Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 72.5K 100K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
2. Dalda Umut Var
3. Yüzme Bilmeyen Gemi
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
20. Yaşanacak Bir Şey
21. Mutlu Seneler
22. Tek Kişilik Vals
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
27. Terk Eden Anneler
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
33. Başımızda Uçan Kuşlar
34. Aşk Mahalli
35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
45. Eldivenler ve Yüzükler
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

8. Prenseslik Müessesesi

20.9K 1.7K 1.7K
By AnitaFelipova




2017-MART




Hayatımın en güzel akşamı Ozan'la yemek yediğim akşamdı. Daha önce hiç o kadar güzel bir yerde oturup yemek yemedim. Öyle yemekler de yemedim. Hiç "öyle" içki içmedim. Hiç canlı canlı şarkı söyleyen bir insanı, yani öyle sahnede, dinlemedim. Üstelik kadının sesi öylesine hayranlık veren bir sesti ki, başımı yastığa koyduğumda hâlâ onu duyuyordum. Öyle dedim Ozan'a uyumadan önce. Anlayamadı beni ama kulağımı gösterip "Şurada," dedim. "Şurada duruyor kadının sesi." Öyle demiş olmalıyım. Bu bir rüya olamaz öyle değil mi?

Daha önce hiç ağlayan erkek de görmedim. Ozan yanımda ağladığı zaman, onun annesini yitirmiş olmasına üzüldüğüm için gözyaşı dökmüş değilim. Hiç annemi kaybetmedim, bu duyguyu bilemem. Ama onun annesini özlemesine çok içerledim. Çünkü ben de annemi özlüyorum. Onun varlığının hayatım için ne ifade ettiğini bilmeden; onu sadece, yalnızca, en yalın haliyle özlüyorum. O yüzden Ozan'ı anladım. Onu anladığım zaman da, gözyaşım kendiliğinden düşüverdi, engel olamadım.

Hiç "öyle" dans eden insanlar görmedim, hiç tabak kıran insanlar görmediğim gibi. Çok fazla film izlemiş değilim ama izlediğim çoğu dizinin sevdiğim aşk sahnelerini düşününce, orada öylesine dans eden adam ve kadın bütün izlediğim dizi çiftlerinden daha "aşık" duruyordu. Belki rol yapmadıkları içindir bu. Belki de aşkı dans gibi bir kostümle sundukları içindir. Çünkü beden dili, insan dilinden daha keskin. Bir de insan dili kolayca yalan söyleyebiliyor, beden dili bu konuda çok yeteneksiz.

En önemlisi hiçbir erkeğin bana öyle sarılmasına izin vermedim. Hatta Ozan'ın bana sarılmasından daha garip olanı benim bundan rahatsız olmamamdı. Kendimi kötü hissetmedim, rahatsız olmadım, ayıp bir şey yaptığımı düşünmedim. Aksine bunu her gün yapıyormuşum gibi ona yasladım sırtımı. Birine yaslanmak fikri hoşuma bile gitti. Çünkü Bahar bir şeyleri tek başına yapmak için fazla cahil. Görgüsüz. Düşünmek bazen onu o kadar çok yoruyor ki, Bahar kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi içine kaçıyor. Onu arasam bulamıyorum. Bir şey sorsam cevap vermiyor, bilmiyor çünkü. Bahar olarak gidip Ozan'a sarılamam. Ama Ozan bana sarılırsa buna karşı koymam. Ozan gel dese gelirim, git dese giderim. Genel bir kaide olduğu için demiyorum. Öyle olmadı mı şimdiye dek? Peşimden koştu, tanıştık. Gel gezinelim dedi Maçka'ya gittik. Kahve içelim dedi, içtik. Şuraları gez dedi, çıktım gezdim. Evimden git dedi, gittim. Yurda geldi, aşağı in dedi, indim. Sahile gidelim dedi, gittik. Dışarı çıkalım dedi, çıktık. Sarıldı, karşılık verdim. Bende kal dedi, kaldım. Ozan ne dese yapıyorum. Yapmışım yani. Ozan'ın yerinde başkası olsa... Kim olacak ki? Naçizane bu hayatta Bahar'ın yanında duran kaç kişi olmuş? Ozan ve İbrahim. İbrahim bana o eteği al dedi ve aldım. O kadar. Kısaca birinin Bahar yerine karar vermesi, bilmediklerini cevaplaması, saçmalarsa onu susturması ve daha nicesi Bahar'ın işine geliyor, onu rahatlatıyor. Rahatlayan Bahar'a gelince...

Daha önce hiç o kadar gülmedim.

Bir şey daha var, ilk kez taksiye bindim. Bu kısmı çok iyi hatırlamıyorum. Oradan çıkışımız, Ozan'a bütün yükümle sarılıp kalmam, Ozan'ın beni taksiye oturtması, benimle beraber gülmesi, takside de yanıma oturup bir koltuğun sırtıymış gibi bana arka çıkması... Sarhoş değildim ama apayık bir kafam da yoktu. Bir şeyleri unutmuş değilim ama yalnızca çok güldüğümü hatırlamak işime geliyor. Kapıdan çıktığımızda bir akşamüzeri girdiğimiz acı kırmızı otelin, gece görüntüsüne baktığımı da hatırlıyorum. Ahşap panjurlu pencerelerden biri açıktı. İçeriden loş bir ışık yükseliyordu. Uçuşan bir perde vardı. O odada olmak istedim. Hatta Ozan'a bir gün o otelde turist gibi kalmak istediğimi de söyledim; Ozan "Tamam," dedi. "Kalırız." Halbuki neden beraber kalalım? Ama buna da güldüm. Gülme fukarasının teki olduğumdan, içimde sakladığım ne varsa döktüm gitti.

Taksiye bindiğimizde Ozan, şoföre "Beyoğlu'na," dedi. "Kuleye gidelim." Sonra bana bakıp "Bende kalır mısın bu gece?" dedi. "İçtin biraz gözümün önünde olsan daha iyi olur." Uslu bir çocuk gibi ona "Tamam," deyişim... İşte burası hayret verici. Kendi tasmanı taşımaktan bu kadar mı yoruldun Bahar? Biri ipini tutmak isteyince ne kolay bırakıveriyormuşsun onu...

Demek lisede biri gelip senle arkadaş olalım dese "hav hav" diyecekmişsin. Bir de kuyruğunu dik tutmakla övünürsün... Enseni okşayan yok diye mi bu tavır? Her neyse. Geceye dair eve girişim dahil pek bir şey yok aklımda. Ozan'ın kucağıma bıraktığı kıyafetlerle beni bir yatağa oturttuğunu da hatırlıyorum. "Çocukluk yatağım," dedi oturduğum yer için. Oraya kıvrıldım ve o kadın kulağımda şarkı söyledi. Film orada bitiyor. Sonrası aydınlık, güneş, gün ışığı...

Bir uyumuşum ki, öf! Sanırsınız günler boyu gözüme kürdan dikmişler, uyuyunca kıçıma iğne sokmuşlar... Öyle uykusuz kalmışım da, sonra bir yatak bulmuşum. On bire geliyordu Ozan beni uyandırdığında. Ben ömrümde hiç o saate kadar uyumadım. Bu da nur topu gibi bir ilk oldu benim için. Kalkışım da bir nazlıydı ki sormayın. Prenses misin be Bahar dedim kendime. Bu ne rahatlık. Akşam içki sofrasından kalk, taksiyle eve dön, biri seni yatırsın! Ne prenses şeyler ama, hiç Bahar'lık işler değil! Yalan değil, biraz şımardım. İstanbul sen mi büyüksün, ben mi diye bağırasım geldi.

Hatta Ozan o güleç yüzüyle bana bakıp "Başın ağrımıyor mu?" diye sorduğunda ben bunu gece içki içtiğim için soruyor sandım. Başım ağrımadığı için kendimce alkole dayanıklıyım havası atacaktım. Buna hazırlanırken "Ağrıması mı gerekiyor başımın?" dedim ve "Ama ağrımıyor demek ki alkole dayanıklıyım," diye devam ettim. Daha çok güldü. "Ben alkol için dememiştim, fazla uyuduğun için başın ağrıyor olabilir diyecektim."

Bir bozuldum, bir bozuldum. Üç kadeh rakı içmişim yoksa, o kadar rakı baş ağrıtmazmış... Gözümü yeniden yummak istedim ama Ozan öylece başımdan kalkıp gitmedi. "Rahat mıydı yatak?" dediğinde ona iki kolumu da uzatıp gerinerek cevap verdim. Adam bana haklı olarak güldü. Hani bir kahvaltımı yatağıma getir demediğim kaldı.

Üzerimdekiler Oğulcan'ın kıyafetleriymiş, Ozan'ın dilinden düşüremediği kardeşi. Etiketlerde 10-11 yaş yazısını görünce beni bir gülme aldı. Ama sonra aynada kendimi gördüm ve çocuk kıyafeti giymenin nesi komik dedim. Basbayağı erkek çocuk kıyafetleri giyiyordum. Eh be Bahar, sen büyüyüp etek alsan, saçını açsan kaç yazar?

Kırmızı kapılı evin koridoruna bir daha adım attığımda, gecekini pek hatırlamıyorum, bu kez gündüzdü ve ben evin görmediğim cephesindeydim. Ozan'ın odası... Biliyor musunuz, pencerede ince bir perde vardı ve oda denize bakıyordu. Şaka değil, deniz görüyordu. Ozan'a seslenmişim farkında olmadan. Delirmiş olmalıyım. "Deniz görünüyor," dediğimde şaşırdı. "Ön taraf kuleyi, arka taraf denizi mi görüyor?" dedim sonra. Ne olduğunu anlayamadı. Pencere pervazında yarılanmış mumlar vardı, tarçın gibi kokuyorlardı.

Ne hissettiğimi anlatmayı becerebilir miydim, sanmam. Denesem Ozan beni anlar mıydı? Denemedim, haliyle Ozan beni anlamadı. Koridora gelince, bir yarısı, benim ilk kez adım attığım kısmın duvarı boyluca ince siyah çerçevelerle doluydu. Kimi siyah beyaz, kimiyse renkli bir sürü fotoğraf vardı duvarda. Bunların bir kısmı eskiydi. Ozan ve onun bebekliğine, anne babasının düğününe ait olanlar; annesinin gençliği, aile büyükleri, Oğulcan'ın doğduğu gün çekilenler, bebek Ozan, çocuk Ozan... Küçükken Ozan'ın üstü açık kırmızı bir Mercedes'i varmış sokaklarda sürdüğü. Havuzlu bir villa bahçesinde arabasıyla poz vermiş, ağzındaki dişler eksik, saçları sarıymış çocukken, çok güldüm o fotoğrafa.

