İNTİKAMIN PENÇESİNDE (+18)

By ElisyaRoyal

25.5M 906K 567K

♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... More

▶ | Giriş
İP_1 | "KAR KÜRESİ"
İP_ 2 | "SİYAH TEHLİKE"
İP_3 | "DÖVMENİN ZIRHI"
İP_ 4 |️ "ŞEYTANIN SİLÜETİ"
İP_5 | "AĞA TAKILAN ISLAK KELEBEK"
İP_6 | "SOĞUK KELEPÇE"
İP_7 | "KAR KOKUSU"
İP_8 | "ÖZGÜRLÜK"
İP_9 | "EŞİKTEKİ CESETLER"
İP_10 | RUHTA UYANAN CANAVAR
İP_11 | "YENİ KARARLAR"
İP_12 | "KUZEN"
İP_13 | "KIRILAN İNANÇ"
İP_14 | "KARANLIĞIN NABZI"
İP_15 | İHANETİN PASLI BIÇAĞI
İP_16 | YERALTI KAFESLERİ
İP_ 17 ️| "YERE DÜŞEN KAN"
İP_18 | HESAPLAŞMA
İP_ 19 | KAYIPLAR
İP_20 | "ESKİ EV"
İP_21 | BIÇAK SIRTI
İP_22 | "SİNEMA"
İP_23 | KUĞULU PARK
İP_24 | "RUH SIZISI"
İP_ 25 | SİYAH ️BUZ
26_İP | "SINIR"
İP_19 | "ŞEYTANLA DANS"
13 ▶ | "İS"
14 ▶ | "ÖNSEZİ"
İP ▶ 15 | "KAÇIŞ"
16 ▶ | "ÖZEL"
17 ▶ | "UNUTMAK"
18 ▶ | "BAĞIMLI"
19 ▶ | "BEKÂRET"
20 ▶ | "PLAN"
21 ▶ | "SARHOŞ"
22 ▶ | "YANGIN"
23 ▶ | "KIŞ"
24 ▶ | "BAĞ"
25 ▶ | "KOVMAK"
27 ▶️| "BABA"
28 ▶️| "İZ"
29 ▶️| "MEKTUP"
30 ▶️| "ZEHİR"
31 ▶️| "SİYAH İNCİ"
32 ▶️ | "SERSERİ RÜZGÂR"
33 ▶| "ÂZAD"
34 ▶ | "ÖLÜ AŞK"
35 ▶️ | "DİLEMMA"
36 ▶️| "SESSİZLİK"
İP ▶️ 37 | "KORKU"
İP ▶️ 38 | "İSLİ KALP"
İP ▶️ 39| "GÜMÜŞ GÖZYAŞLARI"
İP ▶ 40 | "UYUMSUZ" ️
İP ▶ 42 | "KÖR KUYU"
İP ▶43 ️| "GERÇEĞİN PORTRESİ"
İP ▶ 44 | "ATEŞ KADEHİ"
İP ▶️ 45 | "️GECE TUTULMASI"
İP ▶️ 46 | "️MÜHLET"
İP ▶️ 47 | "️ÇAKALIN ISLIĞI"
İP ▶️ 48 | "️ATEŞ KIRAĞI"
İP ▶️ 49 | "BUZ KIRAĞI"
İP ▶️ 50 | "ÖLÜMLE RANDEVU" FİNAL
İNTİKAMIN PENÇESİNDE II
İP_51 | HAYAL KIRIKLIĞI
İP_52 | YAĞMUR VE KAR TANESİ
İP_54 | HIRLAYAN NEFES
İP_ 55 | GERÇEĞİN DİKENİ
İP_56 | YANILGININ NEFESİ
İP_57 | KIŞ ÇİÇEĞİ
İP_58 | KAYIP RIHTIM
İP_59 | BOŞLUKTA BİR ÇINLAMA
İP_60 | İNSANIN KENDİ YIKIMI
İP_61 | ZAMAN YANLIŞI
İP_62 | KALBE GİDEN HARİTA
İP_63 | KUŞKUYA DÜŞERKEN

İP_53 | YAĞMURA GÖMÜLEN DÜŞ

98.8K 3.2K 1.8K
By ElisyaRoyal


Selam kar teneleri, bölümü oylayıp yorumlamayı unutmayın.

spoi yorumlar yapmayın.

Bölüm İçin Buraya Bir Kar Tanesi Bırakın ❄

53. BÖLÜM  | YAĞMURA GÖMÜLEN DÜŞ

Neden her aşk...
Bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka?

Doyumsuzluğu ve bencilliği emen bir kadınla, kadınları aşağılayan ve onların kanını akıtan bir babanın zehirli kan pıhtısından doğdum ben.

Buraya akıp geldiğim zamanın nehir yatağı, acılı, sancılı ve alacakaranlıktı.

Deniz rengi gözlerim, salonun duvar saatine kaydı, geçen ölümcül dakikalar görünmez bir elle yüzüme düşüncelerimin garip çizgilerini ustaca çekiyor, bozuyor, sonra tekrar başka ifadelerin çizgilerini çiziyordu.

Edim, ondan beklediğim gibi hemen arkamdan gelmemişti, bir saat olmasına rağmen hâlâ çetin kışla sarmalanan dışarının içinde kalmayı tercih etmişti. Bense aynı saat boyunca salonun koltuğunda kıpırdamadan ve gözlerimi boşluğa dikerek oturuyordum, tek başıma değil; bir yanımda öfke, diğer yanımda gururum duruyordu ve intikam isteyen karanlık bir ruhun teninin rengine boyanmışlardı, ikisi de. Salonun bahçeye açılan kapısı açıktı, bu yüzden ortamı dışarıyı aratmayan buz gibi soğuk esinti dolduruyor, beraberinde beyaz karları da içeriye taşıyordu, kapının önünde kardan beyaz bir tabaka oluşmuştu. Soğuk duyularıma sızıp bedenimi üşüttü, yine de aldırmadım. Montum hâlâ üzerimdeydi, bacaklarımı kendime çekip montuma sıkıca sarıldım.

Edim, sonunda içeri adımladığında ona bakmasam da zihnimin her şeyi tıpkı zaman gibi kapladığını hissettiğimde onu görüyor gibiydim; kapının önünde duraksamış bana bakıyordu. İçeri adım attı, kar tabakasına izini bırakarak bahçeye açılan kapıyı sertçe kapatıp soğuğun nefesini dışarda bıraktı. Sert adımları yerini ezbere bildiğim dolaba gitti, açılan dolap kapağı, çıkarılan içki şişesi ve bardağı, sertçe kapanan kapak, koltuğa yaklaşan adımlar...

Yavaşça sol yanımdaki koltuğa oturduğunda, hareketleri artık yan taraftan görüş açımdaydı.

Sessizliği o dağıtarak, "Şu an her iki tarafı hınçla bilenmiş bir hançer gibi duruyorsun," dediğinde, buz gibi bakan gözlerimi ona çevirdim. "Soğuk ve parlak, sanki yanına yaklaşıp sana dokunmaya kalkanı kesecekmişsin gibi keskin."

İçimde kendimle girdiğim savaştan aldığım yaraları görmesin diye gözlerime çıkmak için mücadele eden hislerimin önünü buzdan duvarlarla kapatmıştım ben. Buna rağmen, o duvarların ardını görüyormuş gibi derin bakması yok muydu, çileden çıkarıyordu beni.

Hırçın bakışlarımda şimşekler çakıyordu, "Denemeye ne dersin?" diye sordum ifadesiz bir sesle.

Edim'in gözleri, hayali bir an gibi parladı, sanki kelimlerimin üstüne düşen sesim, üzerlerinde buzdan güller açmıştı, o da bu görüntüden hoşlanmıştı.

Edim, cevap vermedi, gözlerimin içine bakarak kadehini dudaklarına yaslayıp ağır ağır yudumladı. Kadehi bilerek yavaşça uzaklaştırdığında, dudakları ıslak bir görünüm almıştı. "İstediğin bu, ama yapmayacağım," dedi, sakin bir sesle.

Ne istediğimi bildiğini sanıyordu, "Büyük yanılıyorsun, Edim Demiray," dedim, ona meydan okuyarak. Kalbimin ağzının içi bir türlü sönmeyen bir ateşle yanıyor, köze de küle de dönmüyordu. "Ben bu saatten sonra ne senden bir şey isterim, ne de beklerim."

Önüme döndüm, üşümüş çenemin ucunu dizime yasladım. Onun sertçe viskisini yutkunuşunu duydum.

Edim, "Arkadaşının evinde bana bol bol bilenip gelmişsin," dediğinde, bir an öyle bir donup kaldım ki, birkaç saniye kirpiklerim birbirine kavuşmadı.

Başımı yavaşça ona çevirdim. "Sen...," dedim, sesimdeki hayreti bastıramadan. "Sen, benim orda olduğumu biliyor muydun?"

"Sen...," dedi, o da tıpkı benim gibi duraksayarak. Ama onunkisi tamamen alaydandı. Kadehini sallayınca, içindeki içki çalkalandı. "Sen, benden gizlenebileceğini mi sandın?"

Dişlerimi sıktım. Orda olduğumu bile bile gelmemişti, tıpkı o sancılı gecede bu evin odasında olduğumu bile bile bana gelmeyip sırf Yonca istedi diye onun yanında kalmayı tercih ettiği gibi. Bunu bilmek, içimi kanca gibi takılmıştı. Nergis Ablanın dediğine göre bana dair aralarında hiçbir konuşma geçmediyse, babam yüzünden çekip gittiğimi düşünüyor, asıl nedenin ne olduğunu bilmiyordu.

Öfkemin ateşi yüzüme çıktı. Niye hiç gelmedin diye soramadığım için, "Nasıl oldu da beni rahat bırakabildin?" diye sordum. Hiçbir şey olmamış gibi karşımda tepkisizce oturup içkisini yudumlayışı deli ediyordu beni. Kirli siyah yalanları karıştırdığı damarlarımı kesip kanımı akıtmak, duygularla karıştırdığı kalbimi toprağı kazır gibi kazıyıp söküp atmak istedim. "Benimle işinin bittiğine mi ikna oldun?"

Gözlerim eline kaydı, dudaklarım titredi. Kavradığı kadehin etrafındaki parmakları sıkılaştı, ben herkese, her şeye rağmen onun elini tutup kendimi yalnızca ona adamayı isterken, bundan başka hiçbir şey düşünmezken, o nasıl oldu da o ellerle bir başkasına dokunabildi, buna nasıl cüret edebildi anlamıyorum.

Bana bakmamak için gözlerini benden çekip boşluğa çevirdi. "İstediğin buydu," dedi sadece.

Bu soğuk tavrı içimde bir yerlere dokunuyordu, gözlerimin içine bakmasını ve beni sağlam bir gerekçesi olduğuna ikna etmesini istiyordum. Hayır, istemekten öte... ihtiyaçtı bu.

"Evet, istediğim buydu," diye onayladım onu. Soğukluğu içimdeki dünyaya yağan kar, etkileri tipi gibiydi; yaşamı durduruyordu, yollarımı kapatıyordu, havayı bozuyordu, görüş açımı engelliyordu; ben içimdeki dünyada mahsur kalıyordum. "Tıpkı şimdi burda olmayı istemem ve olmam, yarın da çekip gitmek istediğim gibi."

Kaskatı olmuş bir çeneyle bana dönüp, "Ama burdasın...," diye duraksadı. "Gittiğin yere geri döndün."

"Burdayım, ama istediğim zaman giderim," diye meydan okudum. "Bu kadar basit."

Edim'in attığı bakış beni rahatsız ederken, "Anladım, gitmelere bir türlü doyamıyorsun," dedi, kuru sesi alayı da sırtlamıştı. "Yoksa bir ay öncesini telafi ederek en azından gitmeden bana veda etmeyi mi istedin?"

Dudağımın kenarında acımasızlıktan doğan bir alay peydahlandığında, "Tiksindiğim birine niye veda etmeyi dert edeceğim ki?" diye sordum. Şeytanın bize yakın olduğunu, sesini bire bir kulağımızda duyduğumuz zamanlar olduğunu düşünürdüm, şu an öyle hissediyordum; öfkemin kelepçeleri çözüldü, hızımı alamadım. "Şu hâline bak, Nergis Ablayı bile kendinden soğutup uzaklaştırmayı başarmışsın, sana aylar önce de söylediğim gibi Edim, tek başına can verecek, yanında kimseyi bulamadan yapayalnız öleceksin."

Kelimelerimin harfleri tırnaklarını çıkarıp kalbimin duvarlarını kazımaya başladığında, kendimden nefret ettiğimi hissettim. Gözlerimi kaçırdım, bunu yapan kişi ben olmamalıydım. Canını yakmak için bu kadar ileri gitmemeliydim.

Edim'in elindeki kadeh avucunda patladı. İrkilip bakışlarımı büyük bir hızla ona çevirdim. Kelimelerimin açtığı sessizliğin boşluğuna zemine değen cam parçalarının gürültüsü yerleşti, avucundan akan kan bizi saran zamana yayıldı.

Banyoya gidip yardım malzemelerini getirip yanına oturdum, sargı bezini çıkardım ama avucundaki kesik derin görünüyordu. Bir an öylece kaldım, ne yapacağımı bilemedim. Edim sanki tereddütümü anlamış gibi elimdeki bezi alıp bana bakmadan avucundaki yarığa bastırdı.

