriyle çıktı gitti bardan dedi. İlk şoku orada yaşadım. Dedim olmaz. Yani... Neyse. Kimle gitti diyorum, ben nereden bileyim diyor. Dedim sen benimle dalga mı geçiyorsun, Bahar nerede? Ne bileyim tam kalkacakken tuvalete gittik, döndüğümüzde bir adamla konuşuyordu, beraber çıkıp gittiler diyor. Sarhoş muydu dedim, çok içti dedi. Yani o kadar imkânsız bir şey ki..."

Oktay sağ eliyle boynunu ve uzamış sakalını kaşıdı. "Sorun ne burada?" dedi.

Ozan'ın ayağı daha da hızlanınca şaşırdı.

"Sorun, Bahar'ın böyle bir şey yapmasının mümkün olmaması. Karakola gittim, gece gece kimse beni siklemedi. Kız on sekizden büyükmüş de gidebilirmiş de sabahı beklemeliymişim de... Bir sürü cart curt. Bir daha çaldım Melis'in kapısını açmadı. Çiğdem desen evde değilmiş, Mina'ya ulaşamadım. Oktay ben hayatımda bundan daha rezil bir gece yaşamadım." Yeniden yaşar gibi kanlandı Ozan'ın gözleri. Uykusuzluk ve korku giyindi. Yeniden.

Oktay ise bu denli korkunç olanın ne olduğunu anlamadan dinledi Ozan'ı. Az evvel yanlarından ayrılan tombul kadın bahçe kapısında belirince Ozan sustu. Kadın gelip iki şişeyle bir de kuruyemiş dolu iki tabak bıraktı masaya. Ozan teşekkür etti, şişelerden birine uzandı. Açtı, bir yudum içti, şişeyi ayakucuna bıraktı ve devam etti.

"Sabah sekizde eve geldi Bahar..." Tam burada iki eliyle yüzünü örttü Ozan. Hareket eden ayağı şiddetli bir darbeyle durdu, bir anda başını kaldırdı, Oktay'la göz göze geldi. Oktay, adamın gözünden akan yaşlarla şaşırdı, sarsıldı, afalladı. Ozan'ı ağlarken gördüğü herhangi bir zaman dilimi yoktu. Böyle bir şeyi görebileceğini de düşünmezdi çünkü Ozan gülen adamdı. Her koşulda, başına ne gelirse gelsin, kötülükleri bir sünger gibi çekip yok eden ve yerine neşe püskürten, olumlu düşünen ve... Ozan iyi olan her şeydi.

Ozan yanağından süzüleni fark ettiğinde hızla kolunu kaldırdı. Ceketinin koluyla sildi yüzünü. Çocuk gibi. Utanıyordu galiba. Oktay bir daha şaşırdı ve Ozan devam etti.

"Bir kişi değil," dedi. "İki kişi. Melis bana o orospu çocuklarının kim olduğunu söylemiyor. Bildiğini adım gibi biliyorum. Bahar ağzını açıp tek kelime etmiyor. Bir hafta oldu, yatağından da evden de dışarı çıkmıyor. Ben nasıl delirmediğimi bilmiyorum."

Oktay uzanıp şişesinden bir yudum aldı. Sağ ayağı Ozan'ınki gibi ağır ağır yeri dövmeye başlarken Ozan devam etti.

"Ben," dedi. "Benim yüzümden oldu her şey. Benim salaklığımdan. Ben kızların... Melis'in... Tamam, sevmedikleri bir insana karşı gaddar olabileceklerini biliyordum ama o insan bahar değil. Olamaz. Bahar'ı sevmemek için bir sebepleri yok. Bahar'ı onlar çağırdı. Nefret bile etseler ben varım Oktay. Ben. Bana rağmen yaptıkları bu şey... Benim onlarda tırnak ucu kadar hatırım yokmuş. Onlar insanlığı bir kenara bıraktım, benim için, sadece benim için bir iğne deliği kadar iyilik beslemiyormuş içlerinde. Hatta benden nasıl nefret ediyorlarsa, sırf ben seviyorum diye Bahar'a böyle bir şeyi yapabilmişler... Bu... Bu kötülüğün bir izahı yok, ben bulamıyorum, ben kafayı yemek üzereyim."

Oktay dilini damaklarında gezdirdi. Araya girmek istemezken "Emin misin?" dedi Ozan'a. Kızların iyiliği ya da kötülüğü değildi mevzu. Geçekten isteyerek gitmiş olamaz mıydı o kız?

Soluklandı, derin bir nefes aldı Ozan. "Neyden emin miyim?"

Bir elini boşluğa açtı Oktay. "İsteyerek gitmiştir belki kız, bel..." Cümlesini bitiremedi. Ozan şiddetle yerinden kalkıp kalktığı sandalyeye bir tekme geçirdi. Sandalye düştü. "Sen Bahar hakkında ne biliyorsun da böyle bir şey soruyorsun!" diye kükredi. Böyle celallendiği de olmazdı Ozan'ın. Oktay yerinden kalkmadan yanı başına devrilen sandalyeye baktı. Güldü.

Ozan ise ne yaptığının ayırdına varıp düşen sandalyeyi kaldırdı. Yeniden oturdu. "Kusura bakma," dedi. "İyi değilim." Bir süre sustuktan sonra devam etti. "Bahar iyi değil. Bahar, Melis ya da diğer kızlar gibi de değil. Böyle bir şeyi yapmaz, böyle bir şeyle baş edemez, istemez de. Çok içse de... ki ben buna inanmıyorum, Bahar çok içmez ama içti diyelim. Bardan adam kaldırmak bir yana kendisine selam verilse buna bile cevap veremez Bahar. Onu tanıyorum Oktay."

"Kızları da tanıdığını söylersin sorsalar. Yapmaz dedikleri kadınların ne boynuzlar taktığını gördüm ben."

Ozan uzun uzun baktı Oktay'a. Oktay da gözlerini ondan kaçırmadı. Hangisi kendinden daha emindi? İkisi de aynı anda bunu düşündü. Sonra Ozan başını iki yana salladı. "Bahar hakkında bir şey bilmiyorsun. Belki onunla tanışmadan önce ben de senin gibi düşünürdüm ama hayır, onun dünyasında böyle şeyler yok. Hiç yok." Yutkundu arka arkaya. Sonra silkeledi zihnini.

"Konu bu değil. Ben bunun için gelmedim. Dertleşmeye değil."

"Tamam," dedi Oktay. "Ne istersen yapacağımı bilirsin." Çünkü sorgusuz güvenirdi Ozan'a. Bunu fark ettiğinde her insanın koşulsuz güveneceği birilerinin olduğu düşüncesi, her kalpte bir kasa olduğu fikrini doğurdu. İnsanlar o kasalarda neleri ya da kimleri saklıyordu bilinmez ama saklananlar hep birer zaaftı. Ozan'ın kasasında o kız vardı demek. Kendisini düşündü. Koşulsuz güveneceği... "Yalnız Ozan," dedi. "O bana yamuk yapmaz." Ne yazık ki koskoca kasada duran tek şey buydu. Bundan başka bir çöp bile yoktu.

"Ben Melis'in dilinden konuşmayı bilmiyorum. Soruyorum, söylemiyor. Tutup bir yumruk atamıyorum. Gırtlağını sıkamıyorum ve benim Bahar'a bunu kimin..." durdu, düzeltti. "Kimlerin yaptığını öğrenmem lazım."

Ellerini sandalyenin sırtına belli bir ritimde vurdu Oktay. "Orası kolay," dedi. "Öğreniriz. Öğreniriz de... Sonra?" Bir kaşını kaldırdı, öyle baktı Ozan'a. "Sonra? Öğrenince n'olacak?"

Göz göze geldiler ama Ozan gözlerini uzun süre adamda tutamadı. Suya çevirdi yüzünü. Dirseklerini bacaklarına yasladı. Neyden sonra konuştu. "N'olacağını düşünmedim. Öğrenmek istiyorum. Öğrenir öğrenmez de onları bulmak..."

Durdu biraz Oktay. Gülmek istedi canı zira Ozan'ı bir kavganın içinde hayal etti. Zorlandı, oldurunca da komik bir manzarayla karşılaştı. Ozan birine vuruyor, sonra eğilip bir şey oldu mu diye bakıyor... Bir toz bulutunu aşırır gibi savurdu elini, burnunu sıktı ve "Tamam," dedi. "Öğrenmek dert değil. Öğrenirim yarına kadar. Öğrenirim ama sonrasına karışmayacaksın."

Ozan baktı adama. "Sonrası bende," dedi Oktay ve Ozan gülerek başını iki yana salladı. "Çok şey yaşadım. Çok kadın tanıdım, çok. Ama... Arkamda Bahar gibi ya da gözü yaşlı tek bir kadın bırakmadım ben. Bu çok başka bir şey Oktay. Ben bunu görmezden gelemiyorum, unutamıyorum, üstesinden gelemiyorum. Soğumuyor içim. Benim onları bulmam lazım."

Sırıttı Oktay. "Senin gibi adamların yapacağı şey değil o," dedi. "Bak senin yerinde ben olsam, gider önce Melis'in gırtlağını sıkar, alacağımı alırdım. Sonra da bulduğum adamı sikerdim. Sen daha Melis'e dokunamıyorsun, bulduğuna ne yapacaksın?"

"Melis kız, ona elbette dok..."

"Sikmişim cinsiyetini," dedi Oktay. "Öfkenin içinde nezaket olmaz. Ben onları bulurum, Bulunca da hallederim."

Başını iki yana salladı Ozan. Gülmedi yüzü ve Oktay derin bir nefes alıp "Doktorluk bir işim olsa sana gelirim. Boktan işlerin de üstadı benim. Gerisi bende dedim sana. Sen iyi ol sadece."

Eline şişesini aldı, Ozan'ın önünde, yerde duran şişeye vurdu şişenin ucuyla. Ozan şişeyi eline almadı. Havaya kaldırdı bu kez yüzünü. Bulutlar vardı karanlık gökyüzünde. Uzun uzun seyretti, dalıp gitti, hüzünlendi, usandı, ağlamak isteyip kendini tuttu ve koskoca gökyüzünde tek bir yıldız bile göremedi. "Sikiyim," dedi seslice. "Bir tane bile yıldız yok." Oysa insanın canı yıldız görmek istiyordu bazen. Bir umuda tutunmak için, tek bir sebep arıyor ve bulamıyordu.

Bu kez Oktay başını kaldırdı. "Hiç kafamı kaldırıp bakmamıştım daha önce," dedi. Sonra indirdi gözlerini. "Yıldız görsen ne bok olacak ki?"

"Nefes alacağım," dedi Ozan. "Nefes almayı unuttum sanki. Nasıl nefes alacağımı, nasıl yaşamaya devam edeceğimi bilmiyorum."

Damağını büküp bir yudum daha bira içti adam. Ceplerini yokladı, sigara paketini çıkardı. Bir tane yaktı, paketi Ozan'a uzattı. İçmediğini biliyordu ama içmek için harika bir zamandı. Ozan pakete uzun uzun baktı. Gerçekten istedi canı. Ama birini yaksa ikinciyi de isteyecekti. Bunu bilerek ellerini birbirine kenetledi.

"Kız o kadar mı kötü?" dedi çok sonra Oktay. Zira Bahar denince gözünün önüne bir resim gelmiyordu. Karalıkta gördüğü bir yüz ve daha önce evde gördüğü yüz birbiriyle örtüşmüyordu. Çok da hatırlamıyordu. Sokakta görse tanır mıydı? Bilmem, dedi içinden. O geceki halleri... Küçük duruyordu. Evet, Melisler gibi değildi ama kim kime kefil olurdu ki bu devirde? Ozan nasıl böyle güveniyordu? Kalbindeki kasaya koyacak kadar hem de. Gerçi kendisi de bir zamanlar Cüneyt'e güvenirdi. Onun için bir cüzdan olduğunu idrak edene kadar. Ama Ozan'a güvenirdi. Ozan'ın da kendisini sevdiğini bilirdi. Lakin çok yakınlar mıydı? Olabilirlerdi ama Ozan kötü alışkanlıklarını ve arkadaşlıklarını sevmiyordu. Yani, uzak değillerdi. Daha yakın değillerse de terk edemediği alışkanlıklarındandı. Oktay'ın kafası karıştı. Ozan konuşunca da lüzumsuz düşüncelerini savurdu aklından.

"Bağırıp çağırsa, anlatsa, konuşsa... Belki daha iyi olurdu. Ama bunları yapmayıp hiçbir şey yokmuş gibi yalnızca yatıyor. Uyusa yine iyi. İçimi deşiyor uykudan sıçrayışları. Sabaha kadar kaç kâbus gördüğünü bilmiyorum. Hep kan ter içinde, çığlık çığlığa. Daha ne kadar kötü olabilir ki? Okula gitmedi bu hafta. Bunun Bahar için ne demek olduğunu anlayamazsın. Cuma günü okula gideceğim dedi. Sevindim ama içime de kurt düştü. Peşine takıldım. Yarı yoldan eve döndü. Ve ben hastaneye gitmek zorunda kaldım. Zorunluluklarım beni öldürsün istiyorum bazen. O evde, ben hastanede... Bugün deneme sınavı vardı. İçim daraldı, bir bok yapmadan çıktım. Onun yanında olmak istiyorum devamlı ve hayat buna izin vermiyor. Yanında olunca ona da bir yararım mı oluyor sanki?"

"Saçmalıyorsun şu an," dedi Oktay. Ozan baktı. "Sen herkesin yanında olmasını isteyeceği bir adamsın. Şahsen benim yanımda olacaksan beni bir düzine adamın sikmesine razıyım."