Bir sürü fotoğraf... Başlarında ne çok oyalandıysam Ozan yanıma gelip "Sen acıkmadın mı?" dedi bana. Sonra yanımda durdu sessizce. Benle beraber baktı fotoğraflarına. Annesi gerçekten güzel bir kadınmış. Yoldan geçse, birkaç kez dönüp bakılacak bir kadın. Kocaman gözleri var bir kere. Saçlarının benimkilerle uzaktan yakından ilgisi yok. Simsiyah saçları öyle kabarık kabarık durmuyor. Kaşları da benimkiler gibi yoluk yoluk değil, biçimli kaşlardan bahsediyorum; yay gibi. Annelerimiz benzer yaşlarda olabilir. Annemin de eskiden, genç kızlığından kalma bir fotoğrafı var. Köyün girişinde çekilmiş. Fotoğraf çekileceğim diye boynuna mavi boncuklar takmış. Kucağında bir bebek; abim. Annemin başka fotoğrafı yok. Benimse hiç bebeklik fotoğrafım yok, bir tane bile. Bildiğim ilk fotoğrafım ilkokulda sınıfça çekilen bir fotoğraf. Saçım orada da örgülü. Bazen diyorum kendime. Sen gerçekten silik bir hayatsın Bahar. Ölürken arkanda adamakıllı bir fotoğraf bile bırakmayacaksın... Sonra kızıyorum bir şeylere. Ben böyle olsun istemiyorum. Yırtarım öyle kaderin sayfasını... Ben görmezden gelindiğim bir hayat değil, aksine insanların parmakla gösterdikleri bir hayat istiyorum. Tabii hep içimden diyorum bunları. Hep.

Bir fotoğraf var o duvarda. Ozan'ın annesiyle babası, Paris'teler. O kuleyi almışlar arkalarına, babası annesini öpüyor. "Balayındalarmış," dedi Ozan. Hemen yanında da Ozan'ın boynunda fotoğraf makinesiyle aynı yerde fotoğrafı var. Şimdikinden daha zayıf duruyor orada ama çok eski olmasa gerek fotoğraf. Kulağında bir küpe. Bedeni daha zayıf ama biraz üçgeni de andırıyor. Oktay gibi diyeyim daha doğrusu, belli ki o zamanlar Oktay gibi spor yapıyormuş. Elim fotoğrafa uzanınca "Gittikleri her yere gittim," dedi. "Siz misiniz beni götürmeyen, her yeri tek başıma gezdim ben de." Çok gülüyor Ozan, eşlik ediyorum galiba farkında olmadan.

"Annem güzel kadın ama değil mi?" dedi sonra. "Güzel ama babana haksızlık etmişsin," dedim. Çünkü babası söylediği gibi annesinin yanında sönük kalan bir adam değildi. Aslına bakarsanız Ozan, babasına epeyce beziyordu. Bu kıyaslama için bol bol baktım Ozan'ın yüzüne. Hatta galiba Ozan'ın yüzüne ilk kez bu kadar detaylı bakmıştım. Güzel bir yüzü var. Çoğunlukla temiz. Nadiren kirli sakalla görüyorum onu kütüphanede. Saç renklerimiz benziyor gibi. Belki benden biraz daha kahverengidir Ozan, bilemiyorum. Başat farkımız gülmek. O çok gülüyor, mutlu bir adam, gülmek ona gerçekten yakışıyor. Bense hemen hemen hiç gülmüyorum. Gülünecek ne var ki?

"Babana benziyorsun," dedim sonra. Başka bir fotoğrafa uzandı eli. "Peki ya Oğulcan?" dedi. "Bana benziyor mu?" İki adım sağa atıp Ozan'ın Oğulcan'ı omuzlarına oturttuğu bir fotoğrafa baktım. İkisinde de Beşiktaş forması vardı, pençe gösteriyorlardı. Yüzlerine baktım ama Oğulcan sapsarı bir çocuk, Ozan'ın küçüklüğünden bile daha sarı, biraz da tombul. Başımı iki yana salladım. Yüzünü mahsus buruşturup "Biliyorum o benden daha yakışıklı," dedi ve "Hadi," diyerek beni mutfağa çekti.

Mükellef bir kahvaltı sofrasını terasa kurduk. Ama nasıl güzeldi hava ve nasıl güzel sofraydı o. Bir de yalan değil, Ozan maharetliydi. Buna biraz şaşırmıştım. Neden deseniz cevap veremem. Bizim orda erkekler mutfağa girmediği için olabilir şaşkınlığım. Ben uyanana kadar bir sürü şey hazırlamıştı. Hazırlamıştı diyorum çünkü dört çeşit peynirin bir kesme tahtasının üzerine, gelişi güzel konulması bile değişik bir usuldü. Üstüne çörek otu ve kuru üzüm serpilmişti. Kuru üzümler İbo'ların mahsulüymüş. Ceviz, badem ve kuru kayısı da vardı aynı yerde. Brokoliyle tavadan taşan bir omlet de yapmıştı ki, ben en çok ona şaşırmıştım. Tırtıklı bıçakla kestiği domates ve salatalıkları tabağa dizişi bile şekilli şüküllüydü. Sivri biberi yokmuş da kapya biberleri dikine kesmiş, julyen doğramaymış bu, öyle dedi Ozan. Sonra domates kabuğundan gül yapmayı gösterdi bana. Bu neye yarıyor dediğimde, şöyle bir yüzüme baktı. "Süs, süslüyoruz tabağı," dedi. "Göze güzel gelmeli baktığım tabak. Karnımdan önce gözüm doymalı." Önemli bir şey öğrenmişim gibi başımı salladım. "Demek ki Oktaygiller için bizim evdeki gibi domatesi haşır huşur parçalara ayırmak yetmiyor, tamam mı Bahar?" dedim. Bahar da bana "Tamam," dedi.

Soslanmış patates kızartması öyle güzel kokuyordu ki, sordum ama Ozan bana püf noktalarını vermedi. Kesin bir baharatı var bu işin, bilmiyorum, Ozan da sağ olsun kendine sakladı bunu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de pancake diye tutturdu. Tamam, ben ona daha önce pancake yemediğimi söyledim ama bunca şey varken bir de ona ne gerek vardı? İbo'yla kendisinin çok iştahlı olduğunu söyledi üstüne. Sonra buzdolabında her ne arıyorsa bulamadı ve telefonla birini arayıp çilek, kivi ve ananas sipariş etti. Bir yaşıma daha girdim. Sabah sabah. Martın ortasında. Bir de ayağımıza gelecekti ha? Vay be.

İstediklerini on dakika sonra bir çocuk eve getirdi, çocuk Ozan'ı da tanıyordu, hatta çocuğa sınavları sordu Ozan, çocuk güldü, "Kimya olmuyor abi," dedi. Ozan ona "Sınavdan önce gel, beraber çalışalım," dedi. Çocuk gidince de "Esnafı tanıyorum," dedi şaşkın suratıma bakarak. "Mahallenin turisti değil yerlisiyim."

"Bence bu da çok lüks bir şey," dedim "Yapma ama, artık bir tıkla eve getiriyorlar zaten her şeyi," dedi. "Evet, bizim köye düşünce gücüyle bile geliyorlar," demek isteyip sustum.

Ozan dolaptan çıkardığı muzu, çilek ve kivi dilimleriyle harman ederken durup düşündüm. Dedim ki Bahar sen erken kalkıp kahvaltı hazırlasaydın ne yapardın? Domates ve salatalığı karıştırırdım. Biber de varsa, mis. Yumurta kaynatır ve zeytin çıkarırdım. Peynir de elbette. Bal, hah! İşte sofrayı süsleyeceksem bunu balla yapardım. Kaymak! Nazlı'nın sütünden yapılmış olacak bir de! Bakın bu bir bayram sofrası olurdu ama İstanbul'da ne işi var Nazlı'nın sütünün?

Ozan da içimi okumuş gibi pekmezin yanına bir tabak da bal çıkardı. Dayanamayıp "Kaymak var mı?" dedim. Demez olaydım. Tuttu onu da istedi aynı çocuktan. Ne diller döktüm de vazgeçmedi. Oysa Nazlı'nın kaymağı mı gelecekti sanki? Neyse, ben Şavşat'tan pekmezle beraber kaymak da borçlandım Ozan'a.

Tabii İbrahim'i de çağırdık kahvaltıya. Hatta Ozan daldızla bal akıtırken aradı onu. Sesi hoparlöre verdi. İbrahim yan çizince bana seslendi, bak Bahar da burada, gelmezsen ayıp olur dedi ama İbrahim yarı uyur sesiyle dershanenin olmadığı hafta sonunu uyuyarak geçirmek istediğini söyledi ve ekledi. "Akşama gelirim." Böylece benim tüm günü orada geçireceğim benden hariç kararlaştırılmış oldu. Bir de telefonu kapatmadan önce Ozan'ı tembihledi İbrahim. "Oktay arar da akşam dışarı çıkarsan yarın sabah geç kalınca ağlamak yok..." Bir kelime Ozan'la beni göz göze getirdi. Ozan bir şey demeden kapattı telefonu.

Terasta, yani Galata Kulesinin huzurunda kahvaltı yapmak, üzerimdeki erkek çocuğu kıyafetleriyle bile kendimi prenses sanma heyecanıma engel olamadı. Üstelik Aşık ve Narin'in sesi de hep kulağımızdaydı. Bu bana Şavşat'ın sadece doğa seslerini duyuyormuşum gibi hissettirdi. -İnsanlarını değil.- Görüntü İstanbul, ses Şavşat. Harikaydı. Kuşlar salonda öylece başı boş geziyor ama kapı açık olmasına rağmen dışarı çıkmıyorlardı. Ozan da kaçarlar diye hiç panik olmadı. "Evleri burası, nereye gideceklerr?" dedi hep. Hatta ona göre deliler gibi uçuşmaları flörtleşmeymiş. Baksam taktik öğrenir miyim diye bile düşündüm. Kuş kadar aklım olduğundan...