O kanı görünce kendimi öyle çaresiz hissettim ki, "Edim, öyle demek istemedim," diye açıklamaya çalıştım ama diğer yandan ona öfkeliyken, pişmanlığın haklı öfkemde gedik açmasını da istemediğim için herhangi bir ekleme yapmadım.

Edim, yüzüme bakmadan cevap verdi. "Biliyorum Lavin."

Ses tonu içimi burkmuştu. Sessizce yarasının etrafını dolamasını izledim. Bitirdiğinde, yavaşça ayağa kalktım, "Ben yukardaki misafir odalarından birinde kalacağım," dedim, göz ucuyla eline bakarken.

Dönüp birkaç adım attım ki, "Lavin," diye seslendiğinde duraksadım. Ayağa kalktı, arkamda durdu. "Konuşmamız gerekiyor."

Parmakları bileğime değdiği anda yenildim, kontrolüm tuzla buz oldu, bileğime dokunduğu noktalarda öfkemin toplandığını hissettim. Elimi çekerek ona döndüm, "Başkasının teninden indirdiğin elini sakın bana uzatma!" diye bağırdım. "Sakın buna cüret etme."

Şaşkınlık kağıda dökülüp dağılan mürekkep gibi hızla gözlerine dağıldı. "Ne?"

"Sizi gördüm, tamam mı?" diye soludum. Bu kısacık cümle bile içime oturmuştu. "Sizi gördüm."

Bana bir adım attığında, geriye bir adım attım.

"Hayır, yaklaşma bana," diye bağırdım.

Edim'in siyah gözleri tetikte duran adımlarıma kaydı, sonra gözlerime tırmandığında kaşlarını çattı. Bir süre bir kapı gibi yüzümde kilitli kaldı. Sonunda, "Daha açık olman gerek," dedi, sert bir sesle. "Çünkü söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum."

Ağlamadan karşısında durabilmeliydim. "Gittiğim gece, seni ve Yonca'yı gördüm, onun odasındaydın," dedim.

Sanki mümkünmüş gibi kaşları daha fazla çatıldı. "Ne olmuş?"

Hayret ifadesi yüzümde belirdi, "Ne mi olmuş?" diye sordum. "Onun odasındaydındiyorum! İkiniz de ıslaktınız ve o senden geceyi kendisiyle geçirmeni istedi. Sen de dünden razıymış gibi hemen kabul ettin."

Edim, başını salladı. "Dur bir dakika...," dedi, benden daha çok hayret etmiş görünüyordu. Gözlerinde hâlâ keskin bir ifade vardı. "Sen onunla aramda herhangi bir yakınlık mı geçtiğini düşünüyorsun?"

Bir an dilimin ucundaki kelimelerin engeline takılıp düşeceğimi, yol alamayacağımı sansam da yavaşça, "Düşünmüyorum," diye itiraz ettim. Gördüklerimi anlatmak hiç içimden gelmiyordu. "Öyle olduğundan eminim."

Edim, buz gibi bir sesle, "Bunun için mi gittin, bunun için mi beni terk ettin?" diye sordu. "Yoksa gitmenin kılıfı mıydı bu?"

Ona inanamayarak baktım. "Gitmeme kılıf mı uydurduğumu düşünüyorsun?"

"Yapma Lavin, böyle olduğunu sen de biliyorsun," dedi. "Sen hep az sonra çekip gidecek gibiydin. Bana zaten gitmek istediğini söylemiştin unuttun mu?" Bana yaklaştı. "Ama ben unutmadım, beni tercih etmemeni hiç unutmadım."

"Gördüm, muhtemelen aynı suyun altında ıslanmıştınız, onun sana sarılmasına izin verdin, karşında çıplak olmasına hiç aldırmadın." Sözlerimin hoyrat anıları zihnimin vizyonunda teker teker görünürken, diken gibi batıyordu. Yüzündeki keskin ifadenin üzerindeki duygular genişledi, geçişleri de değişimleri de sertti. "Benimle kal dediğinde, tereddüt etmeden bütün geceyi onun yanında geçirdin."

"Gözüne nasıl göründüğünü anlıyorum ama göründüğü gibi değil."

"Ben orda ne gördüğümü biliyorum."

"Biraz mantıklı ol artık. Eğer her şey göründüğü gibi olsaydı, eline aldığın deniz suyu mavi olurdu."

Bir an duraksadım, sözlerinin kalbimi delip geçtiğini sandım. Bazı anlar kendiliğinden uzardı, bu an da öyle bir andı. "Sana inanmıyorum."

Edim, elini ceplerine koydu. Gergin miydi? "Kızgınsın anlıyorum, öfken mantığının önüne geçerse bunu anlamam, Lavin," dedi, sesi sertti. "Beni dinledikten sonra inanıp inanmadığına karar versen nasıl olur?"

Gerçekten soru sorduğuna inanmıyordum, yüzünde güç kullanmadan önce karşısındakini etkilemeyi tercih eden o ifade vardı. "Seni dinlemek istemiyorum."

"Yanlış cevap, beni dinleyeceksin."

Duygusuz bir sesle, "Biliyor musun? Başuna çabalıyorsun, Demiray," dedim. "Seni dinlesem de fikrim asla değişmeyecek, gideceğim."

Ruhsuz bir sesle, "Gitme fikrini değiştirmek için anlatmak istediğimi söylemedim zaten," dediğinde, kalktığı koltuğuna tekrar oturdu. Gözlerimin içine bakarak ekledi. "Beni dinle istiyorsan yine gidebilirsin. Duruşun bile ayrılığın satırlarını yazıyor, bunu göremediğimi mi sanıyorsun?"

Şaşkınlık gözlerime yoğun bir şekilde dağıldı, gözlerimi kırpıştırdğımda şaşkınlık akıtacağımı sandım. Gözleri öyle karanlıktı ki... sanki düşünceleri siyah göz bebeğine ilerleyip o karanlık sokakta kayboluyor, ne olup bittiğini anlayamıyordum.

Gözlerimi şüpheyle kıstım, "Yani sen... gitmemi dert etmiyorsun, öyle mi?" diye sordum.

Düşüncelerim ölümcül, derin bir okyanus hâlini alıp batık bir gemi gibi beni en dibe batırıken, onun siyah gözleri bana yardımcı olmuyordu.

Dudağı ruhsuzca kıvrıldı, "Ediyorum, ama gitmek isteyen birini tutamadığımı da gördüm," derken sesi alaycıydı, sıradan değil intikam dolu hislerle söylenmiş bir alaydı bu. Edim'i çözemiyordum, kafasında başka şeyler döndüğüne asıl söylemek istediklerinin dudaklarından dökülen bu kelimeler olmadığına emindim. "Bunu bana gösterdin."

Kendimi tutamadım, "Senin yüzünden!" diye bağırdım, sanki suçlu olan benmişim gibi davranması içimde beni sarsan depremlerin var ettiği yıkıntıların altında kalmama neden oluyordu. "Senin yüzünden gittim ben, geceyi o kızla geçirdikten sonra bana günaydın mı diyecektin?" Parmaklarımı saçlarımdan geçirdim. "Ama dur ya, sen onu bile demezdin aslında. Benden uzak duruyordun!"

Edim tekrar ayağa kalktı. "Bana hiçbir şey demeden nasıl gidersin, aptal?" diye bağırdı. "Konuşmadan, ne olduğunu bile öğrenmeden!"

Boğazım acıyordu, "İnanır mısın, değil seninle konuşmak sesini duymak, yüzünü bile görmek istemiyordum," dedim, gözümün önünden gitmeyen görüntüler dilimi damağımı yaraya boğuyordu. "Sen benim yerimde olsan ne yapardın?"

Yüzünde hiçbir değişiklik olmadan bir süre susup beni izlerken, bunun yanıltma olduğunun farkındaydım. "Ne yapardım bilemem ama öylece çekip gitmeyeceğimden eminim." Gözlerinde rüzgâr kuyuları açılıyor ortamı soğuk havayla dolduyordu. "Ben asla öylece çekip gitmezdim."

Gözlerindeki kararlı, keskin ifade beni kendine tutkalla yapıştırdı bir an o kara gözlerden ileri gidemeyeceğimi sansam da sonunda gözlerimi ondan kaçırmayı başarmıştım. Haklı olan bendim, ama güçlü olan niye oymuş gibi hissediyordum? Koltuğa oturdum. Yüzüne bakmadan, "Anlat o zaman," dedim, gözlerimi boşluktan çekip yere indirdim. "Seni dinliyorum."

Edim de oturdu. Benim bakışlarım yerde, onun delici bakışları bendeydi. "O akşam biraz geç gelmiştim eve..."

Beni bir başıma bıraktığı gerçeği dönüp dolaşıp zihnimi talan ediyordu, yine kendime engel olamayarak, "Biliyorum, günlerdir eve gelmemene rağmen sırf o çağırdı diye gelmiştin," diye sitem ettim, ağzımı her açtığımda bana yaptığı ihanetin parçaları dökülüyordu, engel olamıyordum.

Edim, "Yonca farklı aktarmış olsa da ben o çağırdı diye gelmedim, zaten evime gelecektim. Niye o çağırdı diye geleyim?" dedi, sesi düzdü. Gözlerimdeki öfke canlanıp parladı, yine ağzımı açınca uyarı dolu bir bakış atıp dilimin ucunda asker gibi bekleyen kelimelerimi ağzıma tıkıp, "Sözlerimi bölmeyi bırakıp beni dinle," diye ekledi, sesi sertleşmişti.

Soğuk bir ifadeyle, "Devam et," dedim cevap olarak.

Kaşlarını çattı. Gözlerimin içine bakarak, "O çağırdı diye gelmedim," diye yineledi, buna ikna olmamı istiyordu. "Başka bir odada duş alıp yanına gelecektim, banyodaydım. Sonra birden bire Yonca girdi banyoya. Sarhoştu, abuk subuk konuşmaya başladı, ona çıkıp gitmesini söylesem de beni dinlemiyordu."

Alaycı bir sesle, "Tabii ki üzerinde havlusu vardı," dedim. "O sarhoş kafasının içinde seninle yatma niyeti taşıyordu."

Kelimeler ruhsuzca dökülse de dudaklarımdan, ölümün tümcesiydi her biri; dönüp dolaşıp bana saplanan bıçak gibiydi.

Edim sözlerime yanıt vermedi. "Kendine gelsin diye duşa soktum onu, tahmin edersin ki o sırada yapabileceğim tek şey buydu," dedi. "Kıyafetlerimiz ihanetten değil, bu yüzden ıslaktı."

"Yonca geldi dedin ama... onun odasındaydın."

"Kendine biraz geldiğinde de çıkmaya pek niyeti yoktu, kolundan tutup kaldığı odaya götürdüm."

Uzuvlarım uyuşmuş gibi bir sesle, "Yonca, gözlerimin içine baka baka kapattı kapısını," dedim. "Gözlerinde parlayan keyfi görmeliydin doğrusu, maalesef o sırada sana zavallı kız resmi çizerken bu ayrıntıyı sadece benim görmeme izin verdi."

Aramızda ruhsuz bir bakışma geçti.

Edim gözlerimin içine bakarak, "Kim kandırmaya çalışıyorsun sen? Mesele bir kapının üzerimize kapanmasından daha farklı. Benim tanıdığım Lavin o kapıyı açardı. Sessiz sedasız, yenilmiş gibi ayrılmazdı o kapıdan, bu hareket senin baskın karakterinle hiç örtüşmüyor," deyince sarsıldım. Sanki gözlerimin içinden geçip ruhuma dokunuyordu, gözlerimi kaçırdım. "Niye Lavin? Niye o lanet kapıyı açmak yerine, diğer tarafta durdun? Seni diğer tarafta tutmaya zorlayan şey neydi?"

Ayağa kalktım. "Beni sorguya çekemezsin, çok saçma," dedim. "Bu senin hikayen."

"İkimizin hikayesi," diye düzeltti beni. "O gece, benim yaptığım şeyler kadar senin de kafanda dönen şeyler vardı."

"Konuyu değiştiriyorsun," diye tısladım. "Sen Yonca'yla birlikte kapalı bir kapının ardındaydın ve ben, aranızda ne geçtiğini bilmiyorum."

Edim, "Bilmemek işine geldiği içindir belki," diye meydan okudu bana. "Onun yatağına yattığından emin olduktan sonra, uyuyana kadar başında bekledim." Tam yeni bir şey söylemek için ağzımı açtığım sırada, "Yatağa uzak mesafede olan bir koltuğun üzerinde," diye ekledi çabucak.

Gözlerinde sözlerini yalanlayan bir ifade aradım ama ifadesi de, sözleri de birbirine uyuşan kan gibiydi.

Gözlerine ifadesizce bakıp, "Bütün gece onun yanında, başında mıydın?" diye sordum.

O görüntüler belleğimi yangın yerine çeviriyordu, ona anlayış göstermesi bir türlü çıkmıyordu zihnimden. O anlayışın bir parçasını niye bana göstermemişti?

Ben hak etmemiş miydim?

Kaşlarını çattı. "Hayır, bir ara dışarı çıktım, sonra geri döndüğümde sen... yoktun."

"Niye çıktın?"

"Ne önemi var şimdi bunun?" Sesi aksiydi.

"Doğru, hiçbir önemi yok artık, bana ne anlatırsan anlat gideceğimi zaten söylemiştim," dedim, gözlerinin içine bakarak. "Bitti Edim, benden bu kadar."

Yanından geçerken, kolumu tuttu. "Lavin..."