Ozan, başını çevirip anlamsızca baktı Oktay'a. Gözlerini ağır ağır yumdu, açtı. Oktay ileri mi gittim kaygısıyla bir adım geri atacak oldu. "Ağır mı oldu bu..." dedi.

Ozan başını eğdi.

"Kusura bakma," dedi Oktay ve Ozan iç geçirip "Aldırma," dedi adama. Zira Oktay bir şeyi söylemek isterse söylerdi. Kelimelere dantel işlemez, sözün oyasını boncuğunu düşünmezdi. Şimdi ona kızsa kaç yazardı, neye yarayacaktı?

"Bir yerinde bir şey var mı?" dedi sonra Oktay.

Başını iki yana salladı Ozan. "Görünürde yok," dedikten sonra Bahar'ı hiç muayene etmediğini hatırladı. İzin vermezdi Bahar, vermiyordu. Başını çevirdi tekrar. "Bana o adamları bul," dedi yeniden. "Senden haber bekleyeceğim."

"Siklerini kesip evine yollayayım istersen?"

Siniri bozuldu Ozan'ın. Güldüyse bundan. Sonra iç çekti. "Hiçbir şey yapamasam da iki çift laf etmek istiyorum."

"Laflarına yazık." dedi Oktay. "Sen şeye bak. Sonra okula dikkat et. Ben her gece sana salça olmuyorsam, yanına gelmiyor, seni evden çıkarmıyorsam okulun bitsin diye." Bu farkındalık, bu yük ağır geldi Ozan'a. Ayaklandı bu yüzden.

"Benim gitmem lazım," dedi. Oktay şaşkınlıkla baktı oturduğu yerden.

"İbo'yu bıraktım Bahar'ın yanına. Dönmem lazım."

Sigarasından derin bir nefes alan Oktay, başını sağa çevirdi. Kırmızı arabaya bakıp "Arabayı al," dedi Ozan'a. Ozan başını iki yana salladı. "Abdullah bıraksın seni," dedi bu kez. Cebine uzanıp telefonunu çıkardı. Babasının şoförünü çağırdı ve Ozan'ın gözlerinin içine baktı. Gerçek bir acı. Tıpkı kendisininki gibi, kendisininki kadar samimi ve gerçek bir acı gördü orada. Elini uzatıp Ozan'ın omuzuna koydu.

"Haber bekleyeceğim senden," dedi Ozan. Oktay başını iki yana salladı.

"Bir şey bekleme. Ben halledeceğim."



*




"Abisi inşallah ticaret için aramadın. Şu an o kadar müsait değilim ki! Ancak o kadar olur!"

Gürültü içinden geliyordu adamın sesi ama bu gürültüye anlam veremedi Oktay. Ozan'ın kalktığı boş sandalyeye bakıp "Neyle meşgulsün?" diye sordu ve Cüneyt "Teknedeyim," dedi. "Ustalar var başımda. Kızın pabuçlarını değiştiriyoruz. Parkeler yenileniyor, yeni kasalar yaptırıyorum odaya. Yakında bu tekneye de sığamayacağım bir portföyüm olacak." Gözlerini devirdi Oktay. "Bu mu meşguliyet?" dedi ve Cüneyt kahkaha atarak "Ne bekliyordun amına koyayım?" dedi. "Tarlaya çapa yapmaya mı gideyim?"

"Aslında yakışır," dedi Oktay. "Göbeğin küçülür belki biraz."

"Göbeğime dokunmam," dedi Cüneyt. "Onun bir karizması var. Kadınlar onu yalarken son derece mutlu oluyorlar."

"Salak olan kadınları mı diyorsun?"

"Şşşt!" dedi Cüneyt ve gülüşleri son buldu. Sonunda Oktay ciddileşti.

"Melis..." dedi. "Melis'in önümüzdeki haftalarda programı var mı?"

Konuyu irdelemeden "Var," dedi Cüneyt. "Kaç zamandır bu cumayı bekliyor, hafta sonu Bodrum'da. Öncesinde de bir kalantor var."

"İyi," dedi Oktay. "Melis'in bütün planlarını iptal ediyorsun hemen şimdi."

"Anlamadım," dedi Cüneyt. Arkasında bir matkap sesi vardı, uzaklaştı ondan ve tekrar etti. "Anlamadım. Daha iyi biri mi var, kimmiş bir değerlendirelim?" dedi.

"Yok," dedi Oktay. "Sorma bir şey. İptal et Melis'in planlarını. Bundan sonra da ona iş ayarlamayacaksın."

Bir daha "Anlamadım," dedi Cüneyt ve sonra güldü. "Ne demek ayarlamayacaksın?"

"Ayarlamayacaksın demek ayarlamayacaksın demek. Kendi yolunu bulacak..." Durdu biraz. "Bulabiliyorsa."

"Lan oğlum ne diyorsun?" dedi Cüneyt. "Taşak mı geçiyorsun? Akşam akşam kafayı neyle buldun." Sesi ciddileşmişti sonunda, içinde hayrete serpilmiş bir şey vardı.

"Neyini anlamadın?" dedi bu kez Oktay. Ozan'ın kalktığı sandalyeye oturup başını göğe kaldırdı. Bir yıldız aradı. "İş miş yok. O kadar."

"Neden?" dedi bu kez adam. "Bir şey mi oldu, şunu doğru dürüst anlatsana bir sen."

"Lan," dedi Oktay. Öfkeli değildi. "Sen benden bir şey isteyince ben bin tane soru sordum mu, sormadım. Yap diyorsam yap işte."

"Bir şey olmuş," dedi bu kez Cüneyt. Rüzgâr ve deniz sesiydi şimdi arkasına aldığı. "Abisi sen şunu bana bir anlat, Melis mi kızdırdı seni. Hatta çıkıp gelsene tekneye. Bak müko bir hap var elimde. Pamuk gibi olursun. İstersen ben gele..."

İşte bunu duyunca öfkelendi Oktay. "Lan sana mal soran mı oldu?" dedi önce. "Köpeğin önüne kemik mi atıyorsun? Ben sana sualsiz yardım ediyorsam, ben bir şey isteyince sen de ikiletme. Gitsin başka pezevenk bulsun kendine. Bulamıyorsa otobana çıksın. İptal et dedimse, iptal et. İş bulma dedimse, bulma. Neyi sorguluyorsun sen?"

Derin bir sessizlik çöktü telefona. "Anladım," dedi sonra Cüneyt. "Karşılık istiyorsun sen." Güvertedeki masada duranlara baktı Cüneyt. Meyve tabağından bir mandalina aldı. var gücüyle sıktı onu. Kabuğu aşan su fışkırdı.

"Nasıl anlamak istiyorsan öyle anla," dedi Oktay. "Ama Melis'e senden bir iş çıktığını duyarsam bozuşuruz. Fena bozuşuruz."

Sustular. Sonra "Melis'e ne diyeyim ben?" dedi.

"Oktay evde seni bekliyormuş de." Yine sustular. Cüneyt'in ardından esen rüzgâr şiddetli bir ıslık olup Oktay'ın kulağına doldu. Karanlık gökyüzünden bile daha rahatsız eden bir sesti bu.

"Abisi," dedi Cüneyt. Sesinde zoraki bir sevgi ya da hırpalanmış bir nezaket vardı. "Neye sinirlendiysen konuşalım. Bir şey varsa senden önce ben çekerim Melis'in kulağını. Ama kızın ekmeğiyle oynamayalım. Biliyorsun nasıl zorlandığını."

"Anlatma bana Melis'i," dedi Oktay. "O yediği sikle götünün üstüne oturmayı bilmiyor. Bir derdi varsa gelip bana söyler. Konuşulacak bir şey yok burada."

"Yanlış yapıyorsun," dedi bu kez Cüneyt. Sinirlendiği belliydi.

"Senle ben neyi doğru yapıyoruz ki?" diye cevap verdi Oktay. "İşine gelene doğru, işine gelene yanlış deme. Sen kötüsün. Ben de kötüyüm. Melis de kötü. Kimin siki daha büyükse o kazanıyor, hepsi bu."

Cüneyt elinde tutup canını çıkardığı mandalinayı denize savurdu. Bu kez denize düşen sert bir cismin "gluk" sesi geldi Oktay'ın kulağına.

"Var mı başka bir şey?" dedi Cüneyt. "Yok," dedi Oktay. Sonra ekledi. "Melis'i hemen ara. Evdeyim, onu bekliyorum."



*




Ozan gittiğinden beri aynı yerde oturuyordu Oktay. Üşümeye başlamıştı bir yandan ama kılını da kıpırdatmamıştı. Hâlâ bir yıldız arıyordu gözleri. Bu yüzden sık sık küfrediyordu yüksek sesle. Ozan'ın yaptığı gibi. Haziranda Amerika'ya gideceklerdi ailece. Böbreğini Eray'a vermesini bekliyordu babası. Hatta beklemiyor, emrediyordu ve bunun için alkolü bırakmasını buyurmuşlardı. Alkolü... Duyunca sinsi sinsi gülmüştü. Tek engel alkol müydü yani? Doktor madde bağımlısı bir insanın donör olamayacağını açık açık söylemişti. Bunun ardından kendisi de donör olmak istemediğini söylemişti. Bir sebep belirtmemişti ama kocaman harflerle istemiyorum demişti. Kulak asmıyorlarsa ne yapabilirdi ki? Şırıngayla mı çıksaydı ailesinin karşısında? Gözünde canlandırıp güldü. Laboratuvar faresine dönmüştü Eray. Üzerinde denenmemiş tek bir saçmalık kalmamıştı. Acıyordu ona. Tez vakitte ölse kurtulurdu. Üstelik yalnız kendi kurtulmaz, kalan genç ömrünü de kendisine bahşederdi. Çünkü ona Amerika'ya gideceği bile mail kutusuna gelen bir mesajla söyleniyordu. Gitmemek gibi bir seçeneği yokmuşçasına...

Sigara paketi yarılanmış, boş bira şişelerinin sayısı üçe çıkmıştı. Telefon çaldığında önce esnedi, sonra ekranda "güvenlik" yazısını gördü, telefonu açtı ve hiçbir şeyden demeden "Taksi geldi Oktay Bey, Melis Hanım içinde," dendiğini duyup telefonu adamın yüzüne kapattı.

Beş dakika sonra arka bahçenin kapısında belirdi Melis. Makyajsızdı yüzü, bir kot ve kazakla evden çıkmıştı. Kabanını içeride çıkarmamıştı. Paniklemiş olduğu belliydi. Oktay ağır ağır ayağa kalktı. Melis'in adımları ise hızlıydı. Havuzun ardındaki kamelyada denk geldiler. Melis'in yüzündeki ifadeye bakıp gülümsedi adam. Kız dokunsalar ağlayacak haldeydi ve "Oktay n'oluyor?" dedi yükselmeyen bir sesle.

"Cüneyt bir şeyler dedi. İşlerimi iptal etmişsin. Bu ne demek oluyor?"

"Korktun mu?" dedi Oktay. Sesi sevecen, yüzü gülümserdi. Bu bir parça rahatlık verdi kıza. Yol boyu öfkeli bir Oktay görmeyi beklemişti.

Acelece topladığı saçlarını öylesine kulaklarının ardına attı Melis. "Yani korkmadım da..." dedi ürkek bir sesle. Derin bir nefesle "Anlayamadım, panikledim, Cüneyt de bilmiyorum deyip kem küm edince, evden nasıl çıktığımı bilemedim. Kredi kartımın limiti dolmak üzere. Ben bu hafta gelecek paraya bel bağlamıştım. Malum yaz bitti ve sezon geçişleri zorluyor..." Bir solukta konuştu Melis. Oktay ise gülümseyerek "Sakin ol," dedi kız.

"Gel şöyle. Nefeslen biraz." Kızı kamelyanın içine, ahşapla mavi ketenin bir ege terasını andıran, zevkle döşenmiş yastıklı koltuğuna çekti. "Ne içelim?" dedikten sonra kız cevap vermeden evin bahçeye açılan kapısına baktı. Keskin bir ıslık çaldı. Melis "Bilmiyorum," dedi önce. Kapıda yine o tombul kadın belirdi. Hızlı adımlarla geldi yanlarına ve korkarak baktı Oktay'a. Yine alkol isterse... Aramalıydı Refik Beyi. Hemen aramalı, haber vermeliydi.

"Su olsun," dedi önce Melis. Oktay ise şefkatli eliyle uzandı kızın yanağına. "Sonra?" dedi. "Sıcak bir şey mi olsun, soğuk mu?"

Melis'in gözleri Oktay'la kadın arasında gidip geldi. Oturduğu yerde biraz daha kaykılıp bacak bacak üstüne attı. "Kahve," dedi sonunda. "Filtre olsun. Sütlü. Yalnız çok demlenmesin, süt de laktozsuz olsun."

Kadın kahveyi duyunca sevindi, Oktay'a çevirdi yüzünü. "Sek viski getir bana," dedi adam. Kadın donup kaldı alkolü duyunca. İçeri girse bir türlü, girmese bir türlü... Oktay da gözlerini kadından çekmedi. Sonunda "Baş üstüne," dedi kadın ve arkasını döndü. Oktay seslendi. "Babamı arayacaksan..." dedi. Kadın durdu olduğu yerde ama arkasını dönmedi. "Babamı arayacaksan, bugünün yarını da var unutma."

Tek kelime etmeden yola devam etti kadın ve Oktay, Melis'e döndü yüzünü.