O küçük masaya kurduğumuz kocaman sofrada, yiyecek tek bir şey kalmayana kadar oturduk. Muzları hep ben yedim. Ananas daha önce hiç yememiştim. Bir süre ondan uzak durdum ama sonra bir hoşuma gitti ki... Ozan daha önce yemememe şaşırdı. Kendisi çok severmiş. Engel olmasam daha söylerdi de, hayvanlık yapma dedim kendime. Karnım zaten davul gibi olmuştu. Bir de sinsi sinsi plan yaptım, yurda giderken bir yerlerden ananas alacaktım.

Kim bilir kaç saat oturduk orada... Önceki günden beri hiç saate bakmamıştım ki. En uzun kahvaltım kesinlikle oydu. Ben de çok yedim ama Ozan'a hayret etmedim değil. Maşallah dedim iştahına, güldü. "Eskiden daha dikkat ederdim yediklerime," deyince de "Belli," dedim. "Duvardaki fotoğraflarında daha zayıfmışsın."

"Öyleydi" ya da "geçti o günler" gibi bir hareket yaptı. "Her hafta sonu en az yirmi otuz kilometre yol yürür, vücut ağırlığıyla çalışırdım. Arada salona da gidiyordum," dedi. O kadar yürümesine şaşırdığımı görünce devam etti.

"Hafta içi, hafta sonu için yurtdışına bir bilet alırdım. Bazen arkadaşlarla bazen yalnız. Sırt çantalarım ama öyle okul çantalarını demiyorum, yirmi ve elli litre çantalarım vardı, gittiğim ülkeye göre sırtlıyordum, hep kapının yanında hazır dururlardı. Demirbaşlar hep içinde. Fotoğraf makinem ve şarj cihazlarım en önemli demirbaşlardı. Onları kapıp çıkardım cumadan. Pazartesi derslerini hiç sevmezdim. Sabah uçaktan inip okula koşmak zorunda kalırdım. İkinci sınıfta pazartesi sabah dersim yoktu. En güzel senemdi herhalde. Daha uzak yolculuklar için senenin bütün tatillerini planlardım. O sene yetmiş mühür yedi pasaportum, acayip mutluydum. Jübile oldu zaten o yıl."

"Her hafta sonu?" dedim hayretle.

Gülerek başını salladı. "Her hafta sonu. Dedim ya resmi ve dini bayramlar ayrı, sömestr, yılbaşı ve elbette yaz apayrı... Kilo almam imkansızdı. Hatta alkol olmasa çok daha zayıf olurdum da o şişiriyordu biraz. Ha bir iki kere hafta sonunu İstanbul dışında da geçirdim. Fotoğrafçılık kulübünün gezileri oluyordu."

"Fotoğraf çekmek," dedim eskiden, İskeçelinin hesabını ilk ziyaret ettiğim zamanlardan kalma bir merakla. "Fotoğraf çekme hevesin nereden geliyor? Ben eskiden tıp okuduğunu bilmiyordum. Yani sayfanda çok gezdim, çok baktım fotoğraflarına, çok da sevdim. Zaten senin hesabına girdiğimde hiç gitmediğim yerlere gitmiş kadar oluyordum."

Yamuldu ağzı. Belki dalga geçecekti ama bu kez umursamamıştım. Daha ne kadar rezil olacaktım ki? Olan olmuştu...

"Fotoğraflara hep düşkündüm. Aslında anılara düşkünüm ben. Anılara yolculuk etmenin en güzel yolu fotoğraflar. Ve bazı anların tekrarı asla olmuyor. Onları yakalamayı seviyorum. İlk senemde kulübün bir afişini görmüştüm. Bursa'ya bir gezi düzenliyorlardı, Karacabey tarafında, doğa fotoğrafı çekilecekti. Katıldım. Şansımıza sığırcık sürüsüne denk geldik. Bahar ömrümde öyle bir manzarayı bir daha görür müyüm, sanmam. Enfes bir şey."

"Sığırcık ne?" dedim.

"Kuş," dedi. "Ömrümde gördüğüm en güzel şeylerden biriydi o. Yüzlerce, hatta binlerce kuş aynı anda gökyüzünde dans etti Bahar. Dur bak..." Yerinden hevesle kalktı, elmalı bir bilgisayar getirdi. Bir sürü klasör içinden birini açtı. Gerçekten de günbatımında ahenkle dans eden alacalı kuşlar belki yüzlerce, belki de binlerceydi. Ama çok mu etkilendin derseniz, hayır derim. Etkileyici olan Ozan'ın anlatma arzusuydu. Bir sürü fotoğraf gösterdi bana. Hesabındakilerden başka. Masayı bir kenara itmiş, sandalyelerimizi yan yana çekmiştik. O anlattı, ben dinledim. Dinlerken kollarımı korkuluğa, başımı da kollarıma yasladım. Ona dönüktü yüzüm. Ozan kucağında bilgisayarla, öyle neşeli konuşuyordu ki; sonsuza kadar onu dinleyebilirdim. Anlatacak tek kelimem yoktu onun yanında. Ama dinlemek istediğim koca bir dünya vardı.

Ben bunu düşünürken o durdu ve "Sıktım mı?" dedi. "Uykun mu geldi, ütüledim mi başını?"

"Uykum gelmedi. Hatta uyanık olduğumu da düşünmüyorum. Galiba dün akşamüstü uyuyakaldım. Rüyamda prenses oldum. Çok güzel bir yerde yemek yedim, birileri benim için dans gösterisi falan yaptı. Özel arabamla harika bir eve bırakıldım. Odam deniz görüyordu... Ben de farkında değilmişim ama olsun. Prenseslik böyle bir şey. Sonra sabah kahvaltı ettirilmek üzere uyandırıldım. Sofrada bir Nazlı'nın kaymağı eksikti. Tabaklar bile süslenmişti, düşün. Sonra, sonra... Ha mükemmel bir manzara var karşımda. Bir de biri var, bana dünyanın bilmediğim yerlerinden bahsediyor. Kısacası Ozan, ben zaten uyuyorum ve hiç uyanasım yok."

Ben konuştukça Ozan güldü. Sonra kucağındaki bilgisayarı masaya itip tıpkı benim gibi yaslandı korkuluğa. "Peki Şavşat Prensesi Bahar! Rüya görmediğini sana nasıl anlatabilirim?"

"O olamaz. Baksana, sen de prenses dedin bana."

"O zaman şöyle olsun. Kalkıp birer yeşil çay yapabilirsin bize. Manzara karşısında yeşil çay içmiş oluruz. Eh prensesler mutfağa girmeyeceğine göre, uyumadığına emin olursun herhalde."

Gülüyorduk ama şöyle bir üzerime bakıp "Aslında kıyafetlerim de beni ikna etmeli," dedim mutfağa giderken. Ayağımda kırk dört numara terliklerim de vardı. Bu yüzden koşmakta zorlandım ama bir işe yaramak için keyifle mutfağa girdim. Yurtta bile lütfederek girerdim mutfağa ama "ev" başkaydı. Kendi evim olmasa bile başkaydı. Yaptığım şey sadece su ısıtıp içine iki poşet sallamak oldu. Ozan da peşimden geldi mutfağa. Keyifli bir ıslık vardı dilinde. "Akşamki şarkı mı o?" dediğimde hemen sağ kolunu havaya kaldırdı. Sol eli bana uzandı. Ne yapmaya çalıştığını anlayana kadar elimi kolumu ona teslim ettim. Baktım ki benimle dans etmeye çalışıyor, işte o zaman elim ayağım birbirine dolandı, sesim yükseldi, olmaz dedim, hayır dedim, mümkün değil dedim. Nasılsa sarıldık. Nasılsa onun kollarında sağa sola yalpalandım. Saçım kolunun altına sıkıştı, canım bile acıdı. Önceki akşam değil ama o an ona sarıldığımın ayırdına vardım, önceki akşam değil ama o an utandım. Çektim kollarımı.

"Canın dans etmek istiyorsa yanlış kapıdasın," dedim. "Yok, benim yer yön duygum iyidir, asla şaşırmam," dedi.

"Her şeyin bir ilki vardır," dedim. "Evet, ilk dans için harika bir partner olurum, ayaklarımı ezebilirsin, gıkımı çıkarmam," dedi.

Hem utandım hem güldüm ama taviz vermedim.

"Dans etmek istiyorsan akşam Oktaylarla olmalısın. Çiğdem ya da Melis dans konusunda gerçekten iyi. Biz de İboyla top yuvarlarız," dedim. Ağzı yamuldu, ellerini eşofmanının ceplerine sokup mutfak tezgahına yaslandı. Ben hâlâ kupa bardaklarda çay sallıyordum. Onun sessizliği üzerine başımı kaldırıp yüzüne baktım. "Ne o, benim yanımda top yuvarlamaya korkuyor musun?" dedi.

"Yoo," dedim. Bir Bahar ne kadar cool olabilirse o kadar cool oldum. "Benim sana daha fazla rezil olabileceğim bir şey kalmadı bence. Şimdi artık sen düşün," dedim. İçimden de alkışladım kendimi. Bu ne cesaret be Bahar! Hoşt be Bahar! Hoşt!

"Şu mesele..." dedi sonra Ozan.

"Unutmuştuk," diye atıldım. Ne diyeceğini tahmin etmek hiç zor değildi.

"O sihirli kelimeyi unuttuk tamam da... Yine de bir anlatsana tam olarak seni etkileyen şey neydi, merak ediyorum." Oktay kelimesini ağzımıza almadan onun etrafında geziyorduk. Bu benim hoşuma gitmeyecek bir şey değildi ama Ozan'la yapmak istediğim bir şey de değil.

Aslında onu terslemem, biraz sert çıkmam icap ederdi. Acaba Ozan'ı bir gün ciddi ciddi tersleyebilir miyim? Herhangi birine de bunu yapmış değilim ama Ozan'a karşı çıkmak daha üst seviye bir şey gibi geliyor bana. Karşı çıkmak derken, ona gerçekten kızmaktan bahsediyorum. Yoksa biz tersleşe tersleşe anlaşıyoruz zaten.

"Yanlış anlama, asla dalga geçmek gibi bir niyetim yok. Anlamak istiyorum seni. Bir kere bile konuşmadığı, sohbet etmediği bir insan nasıl bu kadar iz bırakır ki birinde? Hayranlık mı bu? Tipi çok düzgün gibi bir şey mi? Aşk mı?"

