Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 72.4K 100K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
2. Dalda Umut Var
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
8. Prenseslik Müessesesi
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
20. Yaşanacak Bir Şey
21. Mutlu Seneler
22. Tek Kişilik Vals
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
27. Terk Eden Anneler
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
33. Başımızda Uçan Kuşlar
34. Aşk Mahalli
35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
45. Eldivenler ve Yüzükler
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

3. Yüzme Bilmeyen Gemi

22.6K 1.7K 1.9K
By AnitaFelipova



Karşımda, hayalin masamda
Keşkelerle dolu bu kadehler
Kalkar tüm anılara...


*


2016


*


"Evet."

"İkisi de Zebra ispinozu."

"Ama seninki hayvanat bahçesine konmuş fil kadar mutsuz görünüyor."

Ellerim titremeseydi ona cevap yazmam çok kısa sürerdi. Ama ben yatağımda depreme yakalanmış kadar çok titredim. Üşüdüm, sonra bir anda sıcak bastı, delirmedim ama delireyazdım. Küçücük yatakta nasıl dönüp durduğumu, ayaklarımın başıma, başımın ise ayaklarıma geçtiğini bir ömür unutamayacağım. Bir ara kafamı kaldırıp kapıya baktım. Telefonumda çok hem de devlet sırrı kadar çok önemli bir şey olmuştu, annem, babam, hele hele dedem bilse beni çiğ çiğ yerdi herhalde. Korktum. Soygun anında basılmış gibi korktum. Daha mesaja cevap bile vermeden İskeçeli'ye yazdığım için pişman oldum. Suçluluk duygusu ne fena şey. Birilerinden özür dilemek istedim. Hiç suçum yokken hüküm giydirdim kendime, bir kötülük yapıyordum. Gören de adam kestim ya da dere yatağında gece vakti sevgilimle buluştum zannedecek. Neyse, sonunda bir insanın yaşayabileceği tüm duyguları yatağımda yaşayıp başımı yastığa koyduğum yerde hem mayıştım hem aptal bir sırıtmayla karanlık duvara bakmaya başladım. Nihayet elime bir kere daha aldım telefonu.

Ne yazmam gerektiğini o kadar bilmiyor ve o kadar çok korkuyordum ki bir çuval inciri berbat etmekten... Benim ona yazışım, daha doğrusu ortaya Cücü'yü atışım planlı bir şey değildi. Sadece Cücü gibi fukara bir kuşun ancak bize -biz de Şavşatlılar falan oluyor sanırım- ait olabileceğini düşünmüştüm. Koskoca Oktaygiller, arkadaşları da ondandı çünkü, ne yapardı Cücü gibi bir kuşla? Son yazdığıysa aklımı karıştırdı. Ne demek istemişti?

"Anlayamadım," yazıp gönderdim.

Aptallığıma doyamam çünkü ben. Uykulu yanım mı yazdı bilmiyorum ama aptal gibi göründüğüme eminim. Gibisi de fazlaydı, nasıl pişman oldum. Cool görünmek için yeni hesap açan Bahar'dan "alıklık akarken" temalı bir mesaj oldu yazdığım. Geri almak istedim ama lanet olasıca adam saniyesinde gördü mesajımı. O yazarken kafamı yastık kılıfının içine soktum. Çamaşır suyu kokuyordu kılıf, kokudan bayılmak istedim. Ah anne! Cevap geldi ve onu okurken de yastığın köşesini dişledim. Zorla zehirleyecektim kendimi.

"Yani kafes biraz küçük görünüyor."

Duvara baktım. Cücü'nün kafesi küçüktü ama bu küçüklük onu neyle kıyasladığımıza bağlıydı. Yani, tamam, İskeçelininki gibi büyük değildi ama ben ve odamı referans alıp orantılarsak Cücü ve kafesi de aynı ölçekteydi. Hesap yaptım, evet öyle sayılırdı. Boşuna mı onun hayatını kendiminkine benzetiyordum ben. Haliyle Oktaygillerin evi bizim evden büyük olurdu. Ne yapalım yani bizim evimiz küçük diye ağlayalım mı? Yine de Cücü'yü seyretmeye başladım. Kafesinde öylece oturuyordu. Gece oldu mu hiç ötmezdi zaten. Gündüzleri de yarım ağız. Hani kafesi daha büyük olsa bile kıçını kaldırıp dolanmazdı kafeste. Uçmak diye bir şeyi yapıp yapamadığını bile bilmiyordum.