"Kireç gibi olmuş yüzün," dedi. Melis, kazağının kollarını burnuna götürüp dudağını ısırdı. "Öyle saçma sapan bir halde çıktım ki evden... Çıkarken Şila'nın kuyruğuna basmışım, canı yandı hayvanın eğilip bakamadım bile."

"Niye panikledin ki bu kadar?" dedi bu kez Oktay. Ağzına atacağı kaşar peynirini uzata uzata keyfini sürüyordu.

"Ya Cüneyt öyle konuşunca... Bir de Oktay seni evde bekliyor dedi."

"E sana sürpriz yapmış olamaz mıyız?" dedi bu kez Oktay ve kızın yüzünde ani değişimler oldu. Gözleri parladı, kaşları kalktı, gözbebekleri büyüdü. Sonra diliyle dudaklarını yaladı. Her an bir yerden "sürpriz" nidasıyla insanlar çıkacakmış gibi etrafına bakındı. Makyaj yapmamıştı, olmazdı değil mi böyle şey. Hem neyin sürprizi olacaktı ki bu?

"Anlamadım," dedi sonra Melis. Oktay iç çekti. Bir bacağını altına alıp kolunu alnına yasladı. Yan dönmüştü bedeni, Melis'e bakıyordu.

"Evde yalnızdım, durdum düşündüm. Dedim ne zamandır Melis'le yalnız kalmadık. Hep bir gürültü, bir curcuna. Sohbet edemiyoruz, araya bir sürü insan bir sürü ses giriyor. Özledim kısaca."

Oktay'ın her kelimesinde ağzı birazcık daha açıldı Melis'in. Sonunda büsbütün gülümsedi ve "Gerçekten mi?" dedi. Sonra toparlandı. "Haklısın," diye devam etti. "Koca yaz boyu senle hiçbir şey yapmadık. Oysa eskiden her gün görüşürdük. Kantinde güneşlenir, dersleri beraber kırardık. Ama sonra sen okuldan tamamen elini eteğini çekince..."

Yüzü buruştu Oktay'ın. "Tamam," dedi. "Ben temelli kırdım okulu ama akşamları da eskisi gibi geçmiyor artık. Sen hep bir yerlerdesin ve..."

"Doğru," dedi kız. "Ben ihmal ettim seni. Galiba son bir senede evde oturduğum akşamlar bir elin parmaklarını geçmiyor. Bir de sınav dönemleri galiba. Ama gelecek haftadan sonrası için planım yok. Daha doğrusu birkaç şey vardı ama dert değil onlar. İptal ederim. Birkaç gün bir yerlere mi gitsek seninle? Şöyle daha sakin, daha normal."

Başını salladı Oktay. "Daha normal," dedi kıza. Melis'in unuttuğu bir şeydi normallik. Çünkü geçmişte kalan "daha normal" zamanları vardı, yok değildi. Unutmuştu kız. Çoğu sorun buradan kaynaklanıyordu Oktay'a göre. Ha kendisi de normal miydi, hayır. Ama bir yerlerde kendisi yüzünden ağlayan biri, bir Ozan var mıydı? Buna da hayır dedi adam.

"Neresi mesela?" dedi Oktay. "Nereye gidelim?"

Tam da o sırada elinde tepsiyle yaklaştı tombul kadın. Kızın kahvesini bir bardak su ve peçeteyle beraber masaya bıraktı. Viski bardağını da kısacık bir an Oktay'a bakarak adamın önüne koydu ve çekildi.

Melis uzanıp kahvesinden bir yudum aldı. İyi geldi kahve ve kasılan bedeni yavaşça gevşedi. Yoktu demek kötü bir şey. Sadece baş başa kalmak için böyle bir yalan uydurmuştu Oktay. Ayarsızdı, deliydi işte bu adam. Kendisi gibi. Gülümsedi.

"Sen seç. Senin götüreceğin bir yerin kötü olma ihtimali yok. Bana da değişiklik iyi gelecek. Havaalanı, lüks otel, gece kulübü üçlemesinden başım döndü bu ara."

"Biraz uzaklaşalım İstanbul'dan," dedi o zaman Oktay. "Van'a gidelim." Bir kaşını havaya kaldırdı Melis. "Van mı?" dedi küçük harflerle. Gülümsemeye çalıştı.

"Van. Hem gitmişken belki annenleri görmek istersin. Kim bilir kaç zaman oldu sen onları görmeyeli?"

Kızın yüzünde hoşnutsuzluk bir tablo gibi asılı kaldı. "Annemler nereden çıktı?" dedi önce. Sonra devam etti. "Görüşmediğimizi biliyorsun. Birbirimizden haz etmediğimizi de." Belki kendince sıcak bir teklifte bulunmaya çalışmıştı Oktay. Konduramasa da konuyu değiştirmeye çalıştı kız. "O kadar uzaklaşmaya da gerek yok ayrıca. Arabayla gidebileceğimiz bir yer olsun. Ne bileyim İğneada olur, Abant olur. Sen de işte."

"Olur," dedi dudakları yamulan adam. Biraz daha sokuldu kıza. "Canın mı sıkıldı annenler deyince?" dedi ve Melis kahve bardağını eline alıp birkaç yudum içti. Oktay oturduğu yerden uzandı viski bardağına. Buz koymamıştı kadın. Küfretti içinden.

"Bahsetmeyi sevmediğimi biliyorsun. Sen nasıl sevmiyorsan ben de öyle sevmiyorum." Oktay gibi bacağını altına çekti Melis. İki eliyle birden tutuyordu fincanını. Konuyu değiştirmeye çalıştı. "Pazardan gidip Çarşamba dönsek olur mu? Rezervasyon işi sende olsun." Oktay biraz daha eğildi kıza doğru. Yaslandığı elini kızın saçına uzattı. Öylesine oynamaya başladı o saçlarla. "Olur," dedi sakince.

"Yüzünün bu halini unutmuşum," derken parmakları kızın kavisli çehresinde gezintiye çıkmıştı. Gülümsedi Melis. "Abartma, o kadar çok makyaj yapmıyorum," dedi ve birbirlerine baktılar. Aynı anda güldüler kızın söylediğine.

"Tamam," dedi Melis. "Dalga geçme. Çok makyaj yapıyorum, haklısın. Şu gözaltlarıma ışık dolgusu yaptırmam lazım yeniden. Onu yapınca biraz dinlendireceğim yüzümü."

Oktay'ın parmakları bu kez kızın dudaklarına uzandı. Belli belirsiz bir çerçeve çizdi orada. Melis gözünü kapatıp gülümsedi. "Hayır," dedi bir yandan. "Rujlarımdan vazgeçmem çünkü hepsi çok güzel."

"Ama rujla öpüşmek kadar iğrenç çok az şey var," dedi Oktay. Melis ise dudaklarını az bir açıklıkla adama doğru itti. "Hiç böyle bir şikâyet almadım şimdiye kadar."

Güldü adam. "Bundan sonra da öyle bir şikâyet almayacaksın." Burnundan gülümser bir soluk kaçırdı kız. "Evden çıkarken ruj sürmediğim için şanslısın o zaman."

"Şanslıyım," dedi Oktay. Parmakları kızın bütün yüzünü yalayıp boynuna, oradan da ensesine uzandı. Yaklaştı yüzleri. "Oktay n'oluyor böyle?" dedi Melis. Kalbi çok hızlı atmaya başladı. Öyle heyecanlıydı ki, elindeki fincan yamuldu, birkaç yudum kahve üzerine döküldü, bunu bile umursamadı kız. Çünkü Oktay'la çok fazla yakındılar. Üstelik Oktay çağırmıştı onu. Kendince, deli saçması bir şekilde. Şimdi de başka bir yolla kendisini özlediğini söylüyordu. Baş başa kalmak istiyordu ve... Eğer bu gece kendisini öperse her şey değişirdi. Çok değişirdi. Bütün işlerini iptal etmek istemesi de bundan sebepti demek. Yalnızca kendisiyle olmasını istiyordu. Canına minnetti kızın. Oktay kadar iyisini nereden bulabilirdi ki... Sokuldu biraz daha adama. Öpülmek istiyordu dudakları. Elindeki fincandan da kurtulması lazımdı. Sonra...

Adamın eli kızın ensesini kavrayıp saçlarının arasına karıştı. Boynunu kaldırdı kız. Gözlerini örttü. Oktay'ın nefesi yüzünde geziyordu. Her an bir yerde durabilirdi. Ona dokunmak isteyen dili bile hazır olda bekliyordu.

"Ben de sana onu sormak istiyorum Melis. N'oluyor?"

Nabzı nasıl atıyordu kızın. Tuttu kendisini. Tutmasa öp artık diye bağırabilirdi ya da bütün arsızlığıyla arzusuyla adamın kucağına yerleşip dudaklarına yapışabilirdi.

"Bu kadar sabırlı mıydın sen?" dedi gözlerini açmadan. Ensesindeki el sertleşti. Saçları yolundu, bir parça canı yandı ama sorun değildi. Oktay'ın nezaket denilen şeyle alakasının olmasını beklemiyordu zaten. Keşke kabanının önünü çözseydi oturmadan önce.

"Ck, değilim," dedi adam. Kızın ensesinde yumruk halini alan elini daha da sıktı. "Bende sabır denilen şeyin olmadığını sen çok iyi biliyorsun..." Belli belirsiz başını salladı kız ama Oktay'ın avucuna hapisken hareket etmek pek de kolay değildi. Oktay ise devam etti. "Ben sana kaç kere benim çizgilerime yaklaşma Melis dedim bugüne kadar?"

Anlayamadı kız. Yutkundu. Neresindelerdi sevişmenin? Ağır ağır açtı gözlerini. Tutkuyla kararmış bakışlar beklerken gördükleri aklını karıştırdı. Hızlı hızlı kırptı gözlerini.

"Ben seni daha evvel kaç kere uyardım Melis?"

Hâlâ yerine oturmamıştı kızın aklındaki taşlar. Bundandı gözkapaklarının yelpaze gibi hareket etmesi. "Ne diyorsun sen Oktay?" dedi önce. Başını adamın elinden kurtarmaya çalışırken daha büyük bir kuvvetle karşılaştı. Hareket ettiremedi boynunu.

"Ozan'ı hayatına, dedikodularına, can sıkıntılarına çerez yapma dedim mi, demedim mi Melis?"

Bir uyanışla koca koca açıldı kızın gözleri. "Ne diyorsun sen Oktay?" dedi bir daha. Sesi şehvetten arınmıştı.

"Sen Ozan'ı diline doladıkça ben senden soğuyorum dedim mi, demedim mi?"

Elbette böyle dememişti. Böyle, aptal bir çocuğa anlatır gibi açık açık demiş değildi. Bunu kastetmiyordu. Ama Melis, Ozan dedikçe bir adım uzaklaşmıştı kızdan. Şayet bunu fark edemediyse kabahat kimdeydi? Melis'te değil miydi? Çünkü kendisinde değildi.

"Ne demişim ben ya!" dedi bu kez Melis. "Ne yapmışım Ozan'a? Ne saçmalıyorsun sen?"

"Ck, ck, ck!" Kızın elinden kurtulma çabası nafileydi. Daha çok yaktı canını. "Sen inkâr ettikçe ben senin canını daha çok yakacağım."

"Oktay ben bir şey yapmadım!" dedi Melis. Direndi bedeni ve sonra can acısıyla elindeki fincanı adamın üzerine fırlatıverdi. Oktay'ın yüzünü yaladı kahve. Sıcak canını yaktı. Bu yüzden elindeki bardağı kızın yüzüne boca ederken, bedeniyle onun üzerine iyice abandı. Bir eli kızın saçını hiç bırakmadı. Kızın yüzü viskiyle yıkandı. Ağzına ve burnuna dolan damlaları püskürttü Melis. Debelendi olduğu yerde. "Bırak beni!" dedi öfkeyle.

"Bırakacağım," dedi adam. Bir damla kahve düştü alnından. "Bırakacağım ama sana yemin ederim. Yemin ederim! Bir kere daha benim çizgilerime basarsan adam başı yirmi liradan sik yalarken bulursun kendini. Duydun mu beni? Gümüşsuyunda tır şoförlerini beklersin bütün gün."

Melis boştaki elleriyle vurdu adamın göğsüne. Bir tokat oldu, bir yumruk. Adamın yüzünden akan sıcak damlalarla kirlendi üstü. Viski kokusuna boğuldu. Saçları yüzüne yapıştı. Oktay'ın umurunda bile olmadı bunlar.

"Ben bir şey yapmadım!" dedi kız. Bağırtıydı bu. "Ben bir şey yapmadım, o kız kendi kalktı gitti o adamlarla!"

Sonunda ensesindeki el gevşedi. Ayaklanacak oldu Melis ama bir fare gibi yapıştı o koltuğa. Bu kez boynuna uzandı adamın eli.

"Sen hâlâ beni anlamadın galiba," dedi Oktay.

"Ben sana naptın, niye yaptın demiyorum. Bitti diyorum. Bundan sonra o çok bunaldığın lüks otel gece kulübü siklemesi yok diyorum. Sen kendi defterini dürdün kapattın diyorum."

"Oktay bırak beni!" diye bağırdı kız. Var gücüyle. Boğazındaki el daha da sıkıldı. Gürültüye koşan tombul kadın bahçeye çıktı, korkuyla baktı olanlara. Bir Oktay'a baktı, bir kıza. Ne yapsa polisi mi arasaydı? Bu istifa etmek demekti. Refik beyi arasa? Oktay'ın elinden nasıl kurtulurdu? Ne yapacağını bilemeyip içeri kaçtı.