Sustum. Cevap vermek istemediğimden değil. Ne diyeceğimi gerçekten ama gerçekten bilmediğimden. Anlatamam ki. O da anlayamaz. Anlaşılmak gibi bir isteğim de yok. Keşke bilmeseydi hatta. Başımı kaldırdığımda "Çayı da yaptım ama yurda gitsem daha iyi olacak," dedim. "Akşama daha çok var. Bir duş alayım bir de İngilizce ödevim vardı, yarına kalmasın. İbrahim'le de sonra görüşürüz."

Önüme geçti. "Bir daha bu evden öyle bozuk bozuk çıkabileceğini mi sanıyorsun? Çayları alıp tahtınıza geçiniz prensesim; az sonra ben de yanınıza geliyorum."

Bardakları elime tutuşturdu, mutfaktan çıktı, neşesi yerindeydi. Ben de terasa döndüm. Aşık ve Narin kafesin üzerinde öylece dip dibe oturuyordu. Kahvaltı soframız hâlâ duruyordu. Ben kalktığım sandalyeye oturup kollarımı aynı şekle getirdim, yaslandığım yerden kule dibini seyrediyordum. Güneşli bir Pazar gününü değerlendiriyordu insanlar.

Sonra bir şey oldu. Hani bir böcek uçarken yanlışlıkla kafama çarptı gibi bir şey. Elimi başıma götürdüğümde, Ozan'ın kafama bir şey koymaya çalıştığını anladım. "N'oluyor?" dediğimde "Taç kargoda kalmış, bunu geçici olarak gönderdi komite," dedi Ozan. Başıma yerleştirmeye çalıştığı şey; üç gazlı bezin örülüp birbirine bağlanmasıyla oluşan bir halkadan ibaretti. İki yanına maydanoz yaprakları tutturmuştu. "Evde hiç çiçek yokmuş," dedi sonra telaşla.

Bense tüm saflığımla "Ne bu?" dedim. "Prenses tacı," dedi.

"Olmamış mı, ne olduğu bile anlaşılmıyor mu?" diye ekledi sonra. Neredeyse ağlayacaktım. Nasıl zor tuttum kendimi... Dost canlısı bir insan değilim. Kötü değilim ama çok iyi bir insan da sayılmam. Aslında ben hiçbir şeyim. Ve Ozan gibi birinin bana önce cumartesi gecesini, sonra anılarını, çocukluk yatağını, Pazar gününü, sofrasını, sonra da elleriyle yaptığı bir tacı vermesi... Gel de inan rüya görmediğine. Gel de inan gerçek oluşuna.

"Tamam ben onu sonra geliştireceğim. Zaten giderken sana vermem. Ancak bu evin sınırları içinde takarsın."

Şekilsiz tacımı bu kez kendi ellerimle başıma kondurdum. Sonra korkuluğa yaslanıp yüzümü tamamen Ozan'a çevirdim. Artık kuleyi değil Ozan'ı seyrediyordum.

"Hayatındaki insanlar, baban, kardeşin ama en çok da arkadaşların... Ne kadar şanslılar," dedim. "Kıskanıyor insan."

O da benim gibi dayadı kollarını, bana baktı ama onun bütün dişleri görünüyordu. Sırıtıyordu, halinden hoşnut.

"İbo şimdi burada olsa; ulan gene beleşten övüldün ha derdi."

"Beleş değil ki."

"Boş beleş," dedi Ozan. "Hatta şöyle derdi. Ulan işin gücün gösteriş ha! Çulla çaputla gönül bağlıyon!"

"Ben de ona kızardım. Koskoca prenses tacıma neden çul çaput diyorsun ki derdim! Hem sen gösteriş yapan biri değilsin ki!"

"Değil miyim?" dedi aynı sırıtışla. Biraz düşündüm. Ozan gösteriş yapan biri miydi? Özellikle böyle bir çabası yoktu. Yok gibiydi yani. Ama ona gösterişsiz demek doğru olur muydu? Olmazdı. "İskeçeli oley!" sesleri bir marş gibi yankılandı kulaklarımda, duydum. Bir kere domatesleri bile süslüydü Ozan'ın, güldüm.

"Gösterişsiz diyemem. Ama gösteriş yapan biri de diyemem."

"Eski Ozan'ı bilmiyorsun," dedi bana. "Eskiden kabına sığmayan, her gün heves değiştiren, yaşamın sırrının eğlenmek olduğunu zanneden biriydim. Arabam bile bir kilometre öteden ben buradayım diye bağırırdı."

"Araban mı vardı?" diye girdim araya. Halbuki güzel güzel kendinden bahsediyor adam. En saçma detaya ne diye burnumu sokuyorsam...

Ensesini kaşıdı cevap verirken. "E vardı," dedi. "Seçerken elimi hiç korkak alıştırmamıştım. Geçen gün bir otomobil dergisinde gördüm, hâlâ Mercedes'in en iyi serisi olarak geçiyor adı."

"A biliyorum dedim, hevesle." Şaşırdı. "Koridorda gördüm. Küçüklüğündeki kırmızı Mercedes!"

Belki de gördüğüm en saf, en güzel gülüşüydü o. "Tam üstüne bastın," dedi. "Annemden geçmiş olabilir bu kaliteli zevkler. Gerçi babam da iyidir bu konuda... Yani şimdi gösterişli miyim değil miyim bilmem de, bir zamanlar o arabayı almak için Bodrum'daki evlerden birini sattırdığım doğru. Şimdi düşününce ne büyük saçmalık diyorum. Ne gereksiz şey... Hoş, eski Ozan'ın yaptığı çoğu şeyi tasvip etmiyorum ben. Demek ki zaman insanı değiştiriyor."

Tutamadım çenemi. "Para," deyiverdim. "Zamandan ziyade sahip olduğun paranın miktarı değiştiriyor bir şeyleri. Yoksa şimdi de çok paran olsa almayacak mısın o arabayı?"

Bozulacak mı diye yüzüne baktım ama renk vermedi Ozan. "Elbette," dedi önce. "Elbette para çok şeyi değiştiriyor ama benim kastettiğim bu değildi. Eskiden daha pervasızdım. Maddi konularda değil, her konuda. Çok sigara içerdim. Çok fazla sevgili değiştirirdim, çok fazla ve çok gereksiz insan sokardım hayatıma. Beni eve bağlayacak herhangi bir şeye tahammülüm yoktu. Öyle kuş falan beslemek, nerde... Şimdi eve geç kalsam Aşık ve Narin'in suları bitmiş midir diye düşünüyorum. Hiç olmazsa onları bensiz bıraktım diye rahatsız oluyorum. Ha bak mesela zamanım az bahanesine sığınıp Oğulcan'a da çok zaman ayırmazdım. Ne eşeklik zamanlarımmış!"

Bir sürü şey söyledi Ozan ama ben bir yerde kaldım. "Sevgilin oldu mu hiç?" dediğimde tekledi. Elbette olmuştur. Herkes ben mi ama... Toparladım neyse ki. "Yani çok demene şaşırdım," diye devam edince elini kaldırıp "Oho," dedi. "Her hafta sonu bir sevgili demekti zaten. Her ülke, her şehir... Her fotoğraf... Öyle yaşandığı yerde de bırakmamışım hiç. Dönünce de yazışmışım herkesle. Gerekli gereksiz... Şimdi lan ne çok zamanın varmış çöp ettiğin diyorum."

O kadar çok şaşırdım ki buna. Hayır, ne bekliyorsam ya da neye şaşırıyorsam... Gerçi Ozan'ın tam olarak ne demek istediğini anlayamadım. Yazışmışım dediği zaman bizim de böyle tanıştığımızı fark ettim. Her hafta sonu bir sevgili demek dedi ya, orayı hiç anlamadım. Ne yani gidiyor, gittiği yerde biriyle tanışıyor, ne bileyim geziyor, tozuyorlar, pat diye sevgili mi oluyorlar ve kırk sekiz saat sonra da ayrı mı düşüyorlar? Garip değil mi?

"Biz de yazışmıştık. Benim için de x zaman sonra yav kıymetli vaktimi nasıl da çöp yapmışım der misin acaba? Bence dersin." Kesin diyecek, diye bağırışlar vardı içimde. Paniklemem bundandı.

O ise alnını koluna dayadı kısa bir süre. Kıs kıs güldü ve sonra başını kaldırdı. "Öyle bir şey olması için, bizim dün gece tanışıp sabaha kadar sevişmemiz ve bu sabah aynı yatakta çırılçıplak uyanmamız lazımdı. Sonra bir süre bunu rutine bağlardık ve nihayetinde kısa sürede yaşanacak ne varsa tüketip birbirimize kapıyı gösterirdik. Zaman çöplüğüm bunlarla dolu ama inan bu konunun bizle hiç ilgisi yok."

"Sevişmek" kelimesini ilk kez kanlı canlı duydum. Bu bile yüzümü yeterince kızartmıştır eminim. Dilim damağım kurudu. Bir insanın günün orta yerinde öylece "sevişmekten" bahsetmesi o kadar sıra dışı bir şeydi ki... Ve ayıp ve günah ve kötü olan her şey işte! "Tuvalet," diyebildim anca.

Bir bahaneyle oradan öylece kalktıysam sebebi altından kalkamayacağım o kelimedir.



*



"İki grup top var. Şu beyaz topa vurarak herkes kendi topunu deliklerden sokmaya çalışıyor. Ama siyah topu finale saklıyoruz. Yani kendimize ait topları bitirince sıra siyah topa geliyor. Ha eğer kendi toplarını değil de benimkileri deliklere sokarsan sayı bana yazılıyor ve sıra bana geçiyor. Yok beyaz topu deliğe sokarsan sıra yine bana geçiyor. Sıra sıra oynuyoruz yani."

"Siyah top girerse deliğe, o zaman ne olacak?"

"O en güzeli," dedi Ozan siyah topu yeşil zeminden alıp havada bir tur döndürürken. "Oyun bitiyor, rakip kazanmış oluyor." Topu diğer eliyle yakalayıp "Var mı başka sorun yoksa gözün yeterince korktu mu?"