Kolumu sertçe elinden çektim. "Seni daha fazla dinlemeyeceğim, bitti."

Direkt yukarı çıktım, kapıyı örtüp arkasına yaslandığım anda, geçmişle geleceğin arasındaki o çizgide ağladım. Geri adım atmamak için bütün sebepleri sıraladım kendimi ikna edip, Edim'den vazgeçmenin ateşini harlayana kadar.

Gözlerimin akını ele geçiren kan damarları, beni sabaha karşı uyuttu.

Geçmiş, zihnimizde büyüyen bir ağaç, mevsimini beklemeden her gün bedenimizde döker yaprak.

Gözlerimi zar zor açtığımda, uyuya kalmış Edim'i karşımdaki koltukta bulmayı beklemediğim için kaşlarım çatılmıştı. Kalbimin ağır atışları hızlandı, nabzımın boşluğundaki kızıl gökten hislerim kuş gibi uçarak kalbimin dalına konup kanat çırptı. Rahatça onu izleyebilirdim, dünden beri istediğim tek şey buydu. Gitmeden önce, son kez. Gecenin siyah mürekkebinden dökülmüş gibi duran gür saçları karıştırıldığı için dağınıktı, yüzünü dolduran sakalları kusursuzdu, elindeki bira şişesi iki yana açtığı bacaklarından birinin üzerinde duruyordu.

Bakışlarımı onun başının üzerinden çıplak pencereye çevirdim, şafak gökyüzünün aydınlığını gördükçe kar taneleri gibi un ufak oluyordu, öteler bir yangının eteği gibi turuncu-kızıl görünüyordu. Deniz rengi bakışlarımı yeniden ona çevirdim. Ellerimi yanağımın altına koyup onu izlemeye devam ettiğimde, kalbim kadar gözlerim de durmadan ona bakmak isteyen delice bir arzuyla yanıyordu. Ellerim yüzümün engelini aşıp ona gitmek, dokunmak istiyordu.

Uykusu hafif olmasaydı yüzüne dokunurdum, maalesef her an tetikte olan sezgileri isteğimin önündeki koca bir dağ gibi engeldi.

Ondan ayrı kalmak hiçbir işe yaramamıştı, hâlâ onunla doluydum, bedenimle olmasa bile ruhumla onundum, geceleri hayali tenimin yanındaki yerini alıp beni sarıyor, gündüzleri düşünceleri zihnime uzanıp aklımı sarıyordu. Şimdi bile onu izlerken... Hislerim mantık yönüyle açıklanmayacak biçimde başkaydı, karmakarışıktı; yaralanıyordum baktıkça, diğer yandan teselli de oluyordum.

Zaman, daha çok zaman onu benden yazıyı siler gibi siler miydi?

Ayrılık, daha çok ayrılık onu benden söküp alır mıydı?

Edim'le iyi veya kötü çok fazla anım vardı, hayatım boyunca kimseyle düzgün bir anım yokken dört bir yanım onun bana verdiği anılar ve anıların, içimin en derin topraklarına ekıp filiz verdiği hislerle doluydu. Onun olmadığı başka bir şehirde aldığım nefesi, onsuz yürüyeceğim sokakları istemiyordum ben ama yaptığı şey o kadar ağrıma gidiyordu ki yanında da durmak istemiyordum.

Komodinin üzerindeki telefonum titreyince Edim hemen gözlerini açtı, onu izlediğimi anlamasın diye panikleyip yerimden sıçradım. Göz göze gelince hemen telefonu alıp ekrana baktım, Tuncay arıyordu.

İçim binbir çeşit hislerle yanarken, telefonu belli belirsiz titreyen parmaklarımla açıp kulağıma yasladım. "Efendim Tuncay?"

"Nasılsın Lavin?" Sesi ılık bir yaz akşamı gibi huzur doluydu.

"İyiyim," diye mırıldandım. "Geldin mi yoksa?"

Tuncay bıkkın bir nefes verdi. "Her şeyi ayarlamıştım," dedi, sesi sinirli geliyordu. "Nasıl oldu bilmiyorum, hem çalıştığım iş yerinde hem de okulumda halletmem gereken bir sorun çıktı. Üzgünüm gerçekten, hiç beklemediğim bir şeydi bu."

Gözlerimi Edim'e çevirdim, dudaklarının ucunda kıvılcım gibi yanan silik diyebileceğim küstah bir kıvrılma vardı. "Olsun, önemli değil," diye mırıldansam da içim ateşle kavruluyordu. "Ne zaman gelirsin?"

"Yarın, yarın mutlaka geleceğim."

Edim'in gözlerinin içine bakarak, "Tamam, yarın görüşürüz," dedim. Telefonu kapattıktan sonra, "Sen yaptın, değil mi?" diye sorsam da o olduğunu zaten biliyordum. Yataktan çıkıp karşısına dikildim. "Nasıl cüret edersin buna ya, nasıl onun gelişini engellersin?"

Sessizce yüzüme bakması beni çileden çıkarıyordu. "Amacın ne bilmiyorum, Demiray," diye hırladım. "Ama boşuna bu kadar zahmete girmişsin, onunla veya onsuz burdan mutlaka gideceğim."

Edim, sakince ayağa kalktı, aramızdaki mesafeyi örterken yüzünü yüzüme yaklaştırdı, "Gitmeyi mi istiyorsun?" diye sordu. Nefesi dudaklarıma çarptığında düşüncelerimin ayakları sendeledi. "Seni ben bırakırsam gidebilirsin ancak."

Gözlerim büyüdü, "Hayatta olmaz," dedim, nefesim kesildi. Onunla baş başa olacağım bir yolculuğa kesinlikle katlanamazdım. "Ben seninle markete bile gitmem, asla."

O da benim gibi kararlı bir sesle konuştu: "Tuncay bu şehre asla gelmeyecek, Lavin."

Ona hayretle baktım. Bunu öyle bir rahatlıkla söylemişti ki sanki adam bir bardak içki sipariş ediyordu.

"Kimliğimi ver o zaman bana!"

Gözlerini kıstı, "Niye benden korkuyorsun?" diye sorduğunda, alay dilinde bir top gibi sekiyordu.

Gözlerimde şimşekler çakıyordu. "Korkmuyorum."

"Korkuyorsun, belki benden etkilenmekten."

Dişlerimin arasından komik bulduğumu ifade eden bir ses çıkardım, "Bu sabah, bundan daha komik bir şey duyamazdım herhalde," dedim, bakışlarım hâlâ yamaçlar kadar dik, dağlar kadar sertti. "Senden niye etkilenecekmişim?"

Edim, omuz silkti. "Hâlâ hislerin üzerinde etkili olduğum ve kabul etmeye gönüllü olmasan da duygularını değiştirebileceğim için olabilir mi?"

Edim'le geçirdiğim bütün aylar zihnime çöktü. "Bende etkili falan değilsin sen."

"Etkili değilsem, seni benimle yola çıkmaya ikna edip tekrar mı kaçıracağımı düşünüyorsun?"

"Beni tekrar kaçırman imkânsız."

"İmkânsız mı? O hâlde seni etkileyip tekrar eve getireceğimi düşünüyorsundur, tabiî ki tekrar kaçıracağımı düşünmediğine göre."

Her sözü ruhuma ağırlık yapıyordu, seçtiği her söz çıktığı ağız gibi canlı ve meydan okuyucuydu. Onunla sonu gelmeyecek bir tartışmanın hiçbir anlamı yoktu, resmen akşama kadar benimle tartışacakmış gibi kararlı duruyordu. Bu yüzden tartışmayı devam ettirmek yerine, "Beni niye özellikle kendin bırakmak istiyorsun?" diye sordum.

Edim, gözlerimin içindeki şüpheye uzanıp bakışlarıyla tuttu, "Seni ben getirdim, şimdi de güvenli bir şekilde sağ salim gittiğinden emin olmak istiyorum," dedi, kelimeleri yalındı. "Sen uyurken doğrusunun bu olduğuna karar verdim. Benden korkmana, tehlikeli bulmana gerek yok. Hepsi bu, güvendesin Lavin."

Hislerime bulaşan karmaşa, düşüncelerime de bulaştı. Güvende değildim, doğrunun ne olduğuna bir türlü emin olamıyordum.

Edim, bir adım yaklaşıp aramızdaki mesafeyi kapattı sıcak avucunu yanağıma yaslayıp gözlerimin içine bakarak, "Bütün olanları, bütün geçmişi değiştirme imkânı olsaydı, daha farklı davranmayı iyi bilirdim. Sadece olurda aklına gelirsem..." diyerek duraksadı birden. Güneşin güçlü sıcaklığıyla dünyayı sarması gibi beni kendine çekip güçlü kollarıyla sarıp dudaklarını saçlarıma bastırarak başımın üzerini öptü. "Beni, hakkı olmadan seni kaçıran adam olarak hatırlamanı değil, seni yeniden evine kavuşturan adam olarak hatırlamanı istiyorum, güzelim."

Gözlerim doldu, ben de tıpkı onun gibi sıkıca sarılmak istiyordum ama ondan kopamazsam diye kendime güvenemiyordum. Kollarından sıyrılmaya çalıştım izin vermedi. Benimle böyle konuşmasını istemiyordum, "Edim...," diye fısıldadım, sesimin kırık çıkışına engel olamadım sanki ruhumu teslim ediyordum.

"Öfkeli ve kızgınsın ama bana bu kadarını çok görme."

Aramızda yaşananlar hiçbir zaman basit olmamıştı, bu da basit değildi. Göğsündeki başımı usul usul sallarken, kaybettiğimi, beni yendiğini, kararlı zırhımda delik açtığını biliyordu, biliyordum.

Edim geri çekildi ama sözlerinin etkisi kalbimin rahim duvarına tutunup bir bebek gibi büyüdü. "Halletmem gereken birkaç işim var, öğleden sonra yola çıkarız," dediğinde, sesim hâlâ yerine gelmemişti.

"Tamam," diye fısıldadım.

Arkasını dönüp benden uzaklaşırken ben ardından bakıyordum, odadan çıkıp gözden kaybolduğunda bile. Elimde tuttuğum telefonu parmaklarımın eklem yerleri beyazlayana kadar sıkıp yatağın üzerine yenilgiyle oturdum. O geceki görüntüler damarlarımda güçlü bir zehir gibi dolaşıyordu, o zehri atamadığım için gergin ve sinirliydim.

Yola çıkmamızdan yarım saat kadar sonra kar yağışı şiddetini arttırmış Ankara rüzgârıyla karışık sert yağan kar tipiye dönüşmek üzereydi. Solgun bir yuvarlaktan ibaret görünen kış güneşi batıya doğru ilerlemekteydi. Yollar, özellikle yol kenarları buz tutmuştu. Nefesim dudaklarımdan söküldükçe arabanın camında beliren yansımamın üzeri buğulanıyordu.

Arabanın içi Edim'in akşam kokusunun var olduğu dükkân gibiydi; kokusunu tadıyordum, kokusunu nefesleniyordum, konusunda oturuyordum, kokusuna yaslanıyordum, kokusuna bulanıyordum.

"Döndüğünde ne yapacağına karar verdin mi?"

Aniden gelen sorusuyla, bakışlarımı ona çevirdim, onun gözleri yoldaydı. Hiçbir şey olmamış gibi bir de benimle sohbet mi edecekti yani? Yine de ona aileme kavuşmak için heyecanlıyım diye yanıt vermek isterdim ama bu bir kavuşma değildi. Edim, annemin beni umursamadığını, ablamın kendisini benden daha çok sevdiğini biliyordu. Ben eski şehrime dönüyordum, eski hayatıma, eski evime... eski aileme değil.

Başımı tekrar cama çevirip, ifadesiz bir sesle, "Hayır," dedim kısaca.

Edim, "Madem ne yapacağına henüz karar vermedin, o hâlde benim önerim olacak," dedi. Bakışlarını bir an yoldan çekip bana çevirdiğinde ben de tekrar ona çevirmiştim. "Bana verdiğin sözü yerine getirmekle işe başlayabilirsin."

Edim, yavaşça yola döndüğünde, garip bir bakış atarak, "Sana verdiğim söz?" diye sordum. "Ne sözü?"

"Haplar... Tedavi olacaktın."

Bu ortamdaki tek kaçış yerim olan cama başımı çevirip düşen kar tanelerini izlerken, "Bu mesele artık seni ilgilendirmiyor," dedim soğuk bir sesle. "Küçük bir kız çocuğu değilim ben. Senin önerine ihtiyacım yok, sen kendi hayatın için endişe duy."

Şaşkınlığını ve hemen üzerine devrilen öfkesini göremesem de sezdim.

Edim, "Sana öneride bulunmam için küçük bir kız çocuğu mu olman gerek?" diye sordu, sesi sertti. "Zaten şu tavrı sergileyerek küçük bir kız çocuğundan hiçbir farkın olmadığı gerçeğini ortaya koyuyorsun, haberin olsun."

"Sergilediğim tavır gözüne böyle mi görünüyor?" diye sordum, neredeyse hırlayarak. "Hâlbuki ben, benimle hiç konuşmamanı mümkünse sessiz bir yolculuk geçirmek istediğimi sergilemek istemiştim."

"Bu kadar sıkıcı olmak zorunda mısın?" diye karşılık verdi. "Şu aldatılmış zavallı kız modundan çık artık, sanki seni gerçekten aldatmışım gibi davranıyorsun."

Dişlerimi sıktım. "Hiçbir şey anladığın yok."

"Anlat o zaman," dedi.