"Sakın ola Cüneyt'e falan güvenme. Ozan için hepinizi nasıl harcayacağımı biliyorsunuz. Yok bilmem, görmek isterim dersen, İstanbul'dan Van'a öyle bir kaçarsın ki, babanın kucağı şefkat evi gibi gelir sana! Duydun mu beni Melis?"

Bir daha ciyakladı kız. "Bırak beni!"

Adamın eli kızın boynunu daha da sıktı. "Bak bana!" dedi bu kez. "Aç o gözlerini, bak bana!" Açıldı kızın gözleri. Yaşarmıştı. Korkmuştu. Öfkeliydi ama canı öfkesinden tatlıydı. "Kiminle gitti o kız! İsim ver bana."

Can korkusu sardı Melis'i. İkiletmeden "Doğukan," dedi.

"Doğukan ne?"

"Bilmiyorum." Can havli vardı sesinde. Oktay kulağında bir düdük çalınmış gibi kırıştırdı yüzünü. Sonra kızın boynunu bırakıp ensesindeki saçları bir daha yakaladı. O saçlardan kaldırdı kızın başını. Yüzünü yüzüne yaklaştırdı. "Bak bana!" dedi bir daha.

"Oktay bırak beni, bilmiyorum, bilmiyorum!"

"Gökten mi düştü lan bu adam oraya? Adını nereden biliyorsun? Söyle yoksa sana daha ne yapacağımı ben bile bilmiyorum."

"Rotaract," dedi bu kez Melis. Ağlıyordu sesi. "Rotaract," dedi bir daha. "Bomonti Rotaract. Başka bir şeyini bilmiyorum. Diğeri onun arkadaşı, hiçbir şeyini bilmiyorum. Ben bir şey yaapmadım!"

"Ben de bir şey yapmıyorum Melis. Hiçbir şey yapmıyorum!" Mengene gibi kızın boğazını kavrayan elini sıktı Oktay. Öksürmeye başladı kız. Hâlâ "Yapmadım," demeye çalışıyordu ama nefesi yetmiyordu buna.

"Ulan ben bir de Melis yapmamıştır dedim. Olmaz dedim!" Öfke, göz gözü görmeyecek kadar karanlıktı şimdi. Oktay delirecek gibi oldu. "Maden adamın hiçbir şeyini bilmiyorsun niye veriyorsun kızı ellerine? Lan seni sikecek adamı bile elekten geçirmiyor mu Cüneyt? Sen kendini ne bok sanıyorsun da..."

Oktay cümlesini bitirmeden ağlaya ağlaya yalvarmaya başladı Melis. "Oktay bırak beni. Bırak. Allah aşkına bırak. Ben bir şey yapmadım. Kız gitti. Kendi gitti. Bırak!"

"Ulan vasat orospu! Sen cin olmadan adam mı çarpacaksın? Sen kendini ne bok sanıyorsun lan?"

Ağlayışı haykırış oldu kızın. "Bırak beni!" dedi bir daha. "Bırak! Bir şey yapmamışlar kıza. Yapmamışlar bir şey, bırak beni!" Melis ağladıkça daha çok sevindi Oktay. Ozan da ağlamıştı. Dağ gibi adam, güleç yüzlü, hayattan keyif alan adam, özendiği adam, az önce şuralarda bir yerlerde ağlamıştı. "bırak beni!" Ciyaklayan bir kediden köpekten farkı kalmamıştı kızın. Gecenin karanlığına rağmen gün gibi ortadaydı kızaran yüzü. Ölecek zannetti bir an Oktay onu. Ölmediyse de ölüme yakın bir yerlerde durdu.

Hınçla yakasındaki bir böceği silkeler gibi kızı yere fırlattı adam. Melis ayaklanıp koşmaya başladı. Tam olarak ölümden kaçmaktı bu ve kız koşarken Oktay başını göğe kaldırdı. Dudaklarını ısırdı. Sinirinden doldu gözleri. Bir tane bile yıldız yoktu gökyüzünde. Ozan gibi küfretti.



*



Koltuğun karşısına bir sehpa koydu kız. Sehpanın üzerine Aşık ve Narin'in kafesini kondurdu. Sonra koltuğa döndü, odasından taşıdığı yastığa başını koydu ve yorganı üzerine çekti. Ozan, dakikalar evvel evden çıkmıştı ve odasında yatmaktan sıkıldığı için salona taşımıştı yatağını. Tam karşısına da Aşık ve Narin'i kondurunca gecenin filmini açmış sayılırdı. Şimdi onlar oynayacak Bahar seyredecekti. Bu, hayattan çalabileceği en güzel andı. Daha fazlası Bahar için mümkün değildi.

Tam Aşık Narin'in kanadını öperken -böyle kabul ediyordu Bahar- kapının dili döndü, anahtar sesi duyuldu ve "Ben geldim!" diye gürledi İbrahim.

Burnundan verdiği solukla güldü Bahar. Ozan evden çıkarken "Gecikmeden dönerim," demiş ve nereye gideceğini söylememişti. Ozan çıkınca da başında tutulan nöbetlerin son bulacağını zannetmişti ama kaç dakika yalnız kalmıştı? Üç mü beş mi? Yedek anahtarıyla içeri giren adama "Hoş geldin," diye seslendi Bahar.

"Ben de bu gece bebek bakıcım olmayacak sanmıştım." İbo, Ebru, İbo, Ebru. Böyle bir döngüydü geçen akşamları. Demirbaş ise Ozan.

Sırt çantasıyla salona teşrif etti İbo. "Kurt gibi açım yalnız, Ozan yemek var dedi, nerede?"

Dudağını büküp "Bilmem," dedi Bahar. "Belki balkondadır, belki yatak odasında."

Kısa bir süre bakıştılar. Sonra "Aman be kızım!" dedi İbo. "On saattir kütüphanedeyim, ananın sakalı çıkmış desen sorgulamam şu an!"

"On saat kütüphanede durduktan sonra eve gidip dinlenmek ya da daha çok ders çalışmak gibi seçeneklerin yok muydu?"

"Kitaplarım yanımda," dedi İbo. "Bir karnımı doyurayım. Sonra sen nalları dikmezsen tavla oynarız iki el. Yok uyursan çalışırım."

Tavlayı iki gün önce öğrenmişti. Öğrenmek zorunda kalmıştı çünkü İbo tavla oynamayı seviyordu. "Tavla mı oynayacağız bu akşam?" dedi Bahar. İbrahim kapıda durdu. Montunu anca çıkardı. Sonra beresini. "Monopoly dersen ona da varım ama şapka ben olurum, Nişantaşı da benimdir."

"İsim şehir hayvan olsun," dedi Bahar. Biraz gönülsüzce "Tamam," dedi İbrahim ve Bahar ekledi. "İstediğim herhangi bir şeye hayır deme hakkın var mı?"

"Nasıl yani?" Mutfağa yönelmişti adam. Açılan buzdolabının sesini duydu Bahar. Sonra musluğu, mikrodalga fırının ötüşünü, tabak şıngırtısını, bir daha mikrodalga fırın sesini. Tencere kapağını, yeniden musluk sesini.

Gözünü Aşık'la Narin'de tuttu hep. Narin şekerleme yapıyordu. Ya da belki gece uykusuna her zamankinden bir saat erken dalmıştı. Ama Aşık uyuyacak gibi değildi. Dört dönüyordu kafeste.

Elinde tepsiyle salona döndü İbrahim. "Zengin evinde makarna yemek de başka oluyor," dedi. "Bizim makarnalar hep salçalı. Burada ya kıymalı ya da kilosu yüz lira olan peynirden."

"Ozan zengin mi bilmem ama ağız tadından ödün vermiyor," dedi Bahar. Sonra İbrahim'in koltuğun l ucuna kıvrılışını izledi. Göz göze geldiler. "N'aber?" dedi İbrahim.

"Dün nasılsa öyle," dedi Bahar. "Dün de geldin ya sen," diye bir yalan uydurdu İbrahim'e. İbrahim başını iki yana salladı. "Yok, dün ben gelmedim. Ebru vardı," dedi.

"Hayır sen vardın," diye diretti Bahar. "Hatta tavla oynadık, ben seni yendim, sen mızıkçılık yaptın."

Bir kaşını havaya kaldırdı İbrahim. Saçları biraz uzamıştı. Tıraş vakti gelmişti. "Öyle miydi?" dedi ve sonra "Sen de sözde depresyondasın ama hafızan hâlâ domuz gibi."

"Kim demiş benim depresyonda olduğumu?"

İki çatal makarnayı peş peşe yiyip kıza cevap vermemek için "Güzel olmuş bu," dedi. Ne deseydi, sabah akşam günde üç posta senin durumunu kritik ediyoruz, Ozan bu ara psikiyatri servisinden çıkmıyor, falan mı? Ozan kafasına vururdu valla. Kendisi için büyük dert değildi, hastaneden ya da kütüphaneden çıkıp burada da eğleniyor, karnını doyuruyor ve oyun oynarken gülebiliyordu. Hatta kendisine kalırsa Bahar gayet iyiydi. Tamam, mütemadiyen yatma arzusu içindeydi ama işi gücü olmasa kendisi de böyle olabilirdi, hatta birkaç sene öncesine kadar kendisi de böyleydi. Herkesin hayatı güle oynaya geçecek diye bir şey mi vardı? Bazıları kronik tembel ya da kronik depresif olabiliyordu.

Ozan'la çatıştıkları konu da buydu. Kendisi Bahar'ı kendi haline bırakma taraftarıydı. Ozan ise bir an evvel uygun bir tedavi altına almak istiyordu Bahar'ı. Canına kıymasından ödü kopuyor, üç gün okula gitmedi diye aklı çıkıyordu. Aşırı aşık adam tiplemeleriydi bunlar. O gece kızlarla buluşmak Bahar'ı ne kadar mutsuz etmişse bunlardan bahsetmek istemiyordu. Bahsetmiyordu. Bahsini açmak yasaktı. Hele ki Melis'in adını anmak, daha doğrusu çiçeğim demek en büyük günahlardandı. Ozan'ın kırmızı çizgisiydi bu. Ama aynı zamanda Bahar bir şey anlattı mı diye sorup duruyordu. Aklına gelince "dengesiz herif" dedi içinden. "Tam da âşık olacak zamanı buldun, gevşedi kayışların."

Bir de Bahar'ı psikiyatrla görüşmeye ikna etmek diye bir şey çıkarmıştı Ozan. "Bizle konuşmasın ama ona anlatsın bir şeyleri..." diyordu. Alnına kocaman harflerle "BAHAR İSTEMİYOR" yazası vardı da tutuyordu kendisini. Çünkü Ozan da çok iyi biliyordu bir hastalığın ilk tedavisinin iyileşme isteği olduğunu. "Kıçımın doktoru," dedi bu kez içinden.

"N'aptın bugün?" dedi sonunda İbo. Sırf konu değişsin diye.

"Hiç," dedi Bahar. "Akşama kadar odada yattım. Şimdi Ozan çıktı diye buraya geçtim. Arada duşa girdim, bir de işte makarna pişirdim."

"İyi yapmışsın," dedi İbo. "Seni acayip kıskanıyorum bu güncelerinden ötürü."

"Sen n'aptın bugün?" dedi Bahar.

"Hiç," dedi İbo. "Sabah denemeye girdim. Sonra çıktım, kütüphaneye gittim. İşte bir on saati tamamlayınca buraya geldim. Yeni bir dürümcü keşfettik, öğlen oradan dürüm söyledik o kadar."

"Sahi deneme vardı bugün," dedi Bahar. Telefonuna uzandı, ekranda on sekiz kasımı gördü. Ozan öğleden beri evdeydi, hiç bahsetmemişti denemeden. "Ozan demedi bir şey," diye devam etti kız.

İbo birkaç çatal daha alıp tabağı sıyırırken "O bir şey yapmadı," dedi.

Bahar onun tıkınması bitsin de kendisine baksın diye bekledi. Göz göze gelince de "Nasıl yani?" dedi.

"Girdi sınava da bir saatte falan çıktı. Bir şey yapmadı yani. Sonra da eve gelmiştir herhalde. Gelmedi mi? Kütüphaneye uğramadı ki bu hafta."

Yutkundu Bahar. "Evdeydi," dedi. "Ders çalıştı biraz ama... Ama önem veriyordu sınava."

Bir elini havaya kaldırıp öylece savurdu İbo. Sonra tepsiyi mutfağa götürürken "Şu an senden başka bir şeye önem verdiğini sanmıyorum," dedi. Onun gidişini izledi Bahar. Ardından boş boş baktı kapıya. Aşık'a çevirdi gözlerini. Yemek yeme çabasındaydı Aşık. Narin uykuda.

Dakikalar sonra döndü adam. "Hadi oynayalım," dedi ve Bahar usanmış bir nefes vererek baktı İbrahim'e. "Çocuğun oyun vakti geldi mi?" dedi. İbrahim ise "Mızıkçılık yapma," dedi.

"Mızıkçılık yapmıyorum. Kendimi bir şekilde doğurulduğu için bakılması zaruri olan bir bebek gibi hissettiğimi daha kaç farklı şekilde söylemem lazım? Yalnız kalmak istiyorum. Uyumak istiyorum. Uyuyamasam bile tavanla bakışmak istiyorum."

"Ozan'a da söylüyor musun peki bunları?" dedi İbrahim. "O da biliyor mu doya doya depresyonunu yaşamak istediğini. Hayır, söylemediysen bir an evvel söyle çünkü onun elinden kayıp giden koca bir sınav var. Bu hafta kütüphaneye gelmedi. Hastanede kaç kere azar işittiğini sayamadım çünkü kafası yerinde değil. Denemeyi saldı bıraktı, eee ne kalıyor geriye?"