Bahar derin bir nefes aldı, bir kaşı havadaydı. Belki kendisi bilincinde değildi ama matematik sorularını çözerken de böyle olurdu yüzü. İfadesizleşir ve bir kaşı havaya kalkardı. Problemi anlama suratıydı bu. Ozan ise kaygısızca devam etti. "Ha ama siyah topa atış yapmadan önce hangi deliğe sokacağımızı da söylüyoruz. Karambole olmuyor yani. Söylediğin delikten başkasına sokarsan da rakip kazanıyor. Yani ben. Eğer sıkılırsan, oyun bitsin istersen siyahı deliğe göndermen yeterli."

Sırıttı kıza bakarak. Bahar'ın yüzü hâlâ aynıydı.

"Ömründe ilk kez bilardo masası gören bir insanla bu oyunu oynadığında... Kazanacağın çok belli değil mi? Yani niye sırıtıyorsun ki? Beni yeneceğin besbelli."

Damaklarını içine gömüp birbirine bastırdı Ozan. Istakalardan birini duvardaki mandaldan çıkardı, Bahar'a yanaştı. Ama öyle yanında değil, dibinde durdu ve "Yeni bir şey öğrenmeye karşı hevesin olmadığı için mi yoksa yenileceğini bildiğin için mi yüzün böyle?"

Bahar'ın karşı biraz daha havaya kalktı. "Ne var yüzümde?" dedi Ozan'a yan gözle bakarak.

"Huysuzluk," dedi Ozan.

Bahar'sa derin bir iç çekti. "Geçen gün İbrahim, bugün de sen... Zavallı bir tırtılla oynayan kediler gibisiniz. Ne diyeyim ki? Ben öğrenene kadar orantısız galibiyetin tadını çıkarın."

Ozan'ın gülüşü daha da büyüdü. "Estağfurullah," dedi masanın kısa kenarına yanaşıp Bahar'ın ıstakasını da mandaldan çekerken. "Belki kedi sensin burada. Belki zavallı olan benim. Belki harcayacaksın beni ilk turda. Neticede bilardo bir geometri oyunudur. Bütün işimiz açı hesaplamalarından ibaret.

Ozan masanın açılış alanında durup "Birkaç deneme vuruşu yap istersen. Ben bu akşam buradan yenilerek ayrılacağımı düşünüyorum." Bir eliyle Bahar'ın ıstakasına yaslanmıştı, kızın gelip onu almasını bekliyordu.

Aslında İbrahim ile Beyoğlu'nda buluşup bowling oynamaya gideceklerdi. Planları buydu ama öğleden sonra yatağından fazla uyumanın verdiği baş ağrısıyla çıkabilen İbrahim'i ayaklarına getirmek kolay olmamıştı. Bu yüzden onu beklerken oynamak istedikleri toplar Ozan'ın zihninde yuvarlanmış, yuvarlanmış ve sonunda boyut değiştirerek labutları değil delikleri hedef seçmişti. Bahar, girdikleri binanın üçüncü katında kendilerini sıra sıra dizilmiş yeşil masaların beklediğini de bilmiyordu. Gördüğünde "Ne bu?" demişti. "Bizim geçen gün oynadığımız bowling böyle değildi."

Hava marttan beklenmeyecek kadar sıcak ama ilkbahara yakışan güzellikteydi. Gök yüzü mavi, bulutlar bir çocuk resminden fırlamış gibi beyaz, güneş ışıklarını yer yüzüne gönderirken korkusuzdu. İnsan ister istemez güneşin kendisini hiç terk etmeyeceğini düşünüyor, üzerinde bedenine yük edecek bütün kıyafetlerden arınmak istiyordu. O yüzden bir çocuk tişörtüyle Ozan'ın sarı beyaz çizgili şezlonguna uzanan Bahar, başındaki tacı çıkarmadan mavi gökyüzüne bakarak mutlulukla gülümsemişti. Dişlerini kendine saklasa bile zihninden geçenlerin yüzüne bıraktığı gülümsemeyi gök yüzünden saklayamamıştı.

Bunun üzerine kızın yanındaki şezlongta, güneş gözlükleriyle yatan Ozan dayanamayıp sormuştu. Kahvaltı masası henüz toplanmış, balkon eski haline getirilmiş, bardaklara sütlü kahveler konmuştu. Bahar anbean daha çok gülümserken "Ne o?" demişti adam. "Ne düşünüyorsun da böyle gülüyorsun?"

Paylaşmaya dünden hazır gibi cevap vermişti Bahar. "Geçen sene bu sıralar kafam o kadar karışıktı ve o kadar mutsuzdum ki... Sınavdan değil sınavdan sonrasından korkuyordum. Ders dışı bir etkinliğim de yoktu. Çok nadir, bizim tarlaların arkasındaki bayıra giderdim. Evden çok uzak değil, yani uzaklaşamazdım. Her yer yemyeşil, gözünü kapat burnunun ucunda ot kokusu. Bahar gelince gelincikler açardı önce, sonra papatyalar. Bir de böyle mor çiçekler var küçük. Arılar vızır vızır. Onların arasına yatar kara kara düşünürdüm. Sınavdan sonra ne olacak Bahar... Bundan başka hiçbir şey düşünemezdim. Bir de şimdi baksana..."

"Bakıyorum..." Devam etsin diye bekledi Ozan. Bahar'ın gözlerinde ışıklar yanıp yanıp söndü.

"Baksana işte. Mükemmel bir puanla İstanbul'a gelmişim. Bir sürü bursum var. Hazırlık okuyorum, baya baya boş vaktim var ve başımı ağrıtan hiçbir şey yok. En önemlisi karşımda kule var. Galata Kulesi. Tepemde mis gibi gök yüzü, içeriden hem kuş sesi geliyor hem de... Cazdı de mi bu? Aşağıda insan sesleri, İstanbul, koskoca İstanbul sesleri bunlar! Başımda da tacım... Dün gece o kadar güzeldi ki... Yani bazen içim çok kararıyor. Çok, öyle böyle değil. Ama bazen de diyorum ki oluyor galiba bir şeyler..." Bir eliyle başındaki tacı aramıştı Bahar.

"Galiba," demişti Ozan. Sonra eli telefonuna uzanmıştı. "Bunu kutlamak için bir de tatlı söyleyelim mi sana?" Çünkü tatlı borçluydu Bahar'a. Hatırlamak istemediği bir akşamın borcuydu bu.

"Ne tatlısı?"

"Bilmem. Pasta olur, sütlü tatlı olur, mesela sütlaç, mesela kazandibi... Ben krem karamel de severim."

"Pasta neyli mesela? Ben muzlu çikolatalı pastayı çok severim. Annem geçen sene doğum günümde yapmıştı. Geçen gidişimde isteseydim keşke. Şimdi bir daha kim bilir..."

"Ne zaman ki doğum günün?"

"Mayısta. Yirmi sekiz mayısta, var daha. Artvin'de de olmayacağıma göre, şimdiden bir muzlu çikolatalı pasta yiyebilirim."

Aklına yazdı Ozan. Yazdığını unutmamayı diledi. Sonra telefonuyla oyalandı, oyalandı ve "Muzlu, mangolu ve çikolatalı pasta buldum, söylüyorum ikimize de," dedi. Bahar şöyle bir baktı ona. Mangoyu bilmiyordu. Bu aralar ne çok ilk aynı anda başından aşağı düşüyordu... Şımarmak istedi canı "Tamam," dedi. Çocuksu bir neşeyle "Eve getirecekler, değil mi?" dedi ardından. Bir eli başındaki tacı yokluyordu. Güzeldi prenses olmak. Sonra prensesliğin sebebi geldi aklına. Bir daha "Ozan," dedi sipariş veren adama. Güneş gözlükleriyle güneşlenen Ozan, Bahar'a baktıysa da kız onun gözlerini göremedi.

"Sağ ol," dedi. Gözlüğün altında yatan gözler anlamsızca baktı kıza.

"Az önce oluyor galiba dedim ya. Hepsi senin sayende. Yani iyi ki varsın."

"Benim bir şey yaptığım yok," dedi Ozan. "Yarın öbür gün Ebru'yla da gezip tozarsın. İbrahim'le de gezip tozuyorsun."

Omuzlarını kaldırdı Bahar. "Olsun," dedi. "Bir tek senin yanında prenses oluyorum neticede."

"Tacı alırım giderken," dedi bu kez Ozan. "Yalnızca bu evin sınırlarında geçerli prenseslik müessesesi."

Emir eri gibi baş salladı Bahar. Sonra adamın sorusuna karşılık vermeyerek Ozan'a ayıp etmiş, kaba davranmış gibisine geldi. "Senin doğum günün ne zaman?" dedi. İşte o zaman Ozan kulağının arkasında var olan bir butona basar gibi kaldırdı güneş gözlüğünü. Gözlerindeki oyunculuğu, şüpheyi ve alayı Bahar da görsün istedi.

"Bütün yaz bizi takip ettin ama doğum günümü bilmiyorsun, öyle mi?"

Afalladı Bahar. Dilini ağzının sağına taşıyıp yanağını şişirdi.

"Hadi ama... Sen eskiden dürüst bir prensestin."

Ozan meydan okur gibi konuşunca, Bahar önce gözlerini ona dikti. Sonra hızla bir ayağını yere attı ve bir hışım uzanıp onun güneş gözlüğünü aldı. Ozan güldü ama mâni olmadı ona. Bahar ise sağını solunu kurcaladığı gözlüğü takarken yerine geri döndü ve dili ağzının içinde kurnaz tilkiler gibi dönüp dolaştı. Bardağına uzandı. Soğumaya başlayan kahvesinden bir yudum aldı.

Ozan da kıstığı gözlerini gökyüzüne çevirdi. "Yani hislerim hepimizin doğum gününü çok iyi bildiğini söylüyor. Daha doğrusu tüm kutlamaları görmüş olman lazım. Benimki de dahil. Ama tabii ilgi odağın başka olduğu için kiminki aklında kalmıştır bilmem..."