Niye hemen hemen herkesin erkeklerin aptal olmasından dem vurduğunu daha iyi anlıyordum. "Seninle konuşmak istemiyorum," diyerek, aramızdaki uçurumların mesafesini azaltmayı reddettim. Hislerim, sanki Edim içime gizliden girmeye çalışan bir düşmanmış gibi anında tepki veriyordu. "Lütfen, biraz izin ver de kafamı dinleyeyim."

"Her ikimiz de kafa dinlemenin mümkün olmadığını biliyoruz," dedi. "Niye konuşmak yerine susmayı tercih ediyorsun?"

Sinirlerim kemanın en ince teli kadar hassastı, yüzüne bakmadan ifadesiz bir sesle tane tane konuştum: "Çünkü konuşmak istemiyorum, rahat bırak beni."

"Karşılıklı iletişimde bulunmak, insan kalbinin organizmalarına dağılan zehri alır."

"Benimkini değil."

Çünkü sana çok kırgınım.

Normal şartlarda kendisini sessiz ifade eden biri değildim, ama içimde çiçeğin açması gibi sessizlik açmıştı. İnsanın yıprandığı, konuşmanın bile zor geldiği anlar olurdu. Zihninden diline akan kelimeler mideni bulandırırdı, kelimelerle bile atamazdın içini dolduran zehri; ben bu hâli yaşıyordum. O kadar kırgındım ki o bunu asla anlayamazdı, beni böyle bir kırgınlıktan geçmemiş hiç kimse anlayamazdı. İçimde aylarca Edim'e beslediğim hislerim bile kırgındı, belki duygularımda bir parça coşkunkuk, azıcık çağlama olsaydı konuşurdum.

Olmuyordu, göğsümü o gecenin ameliyat masasında yarılmıştı, o gecenin sancısını taşıyan göğsüm dikiş tutmuyordu. Göğsümün yarığından tıpkı bir kanın sızdığı gibi sızan o ağrıyı durduramıyordum. En azından seni aldatmamış diye gönderdiğim o mesajı kalbimin kırığı sansürlüyordu ki, üstelik daha kalbimin kırığından söz etmeye bile sıra gelmemişti.

Edim'in güçlü varlığı bana hep olduğumdan daha fazlasıymışım gibi hissettirirdi, şimdi kendim bile kendime yetemez olmuştum. Karanlıkta yolunu kaybedip birbirine dolanan yağmurlar gibiydik, birbirimize sardığımız kollarımızı zaman çözmüştü. Ve işte birbirimizden tamamen ayrılıp ayrı topraklara düşüp ölecektik. Beni ondan uzak tutan ruhum, dipsiz bir boşlukta salınıyordu.

Edim pes etmiş olmalıydı ki, bir dinlenme tesisinde durana kadar iki saat boyunca tek bir söz bile etmemişti.

Arabayı uygun bir yere park ettikten sonra, "Benzin alayım, sen de çık istersen biraz hava almış olursun," dediğinde, onu saran havadan sıyrılıp, saf oksijene ihtiyacım olduğunu biliyordum. Arabanın kapısını açıp dışarı çıktığım anda rüzgâr ve kar yüzüme üşüştüler; göz kapaklarımı açık, yüzümü dik tutabilmemin imkânı yoktu.

Atkımı burnumun üzerine kadar kaydırıp ellerimi montumun yenlerine gizlerken, kapıyı kapatmak için buz gibi esen rüzgara arkamı döndüm. Gözlerimiz iki saatten sonra ilk kez birbirini bulmuştu. Bu an geçmişe dönüştüğünde, küflenen öğlenden sonra anısının gölgesi şimdiden siyah gözlerine düşmüştü. Edim, "Kafeteryaya git," dedi, keyifsiz bir sesle. "Ben de gelirim birazdan."

"Tamam," diye fısıldadım zorla, beni duymadığını düşündüğüm için başımı salladım.

Kafeteryanın kapısını açar açmaz, klimedan akan sıcak esinti saçlarımı geriye uçuşturdu, boş bir masaya geçtim. Sandalyeye yaslanıp ellerimi montumun cebine koydum. Bakışlarımı etrafta ağır ağır dolaştırdıktan sonra çapraz açımdaki bir masada, ketçapı masaya döküp parmaklarıyla muhtemelen bir şeyler çizdiğini düşünen üç yaşlarında bir kız çocuğu ve hemen karşısında telefonla konuştuğu için çocuğunun ne yaptığını fark etmeyen annesi vardı.

Biraz zihnimdeki sesleri susturmak, biraz da bakacak daha iyi bir manzaram olmadığı için onları izliyordum.

Annesi, sonunda beyaz masayı kırmızıya boyamış kızını fark eder etmez paniklemişti, telefonu kapatıp yerinden kalkarken, "Kızım, ne yapıyorsun?" diye sordu telaşla.

Kızın cevabı avuçlarını annesine çevirip göstererek mutlu bir yüzle, "Resim yaptım anne," demek olmuştu.

Edim'in, "Gülümsemende bile buzlar var," diyen sesini duyduğumda, geldiğini ve yanı başımda dikildiğini o an fark etmiştim. Düz sesi, nefesimin boğaz boşluğuna dizilmesine neden oldu. Farkında olmadan yüzümde büyüyen gülümseme yıldızın kayıp yok olması gibi dudaklarımın kenarından kayıp yok oldu. "Gülümserken bile acı çekiyorsun."

Gözlerime ulaşamayan kırık gülümsemenin nedeni ben değildim, ruhunda gizli acılar barındıran mutsuz bir insandan ancak bu kadar iş çıkıyordu.

Bedenim mezarlık, giysilerim kefen, ruhum ölüydü benim.

Elindeki kahve bardağını bana uzatıp, "İç, ısınırsın," dedi, bardağı almayıp boş bakışlarımı zemine sapladım. Edim'in sertleşen bakışlarına aldırmadım, o da bana aldırmadı güçlü eli bardağı önüme koymuştu.

Edim, yargılayıcı kaş çatışla, "Öfkene sığınıyorsun," dedi, sesi düzdü. Derin bir nefes aldı, sıkıntılı görünüyordu. "Şu ana dek söylediğin her şeyi öfkeyle yaptın. Öfkenin ateşi söndüğünde pişman olacaksın."

Sesi güçlü hakikatleri taşıyan bir araç gibiydi, yerimde rahatsızca kıpırdandım. "Neye pişman olacakmışım?" diye sordum. Onun gibi güçlü gerçeklere tutundum. "Ben pişman olacağım hiçbir şey yapmadım, pişmanlıktan kavrulması gereken sensin."

Edim, parmağını kalbine bastırıp, "Öfkenin yeri kalptir, yeri kalp olduğu için hiç sönmeyecek gibi geliyor ya. Bazı duygular ölümlüdür devamı yoktur Lavin, o ateş sönüp sustuğu zaman..." diye mırıldanarak duraksadı. Aynı parmağını bu kez başının kenarına bastırıp, "Burası konuşmaya başlayacak, en çokta yalnız olduğun zamanlarda zihnin konuşmaya başladığında öfkenin bıraktığı kara boşluğu pişmanlığın dolduracak," diye ekledi.

Büyüyen ve yoğunlaşan bir gölgenin en diplerden üzerime doğru yürüdüğünü hissettim; belki bir ay, belki bir sene onun yokluğunu önünde sonunda atlatacaktım.

Hissiz bir sesle, "Sen öyle san. Her şeyi bildiğini sanıyorsun, geçmişi geçmişte bırakacağım sonrada anın tadını çıkaracağım," dedim, öyle yapamayacağımı bile bile.

Edim'in gözlerindeki alay onun da bana inanmadığını gösteriyordu. "Öyle olacağını düşünüyorsan, o zaman öfkeni ve nefretini devamlı taze tutman gerekecek. Maalesef, öfke de nefret de senin bedeninde mayası bir türlü tutmayan iki madde gibi."

"Senin iddanın aksine ben de tıpkı senin gibi devamlı öfkeli ve nefret dolu olabilirim," dedim, beni çok iyi tanıyor olabilirdi ama bu kez durum farklıydı. "Şimdi yerinde durmuş söylediklerin çıkacak diye içten içe zevk aldığını biliyorum ama bu söylediğin asla olmayacak."

Edim, gözlerini yavaşça kıstı. Sakin bir sesle, "Emin ol güzelim," dedi, masada bana doğru eğilerek. "Bir aptalla, onun aptalca davranışları arasına girip neler olacağını söylemek sandığın kadar eğlenceli değil."

Dişlerimi sıktım. Sonra yörüngesini değiştiren ay gibi daha sakin bir sesle, "En azından gittiğimde durmadan bana acı çektirme ihtimalin olmayacak," dedim, dilim üzerine asit dökülmüş gibi yansa da aldırmadım. "Senin yanın acılar vadisi, ikimiz de biliyoruz."

Öyleydi, Edim ve onun yanı gökyüzünün bile lüks sayıldığı acılar coğrafyasıydı. Bazen huzur olsa da bu düşünce ufukta görünen ölgün bir ışık gibiydi, çoğunlukla yıkımın ta kendisi olabiliyordu.

Edim, ayağa kalktı. Yüzünden ne düşündüğünü anlayamıyordum ama dudağının ucunda seyiren kas sinirli olduğunu gösteriyordu. Gözlerimin içine yazdığı en kasvetli şiiri okur gibi, "Lavin, nereye gidersen git kimse kendinden başka bir yere gidemez. Yokluğumun acısı, varlığımın sana verdiği acıdan daha beter olacak," diye konuştu, bacağının arka kısmıyla sandalyesine vururcasına geriye iteledi. "Kalk, gidiyoruz."

Sesindeki soğukluğun gizli bir kalkan gibi etrafını kuşattığını duyumsadım. Ona karşılık vermek, çığlık çığlığa öyle olmayacağını bağırmak için ağzımı açtım ama sanki zihnimdeki kelimeler yaprak gibi kurumuştu. Yerimden kalkıp arkasından usul usul onu takip ederken, kendimi büyüğünün peşine takılmış küçük bir kız çocuğuymuş gibi hissediyordum. Kafamın içi, camları patlamış ev gibiydi etraf kırık dökük anılarla doluydu. Attığım adımların bile doğru düzgün ayrımında değildim.

Arabaya geçtiğimizde, ikimizde kötü bir ruh halinde ama daha sakindik ya da ben sakin olduğumuzu hissediyordum bilmiyorum.

Arabanın ikinci kez durduğu yer, geçmişte beni kaçırıp getirdiği taş evdi. İlk başta dalgın dalgın ve dikkatsizce, sonra dikkatlice ve en sonunda büyük bir dikkatle etrafıma bakmaya başladığımda ancak fark edebilmiştim. Kaşlarım hızla çatıldı, başımı Edim'e çevirip, "Ne yapıyoruz burda?" diye sordum. Sesim sertleşmişti. "Niye geldik ki şimdi buraya?"

"Geceyi burda geçireceğiz," derken, araba taş evin önünde tıpkı geçmişin uçurumunun ucunda durur gibi durmuştu. "Hava şartları çok kötü. Tipi gece görüş açımızı zorlaştırır, sabah olduğunda yola devam ederiz."

"Burda durmamızın iyi fikir olduğunu düşünmüyorum," diye mırıldandım.

Edim, "İyi fikir olduğunu düşünmüyorsun demek," dedi alayla. "Tipinin göbeğinde olduğumuzu görmüyor musun?"

Ona itiraz edemedim.

Bir şeyler demek için ağzımı açtıysam da, Edim, "Ne düşündüğünü biliyorum," dedi, ifadesiz bir sesle. "Biran önce bu yolculuğun sonlanmasını ve benimle başlayan işkencenin bitmesini istiyorsun. Yollar da hava da iyi durumda değil, devam etmek bizi evine değil ölüme götürür."

Bir an gözlerinin içine usulca gömüldüm, dudaklarından dökülen son cümlelerin anlamları zihnime yattı, karanlık düşüncelerime meşale tutup aydınlattı. Devam etsek ve ölsek, ne ben başka bir hayatı ne o başka bir hayatı yaşamak zorunda kalmasak ve yarım bir bitiş noktasında ölsek. Galiba ben, bize olan inancımızı kaybetmiştim.

Edim, "Yok artık," deyince, düşüncelerin mezarlığından bir ölü gibi kalkıp ona şaşkın gözlerle baktım. "Ölme fikri, sence de basmakalıp bir düşünce olmaz mı?"

Nefret ediyordum onun aklımdan geçenleri anlayıp bir de kelimelere dökmesinden. "Bakış perspektifi," diye mırıldandım. Kendime acımanın buruk tadı damağımda dolanıyordu. "Ölümü zaten kendimizle birlikte içimizde taşıyorken, düşüncesi neden basmakalıp olsun?"

Cevabını beklemeden kapıyı açıp dışarı çıktım. Nefesim beyaz bir bulut kümesi gibi yüzümün yanından yol olup geçiyordu. Kar tanelerinin teni yüzümün tenine dokunup geçerken, taş eve saplanan soğuk bakışlarımı kaçırırcasına etrafta gezdirdim. Rüzgâr, umutsuz çığlıklarla ağaç dallarının arasından esiyor, dalların üzerindeki karları uçuşturuyordu.