"Ben miyim sorumlusu?" dedi Bahar. Alt dudağı titredi birdenbire.

"Yok ebem," dedi adam. Güldü. "Kızım ben senin depresyonuna çok saygı duyuyorum. Hatta baya baya özeniyorum, keşke vaktim olsa da ben de girsem. Ama bu depresyonda yalnız olduğunu bana değil Ozan'a anlat. Bir şekilde başına kötü bir şey gelmeyeceğin konusunda onu ikna et. İkna olsun ki o da devam etsin hayatına."

Başını yastığın diğer yanına çevirirken yorganına biraz daha asıldı Bahar. Bir de soruyor muydu sorumlusu ben miyim diye. Bu ne hadsizlikti. Elbette sorumlusu kendisiydi. Kendi hayatını harcadığı yetmezmiş gibi Ozan'ı da peşinden sürüklüyordu. Bağıra bağıra ağlamak neye iyi geliyordu? Kendi hayatı üzerine tasarruf edebilirdi insan. Okula gitmeyebilir, okulu bırakabilir, evlenebilir, boşanabilir, birini aldatabilir, cinayet işleyebilir, hırsızlık yapabilir, her şeyi yapabilirdi. Kendi hayatı üzerine kararlar alır ve sonuçlarına katlanırdı. O da bir karar vermişti. O daveti gönülsüzlükle de olsa kabul etmiş, o masada konuşulan şeylere katlanmış, birine bile bu ne çirkin bir sohbet dememiş, duyduklarının yalan olduğunu bile bile susmuş ve sonunda olan olmuştu. Her birinden ayrı ayrı ve tek başına sorumluydu. O halde ceremesini neden Ozan çekiyordu?

Bu evdeki varlığı bile fil yüküydü. Gitmeliydi ama nereye? Çaresizlik derdine eklendi. Kafasını ne yana çevirse mutsuzluk gördü. Ozan bir ev arkadaşı olarak bile çok daha iyisini hak ediyordu. "Bile" ne demekti. Ozan'ın nesiydi ki? Ev arkadaşı... Çiğdem nesiydi? Yutkundu. Beklediği sevgilisi mi?

Kırmızı araba, sevişmeler, Burcu, anne... Hangisi doğru, hangisi yanlıştı? Kafasında içinde balçıkla kaplı, küflü, paslı ve zehirli yılanlarla dolu bir su vardı. Bu su ona Şavşat'ı hatırlattı. Pınarlı mevkiinde Kız Gölü vardı. Okuldan götürmüşlerdi bir kere. Mesire alanında piknik yapmış, top oynamışlardı. Aslen göl uzaktı, yaklaşmamışlardı ama sırt çantalı turistlerin o göle çıktığını bilirdi. Gölde yüzdüklerini ise işitirdi. Annesine sormuştu gölde yüzülüp yüzülmediğini, Balçık gölüdür o Bahar'ım demişti kadın. İçine kız kısmı girmez. Zehirli yılanlar vardır içinde, kaba etinden soktu mu, öldürür. O gölü hiç gözüyle görmemiş, içine hiç ayak basmamıştı. Ama merak etmişti. Yılanlar yalnız kızları mı sokuyorlardı? Erkekler suya girdi mi bir şey olmuyor muydu?

Seneler sonra almıştı işte cevabını. İçi balçıkla kaplı, zehirli yılanlarla dolu Kız Gölüne ayak basmıştı. Evvela ağzına dolmuştu yosunlar. Kara kara, irinli yosunlar. Kurtçuklar vardı içinde dudaklarını kemirmişlerdi. Küçük balıklar saçlarını çekeleyip durmuş sonra azar azar boynunu ısırmışlardı. Annesi haklıydı. En beteri zehirli yılanlardı. İncecik bedenine sarılıvermiş, sonra yavaş yavaş nefesini kesmişlerdi. Ölüm hemencecik gelmemişti kendisine. Ağır ağır, sinsi sinsi.

Neresinden içine girdiğini bilmediği bir yılan boğazından geçip ağzından çıkarken "Anne!" nidasıyla gözünü açtı Bahar. "Annem!" dedi sonra. Eli koynuna, boynuna dokundu. Su içindeydi. Balçıklı gölün suyu. Nefesi kaynardı, kendi boğazını yakıyordu.

"Bahar," dedi korku dolu bir ses. "Bahar iyi misin? Bahar buradayım."

Gözlerini küçük balıklar yemiş olabilir miydi? Göremiyordu çünkü. Saniyeler sonra tavandaki ışıktan çekebildi gözlerini, karartı yerini aydınlığa bıraktı, Ozan'ın korku içindeki yüzünü seçebildi. Ozan'ı görünce de ağlamaya başladı. "Yediler beni," dedi ağlayışlarının arasında. "Yediler her yerimi, ısırdılar. Zehirliydi dilleri, yediler beni, annemi dinlemedim ben."

"Rüya," dedi Ozan'ın ağlamaklı sesi. "Rüya, kâbus. Geçti, buradayım ben."

Kolları can havliyle sarmıştı adamı. Kasları ise donmuştu, kolay kolay çözemedi onları. "Burdayım," diyordu adam. "Ben buradayım, geçti. Terlemişsin, su içinde kalmışsın." Örülü saçlarını okşuyordu. Ter değildi. Suydu, balçıklı gölün suyu. Sümükleri aktı. Onları yaslandığı omuza sürüdü. Ne yaptığını anlayınca utandı. Çekti bedenini. Göz göze geldi Ozan'la. Onun gözlerini de nemli görünce daha çok kırıştı yüzü. Ellerini yüzüne örttü. "Fularını kaybettim," dedi bu kez. "Nerede olduğunu bilmiyorum." Başka bir ağlama nöbeti bastırdığında köşeye sıkıştı kız. Bu dakikalar boyu böyle sürüp gitti.

Haftası dolmuştu, Ozan her gece tekrarlanan bu şeye bir türlü alışamıyor, her seferinde Bahar gibi, Bahar kadar sarsılıyordu.

Eve geleli yarım saat olmuştu. İbrahim'i yollamıştı. Bir de ne demişti adam giderken. "Bahar gayet iyi, kendi haline bırak artık onu." Nasıl bırakacaktı? İyi miydi şimdi Bahar?

"Su getireyim," dedi sonunda adam. Bahar'ın uyuduğu koltuktan kalktı. Koşar adım su aldı mutfaktan geri döndü. Yüzünü silip duruyordu kız. "İbo vardı," dedi. "Uyumuş muyum ben?"

"Az önce gitti İbrahim. İyi misin?" dedi bir daha koltuğa otururken. Narin'le Bahar'a baktı kız. Başını salladı.

"Yemek yedin mi?" dedi Ozan. Yememişti ama yine de başını salladı Bahar.

"Doğru mu söylüyorsun?" dedi bir kaşını havaya kaldırarak.

"Hayır ama aç değilim," dedi Bahar. Sonra saati sordu. On biri duyunca şaşırdı.

"Bak," dedi Ozan hevesle. "Uzakta değil, üç sokak arkada çok güzel bir ciğerci var. Küçük bir yer, bu saatte kalabalık da olmaz. Hava çok soğuk da değil. Kalın kalın giyinirsin, biraz da hava almış oluruz." Biraz hava alsa, biraz yürüse...

Ozan'ın yüzüne boş boş baktı Bahar. "İstemiyorum," dedi. Dudaklarını büzüp kıza baktı Ozan. Öyle bir bakıştı ki, "Ah Bahar!" dedi kız içinden. "Ah Bahar, sen Ozan'ı üzmekten başka neye yararsın?"

"Tamam," dedi Ozan. "Çay koyayım sana ben. Kurabiye aldım gelirken. Bari onları ye." Neredeyse yalvaracaktı adam. Ona bakıp gülümsemeye gayret etti Bahar. Ozan kalkacakken de kolunu tuttu. "Çayı aşağıda içsek olur mu?" dedi.

Ozan anlamadı. Aşağısı ne demekti?

"Kulenin eteğinde."

Gülümsedi adam. Kocaman. Umut dolu. "Olur," dedi. "Olur tabii. Ama kalın bir şeyler giy. Terlisin, bere takalım bir de sana."

Gönülsüz kalktı Bahar. Zaten kalındı üstündekiler, bir kazak daha geçiriverdi üstüne. Bir bere. Bir atkı, bir mont. Aynaya baktığında gördüğü eşkâlle, karanlık bir yolda yürüyen tekinsiz adamları andırıyordu. Güzellik denilen şeyle aynı şehrin insanı bile değillerdi. Ama ne önemi vardı ki?

Kapıdan çıkarlarken Ozan eline, İbo'nun koltukta unuttuğu bereyi aldı. "Ben de bunu takayım," dedi Bahar'a. Oysa biliyordu adamın başka başka bereleri olduğunu. Hatta film yıldızlarınınki gibi önü çıkıntılı sırtı bombeli şapkaları da vardı Ozan'ın. Kasket miydi, neyse ondan. Her biri çok yakışıyordu da o nedense İbo'nunkine düşkündü.

Merdivenleri ağır ağır indiler. Hiç konuşmadılar. Kapıdan çıktılar ve sonra yolun karşısına geçtiler. Saate rağmen boş değildi sokak. Kalabalık bile sayılırdı. Boş masa bulmak zor olacak derken iki kişi alçak taburelerden kalktı. Kulenin duvarına çok yakın bir masaya oturdular. Karşı karşıyaydılar, iki çay söyledi Ozan. Sağa sola bakındılar.

"Seneler var şurada oturup çay içmedim," dedi adam. Bahar ise başını kaldırıp kıyısı görünen balkona baktı. Bir de Ozan bilmez gibi parmağını kaldırıp gösterdi. "Şurada yaşıyorsun, ondandır."

Güldü adam. Mahcuptu gülüşü.

"Senin evine geldiğim ilk zaman, aynı zamanda buraya da ilk kez geliyordum tabii, hayran kalmıştım kuleye. Burada oturan insanlara bakıp bakıp acaba oturabilir miyim diye düşünmüştüm. Hatta senin evine geleceğimi bilmediğimden şurada otursak ne iyi olur demiştim."

Anımsadı adım. Gözünün önüne balkondan Bahar'ı nasıl izlediği geldi. Gülümserken "Eve girmek istememiştin," dedi.

Başını salladı Bahar. "Dedem duysa kırılmadık kemiğim kalmaz demiştim kendime. Şimdi şu hale bak... Seninle beraber yaşıyorum..."

Önce gülümser gibiydi kız. Sonra geçen hafta hiç tanımadığı iki erkeğin arasında uyandığı sabahı anımsadı. Derin bir nefes almaya çalışırken ağzı aralık kaldı. Uzandı bir eli, sağ yanağını sildi hızlıca.

Bunu gören Ozan, mutlu bir andan mutsuz bir ana öyle hızlı geçti ki, çok sevdiği bir yemeğin son lokması ağzına girsin diye beklerken yere düşmüş gibi bir hayal kırıklığıyla baktı Bahar'a. "Benim yüzümden," dedi.

Önce uzun uzun Ozan'a baktı kız. Sonra sağına, soluna, havaya, kulenin ihtişamına. Ona bakarken gülümsedi.

"Neredeyse bir sene oluyor seninle tanışalı," dedi. "Yani yüz yüze," diye de ekledi.

"On dokuz aralık," dedi Ozan. Sessizce araya girmekti yaptığı. "Ben geçen hesaplamıştım bunu."

Gülümsemeleri aynı sıcaklıktaydı.

"On bir ay olmuş o zaman," dedi Bahar. Devam etti. "İstanbul'a geleli daha uzun oldu. Ben de geçen gün düşündüm, düşündüm, düşündüm ve seni hayatımdan çıkardığım zaman geçip giden bir yıldan geriye hiçbir şey kalmadığını gördüm. Tek, bir tane bile güzel şey kalmıyor."

Çaylar geldi masaya. Şeker kullanmıyorlardı ama buna rağmen Bahar uzun uzun karıştırdı bardağını. Sonra kaldırdı başını, baktı adama. "Ama güzel şeyler, kalbimin en derin yerlerinde olan şeyler hep seninle beraber yaşadıklarım." Gamzesi göründü Ozan'ın. Bunu gören Bahar, güneşe bakan bir top dondurma gibi eridi. Sonra eğdi başını.

"Sen kötü olan hiçbir şeyin içinde yoksun. Aksine hak ettiğimden, layık olduğumdan çok öte bir şefkatle yaklaştın bana. Hep öylesin. Zekasını, aklını mantığını, matematik problemlerinden daha öte kullanamayan benim. Belediye şuraya bir çukur kazıp etrafına da yaklaşmayın diye bir şerit çekse, oraya bodoslama düşen ancak ben olabilirim. Bunun için belediyeyi suçlar mısın?"

Sümükleri aktı yeniden, burnunu çekti. "Sen bu kule kadar sağlam, onun kadar güzel ve sağlam bir sığınaksın. Üstelik buna hiçbir mecburiyetin yok. Yani dünyaya Bahar'ı kendi aptallıklarından korumak için gelmiş değilsin. Benim bir şeylerin sorumluluğunu almam lazım. Aptallıksa benim aptallığım. Senin bir hatan yok burada."

"Bahar bu bir aptallık falan değil," dedi Ozan. Ciddiyetle. Ama Bahar başını yana çevirerek güldü, "Ozan yapma," dedi.