İki eliyle birden kupasını kavradı Bahar. Bir kuş dönüyordu kulenin pencerelerinden birinin etrafında. Martıydı galiba. Gözleri onu izledi bir süre. Nasıl olsa gözlüğün ardındaki gözleri görünmezdi, değil mi? "Ağustosta," dedi sonra. "Kuruçeşme'de o hep gittiğiniz yerde kutladınız. Fotoğraf makinesi şeklindeydi pastan. O yüzden iyiden iyiye fotoğrafçılıkta falan okuyor sanmıştım seni. 'İskeçeli oley' diye diye havaya atıp tutmuşlardı seni. Sabaha kadar falan oradaydınız herhalde. Çünkü ben geç yatmam, o gece baya geç olmuş saat sizin hikayelere bakarken. Bir yerde uyumuşum, sabah devam etmiştim. Sonra havuzlu bir eve geçmişsiniz. Gündüz bir de orada pasta kesmiştin. Ama sen sonra da mum üfledin. Ağustostan sonra. İskeçe'de. O yüzden gerçek doğum günün ne zaman, hangi kutlama gerçekti, hangisi erkendi bilmiyorum."

Bahar konuşurken gökten çektiği gözlerini kızın üzerine örttü Ozan. Bedeni de Bahar'a döndü. Buna karşın kızın inatla kendisine bakmayışına gülüyordu. "Baksana bir bana," dedi Bahar'a. Bahar ikiletmedi isteğini.

Ozan ise kızın gözlerini görme çabasının boşa çıkışına içerledi. İstediğini elde edemeyince Bahar sırıtmaya başladı. "Boşuna takmadım ben bu gözlüğü."

Bahar meydan okuyunca "Sen istedin," dedi Ozan. Bir adım attı şezlongundan yere doğru. İkinci adımı Bahar'ın şezlonguna dizini koymasıyla tamamlandı. Üçüncü hamlesinde kızın bedeninin tamamen üzerindeydi. Daha kız ne olduğunu bile anlamadan yüzündeki gözlüğü koruma çabasına girmişti. Ama ne boş çabaydı o! Zavallı şezlong bile kırılmamak için gıcırdayarak uyardı üstündekileri, Bahar duymadı da, Ozan bir ayağını yere atıp korudu emektarını. Ama vaz da geçmedi. Sonunda bir eliyle kızın iki bileğini de tutmayı başardı. Diğer eli gözlüğü kızın yüzünden alıp kalktığı şezlonga fırlattı. Eğilebildiği kadar eğildi kızın yüzüne. Bahar'ın gözleri ne sağa ne sola kaçabildi. Sonunda adamı değil de aklındakini fırlatmak ister gibi "Yirmi ağustos," dedi Bahar. Ozan gülerken kızın üzerine bıraktı nefesini. Nedense neşeliydi, nedense çok neşeliydi. "Yirmi iki ağustos," diye düzeltti kızı. Birkaç saniyeyi konuşmadan ve fazla yakın bir mesafede göz göze geçirdiler. Bunu fark eden kız bileklerini adamdan çekince, Ozan dizini yasladığı yerden aldı ve kalktığı şezlonga geri döndü.

Gözlüğünü takarken Bahar'ın üstünü başını gereksiz bir telaşla silkelediğini gördü. Bir yandan söylenip duruyordu kız. "Sizin doğum günü kutlamalarınız bitmiyor ki. Her doğum günü en az üç kere kutlanıyor. Hele Melis'inki kutlu doğum ayı gibiydi. Nisan yetmemiş mayısa bile sarkmıştı. Her ay da biriniz doğmuşsunuz. Her birinizi takip edemem ki. Üstelik her kutlama birbirinden edepsiz, hangi biri kalsın aklımda."

"Niye?" dedi Ozan gülerek. "Beş eylüldekinin neyini beğenmedin? Dedemlerle gayet edepli bir kutlama yapmıştım İskeçe'de."

"Hatırlamıyorum," dedi Bahar saçlarını düzeltmeye çalışırken. "Her hikayenizi de takip etmedim... Ayrıca tacımı mahvettin Ozan!"

Kocaman bir kahkahayla güldü Ozan. Balkona yanaşan martı bile duydu onu. "Özür dilerim prensesim!" dedi sonra. Bahar ise bir güneş gözlüğü almanın aciliyetiyle baktı gökyüzüne. Güneşe bakmak, Ozan'a bakmaktan daha kolaydı.

Bir süre sonra keyifli sesiyle "Bazen zihninin içini deliler gibi merak ediyorum," dedi Ozan. "Şöyle açıp bir bakabilsem..."

Sağ yanından sarkan bir demet saçın ucunu çekiştiriyordu Bahar. "Neye bakmak istiyorsun?" dedi. "Sorduğun her şeyin cevabını alıyorsun zaten."

"Hepsini değil," dedi Ozan. Bahar başını hiç kaldırmadı. Bir süre sustuktan sonra "Yarın dersten sonra Ebru'ya biraz dolaşalım mı diyeceğim," dedi. "Kabul eder gibi geliyor. Kapısında canlı müzik yazan yerler var buralarda. Hiçbirisine girmedim ama dün gece çok güzeldi. Yani bir müziği canlı canlı dinlemek... Ebru'yla gideriz belki müzikli yerlere."

Derin bir nefes aldı Ozan. Bir süre içinde tuttu onu. Sonra merak ettiği şeye cevap alamayacağını anlayıp verdi o nefesi. Kızın konuyu değiştirme çabasına ayak uydurdu.

"Gidersin tabii ama dün geceki kadar güzelini bekleme."

"Yok, öyle güzel olmayacağını biliyorum... O çok başkaydı."

Sustu Bahar. Ozan gözlüğe sığınarak hiç durmadan Bahar'ı izledi. Kız, göğe bakarken ara sıra dudaklarını ısırıyordu. Bazen de kaşları çatılır gibi oluyor, içten içe kendisine sorunlar yaratıyordu. Besbelliydi. Sonra belki boş ver diyordu kendisine. Gevşiyordu yüzü. Bir şey anımsıyor ya da hayal ediyor tebessüm değilse de yukarı kıvrılıyordu dudaklarının ucu. Ah şuradan Zenit'ini alabilseydi adam. Bahar'ı aynı açıdan, aynı noktadan, Bahar bakmazken fotoğrafa çekebilseydi... Siyah beyaz olsaydı film, şu kemikli gerdan beyazdan siyaha doğru parlasaydı bir bir, hazır güneş de batıya doğru yol almışken, ışık bu kadar güzelken... Hem ne zamandır model ile çekim yapmıyordu, ne olurdu keçilik etmeseydi Bahar? Ederdi ama. Kesin ederdi. Tadını kaçırmadı adam.

İşte tam da o sırada aramıştı İbrahim yan çizmek için. Bunu anladıkları zaman İbrahim'in daha fazla yatarak günü öldürmesine izin vermemiş ve hazırlanıp dışarı çıkmışlardı. İstikamet nasıl bilardo masası olmuştu, işte bunu bilen yoktu. İbrahim gelene kadar Ozan oyunun kurallarını anlatmak istemişti kıza.

Bahar'ın deneme atışlarına kızla beraber eğilerek eşlik etmişti. Ellerini arkasında bağlamış ve Bahar isabet almaya çalışırken ver Allah ıslık çalmıştı.

"Önce hedef topu belirle, beyaz topa nasıl ve nereden vurursan beyazın doğrudan ya da sekerek o topa vuracağını hesapla. Açı bunlar hep açı. Geometri bu. Öyle üç beş formülden değil, yaşayan geometri bu. Geçen seneyi düşün, şu çözdüğün soruları..."

"Ozan valla şu sopayla vururum sana!" Istakayı yere vurdu Bahar. İlk kez sesi yüksek çıkmıştı. Başarı ya da başarısızlıktan bahsedilince nasıl sinirleniyordu ama! Güldü Ozan. Bulduğu zayıf karna bir hamle daha yaptı.

"Niye ki? Bowlingte iyiymişsin gayet. İbrahim çok anlattı seni. Bak buna alışınca bowlingten daha çok seveceksin."

"Bak hâlâ dalga geçiyorsun. Vuramam mı sanıyorsun? Vururum ki."

"İbrahim'e de bowling topuyla mı vurdun yoksa?"

"O ciddi ciddi anlattı oyunu. Senin gibi cıvıtmadı. Seni yenicem, seni yenicem de demedi."

Ortayı kendi açmıştı ama yine de kıyaslanmak hoşuna gitmedi adamın. İndirdi kaşlarını. "Demek öyle Nazike Hanım!" dedi. İki adım geri çekildi. "Demek İbrahim'i tercih ediyorsun bana..."

"Aynen öyle!" dedi Bahar. "Aynen öyle İskeçeli!

İskeçeliyi de duyunca büsbütün şaşırdı adam. "Vay be!" dedi. "Demek şimdi böyle oldu. Bu devirde kimseye taç takmamak lazım. Hemen satıyorlar seni hemen!"

"Ben mi seni sattım?" dedi bu kez Bahar. "Satmadın mı?"

"Sen beni buna zorladın."

"Bak bak bak, yan çizmeye bak. Alıyorum tacını geri."

Yutkundu kız. Dili damağında gezdi hızla. "İyi," dedi hayal kırıklığıyla. "İyi, dönüşte senin evden geçelim ben de pekmezimi alacağım senden."

İşte buna hayret etti Ozan. "Pekmez mi?" dedi kendisine sorar gibi. "Pekmez olmaz. Onu vermem. Sen neden bel altı çalışıyorsun ki?"

"Sen neden aldın tacımı?"

Salona giren İbrahim, yarısından çoğu boş olan masaları geçip Ozan ve Bahar'ın olduğu tarafa yöneldi. Onları bulmak kolay olmuştu çünkü Bahar'ın saçları açıktı, etek giymişti, dikkat çekiyordu. Kolay olmuştu çünkü sesleri yüksek çıkıyordu. Ama diplerine sokulana kadar fark edilmemiş olmak garipti.

"Selâmün Aleyküm" dedi İbrahim fark edilmeyi umarak. Fark edilişi tuhaftı. Selamına karşılık alamazken "Hah!" dedi bahar. "İbrahim biz senle takım olup Ozan'ı yenebilir miyiz?"

"Şununla takım olsana İbo, Bahar'ın geometrisi bana yetmiyor."

"N'oluyor lan?" dedi İbrahim. "Benim daha afyonum patlamamış, siz neyi paylaşamıyorsunuz?" Sonra bir adım daha yaklaştı Bahar'a. "Sen kimsin?" dedi. Ozan'a çevirdi yüzünü. "Bahar'ın prototipini falan mı buldun?"