Çaresizce donuk karanlığın içindeki taş eve doğru adımladım, hâlbuki arkama bile bakmadan başka bir yöne doğru kaçıp gitmek istiyordum. Yerde kalın bir tabaka oluşturmuş karın uzunluğu ayak bileklerime kadardı, her adımımda içine batıyordum. Edim'in adımları da akisler yapan dinç bir sesle beni takip etmeye başladığında tedirginliğim artmıştı. Kendi gölgem saatin akrep çubuğu gibi beyaz kara uzanırken, Edim'in uzun gölgesi yelkovan gibi gölgemi kaplıyordu. Bir süre sonra arkamdan yürümeyi bırakıp adımlarıma ayak uydurarak yanımda yürümeye devam etmişti.

Edim'le birlikte merdivenleri tırmanırken, hissettiklerimi yüzüme çıkarmadan zihnimde tutuklu tutmaya çalışsam da başarılı olamıyordum. Basamaklar bittiğinde boşluğa düşmüş bakışlarımı yere saplayıp kapının kenarında durdum, Edim önceden çıkardığı anahtarı kilide koyup çevirdi.

Kapıyı geçeceğimiz kadar aralayıp, "Geç," dedi.

İçeri adımladığım anda, ben daha ne olduğunu anlayamadan ansızın önüme geçince, göğsüm onun sert göğsüne çarptı. Işıkları yakınca yüzünü daha net görmüştüm.

Tam azarı basmak için ağzımı açmıştım ki, Edim, yüzüme yakın bir hâlde gözlerimin içine bakarak, "Işığı yakmak için," dedi, sesi kısıktı. "Karanlıktan korkuyordun."

Onun bu hareketi kasten yapıp yapmadığından emin olamadığım için, "Daha iyi biri gibi davranarak korkunç oluyorsun," diye homurdanıp içeri geçtim.

İçeri girince ortalık yerde ne yapacağını bilmez halde öylece dikildim, geçmişin kasvetini taşıyan bu ev, zihnimin kuyularında gömülü olan anıların üzerini açmıştı. Durmak istemiyordum geçmişin küfünü taşıyan bu evde. Anılarımın da bu ev kadar eski ve soğuk olması gerekirken aksine taptaze ve sıcaktı.

Edim, "Sen koltuğa geç otur," dedi, sesi düzdü. "Bende gidip odunluktan odun getirip şömineyi yakacağım."

Edim dışarı çıkınca, kendimi koltuğa bırakıp çantamı da yanıma bıraktım. Evin dışardan hiçbir farkı yoktu, buz gibiydi. Ellerimi ağzıma yaklaştırıp avuçlarımı nefesimle ısıtmaya çalıştım. Tıpkı hatırladığım yüksek tavanlı, loş, içinde fazla eşya bulunmayan, duvarında taş saatinin asılı olduğu o evdi. Nedenini bilemediğim bir hüzün yüreğimi oyup saatin tik taklarını o çukura dolduruyordu.

Edim nihayet elinde oyunlarla gelip şömineyi yaktı. Odunlar alev alınca bana dönüp, "Buraya gel," dedi. "Daha hızlı ısınırsın."

"Gerek yok, böyle iyi."

Edim, burnundan sert bir nefes alıp, "Aç mısın?" diye sordu.

"Değilim."

Edim, ayağa kalkıp başımda dikildi. "Sabahtan beri hiçbir şey yemedin," dedi. "Acıkmış olmalısın."

"Acıksam da seni ilgilendirmiyor, beni düşünüyormuş gibi yapma."

Edim, öfkesini zorlukla bastırmaya çalışırken, "Lavin, bu tavırların can sıkıcı olmaya başladı, koskoca bir günü sitemlerinle doldurdun," diye hırladı. "Ne istiyorsun, derdin ne kızım senin?"

Gözlerimdeki hisler kurumuştu, ona kuru bir ifadeyle bakıp, "Hiçbir şey istemiyorum, özellikle senden gelecek hiçbir şeyi istemiyorum," dedim, ayağa kalktım. "Yukarı çıkıyorum, uyuyacağım."

Yanından geçerken, kolumdan tutup beni kendine çevirdi. "Yatmaya falan gitmiyorsun," dedi. Siyah gözleri ölümün ini gibiydi, bana uzun süre sonra böyle bakmasına neredeyse şaşıracaktım. "Kaçmana izin vermiyorum, konuşacağız. Anladın mı beni?"

Kolumu, kelepçeleyen güçlü elinden kurtarmaya çalışırken, "Benim seni anlamak ya da anlamaya çalışmak gibi bir derdim yok, bırak kolumu," dedim, buz gibi bir sesle.

İçimde durmadan büyüyen korkunç bir boşluk hissi vardı, çocukluğumdan bugünüme durmadan artan bir boşluktu, hiçbir şey, hiçkimse o karanlık boşluğu dolduramamıştı; taki Edim Demiray'la o ara sokakta karşılaşana dek. Beni kaçırıp hareketli yaşamının bir parçası yaptığında boşluk onunla dolup taşmıştı. Son olanlar, o boşluğa dolan her şeyi kova kova boşaltmıştı.

Edim, aniden kolumu bırakıp, başını sağa sola onaylamaz bir tavırla sallarken, "Bu durum sana zevk veriyor, öyle değil mi?" diye yükseltti sesini. "Keşke ben de tıpkı senin yaptığın gibi yapıp sessizliğin zevkine kurulman gibi, kendimi anlatmanın derdinden çok anlatmamanın zevkine kurulsaydım. Hiç olmazsa eşit durumda olurduk."

Onu sert ve sıkı göğsünden ittim, "Hiçbir zaman eşit olmazdık, ben ne yaparsam yapayım senin yaptığın aşağılık şeye yetişemezdim," diye bağırdım.

"Sana, seni aldatmadım diyorum!"

"Ondan bahseden kim?" diye bağırdım.

Edim, şaşırıp afallarken, kaşlarının arasında dikey bir çizgi belirdi. "Bana soğuk davranmanın nedeni bu değilse... başka ne olabilir?"

Gözlerinin içine bakarak, "Benim seni terk ettiğimi düşünüyorsun," dedim, ağzımın içi kırılmış anılardan artan hayal kırıklarıyla doluydu. "Ama ilk terk eden sen oldun, sen terk ettin beni."

Edim bana kelimelerim anlamdan yoksunmuş ve hiçbir şey anlamamış gibi bakıyordu. "Anlamıyorum," dedi, gözlerindeki ifadenin arkasında durarak. "Ne demek bu?"

"Bana babamın nasıl biri olduğunu söyleyip gösterdikten sonra benden uzaklaştın," dedim. "Seni o kadar çok bekledim ki, sen hiç gelmedin. Başka birisi mi olmuştum ben?"

"Lavin..."

İşaret parmağımı göğsünün orta yerine bastırıp, "Hayır, ben konuşacağım sen dinleyeceksin. Gün boyunca istediğin buydu," dedim gözlerinin içine bakarak. Dilimin siyah avlusunda, sessizliğin bıçağıyla kestiğim kelimler duruyordu. "Tek bir söz etmene bile gerek yoktu, yanımda dursan, saçlarıma dokunsan... senin gücüne yaslansam yeterdi. Ama sen yanına da, o güce de bir başkasını layık gördün, Yonca'yı. Tek bir cümlesiyle, gözünü dolduran yaşlarla onun yanında kalmayı tercih ettiğin zaman beni üzmekle kalmadın, içimde bize dair büyüttüğüm inancı da aldın ellerimden."

Tek kişilik protestomun belirgin sessizliğinden, alabildiğine kısalan sözlerimden sıyrılıp sonunda uzun uzun konuşmamı beklemediği belli oluyordu. "Lavin, sana söyledim," dedi, afallamış bir sesle. "Yonca... yani o gidecekti, sadece son kez..."

Bakışımdaki ifade sonlara doğru sesinin kısılmasına ve benim kesmeme gerek kalmadan cümlesini kendiliğinden yarım bırakmasına neden oldu. Parmaklarımı saçlarımın arasından çekiştirerek geçirirken, "Yonca deyip durma artık, senin ağzından döküldükçe ismi, soluğum kesiliyor. İnanır mısın, ben ona hiç acımıyorum," dedim, sesim acımasızdı. "Benim, tırnağım kırıldı diye ağlayan bir kadından daha çok ihtiyacım vardı sana."

Bana bir şey demesi için bekledim, o sadece susuyor ve gözlerini bile kırpmadan gözlerimin içine bakıyordu.

Ruhum kamçılanmıştı bir kere, yatışmaz durumdaydım. "Yanımda olman için ne yapmalıydım?" diye bağırdım. Kelimeleri dizginleyebilmek, bir atı dizginlemek gibi kolay olmuyordu. "Niye benim yanımda olmadın?" Fısıldamıştım. Bana anlatılması zor yaşantımı, söylemekten daha zor bir şey yükletilemezdi. "Senin karşına geçip hesaplı olarak ağlamadım, oyunbaz bir hâlde sesimi titretmedim diye mi?"

Edim, siyah gözlerini gölgelerin düştüğü gözlerimden ayırmadan, "Tek başına atlatman gerektiğini düşündüm," dedi donuk bir sesle. "Üstesinden gelirdin, küçüktün ama güçlüydün."

Öfkeye ve acıya kurulmuş bir saat gibiydim, çevrilemiyordum. Başımı acıyla iki yana salladım, "Değildim, hiç olmadım," dedim, gözlerimde biriken yaşlardan biri sessizce yanağımdan süzülürken. Hemen sildim o yaşı. "Ben güçlüymüş gibi rol yapmayı herkesten daha iyi beceriyordum, sen güçlü sanıyordun."

"Öylesin," diye ısrar etti.

"Şu mahvolmuş halimle gözüne nasıl görünüyorum peki?" diye sordum meydan okuyarak. "Bunun güçlü olmakla uzaktan yakından ilgisi bile yok."

Edim'in dudakları, bir dükkandan tek bir şey alınamayacağının belirtisi olan kepenk gibi kelimelerinin önüne örtülerek sıkıca kapanıp kilitlendi, gözlerindeki ifadeler kuruyup yerini boşluğa bıraktı.

"Bir insan kendiyle birlikte kaç ceset taşır?" diye sordum, kendi sorumdan ürperdim. "Herkes kendi cesetini taşırken, ben seninkini de taşıyorum."

Sonunda, "Benim yanımdan başka bir yerde daha iyi olmayacaksın," dedi, kısık ve ifadelerden soyulmuş düz bir sesle.

Hâlâ kibirli halinden taviz vermediğine inanamıyordum. "Bir zamanlar gerçeğe çok benzeyen bu yalanlara inanırdım," dedim, kalbimin attığı kısımlar ağrıyordu. Sessizlik aramızda büyüdü, hiçbir şey demedi. Gerçi ne diyebilirdi ki daha başka? Onun kibrinin de bir sınırı olmalıydı. "En çokta bana hayal kurdurup, ardından parçaladığın için nefret ediyorum senden."

Beni anladı mı, yoksa anlamadı mı? Anladığını söylemiyor, anlamamış gibi de bakmıyordu. Eğer beni anlamıyorsa kelimelerim evin sessizliğini boğmaktan başka bir işe yaramamış demektir. Arkamı dönüp yukarı çıktım.

Yukarı çıktım. Odanın içi karanlıktı ışığın düğmesine basıp kapıyı öyle büyük bir gürültüyle çarparak kapattım ki, taş evin her taşı kederle titremişti. Göz yaşlarım yüzümde yollar açıp yollara döküldü. Sonunda olmuştu, onunla gerçekten tamamen yüzleşebilmiştim; Edim'i hiçbir şey diyemez hâle getirdiğime göre, kazanan bendim ama kendi zaferimle yaralanandım. Kendine yenilen biri gibi kapıya sürtünerek yere çöktüm, sanki canım yere dökülüyordu.

Ağzımı açıp kalın bir çığlığı dudaklarımdan salsam, dünyayı çatlatacak bir çığlık... belki rahatlardım. Dakikalarca buz gibi yerde öylece ağlarken, yeni sözleri mıhlıyordum kalbimde. Kendimle konuşuyordum düpedüz; bir daha onun için asla ağlamayacaktım, son kez onun için ağlıyordum, o da ruhumdan sökmek için.

İnsanın kendine dönüp kendine inanması, çaresizliğin içinde bulabildiği yara bandından başka bir şey değildi...

Sonunda akıtacak yaşım kalmayıp yaşlar da beni terk etti, tamamen yalnız birine döndüm, nefesimi kesen iç çekişlerle kalktım yerimden. Yalnızlığın beni çocukluğumdaki olduğu gibi çağırdığı o yere, pencereye doğru ilerledim. Öndeki çıkıntıya oturup bacaklarımı kendime çektim, soğuğun kasıp kavurduğu ellerimi artık hissetmesem de bacaklarımın etrafına dolamayı başarıp kalabalık nüfuslu bir şehre dönmüş başımı cama yaslayıp karların düşüşünü izledim.

Ve bu sırada çocukluğum boyunca hissettiğim, kelime veremediğim o gerçeğe kelimeler giydirdim zihnimde:

Pencere önleri yalnız insanlara aitti, tıpkı yalnız insanların pencere önlerine ait olmaları gibi.

Geç olmuştu, pencerenin önünden kalkıp üzerimdeki kabanı çıkartınca, ofladım. Sütyenimin askısı çıkmıştı, üzerimdeki gri kazağı çıkarıp banyoya girdim. Bütün kaslarım soğuktan tutulmuştu, su sıcak akıyorsa banyo yapacaktım. Maalesef, sıcak akmıyordu. Sütyenimin çıkan askısını takıp aynadan yüzüme baktım. Yüzüm gereğinden fazla solgundu, ölümün kökleri tenime işlemişti.