"Bu koca bir aptallık. Bu, kocaman, çok büyük bir aptallık. Ben günlerdir aynı kaseti başa sararak düşünüyorum. Yerimde herhangi biri olsaydı, en salağı bile... Benim yaptığım şeyi yapmazdı. Bilmediği içkileri önüne koyduklarında bu ne demeden içmezdi. Ben bunu istemiyorum diyebilirdi. Ben çay içeceğim ya da bundan başka bir şey içmeyeceğim diyebilirdi. Ben demedim. O kadar çirkin şeyler duydum ki, bu ne salak muhabbet demeliydim. Yerimde biri olsa bunu yapardı. Ah Ebru olacaktı orada. Siz ne salak insanlarsınız, der, onlara haddini bildirir, azar çeker ve kalkıp giderdi. Ben bunları yapmadım. Ama en çok neye kızıyorum biliyor musun?" Kısacık bir an baktı adama. "Ben sarhoş falan değildim."

Geçen bir hafta boyunca o geceden hiç bahsetmemişti Bahar. Sormamış değildi Ozan. Geldiği sabah değilse de, sonraki günlerde sormaya çalışmış ama Bahar mutlak bir kaçışla susmuştu. Kaçışın sebebini anlamak zordu. Korku mu, utanç mı, pişmanlık mı... Her neyse Bahar'ın hatası değildi. Bunu biliyordu Ozan. İnanmak değil bilmek. Çünkü inanmanın ardında sezgiler olurdu, oysa Bahar'ın böyle bir şey yapmayacağı her sabah doğan güneş kadar gerçek ve somuttu. Oysa, şimdi, burada ve böylece konuşan Bahar... Bir de yalan değil, bu konuşmanın evde yapılmamasına seviniyordu. Evin sınırlarına bu çirkinliğin, bu pişmanlık dolu gözyaşlarının girmemesi güzeldi. Zira Bahar'ı koridorda gördüğü o sabahtan beri, koridordan geçerken mutsuz oluyordu.

"Öyle çok sarhoş olsam ne olduğunu hatırlamazdım. Ama ben ne yazık ki hatırlıyorum Ozan. En çok da burada kızıyorum kendime. Masadan kalktım, senin yanına gelmek istedim. Çok allak bullaktı içim, orada durmak istemiyordum. Sahil uzak değildi. Belki, korkmazsam, sahilde yürümek vardı aklımda. Sonra iki adam belirdi yanımda ve ben..." Beresinin iki yanından tutup çekiştirdi Bahar. Ozan başını eğdi.

"Ah orada Bahar değil de bir başkası olsaydı nasıl kıyameti koparırdı bilsen! Ebruş olsa bütün o yer, bütün o cadde ayağa kalkardı. Nasıl kaçardı onlar nasıl... Ama ben kuzu gibi bindim arabaya. Ozan bu kimsenin hatası değil. Bu baştan sona yalnızca benim suçum."

Konuşacak başka bir şeyi kalmamış gibi sessiz bir "of" çıktı kızın ağzından. Montundan fırlayan kazağının kollarıyla bir daha sildi yüzünü. Ozan'ın üzüntüsü dalları göğe uzanan bir ağaç gibiydi. Bir değil, birden çok dal vardı. Gecenin mimarı dolaylı yoldan kendisiydi. Bunu aşsa, o gece olabilecek, en azından konuşulabilecek şeyleri öngörmeyen yine kendisiydi. Bunları öngörüp Bahar'ın gidişine mâni olmayan yine kendisiydi. Hadi, Bahar gitsindi ama ona yakın bir yerlerde dolansaydı o gece... Engel olamaz mıydı? Onca pişmanlığın içinde bir tek Bahar'a toz konduramadı. Onun bir hatası yoktu. Yoktu.

Öyle çok isterdi ki Melis'in haklı olmasını. Bahar keşke bile isteye, kendi arzusuyla birileriyle beraber çıksaydı oradan. Hatta, keşke Bahar bir Melis, Bir Çiğdem, Bir Mina olsaydı da, orada gözüne kestirdiği bir adamı baştan çıkarsa, geceyi onunla geçirseydi. Bütün bunlar yalnız Bahar'ın arzusuyla gerçekleşseydi de Bahar bilmediği, anlamadığı bir şeyin ortasında bulmasaydı kendisini. Bunun ardından gelebilecek pişmanlığa göğüs germek, şu anki halden öyle kolay olurdu ki...

"Senden ricam," dedi sonra Bahar. "Yalvarırım artık şu eve kimseyi çağırma. Ne İbrahim ne Ebru ne de bir başkası. Kimseyi görmek istemiyorum evde. Bırak yaptığım hatayı hazmedeyim. Eğer korkun kendime bir şey yaparım falan diyeyse bu komik. Sen benim gibi bir korkağın kendine zarar verebileceğini düşünüyor musun gerçekten? Ozan bende o cesaret olsa ben oradan çıktığımda çığlık atardım. Ben başım çatlarken bir hap yutmaya korkuyorum. Elimi kâğıt kesse oturup ağlıyorum. Korkma. Ben kendime bir şey yapamam. Ben öyle cesur biri değilim. Bırak utancımdan, mutsuzluğumdan ve öfkemden kudurayım. Bırak..."

Yanaklarını şişirip havaya baktı Ozan. Sonra sağa ve sola. Çığlık demişti Bahar. Evet, o da şimdi çığlık atmak istiyordu. Göğsündeki bütün havayı kullanıp bağırmak ve boğazdaki suları titretmek. İstediği şey buydu.

"Bahar," dedi sonra yakarır gibi. "Bunlar senin suçun değil ki..."

Sertleşti Bahar'ın sesi. Sabrı bitmiş tükenmiş gibi çay bardağını yerinden kaldırıp tabağına hızla vurdu. "Bir kere de ikiletme söylediğimi. Bir kere tamam demekle yetin." Kızın tepkisine ikisi de şaşırdı. Bahar gözlerini hızla kırpıp açtı. Ellerini masadan çekti. Duyulması zor bir sesle "Bu haksızlık," dedi. "Herkese boyun eğip sana bağırmam haksızlık. Özür dilerim."

"Bağırmak istiyorsan bağır," dedi Ozan. "Bu ne ki Bahar... Tepki ver ama yeter ki özür dileme."

"İşte benden bunları bekleme," dedi Bahar. "Benden bir şey bekleme. Günlerce yataktan çıkmak istemiyorsam, uyumak istiyorsam bırak uyuyayım Ozan. Şu eve İbrahim gelip benimle saçma sapan oyunlar oynarken daha mutsuz olduğumu anla. Üstüme geliyorsun..." Bakışlarını kaçırdı Bahar.

"Şavşat'a dönmek istiyorum," dedi sonra. "Sırf otuz saat otobüste tek başıma kalmak için Şavşat'a dönmek istiyorum. Çünkü evde benim yalnız kalmama izin vermiyorsun."

Dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı Ozan.

"Bugünkü deneme sınavın nasıl geçti?" dedi sonra adama. Arzusu bu değildi ama hesap sorar gibi çıkmıştı sesi.

Bir parça şaşırdı adam. Sonra kem küm etmeden dudaklarını yaladı. "Sorduğuna göre İbo'dan öğrenmişsindir." Aynı anda aydınlandı. İbo mu uyarmıştı Bahar'ı? Sinirlendi birden. Adamın yakasına yapışmak istedi.

"Ozan," dedi yalvarır gibi Bahar. "Sen benim yüzümden sınavdan uzaklaşıyorsun, çalışamıyor konsantre olamıyorsun ya... İşte bunu sana yaşatmak, benim yaşadığım şeyden çok daha ağır geliyor bana."

"Bir şey yaşadığım yok ki," dedi Ozan. "Ben sadece..."

"Bana üzülmekten kendi hayatını es geçiyorsun. Yapma! Yapma n'olur. Bu bana o kadar aciz, o kadar acınası ve hakir hissettiriyor ki. Yapma! N'olur bunu kendine de bana da yapma."

Yanaklarını yeniden şişirip ayaklarını yere hızlıca vurdu adam. İçindekileri anlatamıyordu ki! Öfkeyi, acıyı, mutsuzluğu ve pişmanlığı!

"Söz ver bana," dedi Bahar. "Yarından itibaren eski düzenine döneceksin. Hastane, kütüphane, dersane... Her neyse o olacak."

Ozan yalnızca baktı. Emin olmadığı bir söz vermek istemiyordu Bahar'a.

"Yoksa ben Şavşat'a gideceğim. Sınavlar başlayana kadar da dönmem."

Sustular bir süre. Sonunda Ozan. "Şavşat'a gelirim," dedi. Çocuk gibi kalkıktı omuzları.

"İyi," dedi Bahar. "Dedem iki ayağımı da kırar, hepimiz rahat ederiz sonra."

Omuzlarını daha çok kaldırdı Ozan.

"Yarın biletimi alayım o zaman," dedi Bahar. Ancak o zaman "Tamam," dedi Ozan. "Ama beni hayatından çıkarmayacaksın."

Gülümsedi Bahar. "Seni çıkarınca geriye hiçbir şey kalmıyor ki Ozan."

Boşları almak için masaya gelen adamdan iki çay daha istediler.

Çaylar gelene kadar konuşmadılar. Ozan'ın parmağı masaya farazi bir şeyler çizip duruyordu. Sonunda orada gerçekten bir şey varmış gibi eğilip "Ne o çizdiğin?" dedi Bahar. Ozan ise görülmeyen tablosunu anlattı Bahar'a.

"Şurada bir kalp var bak. Bir kalp ama her yerinden çiçekler çıkıyor. Adı Bahar. Kalp de benim kalbim. Tablonun adı da Bahar'ı yaşayan Ozan." Başka bir on sekiz kasım hayali kurarken yaşadıklarına bakınca teselli buldu gözle görülmeyen tablosunda. Ama yanındaydı ya Bahar'ın. Şükretmek mi lazımdı?

Adamın gözlerine uzun uzun bakamadı kız. Utanç sardı her yanını. Başını eğdi. Sonra kaldırdı. "Senin kalbin hep çiçekli ki," dedi. "Tanıdığımda da öyleydin. Yazışırken bile. Başının üstünde uçan kuşa, börtü böceğe, yeşil yapraklı ağaçlara, sokaktaki köpeklere... Kalbin hep çiçekli. Sende geçmeyen bir bahar var zaten. Ben o çiçeklerden birini bile soldurursam mutsuzluktan ölürüm."

"Niye solsunlar ki?" dedi adam. "Her geçen gün çoğalıyorlar, rengarenkler... Görmüyor musun?"

Uzanıp elini tuttu kızın. Parmaklarını parmaklarının arasına geçirdi. Çekip o eli öptü bir de.

"Yukarı çıkınca n'apalım biliyor musun?" dedi Ozan. Hevesliydi sesi ve Bahar'ın yatıp uyuma isteğinden çok uzaktı. Gülerek "Ne?" dedi Bahar. "Olması gereken senin ders çalışman ve benim yatıp uyumam ama söyle ne yapalım?"

"Depodan yılbaşı ağacını indirip kuralım. Süsleriz ağacı. Çok fazla süs var mı emin değilim ama yenilerini de alırız yarın öbür gün."

"Yılbaşı ağacı mı?" dedi Bahar. Başını salladı adam. "Sevmez misin?"

Durdu, düşündü, çayını içti Bahar. "Sevmez olur muyum?" dedi. "Şavşat'ta her sene ailece süslerdik. Çok severim."

Kısacık bir an, gerçek mi diye düşünerek Bahar'ın yüzüne baktı Ozan. Ve sonra Bahar'la aynı anda güldüler. "Filmlerdeki gibi bir ağaç mı?" dedi kız. Başını salladı Ozan.

"E hadi gidelim o zaman," dedi Bahar. Önündeki çayı bir dikişte bitirdi. Bir şeye heves etmiş hali Ozan'ın çayını bitirmesine bile mâni oldu. Kalktılar. Yolun karşısına geçecekken durdu Bahar. "Şu sokakta yürüyelim mi önce?" dedi.

Ozan durdu, yere baktı. "Ayakların yürümenin ne olduğunu hatırlıyor mu senin?" dedi gülerek. Gamzesi orada öylece duruyordu. Bir de bere takmıştı ya, yüzü ayan beyan meydandaydı. Ona bakmamak, bakıp da gülmemek çok zordu.

"Hatırlıyor, hatta isterlerse tekme bile atıyorlar. Göstereyim mi?"

"Göstersene n'olur," dedi Ozan. Nefes bile almadan kızın sorusunun peşine ekledi bunu.

Bahar'ın gözleri sağa sola kaçıştı. İki adım ilerledi.

"Hadi yürüsene," dedi.

"E gösterecektin," dedi adam.

Bahar ardına baktı. Ağzını açtı, kapadı. "Hadi," dedi. Üç adım ardından ona yetişti Ozan. Uzanıp bir de elini tuttu. Bahar birleşen ellere baktı. Ozan kaldırdı o eli. "Uyuşmuştur ayakların, düşme diye tutuyorum elini," dedi.



*



Kulenin sokaklarında el ele gezdiğimiz gece, sanki o mahallenin sakinleri değil de muhite ilk kez gelen turistler gibi saçma sapan dükkanlara gire çıka kilometrelerce yürüdük. Bir sokak diye yola çıkmıştık oysa. Sorsalar uykum var derdim, sorsalar Ozan ders çalışsın derdim. Ne sahil kaldı görmediğimiz ne de İstiklal. Üzerinden geçtiğimiz ve adını bilmediğim sokakları saymıyorum bile. Ozan'ın dediği ciğerciye sözde gitmek istemeyen ben, dönüşte orada dinlenmek istedim. Üç şiş ciğer yedikten sonra elimde portakal suyuyla eve vardığımızda saat ikiye geliyordu.