Tüyleri kabarmış iki kedi gibi birbirini tırnaklamaya hazırlanan Ozan ve Bahar, İbrahim'in sorusuyla ehlileşti. Bahar açık saçlarını anımsadı, bir de eteğini. "Kötü mü olmuş?" dedi İbrahim'e. Bilhassa saçlarını dert ediyordu. İnsan yanına bir toka almayı neden unuturdu? Belki de tokası olsa derhal bağlayacağını bildiği için almamıştı, bilerek de yapmamıştı. Dünden bu yana şu saçlarla geziyordu.

Ozan ise bir an neyi tartıştıklarını unuttu. Şimdi İbrahim bir çam devirse sittin sene Bahar'ın üzerinden alınmazdı o laf. O yüzden atıldı.

"Çok güzel olmuş değil mi?" İbrahim'in bakışları saçlar ve Ozan arasında gitti geldi. "Güzel olmuş," dedi. "Çok güzel olmuş da Bahar'a öbür türlü alışık olduğum için, böylesi garip geldi... Uzun muydu kız senin saçların bu kadar? Şampuan reklamlarındaki kızlara benzemişsin."

"Ya..." dedi Bahar sevinmeye hevesli sesiyle. Sağ eliyle saçlarını tarar gibi oldu. Şampuan reklamında güzel saçlı güzel kızlar oynardı çünkü. Sonra kızın omuzuna dokunup "Dön bir bakayım şöyle," dedi İbrahim. Bahar bayramlık çocuklara döndü bu kez. Kendi ekseni etrafında dönerken Ozan'ın da bilardo masasına oturup ıstakasına dayandığını fark etti. Utandı bir anda. Sanki dünden beri adamla değilmiş gibi... Oysa tacını da almıştı adam, vermem bir daha demişti.

"Bu etek mağazadayken daha uzundu sanki. Kısalmış bu."

"Yoo," dedi yörüngesini tamamlayan kız. "Böyleydi."

"Rengi de başkaydı sanki bunun."

"Yoo böyleydi." Aklı karışmış gibi Bahar'ın üzerinde gezdi adamın gözleri. Bunun üzerine Ozan "Oğlum tamam," dedi. "İki saattir bakıyorsun, ne şimdi konu mankeni yaptın Bahar'ı?"

"E bak dedi Bahar. N'oldu az önce dalaşıyordunuz siz?"

Ozan'la Bahar birbirine baktı. Birinin gözlerinde taç vardı, diğerininkinde kavanoz. Ozan oturduğu masadan kalkarken "Nazike Hanıma sor sen onu," dedi. Bahar bir hınçla elindeki ıstakayı vurdu Ozan'ın bacağına. İbrahim girdi aralarına. "Lan n'oluyo?" dedi bir kez daha.



*




"Soğan gibi olmak lazım bu hayatta. Saksıda bile büyüyor nimet. Yeter ki kıçı toprağa değsin."

Böyle dedi bu akşam İbrahim. Yattığım yerde dakikalardır bunu düşünüyorum. Yurda dönüşüm neredeyse gece yarısını buldu. Yarın dersim öğleden sonra. Ödevimi sabah yapacağım. Daha doğrusu yaptığım ödevi gözden geçireceğim. Yarım saat önce Ebru bana mesaj atmış ödevle ilgili. Dünyalar benim oldu. Bu bir okul arkadaşından aldığım ilk mesaj... Ona cevap verirken "Dersten sonra işin yoksa biraz dolanır mıyız?" yazdım. Cevabı ellerim titreyerek bekledim ve "Olur, karşıya geçelim istersen," cevabı geldiğinde mutluluktan ağlayacaktım.

Bir hafta sonu daha ne kadar mükemmel olabilirdi ki?

Elim yurda geldiğimden beri kim bilir kaç kez başıma gitti. Yok ama orada bir taç varmış gibi hissediyorum. Çağlar öncesinden kalmış, unutulmuş bir kraliyetin prensesiyim sanki. Hak ettiğim tacı bana veren, başıma takan biri var. Eğer bir masaldan bahsediyor olsaydık bu kesinlikle prens olurdu. Ozan prens. Prens Ozan... Bu fikir bana huzur veriyor.

Ama zihnim bana tacımı giydiren prensin Oktay olması gerektiğini fısıldıyor ve o zaman kalbim deliler gibi çırpınıyor. İstediğim şey huzurdan öte bir heyecan herhalde ki, yorganımın altında bile titriyorum. Tıpkı, tıpkı bilardo masasının başında bekleyen Bahar gibi.

Gittiğimiz salonda masalar saatlik kiralanıyormuş. Biz oyunu ikinci saate uzatmak istediğimiz sırada Ozan'ın telefonu çaldı. İstese yanımızda açardı telefonu ama hemen uzaklaştı. İbrahim de Ozan yanından geçerken ona çelme takmaya çalıştı, Ozan üzerinden atlayıverdi. "Aşkın arıyor değil mi?" dedi İbo. Ben anlamadım. Ozan'ın sevgilisi olduğunu bilmiyordum, epeyce şaşırdım. İbrahim'e sokulup "Ozan'ın sevgilisi mi var?" dedim. Bu kez o şaşırdı. "Yoo," dedi. "Sevgilisi mi varmış?" dedi sonra.

Karşılıklı yaşadığımız bir kısa devreydi. Sonra "Aman be Bahar!" dedi bana. "Oktay'ı diyorum ben. Odur arayan. Kesin ihmal edilmiş hissediyordur bu hafta sonu kendisini... Bak şimdi kesin ekileceğiz..."

Ozan salonun orta yerindeki boş masalara doğru ilerledi. Konuşurken eli çoğunlukla ensesine gitti. Bir yerlere bakınıp durdu. İbo ile beraber izledik onu. Bir ara Ozan bize baktı ve İbo "Hayırlı olsun," dedi. Anlamadım. Yutkundum. "Ekecek şimdi bizi. Bak hatta bahse girelim. Gelince ık mık edecek, saate bakıp duracak. Sonra aaa geç olmuş diyecek ve sıvışacak."

Neden bilmiyorum ama düşüncesiyle bile hayal kırıklığı yaşadım. Neyin kırıklığı oysa bu. Yirmi dört saattir beraberdik Ozan'la. Elbette istediği yere giderdi.

"Nereye gidecek ki?" dedim İbrahim'e. Gözüm salonun girişine kadar ilerleyen Ozan'daydı. Ozan bir daha bize doğru bakmadı hiç.

"Oktay'ın aradığına eminim. Saat kaç olmuş? Oh sekiz oluyor. Buluşmaları ona yaklaşır, o saatten sonra çay kahve içmez bunlar. Bu demektir ki, Ozan bu gece sağlam içecek. Yarın da baş ağrısı. Ama var ya sabah geç kalırsa hayatta idare etmem onu."

İbo o kadar kesin bir dille konuşuyordu ki "Hep mi böyle olur?" dediğimde de tereddüt etmedi. "Hep," dedi. "Hatta bu hafta sonu dershane yokken nasıl kaçırdılar bu çocuğu ellerinden bilmiyorum. Ozan'ın beş saatlik boşluğunu bile kaçırmaz bunlar, çoktan iki günlük bir plan yapmaları lazımdı."

"Okula geç mi kalıyor Ozan?"

"Eğer gece onlarlaysa evet. Yani binde bir şaşar bu teorim."

Ozan telefonu kapattığında ikimizin de gözleri onun üzerindeydi. Bu yüzden Ozan hem gülerek hem de gözleri benim ve İbo'nun üzerinde sıra sıra sekerek yanımıza döndü. "N'oldu," dedi yaklaşırken. "Özlediniz mi hemen beni?"

Elimde ıstakayla bakakaldım Ozan'a. İbrahim'in söylediklerine göre oyunu orada bırakıp çıkmamız lazımdı. Bunu bekliyordum. "E hadi," dedi Ozan bana. "Daha atış yapmamışsın. Sıra sendeydi."

"Oyuna devam edecek miyiz?" dedim.

"Etmeyecek miyiz?" dedi.

"Gitmeyecek misin?" dedim.

"Nereye?" dedi.

İbrahim'e baktım.

"Aşkın aradı ya," dedi İbo. "Ozan şimdi esnemeye geç olmuş demeye başlayacak dedim Bahar'a."

"Ya sen ne şerefsiz adamsın. Kendi hüsnü kuruntularını neden aşılıyorsun Bahar'a?" Bana döndü sonra Ozan. "Bakma sen bu herife. Bu kafasında kitap yazar, film çeker. Dinleme bunu."

"Yuh! İki dakikada gözümün içine baka baka harcadın lan beni. Nesi uydurma. Gel demedi mi Oktay? Buluşalım demedi mi? Demediyse ben de İbrahim değilim."

"Lan oyna, oynamayacaksan çekil git biz Bahar'la oynarız."

"Demiş işte!"

Ayaklarım neden bilmem onlar dalaşırken İbo'ya yanaştı. O daha dürüst geldi bana. Ama Ozan gitmedi. Bir şişe bira aldı kendisine. İbrahim'le ben meyveli soda içtik. "Ben tek, siz ikiniz," diye oyunu başlatmıştı Ozan. Yenileceğimiz kilometrelerce öteden belliydi zaten. Belki diyordum ben, İbrahim yenilgi sürecimizi uzatır, belki sürünmeden yeniliriz. Gerçi bowlingten önce futbolu bile sevmediğini söylemişti. Toplu şeylerde yetenekli değilmiş. Eh ben zaten değilim, sonuç olarak Ozan bizi ıstaka dediği sopasının ucunda çevirip attı. Hazımsızlık yaşamadık, sodalar sağ olsun.

Ben salondan çıkınca artık ayrılırız diyorken "Yenilen yemek ısmarlar," dedi Ozan. Hay hay, tabii zevkle... Çünkü onlardan ayrılmam yurda dönmem demekti ve prensesliğimin bütün şahitleriyle birlikte ortadan yok olmasına hazır değildim. Vedalar hüzünlü olur. Yarın ya da öbür gün onları görecek olmamın da bir önemi yok, mesele "şu an" denilen zamana veda etmek... Ben o vedayı ertelemek için sokakta sabahlayalım deseler, seve seve tamam derdim. Ozan ve İbo ile zaman çok hızlı ve güzel geçiyor. Birbirlerine çok sataşıyorlar. Sadece aralarında durup onları dinlemek bile çok güzel.