Aniden elektrikler gidince karanlıkta kaldım, bütün vücudum kasılmıştı. Karanlık benim lanetimdi. Korku ve şokla elimi göğüs kafesime yerleştirip kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Telaşla banyodan çıkarken, titreyen elimle duvarı yoklayıp soğuk taş duvarlardan destek alarak odanın kapısına ilerledim. Antreye çıktığımda bütün bedenim zangır zangır titremeye başlamıştı. Karanlık, havasız bir mezarlığın içine gömülmüşüm gibi hissediyordum, nefes almakta güçlük çekiyordum. Karanlıkta attığım her adım beni dik kayalıklara çarpa çarpa uçuruma yuvarlıyordu, o uçurumun dibinde ölüyor, dirilip tekrar atıyordum o adımı. Bu karmaşık duyguların içinde o an tek düşünebildiğim Edim'in yanına gitmekti.

Tökezledim. Korkuların yakaladığı bir sesle, "Edim," diye seslendim karanlığın içine doğru.

Sessizlik.

"Edim!"

Ses vermesini istiyordum.

Sessizlik.

Merdivenlerin başına geldiğimi, avucumun içine yerleşen küpeşteden anlamıştım, ilerledim bir süre sonra merdiven tokmağını buldu elim. Hareket etmeden, "Edim, korkuyorum," diye seslendim aşağıya doğru. Yine cevap yoktu. Gözlerim doldu. Bir an uyuduğu için beni duymadığını düşünsem de, Edim'in seslere karşı tetikte olduğunu anımsayınca, aklım bu düşünceden hemen uzaklaştı.

Edim burda değilse... Karanlığın içinde tek başımaydım. Tam anlamıyla paniklemiştim, olduğum yere heran bayılabilirdim, başım dönüyordu. Merdiven basamaklarını sağlam değil, telaşla düşen adımlarım dolduruyordu artık. Uyuştuğunu hissettiğim ayağım boşluğa denk gelince düştüm, bileğim sızlıyordu. Artık sadece titremiyor, aynı zamanda ağlıyordumda.

Bu sırada kapının açılma sesi geldi, "Edim," diye bağırdım ağlayarak.

"Lavin?" Bir şeylerin düşme sesi geldi. "Nerdesin?"

Derince nefes aldım. Geldi. Burda. Sorun yok. Yalnız değilim. Kalkmaya çalıştım, sağ ayağımın bileğinden yükselen acı inlememe neden oldu.

Edim, nerde olduğumu öğrenmesine gerek kalmadan, hemen yanıma geldi. "Tamam, geldim," dedi yatıştırıcı bir sesle.

Hemen göğsüne sokuldum, kolları bedenime sarılıp beni boğan karanlığın kollarını söküp, titreyişlerle sarsılan bedenimi sardı. Kalbime çukurlar kazıp içine dolan korkularıma dokundu. Başımı, göğsüne oyuk açıp beni orda gizleyecekmiş gibi bastırırken, boğazım hıçkırıkla boğuluyor gözyaşlarım siyah kazağını ıslatıyordu. "Yanındayım, geçti güzelim," dedi, saçlarımı okşarken.

Kazağını yumruğumun içine aldım, "Seslendim sana, nerdeydin?" diye sitem ettim.

"Odunluktan odun almaya gitmiştim. Yukarısı mutlaka soğuk olmalıydı, seni buraya gelmeye ikna etmeyi düşünüyordum." Güler gibi alaylı bir ses çıkarsa da bu ses ruhsuzdu. "Ben uğraşsam, seni aşağıya bu kadar çabuk getiremezdim."

Alaylı sözlerine cevap vermedim.

Ben biraz yatışınca, "Kalkalım mı artık?" diye sordu.

"Bileğim incindi," dedim, ağladığım için sesim pürüzlüydü. "Kalkamadım."

Edim, kolunun birini çıplak sırtımda sabit tutarken, diğerini bacaklarımın altından geçirip beni kucaklayıp kaldırdı. İs kokusundan anladığım kadarıyla beni şöminenin başına getirip yerdeki kalın postun üzerine bırakmıştı.

"Şömineyi yakacağım," dedi.

Kalkacağını anlayınca, hemen kazağına tutundum. "Hayır, gitme," dedim, en korktuğum anda bile yine ona sarılıyordum, varlığından güç alıyordum.

"Sesini öyle duyunca, odunları kapının önüne bırakmıştım. Hemen dönerim."

"Hayır," dedim ısrarla, belki inadım ona çocuksu gelecekti ama korkularım onun yanında kül oluyordu. "Ben de seninle geleceğim o zaman."

Edim, telefonunu cebinden çıkarıp fener modunu açıp, telefonu elime verdi. Telefondan yayılan beyaz ışık yüzlerimizi aydınlatınca, birbirimizi gördük. "Yürüyecek durumda değilsin, bununla idare et," dedi, sesi düzdü. "Hemen geleceğim."

O odunları getirip şömineyi yakarken, ben biraz daha sakinleşmiştim. Sonra elinde yumuşak bir havluya sarılmış buz torbasıyla geldi.

Edim, pantolonumun paçasını dizimin üzerine kadar sıyırıp bakmak isteyince, engel olmaya çalıştım. "Boşuna inatçılık ediyorsun," dedi, sesi durgun bir su gibi sakindi. "Çünkü bakacağım."

Bana yaklaşıp sol eliyle bacağımın arkasını tutarken, sağ elindeki buz torbasını ayak bileğime yerleştirerek kompres uyguladı. Çekecek olduysam da Edim izin vermedi, bende mecburen dişimi sıkıp acısına dayandım. Elimdeki telefonu hâlâ sıkı sıkıya tuttuğumu fark ettim, şömineden yükselen ateşin verdiği ışık artık yeterliydi, fener modunu kapatıp telefonu kenara koydum. Dakikalarca öyle kaldık, benim bakışlarım nehir gibi başka yerlere sürüklense de Edim'in siyah bakışları bileğime koyduğu buzdan başka bir yere çevrilmemişti.

Ne düşündüğünü merak ediyordum.

"Lavin," dedi birden.

Ona bakıp, "Efendim?" diye sordum, çatlayan sesim kısık ve sakindi.

Avucunu ensesine bastırıp sağa sola sertçe ovaladı, boynundaki damarlar gergince şişmişti. Diyeceği şeyin sıkıntısı boğazını sıkıyor ve onu nasıl atacağını bilmiyormuş gibi bir hâli vardı. Sonra biraz yaklaştı ve sonra biraz daha, yüzüme bakmıyordu hayır bu ifade çok yanlış; bakamıyordu. Alnını bükülmüş çıplak dizimin üzerine yerleştirince şaşırıp, "Edim, ne yapıyorsun?" diye sordum. Sıcak nefesi, çıplak bacağıma değiyor, tenimi delip ruhuma nüfus ediyordu.

Bacağımı, çılgınca çağlayan bir akıntıya düşmüş bir adamın uzun süre sonra bulabildiği aşağıya doğru salınan o ağaç dalını kavradığı gibi büyük bir ihtiyaçla kavradığını hissettim, çekemedim.

"Özür dilerim," dedi, sonunda konuştuğunda. Yüzünü göremesem de yüz hatlarının gergin olduğunu biliyordum. "Sen haklıydın, yeryüzünde ne kadar bencillik varsa hepsi bende toplanmış." Başını kaldırmadan bacağımın üzerini öptü. "Bencil orospu çocuğunun tekiyim ben."

Gözlerim dolunca, dudaklarım titredi.

Başını kaldırıp, bana sokuldu. Eli hâlâ bacağımdaydı, diğer elini yanağıma koydu. "Yüzün... aslında bütün bedenin yağmura gömülmüş bir düşe benziyor, çok ağlamışsın," diye fısıldadı. Baş parmağı, yüzümü kavrayan büyük elinin diğer parmaklarını geride bırakarak alt dudağımı usulca okşadı. "Kırgın gözlerinden silmek istiyorum gördüğün o sahteliği, gücenmiş dudaklarını öpmek geçiyor içimden."

Dudakları, dudaklarımı içine alacak kadar yakındı, bir an gerçekten dudaklarımı öpeceğini sandım, yapmadı, hâlbuki ruh iklimim öyle karışıktı ki öpse kızmazdım, kızmayacağımı o da biliyordu, nasıl bildiğini ben bilmezdim ama o çoktan pes ettiğimi biliyordu işte. Bunun yerine yerdeki elimi kavrayıp avuç içimi öptü, daha yukarısına çıkarak nabzımın attığı bileğimi. Dudakları, güneşin islerini tenime bırakıyordu.

Avuç içimi ve bileğimi öpmesi bana otelde kaldığımız o geceyi hatırlatmıştı, ilk kez o zaman gerçekten yakınlaştığımızı hissetmiştim.

"Lavin."

Sesi beni geçmişin derin denizinden şimdinin çakıltaşlı yüzeyine çekerken, Edim'e baktım. Yoğun bakan gözleri bendeydi, ıslanan kirpiklerime bakıyordu. Elimi, elinden alıp yüzümü sildim, pişman oldum. Şimdi avuç içimdeki öpücüğün lekesini yüzüme de bulaştırmıştım.

Alnımı öptü, beni kendine çekip göğsüne bastırdığında, aramızdaki uzaklık ayaklanıp yol almıştı. "Kötüsün sen," diye fısıldadım. "Üstelik bunun farkındasın da, işte bu seni tüm kötülerden daha kötü biri yapıyor."

"Öyle," dedi hiç inkâr etmeden.

"Edim..."

"Hmm?"

Şöminede yukarı doğru yükselen mavi kızıl ateşe bakarken, "Ben çok yoruldum, yorgunum," diye fısıldadım. Benimkisi uyku uyumakla geçecek bir yorgunluk değildi, ruh yorgunluğuydu. Yine beni yakacağını bile bile aynı ateşe teslim olmuştum. "Bu yaşananlar beni çok yordu."

"Biliyorum," dedi, sesi düzdü.

"Biliyor musun?

"Evet."

"Beni öper misin?"

Daha önce hiç öpüşmeyi başlatan kişi olmamıştım, belki öpebilirdim... Kendimi o güçte hissetmiyordum, dudaklarım dudaklarına bir türlü bulamayacak, bulsa bile ulaşamayacakmış gibi geliyordu.

Başımın altındaki göğsünün kasıldığını hissettim. O kadar uzun süre sustu ki neredeyse bu gece bir daha hiç konuşmayacak sandım. Ümidi kestiğim bir anda, "Bana kızgın değil misin?" diye sordu. "Çünkü dudaklarına dokunmamı istemen bana biraz ödül gibi geliyor ve bu ödülü haketmek için elle tutulur hiçbir şey yapmadım."

Gözlerimi kapattım. "Sen de istiyorken niye sorguluyorsun ki?" diye sordum, sesim cansız bir manken gibiydi. "Sadece yapmak senin açından daha kolay ve basit olmaz mıydı?"

"Kolay ve basit şeyleri sevmem," dedi, sesi sertleşmişti. "Biraz bile kolaylıktan taraf olsaydım, şu an kollarımın arasında olmazdın."

Başımı göğsünden kaldırıp yüzüne baktım, o an zamandan dökülen saniyeler çağ açıp çağ kapatıyordu. Gözü kara dürtüm ağır basarken, "Benim ihtiyacım var," diye itiraf ettim sonunda. Ondan başka her şey anlamsız gelmeye başlamıştı bir anda, anlamlar buharlaşıp uçtu. "Sen öpersen kırgınlığım yıkanacak, üzerimdeki yükler hafifleyecek."

Karanlığın içinde Edim'le göz göze geldiğimizde ikimizinde gözlerinde, şömineden gelen ateşin kızıl gölgesinde kendi görüntümüz dalgalanıyordu. Bakışları gözlerimden dudaklarıma düştü, bakışlarındaki gölge dudağımın yüzeyinde yansıdı.

O an benim için çarpıştığım savaştan sağ çıktığım yorgun bir andı.

Edim avucunu yanağıma yerleştirdi, bu hissi öyle çok özlemiştim ki derin bir nefesi burnumdan alırken, gözlerimi kapatıp kendimi dokunuşunun etkisine teslim ederek yanağımı avucundaki sıcaklığa sürttüm. "Lavin," diye fısıldadığında, geceden uzanan fısıltısı kalbime yol uzatmıştı, bütün duygularım açılan yolun üzerinden ona yürüdü. Alnını, alnıma yaslayıp başını hafif bir açıyla çevirerek elmacık kemiğimi aşağıdan yukarıya doğru ağır ağır kokladı. "Çok özledim, çok."

Usulca, "Bende," diye fısıldadım, hislerim derinlerde sürüklenip soğuk gururuma ihanet etmişti. Gözlerim yanınca kirpiklerimi kırpıştırdım. Dışarı süzülen derin nefeslerimiz bizi zamanın dışına taşıyordu, içinde olduğumuz zaman bulut kütlelerine dönüşüp yerli yerinde kalmıştı. "Tahmin edemeyeceğin kadar çok, beni korkutacak kadar çok, hatalarını yok sayacak kadar çok özledim seni."

Kollarımı sıkıca bedenine dolayınaca, yanağımı öptü. Dudaklarının ince derisi yanağımdan sürtünerek dudaklarımın üzerine geldi, bekledi. "Küçük Avcı," diye fısıldadı, bana böyle seslenmesini bile çok özlemiştim. Kapkara gözlerinde, kuşkularımı gideren sakin bir içtenlik vardı. "Avcım benim, Küçük Avcım."