Yatıp uyumamız lazımdı ama biz sabahın beşine kadar ağaç kurup süslemekle uğraştık. Ömrümün en güzel sabaha karşısı olabilir o gece. Bir buçuk metrelik plastik bir ağaç gözüme nasıl ve neden bu kadar mükemmel geldi bilmiyorum. Küçük bir kutu içinde biriktirilmiş ağaç süsleri en az birkaç yıldır kullanılmıyormuş. "Yılbaşlarını pek evde geçirmedim ki," dedi bana. Bir suskunluk çöktü ikimize de. Sonra yeni süsler alalım diyerek ağacı üç beş ışıktan gayrı süssüz bıraktık. Yine de salonda, terasa çıkan kapının yanında bir ağaç olması öyle güzeldi ki! Üstelik koltuğa oturunca ağacın ışıkları perdesiz pencereye yansıyor ve ağaç olduğundan büyük görünüyordu.

Bir yanda kule, öte yanda ışıklı ağaç... O manzarayı bırakmak ister miydim hiç? Salonda yatacağım diye tutturdum. Ozan pek hoşnut olmadı ama direnmedi de. Terli yastık kılıfımı bile dert edindiğinden, gitti bana yeni yastık kılıfı getirdi, altıma bir de çarşaf serdi. Sonra yüzümde gezdi dudakları. Tiksindim. Midem bir anda bulanmaya başladı ve kendimi geri çektim. Nasıl baktım bilmiyorum ama o benden özür diledi. Sümüklü bir mendil olsam daha iyi hissederdim herhade. Uykuya sığınmasam ağlardım. Bu yüzden yarı ölümün kollarına severek koştum.

Sonraki günlerde birbirimize verdiğimiz sözleri tuttuk. Ozan bıraktığı ipin ucunu yerden aldı. Ben okula döndüm. Akşamları terasta buluştuk. Ara sıra kütüphanede yer tuttum onlara, yanıma geldiler ve geçen seneki gibi bir masada üç kişi çalıştık. Canım mola vermek istediğinde Beşiktaş'ın kırtasiyelerinde gezip durdum. Her gün yeni bir süs aldım o ağaca. Her birini aşkla taktım. Geyikler, minik çanlar, noel babalar ve yıldızlarla dolu günlerdi. Bir masal ya da çizgi film gibi. Başrolünde ben vardım. Şavşat Prensesi Bahar ve İskeçe Hanedanlığından Prens Ozan. Hayal ederken hep şımardım, hep güldüm, hep umutluydum. Çünkü masallarda mutluluk, hiçbir zaman cinselliğe bağlanmazdı. Sevmek, âşık olmak, evlenmek, evlenenlerin aşk tohumu gibi bir çocuğunun olması... Masallar hep ne güzel şeylerden bahsediyor...

Gerçek böyle değil ki. Levent'ten esirgediğim ilk öpücüğümü bir mücevher gibi mendillere sarıp koynumda taşırken gasp edildim. Birileri onu benden aldı ve şimdi durduğum yerden bakınca sakladığım şeyin bir mücevher değil de teneke parçası olduğunu düşünüyorum. Adi, ucuz, saçma sapan bir şey. Yere düştü ve eğilip onu almak gibi bir arzum yok. Beni öpen Ozan olsaydı böyle der miydim bilmiyorum. Ama gözümde anlamsızlaşan o kadar çok şey var ki...

Masalları bir yana bırakırsam gece uykularımın delik teşik olması çok fazla canımı sıkmaya başladı. Ozan'a sorup onu dertlendirmek istemedim. Bir eczaneye girip kısaca derdimi söyledim ve reçetesiz satılan uyku ilaçlarından birini aldım. Deliksiz uykularımı öyle çok özlemişim ki, hafta sonu aynı ilaçtan iki tane alarak uyudum. On sekiz saat uykunun ardından dünyaya yeniden gelmiş ve sıfırdan bir hayata başlamış gibi mutlu oldum.

Uzun bir aradan sonra Ebru'yla Moda'ya gittik. Yağmurlu bir gündü ama yukarıdaki bir saat çimlerde oturmamıza müsaade etti. Ona bunun için binlerce kez teşekkür ettim. Sonra Leventlerle buluşmak gündeme geldi. Aslında bunun için sevinmiştim ve Moda'daki çay bahçesinde oturacağımızı düşünmüştüm. Ama onlar başka bir bardan söz edince canım sıkıldı. Bira kokusu duymak bile istemediğimden, sonraki plan değişikliklerine ise mızıkçılık yaptığımdan eve döndüm. Yol üstündeki bir kırtasiyeden kar tanesi şeklinde ağaç süsleri aldım. Bir de eve yakın tuhafiyelerden birinde yün ipleri görünce...

Ozan'a bir atkı örme fikri beni yeniden dürtmeye başladı. İçeri girdim. İp seçmek zor değildi de rengine karar vermek zordu. Ozan'ın hemen her renkten kıyafeti ve kabanı vardı. Kendim için renk seçen ya da ayıran biri değildim ama konu Ozan olunca değişiyordu bir şeyler. Sonunda risk almak istemedim. Seçmece renk ipler aldım ve eve döndüğümde katakulliye girişmeden Ozan'a sordum hangi renk atkı istediğini. Suni değildi sevinci. Mahalle arası top oynayan çocuklar gibi, onlar kadar çok sevindi. Bordoyla gri rengi seçmesi ise Nazlı'yı hatırlattı bana. Onun gözünün önünde söküp attığım atkıyı. Şimdi aynı renklerde ikinci bir atkı örmek... Galiba nasipte varsa oluyor bir şeyler. Zamanı mühim değil, geç de olsa oluyor.

Bu arada atkıyı mümkün mertebe Ozan görmeden örmek istemiştim. Akşamları eve döndüğünde, ağaç dibinde örgü örüyorsam hemen toparlıyordum nevalemi. Gündüzleri tam mesaili çalışıyordum. Bazen okula bile sırt çantamda ip ve şişlerimle gidiyordum. Çarşamba programımda saçma sapan iki saatlik boşluğum vardı. Benim gibi tek tabanca dolaşan biri için felaket derecesinde uzun bir süre. Kantinde, sahilde, Maçka Parkında, Starbucks'ta.... Her yerde örgü örebiliyordum. Bir de kulaklık takıyordum kulağıma. Ozan'ın radyo kanalını da açtım mı... Bazen Tarkan çalıyordu kulağımda. "Aacayipsin!" diyordu. Bazen Ali Kocatepe çıkıyor "Bundan böyle düşünerek atın adımlarınızı..." diyordu. Sonra "Boş vere boş vere ne hale geldik!" diyordu bir kadın sesi. "Bugünkü aklım olsaydı, harcar mıydım günlerimi?" dediğinde kafamı bulduğum en sert cisme vurmak istiyordum. Ama anca şişimle saçımı kaşırken buluyordum kendimi. Mütemadiyen gemici düğümü olan saçlarımla. Anlamını yitiren şeylerin başında geliyordu güzel görünmek.

Aynı kıyafetleri günlerce üst üste giydiğim oldu. Kokmasam yine değiştirmezdim onları. Saçlarım keşke duştan çıkınca otomatik olarak örülebilseydi. Örmek için uğraşmak bile zor geliyordu bana. Sabahları yüzümü yıkayıp dişimi fırçalayınca muazzam bir kişisel bakım yapmış gibi hissediyordum. Fazlası benim ne haddime.

Sonra "Bir garip yolcuyum hayat yolunda," diyordu Ajda Pekkan. Şişlerimi mikrofon yapıp ayna karşısına geçmek istiyordum. "Mecnun misaliiii!" diye bağırırken dizlerimin üstüne çöküp yüzümü Bülent Ersoy gibi şekilden şekle sokmak istiyordum.

"Bunun adı sevda, ölümüne sevda, yanma demekle olmuyor!" diyordum Nalan'la. Ellerim daha hızlı örüyordu. Sevda çocuğuydu elimdeki atkı. Masalların bebeklerinden. Gülümsüyordum. Ozan parfüm sürüp çıkıyordu sabahları. Ben ardından köpek yavruları gibi koridordu kokluyordum. Masal prensesleri gibi seviyordum prensimi.

Ama bir şarkı var ki, en çok o çaldığı zaman Ozan'ı düşlüyor ve hayalimde bu şarkıyı Ozan'a bakarak söylüyordum. "Yavrum baban nereli? Nereden bu kaşın gözün temeli?" Hem dinliyor hem söylüyor hem de gülüyordum. Kanım oynuyordu sanki. Dudaklarım hep güleç, dişlerim açıkta, içmişim, sarhoşmuşum gibi hep Leyla. Böyle örüyordum atkıyı. Sonra bir gün, kantinde onları gördüm.


*



Yılbaşı ağır adımlarla şehrin kapısını çaldığında kampüste yaklaşan sınavların gerginliği vardı. Okula pek az uğrayanlar birer ikişer kantine damlarken, müdavimlerin kafası kitaplardan kalkmazdı. Hava soğuktu ancak kışın süsü kar, henüz şehre teşrif etmemişti. Ara ara gökte görünen güneş, yalancı bir çocuktu. Sıcaklık vermiyordu ama iyi hissettirdiği de gerçekti.

Yine de kantinin sıcağından vazgeçmeyen Bahar, Çarşamba gününü çekilmez kılan iki saatlik ders arasının başından beri bahçeye açılan kapının yanındaki küçük masada tek başına oturmuş, derste aldığı notları temize çekiyordu. Öyle hızlı yazıyor ve yazarken kalemi öyle çok bastırıyordu ki, kalem ucu kırıla kırıla tükendiğinde yeni bir uç için başını kaldırmak zorunda kaldı. O zaman kantinin nasıl uğultulu bir kalabalıkla dolduğunu fark etti. Oysa geldiğinde böyle değildi burası. Bir an zamanın çok hızlı geçtiğini düşünüp heveslendi. Saate baktı, sadece yirmi dakikadır burada olduğunu anlayınca keyfi kaçtı.

Boş gözlerle seyretti kantini. Birkaç yüz tanıdıktı. Çoğunlukla kantinde gördüğü ve tanımadığı kimseler... İlerideki masada oturan dört kız bir erkek sınıf arkadaşlarıydı. Yerinden kalkıp yanlarına gitse, selam verip yanlarına otursa, belki muhabbetin bir ucundan onlara katılabilirdi ama dağ tırmanmak bu dediği şeyden daha kolay geldi ona. Tam başını eğecekken şuh bir kahkahayla göz göze geldi. Kantine giriş yapan Melis ve Mina'yı gördüğünde elindeki kalemi düşürdü. Eğilip yerde seken kaleme bakamadı. Gözleri yalnız onlara kilitlendi. Gırtlağında bir düğüm oldu. "Tatlım" kelimesi zihninin duvarlarına çarpa çarpa yankılandı. Sadece çay içmişti ama tıpkı o gecekine benzer bir mide bulantısıyla çalkalandı içi. Kusmak istedi, hiç yeri ve zamanı değildi. Bir elini ağzına örttü. Koku alma yetisini yitirdi. Bir de gözlerini kaçırabilse onlardan...

İyisi mi çıkmaktı buradan. Bu niyetle yerinden kalkacakken Melis kendisini gördü. Kaçınılmaz bir göze göze gelme anıydı. Bahar donup kalırken Melis bir süre ona öfkeyle bakıp başını çevirdi. Bahar dolmaya başlayan gözlerini azarladı. Pılını pırtını toplayıp çıktı kantinden.

Kızın çıkışını merdivenlerin başından seyretti Oktay. Kantine attığı ilk adımda gördü gözüne ışık tutulmuş gibi kalakalan kızı. Gözlerinden bir ışık çıkıyor olsa, onları takip ettiği zaman varacağı adres Melis'in gözleri olurdu. Melis'i görüp durdu olduğu yerde. Sataşacak mıydı kıza? Kendisine rağmen? Ozan'ı çiğneyip geçen kendisine de bunu yapabilirdi pek ala. Ama Oktay, Ozan gibi sabırlı değildi. İyi değildi. Sorumluluk sahibi hiç değildi. Dişleri ısıracak bir köpek gibi kamaştı. Neyse ki Melis başını çevirivermişti de, Oktay üstünlüğünü kabullendirmiş olmanın keyfini sürdü. Diğer kıza, Bahar'a, baktı. Onun korku dolu gözlerle masadan kalkışını seyretti. Bir de üstüne güldü.

İçeri doğru iki adım attı ve Erdem'i gördü. Kızların yanından çıkıp gelen adam "Oooo!" dedi Oktay'a. "Sen buraların yolunu biliyor muydun oğlum?"

Bahar'ın kantinden nasıl kaçarak çıktığını izledi Oktay. Sonra bir adım yanaşıp elini uzattı Erdem'e. Tıpkı onun yaotığı gibi kavradı adamın bileğini. Omuzlarına vurdular birbirlerinin. Bir de karınlarına. Canı yanmış gibi geri sekti Oktay ve ardından adamın sırtına indirdi elini.

"Tezim varmış benim bu yıl, hiç söylemiyorsunuz bana," dedi Oktay.

"Tez mi?" dedi Erdem. "Son sınıf oldun mu lan sen?"

"Valla," dedi Oktay gülerek. "Ben de aynını tez danışmanım arayınca sordum. Beni üçüncü sınıftan kim geçirdi oğlum? Hangi hoca? Bulsam ağzına sıçacağım."

"Beraber mi mezun olacağız lan?" dedi bu kez Erdem.