Nereye gidelim, dediklerinde bu sorunun muhatabı olarak kendimi görmedim, soruya cevap bile aramadım. Ozan ve İbrahim ne diyorsa o oldu... Balat'ta meşhur bir köfte ekmekçi varmış, şanslıysak köftesine yetişirmişiz adamın. Taksiye atladık, ben ödedim. Anbean, kuruş kuruş artan o şeyi, taksimetre dedikleri oymuş, sevmedim, gereksiz bir stres yarattı üzerimde. Köfte ekmek ise dediklerinden bile güzeldi. Arnavut köftesiymiş. Ne farkı var normal köfteden derseniz bilmem ama lezzetliydi.

İbo "Ne farkı olacak, köfte işte. Dedesi göç eden herkes koyuyor başına Arnavutu Rumeliyi Makedonu..." dedi.

Ozan ona sataştı. "Dedesi göç etmeyenler de hep böyle fesat fesat konuşuyor."

"Benim dedemin babası Yugoslavya'dan gelmiş bir kere," dedi İbrahim. "Aydınlıyım oğlum ben göçmen olmama şansım yok."

"İyi oğlum kıskanma sana da Boşnak İbo diyelim istersen."

"Eşek sırtında gelmişler Türkiye'ye. Hep anlatırdı anneannem. Sal yapmışlar denizi geçmek için."

"Eşeği de sala mı bindirmişler?" dedi Ozan. İbrahim kısa bir süre sustu. Sonra daha afili bir tartışma başladı.

Sal eşeği taşır mı? Eşek sala biner mi? Denizden mi gelmişler, karadan mı? Eşek onca yol yapar mı, deve mi, eşek mi... Köfte ekmeğim bitti, ayranım bitti. İkinciyi alsam mı diye düşündüm. Hayvanlık yapma dedim sonra kendime. Ortaoyunu gibiydi halleri, bir sağa bir sola baktım. Balat sahilinde denizle karayı ayıran yükseltide oturuyorduk Ozan ile. İbrahim ayaktaydı, taş soğuk olurmuş, kıçı soğuk çekerse sabaha kadar karnı ağrırmış, yatakta dönüp dururmuş gaz sancısından. Hani nasıl gülmeyeyim ki?

Bu arada İbrahim gece Ozan'da kaldığımı duyunca "O koltuğu çok seviyorum ben, çok yumuşak," dedi. Anlayamadım. Ozan ise "Bahar'ı koltukta yatıracağımı mı sandın?" deyince küçük bir kıyamet daha koptu. İbo ağzından ekmek kıymıkları saçarak köpürdü. "Nerede yattı ki Bahar?" dedi önce. Tövbe tövde dedim içimden. Nerede yatacağım, Ozan'ın yatağında değil herhalde... Ozan'ın gülüşünü gören de.... Orta oyununun konusu olmak hiç de eğlenceli değildi.

"Çocuk odasında kaldı," dedi sonra Ozan. İbrahim yine köpürdü. "Niye?" dedi ekmeğini savurarak. "Onun kıçı benimkinden daha mı değerli, ben neden devrilemiyorum o yatağa da salonda kalıyorum hep?"

Peçeteyle ağzımı silerken gözlerim büyümüş olsa gerek. Öyle seyrettim İbo'nun hayretini. O sırada Ozan kolunu benim omuzuma attı. "Aldırma sen İbrahim'e," dedi. "Kıskançtır o. Allah alıcısına kolaylık versin."

"Ştt!" dedi bunun üzerine İbrahim. Aslında koca adam ama aklı ne kolay dağılıyor, çocuk gibi. "Baksana. Dün gece Melis'in yanında bir dombili vardı, kimdi o? Ben daha önce görmedim onu."

"Ne bileyim oğlum ben," dedi Ozan. "Melis'in bekçisi miyim? Biz dün Bahar'laydık, nereden bileyim Melis'in kimle takıldığını."

"Hiç tekin bir tipi yok o adamın. Söyle Melis'e daha düzgün birini bulsun takılmak için." Hiç de gocunmuyor İbo hayran olduğu kızdan bahsederken. Kendimi onun gibi hayal etmeye çalıştım ve katiyen başaramadım. Ben Oktay'ın adını sesli sesli söylerken bile ne volkanlar patlıyor içimde. Bir de bunu ele güne karşı söyleyeceğim ha...

"Söylerim," dedi Ozan. "İletmemi istediğin başka bir şey varsa not al yatmadan önce. Çarşamba akşamı görüşeceğiz."

"İyi," dedi İbo. "O zamana kadar not alırım. Ha akşam giydiği siyah elbise yakışmamış onu da söyle. Renkli şeyler daha iyi oluyor. Esmer ya. Bir de şu dekoltesi..."

"Lan," dedi Ozan. Hissettim, küfredecekti, ben varım diye tuttu kendisini. Edemediği küfürle beraber asabı bozulmuş olacak ki elini de omuzumdan çekti. Oysa ısınıyordu sağ cephem ne güzel...

"Seni Melis'in hesabından engellemeyen ne olsun! Yattığın yerden sapık gibi takip edip durma şu kızı." Lafı İbrahim yedi, tükürük benim boğazıma kaçtı.

"Oğlum benim kime ne zararım var! Kendi halimde takılıyorum işte. Tabii tok açın halinden ne anlasın. Sen on çeşit tatlı yedikten sonra gelip bana tatlı da ne çirkin şey ıyy diyebiliyorsun. Biz yedik mi? Vitrinden bakıyoruz."

Cevabı İbrahim verdi, benim içim rahatladı. Hoş "yemek" kısmını tam anlamıyla anlamadım ama olsun. Neticede İbrahim laf soktu mu, soktu. Ben mutlu oldum.

Tabii onlar yine dalaştı. Dalaşı söndürmek için araya girdim. Kendimi yaktım bu uğurda. Dedim ki "Ebru'ya mesaj atsam nasıl olur?" aval aval baktılar yüzüme. Tama geçen Perşembe kızla oturup bir güzel sunum konumuzun dağılımını yaptık. Nasıl bir sunum yapacağımızı konuştuk ve kahve içtik. Sonra sınıfta da yan yana oturduk ama bunlar arkadaşlık için yeterli şeyler mi? Yazsam ve cevap alamasam çok üzülürüm... Her şeyi gözümde ne çok büyüttüğüm üzerine bir sürü laf söylediler. Ne güzel uyum sağlıyormuşum şehre de okula da, neden böyle kasıyormuşum kendimi... Rahat bırakmalıymışım, koyvermeliymişim, o zaman her şey yolunda gidermiş.

"Soğan gibi olmak lazım bu hayatta. Saksıda bile büyüyor nimet. Yeter ki kıçı toprağa değsin. Çok düşünmeyeceksin her şeyi. Uyumlu olacak, girdiğin toprağa tohum bırakacaksın, oldu da bitti!"

İbrahim'i dinlerken Ozan bir daha kolunu attı omuzuma. Sağ cephem bir ısı kaynağı bulduğu için çok sevinirken esen rüzgâr suratımı bembeyaz yanaklarımın ise kıpkırmızı yaptı. Ama dedim ya kalkasım yoktu oradan. Bir ara İbrahim, "Hadi gidelim," dedi. "Bahar üşümekten senin kıçının dibine girdi."

Sokuldukça ısındığım doğruydu ama bilerek yapmamıştım bunu. Yine de çeki düzen verdim kendime. Sonra Ozan da onayladı İbrahim'i ve kalktık. Beni yurda ikisi birlikte bıraktı. Bir şımardım ki sormayın. Yurdun önüne geldiğimde yani "veda vakti" geldiğinde moralim bozuldu. Bir hüzün yerleşti içime. "Gitmeyin," demek istedim. "Ya da beni de götürün." Nereye olduğunun bir önemi yoktu. Ayrılmak istemeyişim yüzümden okunuyor mudur bilmem.

Ama İbo'ya hoşça kal deyip onu hızlıca öptükten sonra ve tam da Ozan'a doğru hamle yapacakken onun İbrahim'e bakıp "Bir yerlerden çok güzel yağmur kokusu geliyor, duyuyor musun?" demesiyle ayaklarım durdu.

"Yoo," dedi İbrahim burnunu sağa sola uzatıp bir şeyleri koklamaya çalışırken. Ozan ise yalnızca güldü. Eğildi, beni kendine çekip boynumu kokladı. "Çok güzel kokuyor," dedi bir daha İbrahim'e. "Bahar yağmuru gibi."

Utandım, şımardım, ellerimi Ozan'ın sırtından güç bela çektim. Öyle güzel bir hafta sonuydu ki... Velhasıl kelam. Dünyadaki hiçbir şeye benzemiyordu bu prenseslik müessesesi. 



-----------------------------------------------------------<3

Merhaba! 

Hafta sonuna ve gün içine yetişmeyen, orta uzunlukta ama sakin mi sakin, biraz da ballı bir bölüm bırakıyorum buraya. Sevmenizi umarak! 

Biraz hareketleneceğiz önümüzdeki bölümlerde. Hareketleneceğiz derken Anita usulü. Büyük büyük şeyler yok yani, gerilmeye hiç hacet yok! 

Keyifler yerinde mi? Var mı bir isyanınız, dilek, öneri ya da şikayetiniz? 
Bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın. Yorumlarda görüşmek üzere. 

Sevgiyle ve sağlıkla kalın!

Anita Felipova Emilova 

Continue Reading

You'll Also Like

3.3K 346 21
Kendisi hariç yakın çevresinin acılarını yüreğinde tutan Maya'nın yaralı kalbini ve hayal kırıklıklarını iyileştirme yolculuğu...
66.8K 5K 46
Kış çok soğuk geçtiğinde, rüzgarlar sert estiğinde deniz kudururdu. Kuduran denizin dalgaları evin duvarlarına vururdu, zarar verirdi. İçimden 'Deniz...
548K 23.1K 22
Kardeşi Mert için gittiği bir barda seçtiği bir adamdan hamile kalmayı planlayan Duru'nun tek amacı doğacak olan bebeğinin kardeşine nefes olmasıdır...
2.1K 109 25
"Biz." dedi Çetin, atlıkarıncalara bakarken. "Bir savaşa girdik, kendi savaşımıza. Şimdi ise kendi savaşımızda kendimize yeniliyoruz." Omzumu silkip...