Önce nefesinin dudaklarımı örttüğünü duyduğumda, dudakları üst dudağımı dolgun, canlı dudaklarının arasına alırken, alt dudağını dudaklarımdan aralanan boşluğa yerleştirdi. Dokunuşu, bir kurşun gibi tenimi yarıp ruhumu sızlattı. Kalbim hızla çarpmaya başladı, sanki bir damarın başını, aynı damarın sonuna bağlamıştı, bizi uzun aradan sonra yeniden birbirimize bağlamıştı.


Dudaklarımın üzerinde hareket etti, öpüşü derin, sert ama yavaştı. Sanki kibrit çöpünü ucunun ateş almasını sağlayan parafin benim dudaklarıma sürülmüştü ve onun dudakları saf ateşti; dudaklarım alev alev yanıyordu. Terleyen avucumu ensesine çıkarıp bastırdım, gecenin parmaklarımın arasında kayması gibi gece karası saçları titreyen parmaklarımın arasından kayıyordu.

Dudakları boynumda dolaşırken, "Bana dur de, Küçük Avcı," diye fısıldadı.

Hâlâ Edim'in dudaklarının etkisinde olduğum için bir an sözlerinin avuçladığı anlamı algılayamadım. "Efendim?"

Edim, omzumdaki siyah sütyen askımda parmak uçlarını gezdirirken, "Bana durmamı söyle," diye yineledi. "Devamını getirmemi istemediğini söyle."

Kalbim, göğüs kafesimi kırıp fırlamak üzereydi, biraz kalbimi biraz cesaretimi nefeslendirmek adına derin bir nefes aldım. "Bunu yapamam," diye fısıldadım.

"Neyi yapamazsın, Küçük Avcı?"

Solgun yanaklarım kızardı, "Durmanı isteyemem çünkü..." Duraksadım. Bedenimi örten battaniyeyi geriye atarak sütyenli vücudumu gözlerine serdim. Yüzümün, boynumun ve sütyenimin örttüğü göğüslerimin kapalı kısımlarına doğru yakan bir sıcaklık hissediyordum. "...devam etmeni istiyorum, seni istiyorum."

Gece vakitlerinde devletlere yapılan beklenmedik ihtilal gibi bedenime bu gece habersiz ihtilal yapan hislerim korku, endişe, heyecan ve isteğin tuhaf bir karışımıydı.

Edim, burnunu boynuma sürttü, erkeksi boğuk sesiyle, "Güzel," diye fısıldarken, parmağıyla oynadığı sütyen askımı omzumdan aşağı indirmişti, kendimi şimdiden çırılçıplak hissediyordum. "Çünkü bende nasıl dururum hiç bilmiyordum."

Kelimelerinin her bir harfi, nefesiyle dilime dizilip damağımı kuruttu. Bu sözlerin ardından hiç beklemeden elini saçlarımın altından geçirip enseme yerleştirerek aramızdaki ufak mesafeyi yok edip sıkıca dudağıma yapıştı, gözlerimiz anında kapandı. Öpüşü derin, hızlı ve sertti. Dudaklarımı ağzının içine çekip vahşi bir dürtüyle emerken, sanki ruhumu içine çekmek istiyordu. Beni daha önce hiç böyle öpmemişti, öpücükleri hep verici olmuştu ama bu gece, vermekten çok bencil bir tutkuyla almak istiyordu. Açıkçası buna bir şikayetim yoktu, kendisi için aldığında bile vereceğini biliyordum. Öpücüğünün son seviyesini, tutkusunun büyüklüğünü tattığımı düşünmekle nasıl yanıldığımı şimdi daha iyi anlıyordum.

Edim, bu zamana kadar kendisini hep geri planda bırakmıştı.

Daha önce ateşlendiğimizi düşündüğüm anlar olmuştu, hiç böylesine ateşlenmemiştik. Gök ve yer sanki yer değiştirmişti, duvardaki taş saat ortadan ikiye yarılmıştı; yarısı onun kalbine, yarısı benim kalbime saplanıyordu. Damarlarımda gezinen kan yanıyor, iç organlarımı tutkuyla telef eden yangın tenimden havaya karışırken, şömineden tenimize tutunan sıcaklık ateşimizi körüklüyordu.

Edim, ensemdeki elini yukarı kaydırdı, parmaklarını saçlarımdan geçirip sert bir hareketle geriye çekiştirdi, alt dudağımı ezerek emdiğinde acıyla inledim ama geri çekilmedim ben de onun üst dudağına aynı şeyi yaparak dişlerimin arasına çekip büyük bir istekle ezerek emdim. Bu bana ağzından ağzıma çekebildiğim bir inleme kazandırmıştı.

Dudaklarını boynumda dolandırdı, omzuma bastırdığında, tenimi hissedemiyordum. "Tekrar soracağım, emin misin?" diye sordu. "Gerçekten istediğine emin misin, Küçük Avcı? Korkuyordun. Beklemek benim için cehennemden farksız, ama beklerim seni."

Of çekerek içimde dolanan duygulardan kurtulabilmemin imkânı yoktu artık, ben Edim'in dudaklarından dökülen, onun var ettiği, içini kendi anlamlarıyla doldurduğu iki kelime olan Küçük Avcıdan ibarettim, o iki kelime kadar onun, o iki kelime kadar onun dudaklarına mühürlü, o iki kelime kadar zihnine ait olduğum gibi şimdi de tenine giydirdiği bir ten olacaktım.

Cesaretimi dizlerimin ardına ve avuçlarımın içinde tıpkı ışık gibi toplayıp Edim'in omuzlarından destek alarak kucağına çıktım. Bacaklarımın arasında, kaslı bacaklarını hissediyordum. Onun bedenine, erkek tenine daha yakın olmak istiyordum. Yüzünü avuçlarımın arasına alıp yüzünün sınırlarını ilk defa keşfedermiş gibi saniyelerce izledim.

Coşkun bir hisle tıkanarak, "Aslında hâlâ korkuyorum," diye itiraf ettim, bu cevap neredeyse koparılarak alınmıştı benden. Yavaşça ona sarıldım. Kısık sesimde, tutkunun taşlarını önüne katıp kasıklarıma ilerleyen güçlü bir şehvet akıntısı vardı. Şöminedeki ateşin gölgesi sırtımı kızıl yansımalara boyarken, alnımı alnına, burnumu burnuna bastırdım. Güçlü bedenine tutunduğum gibi gözlerinin ardındaki güce tutundum. "Sana güveniyorum ve senin o kişi olduğun gerçeği bana cesaret veriyor, korkum küçülüyor.

Edim, dilini kulağımın altında gezdirip usulca dişledi. Yavaşça boynuma indiğinde, saçlarım onu boynumda saklamayı istiyor gibi başının etrafına usulca döküldü. Bu arada büyük ve güçlü elleri belimin kıvrımından daha aşağılara doğru okşayarak kalçalarıma indi. Dudakları sihirliydi ya da bu anı şehvet ipleriyle ilmek ilmek ören zaman sihirliydi bilmiyorum; tenimde dudaklarının dokunduğu yerleri bir ölüyü diriltir gibi canlandırıyordu. Kalçalarımı sıktığında boğazımdan dökülen istekli inleme, onun boğazından sökülen inlemeyi de peşine takarak kasıklarımıza ilerleyen karanlık tünele girmişti.

Edim, "Belki biraz daha beklemeliyim," diye homurdandı. Ama bunu hiç istemediği belli oluyordu, benden onu durdurmamı bekliyordu. "Küçüksün."

Kelimlerle vakit kaybetmeyecektim. Ellerimi siyah kazağının içine koyup tırnaklarımı beline batırınca, "Siktir," diye hırladı.

Edim, şömineyi dolduran ateş gibi kulağımı nefesiyle doldurup, "Ne yaptığını hiç bilmiyorsun, Küçük Avcı," dedi, kaskatı olmuş gergin bir sesle. "Bana yalvarmak mı istiyorsun?"

"Seni istiyorum," diye mırıldandım ağır ağır. Bedenini saran siyah kazağının eteklerinden tutup yukarı çekiştirdim ve başından çıkarıp kenara attım.

Hislerden yapılma bir insan gibiydim şu an, her şey histi. Arkama uzanıp tek eliyle sütyenimin kopçasını açtığında bir hissi açmıştı, sütyenimi yavaşça çıkardığında bir hissi çıkarıp atmıştı.

Bakışları, göğüslerimde takılı kalınca nefeslerim sıklaşıp derinleşti, her nefes alışımda göğsüm şiştikçe, göğüslerim ileri doğru geriliyordu. Gözlerindeki kavurucu isteği izlerken kendimi garip hissediyordum, kollarımla çıplak kalmış göğüslerimi örtmek yerine onun çıplak gövdesine sokuldum, göğüslerim bağrına çarpınca hafif bir sızı hissettim, göğüslerimin ucu kalp gibi çarpıyordu ve ben çok tuhaf hissediyordum; göğüslerimin böyle kuvvetli hassaslaşması ilk kez başıma geliyordu. Üstelik bacaklarımın arasındaki sıcak noktayı pantolonun altında sertleşen erkekliği zorlamaya başladığında kasıklarım da sızlamıştı.

Edim'in gergin bir gülümseme sesi çıkardığını duydum. "Seni görüyorum diye, benden de çıplak bedeninden de utanma," dedi, kısık bir sesle. "Seni görmeme izin ver, güzelim."

Gözlerim kısıktı, yanan yüzümü omzuna gizlemiştim, bu anın tuhaflığından kimse bahsetmemişti bana. Gerçi birileri bahsetse mutlaka alaya alırdım, Edim hayatıma kendi karanlığıyla girene dek böyle tutkulu hissedebileceğim, bir adamı isteyebileceğim aklıma bile gelmezdi. Öpüşmeler midemi bulandırır, cinsel birliktelikler ruhsuz bir alış veriş gibi gelirdi bana.

"Bana öyle bakma o zaman," dedim, sesim zar zor çıkmıştı.

Hiç tereddüt etmeden, "Bakacağım, tek baktığım bu güzellikler olmayacak," dedi, yapıştığım göğsünden beni ayırırken. Uzun saçlarımla hemen bedenimdeki çıplaklığı örtmeye çalıştım. Edim bana aldırmadan göğsümün arasına hayat sunan dolgun dudaklarını bastırıp yavaşça küçük ama ıslak öpücüklerle yukarı doğru çıkarken, tersten akan bir dolu tanesi tenimden yukarı aktıkça eriyordu. Göğsümün birini kavrayıp sertçe sıkınca nefesim kesildi, irkilerek omuzlarına tutundum. Diğer eliyle saçlarımı sağ omzumun üzerinde toplayıp boynuna çıkardığı dudaklarını sol köprücük kemiğinde sabitledi; adının harflerinin olduğu noktada.

Dokunuşu bir kelebeğin çiçeğin üzerine konması gibi hafif, etkisi tene saplanan bıçak kadar sertti.

Dilinin ucunu, harflerin üzerinden nazikçe geçirip, dişini köprücük kemiğime bastırdığında, "Edim," diye fısıldadım, sesimi kendim bile tanıyamamıştım.

Edim'in yanıtı, yukarı doğru çıkıp boynumu öpmek, öptüğü yere dişlerinin arasına kıstırmak oldu. Boynumu ağır ağır koklarken, "Kokunu da özledim," diye fısıldadı. Dişleri tenimi sıyırıyordu.

Gözlerimiz birden bire birbirlerini buldu, o an uzaklaşacağımı sandım ama yarı çıplak halimle, isteğim azalmadan hâlâ kucağındaydım. İçinde şafakların yalazlandığı bakışları, ruhumdaki gizli acıya dokunuyor ve zihnimin damarlarında gezen bütün olumsuz düşünceler, onun gözlerinde parçalanıyordu.

Dudaklarımız tekrar tutkuyla birleşti, öpüşü beklediğimden daha karanlık ve ateşliydi; içerden dışarıya doğru yakıyordu. Tüketiyordu. O beni ensemden kendine doğru dahası mümkünmüş gibi bastırırken, bende elimi ensesine koyup aklımda olmadığı hâlde tırnaklarımı oraya bastırdım.

Nefeslerimiz tükenince benden kopup, "Benimsin," dedi birden bire. Sesinde bu gerçeğe tutunmak isteyen çaresiz bir ton vardı. "Benimsin, sadece benim."

Kendini niye aniden çaresiz hissettiğini bilmiyordum. Edim çaresizliğini tonlama yoluyla olsa bile yansıtacak en son kişiydi, güçsüzlüğü çağrıştıracak her duyguyu belli etmeyecek kadar tecrübe sahibi, kendine yakıştırmayacak kadar da kibirliydi.

Saçlarımın altındaki güçlü eli, saçlarımı sertçe kavrayıp beni kendine çekti; tutkusunun en belirgin eylemi sertlikti. Bunu daha önce de fark etmiştim, sanki farkında olmadan sertleşiyordu. Tekrar dudaklarımız birleşti, üst dudağımı bükerek dişlerinin arasına çekiştirirken, Edim'in boğazından ilkel iniltiler yükseliyordu.

Dudakları, yanaklarımı sıyırıp kulağımı buldu. "Bu gece, açılan dudaklarından dökülen her inlemeni istiyorum. Beni bacaklarının içine alacağın gibi adımı inlemelerinin içine almanı istiyorum," diye fısıldadı. Tutkulu fısıltısı karnıma doğru bir sıcaklığın yaka yaka yayılmasına neden oldu. "Adımı fısılda; zevk alırken, acı duyarken, muhtaçlık duyarken, benim için gelirken."