Oktay bir kahkaha attı. "Ne mezuniyeti lan. Sen benim bir sınıfı bir senede verdiğimi nerede gördün. Birkaç yıl da burada oyalanır, sonra da atılırım."

"E?" dedi Erdem. "Niye geldin ki sen?"

Omuzlarını kaldırdı Oktay. "Bilmiyorum oğlum. Yeni bir sapığım var sanıyordum. Günde on kere arıyordu bir numara. Sonunda bugün açtım. Bilmem ne asistanıymış, tezimin bir yerini bilmem ne yapacakmışım. Dedim benim tezden haberim yok. Tez falan da hazırlamam ben. Gelin görüşelim dedi. Dedim geleyim ama ben tez mez hazırlamam."

"Hiç!" dedi Erdem. "Ukalaya bak bir de tez mi soruyor?"

Bir kahkaha daha. "Görüştün mü peki?" dedi Erdem.

"Yok," dedi adam. "Kimin asistanı olduğunu unutmayacaktım. Odasını da söylemişti ama hepsini unuttum. Gelmişken bir kahve içip öyle çıkayım dedim."

"Size bir kahve ısmarlayabilirim miyim yakışıklı?" dedi bu kez Erdem. Eli Oktay'ın gömlek düğmelerinden ikisi arasına uzandı. Bir kaşı kalktı.

"Bu cazibeyle beni yatağa bile atarsın sen," dedi Oktay. Bir sataşma, bir yumruk...

Sonra "Neyse," dedi Oktay, Melis'lerin olduğu tarafa bakarak. "Ben bir kahve alır, kaçarım. Sonra görüşürüz senle."

Erdem, adamın bakışlarını izleyip "Oğlum n'oluyor?" dedi. "Bir şeyler olmuş, kimse bana anlatmıyor."

Gülerek "Melis susuyor mu?" dedi Oktay. "Sikseler inanmam."

Erdem yarım gönül güldü. "Susmuyor da... Ondan mı dinleyeyim olan biteni, emin misin?"

"Canın nasıl istiyorsa," demekle yetindi adam. "Ben enerjimi buna harcayacak değilim. Ozan'ın gönlü olmadan da..." Durdu burada, "Siktir et," dedi. "Beynim kadın dırdırından uzaklaşınca ferahladı biraz."

"Dağıldı lan grup," dedi Erdem. "Ortam bok oldu."

"Ortam zaten boktu oğlum," dedi Oktay. Ama sonra sustu. Erdem o boktanlığın bir parçası değildi ki. Ozan neyse Erdem de oydu. Yeniden "Siktir et. Canın sıkılırsa senle dışarıda görüşürüz," dedi ve kahve almak için üç kişinin beklediği kasaya yanaştı. Sağ yanına hiç bakmadı. Melis'in sesi kulağına geliyordu. Kahve söyleyecekken sol yanına baktı. Birkaç adım ilerleyip kapıya yanaştı. Gözü bir şey arar gibi oldu ve aradığını, kantinin dışında, yolun karşısında, sahile bakan banklardan birinde buldu.

"Ne vereyim abim?" dedi o sırada bir ses. Tanıdığı kantinci yüzü değildi bu adam. Okuldaki herkes birer birer değişiyordu galiba. "Bir espresso," dedi önce. Sonra "İki olsun," dedi ama adam ardına dönmeden "Bir olsun, bir," diye değiştirdi fikrini. "Ya da bir espresso olsun bir de çay."

Çayı severdi herhalde. Çayı sevmeyen var mıydı? Sanki birisi bu soruyu ona sormuş gibi dudaklarını büktü. Eline aldığı iki karton bardakla dışarı çıktı. Güneş bulutların ardına saklanmıştı. Sağlam esiyordu rüzgâr. Deniz dalga dalgaydı, sahili dövüyordu.

Kantinden çıkıp sahile yaklaştığı yol boyu kızın ne yaptığını anlamaya çalıştı. Banka sağ yanından yaklaştığında tuhaf bir yüz ifadesine büründü. Örgü mü örüyordu kız? Kulağında kulaklık vardı, sol yanında sırt çantası ve kucağında örgüsü. Güldü. Epeyce güldü de, kız kendini yaptığı şeyle müziğe kaptırmıştı, farkında mıydı bilinmez ama bir şarkı mırıldanıyordu.

Ona nasıl sesleneceğini bilemedi adam. Elindeki bardaklardan birini uzattı. "Selam," dedi. Görülmedi ve duyulmadı. Bir adım daha yaklaştı ve Bahar'ın görüş hizasına bir ayak girdi. O zaman başını kaldırdı kız. Hem de afallayarak, korkarak.

Gökteki bulutun kıyısından, bir ağaç ardına saklanmış çocuk gibi yüzünü gösteren güneş, gözlerini kısmasına sebep oldu. Oktay'ın gülümser yüzünü görünce şaşkınlıkla açıldı ağzı. Bir eli tutuğu şişi bırakırken kulağındaki kablolardan birini çekiverdi. Yutkundu. Melisler de burada mıydı? Bu korkuyla başını çevirip etrafına bakındı.

"Selam," dedi Oktay bir daha. "Yalnız kalmak için fazla kalabalık bir yer seçmişsin."

Ağzını açıp bir kelime edemedi Bahar. Burnundan bir soluk verdi. Adamın uzattığı bardağa baktı. "Çay mı kahve mi?" dedi Oktay. Bardaklardan biri aşağı biri yukarı oynadı.

"Çay" deyişi hızlı cevap verilmesi gereken bir oyunda olması gibiydi. Sıradaki soruyu beklerken buldu kendini ve adamın yine aynı bardağı kendisine uzatmasına anlam veremedi.

"Al," dedi bu kez adam. Bahar bardağı aldı. Işte bu da itaatkarlığının bir parçasıydı.

"N'aber?" dedi sonra Oktay. Buna ne cevap vereceğini bilemedi kız. Adam ise davet beklemeden kızın yan tarafına bacaklarını yayarak oturdu.

"N'apıyorsun?" dedi sonra kıza bakarak ve Bahar "Hiç," dedi. Diğer kulağındaki kulaklığı da çıkardı. "Duymamışım," dedi akabinde. Oysa belki de hiç kendisine seslenmemişti adam.

"Ne o?" dedi bu kez Oktay.

"Ne ne?" dedi Bahar.

"Salak bu kız," dedi Oktay içinden. "Baya salak." Gözleri kızın kucağındaki örgüyü işaret edince "Ha!" dedi Bahar. "Bu mu?"

Baş parmağına doladığı ipi çözdü boynundan geçirdiğini indirdi. Poşetteki yumağa öylesine dokundu. "Ozan'a atkı örüyordum."

Sonra gereksiz bilgiler sıraladı. "Yılbaşı geliyor, yılbaşı hediyesi olacak. Ders arası iki saat boşluğum vardı, ben de şey yapayım dedim." Sustu ardından. Yanında oturan adamın yüzüne bakmadı hiç.

Oktay ise kızın kucağında duran şeye baktı, baktı, baktı. "Niye?" dedi. "Ozan'da bir sürü atkı olduğuna eminim."

Duyunca Oktay'ın yüzüne baktı Bahar. Hevesi kırıldı bir an. Çay bardağını bacağının dibine bırakıp iki elinin parmaklarını kucağında birleştirdi ve her birini çekelemeye başladı.

"Var tabii," dedi alçak sesle. "Ama o..." Tıkandı. Diliyle damaklarını yalayıp kucağındakine baktı bir daha. Kendini yüreklendirmeye çalıştı. "İbo'ya bere örmüştüm. Ozan'ın çok hoşuna gitti. Ben de yılbaşı diye, ona da atkı öreyim dedim. Renklerini falan da o seçti. Yani çok atkısı var, her şeyi çok da, bunu da kullanır bence." Başını kaldırıp baktı Oktay'a. "Kullanmaz mı?" dedi. Oysa Ozan çok hevesliydi. Kırmamak için miydi bu hevesli görünüşü?

"Kullanır herhalde," dedi adam ama yüzünde pek bir beğenmişlik yoktu. "Ama lüzumsuz gibi," dedi Oktay. "Gibi" diyerek kibarlaştırmıştı cümlesini. Epeyce lüzumsuz bir şeydi. Bahar ise yeniden ardına baktı. Diğerleri gelir endişesi vardı içinde.

"Tek bu olmayacak ama. Yanına bir gömlek falan da alırım diyorum." Kızın yüzüne baktı Oktay ama Bahar kendisine bakılırken düpedüz gerildi. Ne yapacağını bilemeyince çaya uzandı bir eli. Tam içecekken dudağından çektiği bardağı burnuna götürdü. Kokladı önce.

Bahar'ın bardağı kokladığını gören adam ise kendisini tutmayıp koca bir kahkaha attı. "N'apıyorsun," dedi sonra. "İçine ilaç falan attığımı mı sandın?"

Nasıl utandı kız, nasıl... "Yok," dedi. Kem küm etti. "Çay taze mi diye şey yapmıştım..." dedi sonunda ve Oktay kızın yüzüne sokulup "Haklısın," dedi. "İçinde acayip bir uyuşturucu var. İçer içmez pamuk gibi oluyorsun. Üstelik kokusu falan da yok. Hayatta anlayamazsın. İçeceksin ve pufff olacak!"

Özleri büyüdü Bahar'ın. Korkudan değil. Keçi gözü yeşilini hiç bu kadar yakın, hiç bu kadar uzun süre görmemişti. Donup kalması bundandı.

"İç bakayım," dedi sonra Oktay.

Bahar bir yudum aldı çaydan. Hem de büyük bir yudum. "İnanmadım ama dediklerine," dedi adama. Bu yeni bir kahkaha yarattı adamda. "Az sonra titremeye başlayınca inanırsın."

Dalga geçiyordu işte. Dalga geçiyordu değil mi? Öyle baktı Bahar ve adam elini uzatıp kızın başını bir çocuğun saçlarını dağıtır gibi sevdi. "Korkma," dedi. "Temiz ama sen gene de herkesi Ozan gibi sanma. Her boka da çok üzülme. Burada kör bulduğunu, topal tuttuğunu sikiyor, sana has bir zafiyet yok."

Yutkundu Bahar. Adamın ne demek istediğini düşündü. Düşünürken gözlerini ondan çekmedi. "Güçlü görün," dedi üstüne. "Güçlü olmasan da öyle görün. O zaman kimse sana olta atmaz."

Gözlerini kırptı kız. Anladım der gibi.

Elindeki bardağı başına dikti Oktay. Tek yudumda içti acı kahveyi. "Meh!" diye bir ses çıktı ağzından. Ayılır gibi oldu yüzü. Cebinden bir sigara paketi çıkardı. Yaktı bir tane. Paketi cebine koyacakken, kıza uzattı. "İster misi?" dedi.

Bahar başını iki yana salladı. "Kullanmıyorum," dedi.

"Okey," diyerek elindeki sigaraya asıldı adam. Rüzgâr dumanı Bahar'a uçurdu. Yüzü buruştu kızın. Böylelikle oturduğu yerden kalktı adam.

"Hadi," dedi. "Yeterince şişirdim başını. Sen şu şeyine dön."

Başını salladı Bahar. O kadar. Oktay da sol elini kaldırır gibi oldu. Tam gidecekken durdu. Bir adım geriledi. "Ozan sever bunu," dedi. Bahar başını kaldırdı, göz göze geldiler. "Çok sever."



---------------------------------<3

Merhaba!

Bu defa çok bekletmeden geldiğimi umuyorum. 
Önceki bölümde öyle çok içiniz karardı ki, bir yerden sonra yorumları okumadım. Sanırım Anita tarihimde bir ilkti bu. Bir bölüme ait yorumların tamamını neredeyse hiç okumayışım. Vay be. Ama ister istemez gelecek bölümler için korku düştü içime. Siz beni çiy çiy yiyecekmişsiniz gibi bir his... (Tövbeler olsun!) Diyeceğim o ki, korkmayın dostlarım. Her şey biz faniler için ve en kötü dediğimiz şeyler bile bir şekilde aşılır. Bizim yolculuğumuz da böyle olacak. 

Her neyse. Nasılsınız? İyi misiniz, hoş musunuz? 
Geçen zamanda yeni bir bebeğim oldu. Sosyal medyadan gören bilen vardır muhakkak. Kulaksız ve gözleri görmeyen bir kediciğim daha var artık. Vincent ama biz çoğunlukla kendisine Vini diyoruz. Ben şu satırları yazarken o da fare suratıyla bana bakıyor. Selamı var sizlere de. 

Sevilmektesiniz.


Anita Felipova Emilova & Heleniko Erkeğe Hasret Dişi & Vincent Kesik Kulak

Continue Reading

You'll Also Like

7M 407K 84
Sevdiği çocuk yerine yanlışlıkla okulun serserisine yazan Ece, başına çok büyük bir bela aldığını fark ettiği an onu engeller. Fakat her şey için ço...
1.3K 657 31
Jeolog profesör Luca Ozario, yapılan bir keşfi fırsat bilip kendini öne çıkarınca yeni kurulan bir araştırma merkezine davet edilir. Alp Dağları'nın...
289K 35.6K 83
***MİNİ GİRİŞ BÖLÜMÜNÜ KESİNLİKLE OKUYUNUZ. Ben içimdeki şeytanı öldürmüş bir zebaniydim belki ama o... O, şeytanın cennetten kovulmamış ilk hali g...
511K 29.7K 20
Daima kalbimin sesini bastırmak için yüksek sesli ve kalabalık konuşurum. Çamurlu bir nehir yatağıyla beraber mor rengindeki lotus çiçeklerinin resme...