Yanan dudaklarımı, dudaklarının içine çekti, ben tıpkı bir ahmak gibi onu idare edebileceğimi sanıyordum ama ona da tutkusuna da bir türlü yetişemiyordum. Bedenimin kontrolü ondaydı, dudaklarımızı yakan öpüşmenin kontrolü ondaydı.

Edim, beni öpmeye devam ederken hafif bir açıyla döndü, bacaklarım belinde kollarım geniş omuzlarındaydı. Bir eli belimi kavradı, diğer eli kürek kemiklerimin arasındaki çıplak çukura yerleşti, beni yavaşça yere bırakırken, önce saçlarımın ucu değmişti postun üzerine, başımın yere yerleştiğine emin olunca, bacaklarımın arasına kendini bastırdı. İnlemem ağzının içinde kaybolup gitti. Sonra yüzümü ilk defa görüyormuş gibi inceledi, dudağının kenarı beni yerle bir eden hafif bir gülümsemeyle kıvrıldı. Nedenini sormak istiyordum ama konuşup sesimi bulsam bile sesimin titreyeceğine emin olduğumdan cesaret edemedim.

Birden o gülümsemeyi andıran kıvrılmanın çatırdadığını duyar gibi oldum, sonra kaybolup gitti.

Beni çatırdayarak yanan şöminenin önüne yatırır yatırmaz şehvetle öptü.

Edim, kızarmış yanaklarımdan elmacık kemiklerime doğru kanat gibi açılan kızarıklığı okşayarak dudaklarıma indi; önce bakışları sonra parmakları. Alt dudağımdaki dokunuşu klasik bir roman gibi değerle büyürken, "Lavin... beni bilirsin, duygularla kendini ifade edebilen rahat biri değilim," diye fısıldadı dudaklarıma doğru. "Sen gidince ne oldu biliyor musun? Sol yanıma korkunç, hiç durmayan bir ağrı saplandı. Hani Tanrı'nın seni yarattığı kaburga kemiği var ya, onu kaybettim ben. O boşluktan senin yokluğun vebalı bir hastalık gibi esip sızladı."

"Edim...," diye fısıldadım.

Dudaklarını sertçe dudaklarıma bastırıp adının ardından gelecek cümlemi taşıyacak nefesi ağzına çekip yuttu. Geri çekildi, "Bir daha sakın beni sensizlikle cezalandırma," dedi, sesi de bakışları da güneşin altında taşlaşan çamur gibi bakışlarımın altında sertleşti. "Benden başka bir yere gitmek yok, anladın mı beni? Seni bir daha gözümün önünden ayırmayacağım," diye homurdandı. Dudağımın kenarını sertçe öptü. "Beni bir daha terk edemezsin, asla izin vermem."

Bedenim de duygularım da karmakarışık durumda olduğu için onun cümlesini geride bırakacak hiçbir cümleyi kuramıyordum.

Edim, çenemi dişlerinin arasına alıp sertçe kıstırıp bıraktı, boynumda aşağı doğru öpücüklerle inerken o an bedenim simsiyah bir gökyüzü, gökyüzümü ıslak ıslak yıldızlayan ise onun dudaklarıyla bıraktığı öpücüklerdi. Bedenim şimdi dileklerin kuyusu, dileklerin özü olmuştu. Her öpücüğünde, bir dilek diliyor ama hep aynı dileği diliyordum; Edim Demiray'ı.

İki eliyle, göğüslerimi avuçlayıp sertçe sıktığında nefesim kesildi. Ellerinin izi sinerken tenime, "Edim," diye inledim.

Edim aşağıya kayıp pantolonumu çıkarıp kenara fırlattı. Şimdi en savunmasız halimle, üzerimde sadece bir külotla karşısında çıplak duruyordum. Son kalan parçayı çıkarmak yerine bacaklarımı yavaşça aralayıp arasına girdi. Gözlerindeki vahşi ifade Tanrı'nın cehenneminde hiç sönmeden kurbanları için yanmaya devam ettiği için ateşin renginden çıkan dumansız zifir karası alevlere benziyordu. Parmağının ucu kumaşın üzerinden kadınlığımın açık kısmını okşayınca, nefesim boğazımdan yukarısına geçemedi. Sanki bu bir ön alıştırmaymış gibi çok kısa sürmüştü dokunuşu.

Yavaşça üzerim eğilince, gövdesiyle çıplaklığımı örttü. "Arkanı dön," diye fısıldadı.

Sanki sözleri ihtişamlı bir şiirin sözleriymiş gibi zihnim anında algıladı, dediğini yapıp sert çıplak göğsünün altındaki vücudumu ona sürtünerek döndürdüm, ateşin önünde ısıtılmış bir kumaş gibi bedenimi saran şeyin adı sanırım hazdı; sıcaklık, çıplak kollarımdan aşağı göğüslerime, kalçalarıma ve bileklerime dokundu.

Edim'in sert göğsü, şehri göğsüyle örten gece gibi sırtımı örttü. Dudaklarını yanağımda hissettim, elini diğer yanağımın altına koyup hafif bir açıyla yüzümü kendisine kaldırıp dudaklarımı öptü. Öldürücü bu kış havasında ağzı güneş mevsimi saçıyordu; bedenimi güneşin altında kavrulan bir kum masalına çevirmiş, hoyratça dolaşıyordu yollarımda.

"Lavin...," diye fısıldadı. Tehlikeli nefesi ensemdeydi, sonra dudakları saplandı nefesini estirdiği yerde. "Bedenin başka bir dünya keşfi."

Ensemden başlayarak, dudakları sırtımdan aşağı kaydı. Sırtımın üzerinde bir yuva vardı, içinden dışına karıncalar değil, hislerim kaynıyordu. Omurgalarımla, kaburgalarımın birleştiği noktaya burnundan verdiği nefeslerin gölgesi yerleşiyordu. Belime inen öpücükleri, sağa doğru kaydı beni yavaşça çevirip karnıma kondurduğu öpücükleri yukarı kaydırdı.

Dilim damağım kurumuştu, bastırmaya çalıştığım deli bir heyecanla bakıyordum ne yaptığına, kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu.

Dişleri göğüs uçlarımı buldu, boynuma geçirdiği dişlerinden daha yumuşak ıssırıyor, o acılı sızı canımı yakmasının yanında zevki de kadehte sunuyordu bana.

Yutkundum. Titrek bir sesle, "Edim... bunu yapma," diye mırıldandım. Bacaklarımı birbirine yakınlaştırmaya çalıştım.

Edim, bacaklarımı birleştirmeme izin vermedi, tekrar üzerime tırmanıp yüzümle karşı karşıya kaldı, "Bu gece, karşılıksız ve can sıkıcı bir şehvetle çatlamak istemiyorum," dedi yavaşça. Kendimi düşünmeden onun tuzağına atlarsam, ancak o zaman çıkışı bulabilecek bir av gibi çaresiz hissediyordum. "Senin de benim kadar zevk almanı özellikle istiyorum, senin için nasıl kolay olacaksa öyle olacak. Şimdi, sakin kal ve kendini bana bırak, bu tamamen senin için."

Dudakları, göğüslerimin vadisinden aşağı kaydı taki dilini kadınlığımın yumuşak kıvrımlarını buluncaya dek. Ağzı kadınlığımı bir öpücük gibi kaplayıp içine çeke çeke emmeye başladığında, bunu yapmamasını düşünen aksi düşüncelerimin hepsi uçup gitti ve yine zihnimde sadece Edim, bacaklarımın arasında izi kaldı.

Bana hissettireceği şeylerin sınırı yok gibiydi, daha iyisi olamaz diye düşündüğüm her noktada tartının ölçüsünü arttırarak bana daha iyisini veriyordu. Dişlerini hassas noktamda hissettiğimde bir saniye sonra beyaz dişlerinin ucu, kızıl bir yangına çevirdiği kadınlığıma mızrak gibi batmıştı.

Boğuk bir sesle, "Edim," diye inledim. Elimi başına koyup siyah saçlarını sertçe kavradım, vahşi bir inilti koptu dudaklarından; muhtemelen canını yakmıştım ama buna aldıracak durumda değildim. Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp çiğnerken onun dudakları altında muhtaçlığım artıyor, kayganlaşıyor ve kıvranıyordum.

Bedenimdeki bütün nabız noktaları damarlarımı kendine kafes yapan kuş gibi çırpınıyor, beynim uğulduyordu. Sesler büyüdü, kadınlığımdan sızan akıntının sesini, ağzıyla çıkardığı sesleri, yan tarafımızdan gelen odunların yanarken çıkardığı o çatırdayış sesi, zihnimden uzaklaşan düşüncelerin yer açtığı boşluğa doldu. Kalçam yukarı doğru havalandı, diğer elim postun tüylü kısmını avucuna alıp sıktı. Sesler büyümeye devam ediyordu; dışarda uçuşup düşen kar taneleri, sağa sola sallanan ağaçlar, rüzgârın dalların arasından uğuldayışı...

Başımı geriye attım, nefesim iniltilerle kesiliyordu. Dudakları, vücudumdaki bütün hisleri, canlı hücreleri toplayıp o noktaya dağıtıyordu. Vücudum iyiden iyiye gerilirken, Edim başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. "İyi gidiyorsun," dedi.

"Edim," diye fısıldadım. "Lütfen..."

Edim, yalvarışıma aldırmadan küstah bir ifadeyle, üzerime tırmanarak yüzünü yüzüme hizalayıp, "Bana yalvarıyorsun," dedi, sesi boğuktu. Nefeslerim normale dönemiyordu. "Sadece bana ihtiyacın varken, bütün ruhunu bana teslim edecek kadar muhtaçken, nasıl güzel göründüğünden haberin var mı?"

Ses tonu sanki çift karakterli biri gibi çift sesliydi, diğer ses içindeki şeytana aitti.

"Sana bu evin her köşesinde defalarca kez sahip olmak istiyorum." Sesindeki acımasız tını, içimde bir yerlere dokundu. "Hatta korkunu harekete geçiren en karanlık noktada bile," dediğinde, son cümlesi karanlık korkumu geride bırakacak bir hisse gebe bıraktı kalbimi.

Yavaşça aşağı doğru kayarak, yarım bıraktığı işe devam ederek dilini kadınlığımda hareket ettirdi, dokunuşları hızlandıkça nefesim de hızlanıyordu. Bacaklarım kısılıp titremeye başlarken, zamanın kanı üzerime düştü; tenimden akıp kadınlığıma doldu, o kandan efsanevi kızıl bir kuş dirildi. Bacaklarımın arasında nefes kesici bir uyarılma hissettim. O kuş şahlandı, parçalandı, bütün oldu. Kasıklarımdaki atan nabız beni öldürecekti. Kuş tekrar dirildi, parçalandı, bütün oldu.

Gözlerim sıkıca kapandı, ağzım açıldı. Geceyi yaran mağrur iniltilerim çoğaldı. Bacaklarım titrerken, saçlarına tutunup, "Edim!" diye haykırdım, kadınlığıma toplanan bütün canlılık cam gibi parçalanıp etrafa dağıldı, kuş yok oldu.

Derin derin nefes alıp verirken, vücudumun heyecanı henüz dinmiş değildi.

Edim'in dudaklarını alnımda hissedince, açmayı aklıma getiremediğim göz kapaklarımı araladım. Yüzümde nasıl bir ifade varsa, Edim, "İyi misin?" diye sormak zorunda kalmıştı.

Zihnimin üzerindeki sis perdesi yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Sesimi bulamadım, başımı evet anlamında sallamak zorunda kaldım.

"Lavin," diye fısıldadı kulağıma. "Beni terk etmeni istemiyorum."

Sakallı, yorgun yüzünü okşadım.

İçimden ona şefkat akıyordu.

"Terk edeceğim birinin bu kadar ileri gitmesine izin vermezdim."

Saat, 21.00

Yazar| ELİSYA ROYAL

Lavin'i anlamayı reddedip onu normal bir birey gibi yargılıyorsunuz, çünkü yargılamak çok kolay ama anlamaya çalışmak her zaman daha fazla zaman ve düşünme demektir. Lavin yarı yarıya normal bir birey değil.

Lavin Kutup, duygu ve davranış bozukluğu olan bir hap bağımlısı. İç dünyası o kadar karanlık ki saniyede milyonlarca parçaya ayrılabilir. Bazı genel durumlarda vermesi gereken tepkilerden daha farklı tepkiler vermesi bu yüzden doğal.

Her zaman lütfen, en fazla Lavin Kutup'u anlamaya çalışın. Anlaşılmaya herkesten daha fazla ihtiyacı var.

Her zaman dediğim gibi bir uyuşturucu bağımlısının dünyasından daha karanlık bir dünya yoktur.

Bölümü yıldızlamayı ve yorumlamayı unutmayın. 🕊

Kesit, duyuru, iletişim için;

instagram, elisyaroyal

twitter, ElisyaRoyal

Continue Reading

You'll Also Like

25.5M 906K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
1.7M 56.4K 24
"Zorla evlendik farkındasın değil mi?" dedim dehşetle. Umursamadı ve gözlerimin en derine bakıp, belimde olan eli belimi okşamaya başladı. "Evet kar...
3.1K 204 5
Son bir ayı kalmış olan Cenan ve ona ölümüne bağımlı olan Arif.
13.1K 1.1K 8
Nöbet kitabının devamıdır