"Kaç aylık?" yazdı sonra. Yatağa sığamadım. Doğruldum. Doğruldum ama neden doğruldun derseniz bilmem. Ne yapacağımı bilemeyip bir şeyler yazdım.

"Yeğenimindi. Sesi rahatsız edince bana bıraktılar. Bilmiyorum kaç aylık olduğunu ama pek ötmüyor."

"Kuş alıp sesinden rahatsız olmak da güzelmiş(: "

Yüzüm düştü. Laf mı soktu, ukalalık mı yaptı anlayamadım. Ne yazacağımı da haliyle bilemedim. Yazdım yazdım sildim. Bu durum o kadar çok tekrar etti ki sonunda yazan yine o oldu.

"Aslında erkeği epeyce ötücüdür. Seninki çok fazla ötmüyorsa, yerini sevmemiş olabilir. Kafesi cereyandan uzak tut. Mümkünse daha büyük bir kafes kullan. Uçabilsin kafeste. Yalnız mı yaşıyor?"

"Bizimle kalıyor. Ailemle yani."


*


Bir gülme aldı adamı. Üçüncü kadehi bitirmişti ve kendisine ayrılan zamanın burada sonuna gelmişti. Uyuması lazımdı ama gecenin son dakikalarında ya da yeni günün ilk dakikalarında karşısına çıkan şu hesap güzel bir kapanış olmuştu. Kimdi acaba? Oğulcan'ın arkadaşlarından biri olabilirdi. Çünkü on yaşındaki erkek kardeşi abisiyle övünmeyi severdi. Oğulcan aracılığıyla hesabına ulaştıysa... Sonra o yaşta çocukların internette, hem de bu saatte ne işi var dedi. Ama yazdıklarına bakılırsa yaş seviyesi tutuyordu. Kızın profiline girdi ama ne takipçi, ne takip ettiği ne de herhangi bir paylaşım görebildi. Bomboş bir hesaptı bu. Şezlongunda bir yandan diğer tarafa devinirken olmayan gece güneşine bakıp güldü, sonra yazdı.

"Kafesin içini kastetmiştim. (: Tek başına mı, yanında başka kuş var mı?"

Sonra o küçük kafeste iki kuş düşüncesiyle yüzünü buruşturdu ve balkondan içeriye seslendi. "Görüyor musunuz?" dedi. "Cinsleriniz ne zor koşullarda yaşıyor. Siz de anca orada..." Olduğu yerden Aşık'ın Narin'in tepesine binme çabasını görüp "Lan" dedi yine öfkeyle. "Valla ayırırım kafeslerinizi ha!" Telefon titreyince önüne döndü adam.

"Pardon. Ben bir an yanlış anlamışım."

"Tek yaşıyor."

"Ohooo," dedi içinden. "Başka nasıl işkence ediyorsunuz acaba zavallıya?" Bunu yazası geldi de tuttu kendisini.

"Tek yaşamayı sevmez ama," yazdıktan sonra yatağa gitme işini erteleyip bir on dakika daha verdi kendisine.

"Kafes de küçük. Önce kafesi değiştir, sonra bir de dişi kuş al yanına." Kısa bir sessizlikten sonra cevap geldi.

"Amma da nazlıymış (:"

Yüzü kırıştı adamın. "Naz mı?" dedi içinden. Ve kendini tutmayıp yazdı. "Temel hayatta kalma ihtiyaçları diyorum ben bunlara. Seni de küçücük bir odaya kapatıp yalnız bıraksalar, yaşamak pek tatlı olmaz."

Onuncu dakikanın sonuna yaklaşırken "Haklısın," yazdı bu kez kız. Hemen ardından da şu soru geldi.

"Camı açıp gitmesine izin versem daha mutlu olur mu?"

Kaşları çatıldı adamın. "Lütfen yapma," dedi önce. "Kafese alışmış bir kuşun dışarıda hayatta kalmasını beklemek mucize olur. Bakmak istemiyorsan ben alabilirim. Ne zaman istersen bana getirebilirsin ya da ben gelir alırım sorun değil."

Sinsi sinsi ardına döndü Ozan. "Pişt," dedi Aşık'ı kastederek. "Rakip ister misin?" derken yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı. Bir de ıslık çaldı Aşık duysun diye. O ıslığa cevap verdi Aşık. Kahkaha attı Ozan. "Sakin ol sakin!" dedi sanki Aşık kendisini anlar da hesap sorarmış gibi ötünce. "Senin değil, Narin'in hatırına yapmam." Sonra şöyle bir bakındı salona. Bir sehpayla aynı kafesten bir tane daha alsa... Sorun olmazdı. "Ama bak komşu gelebilir size haberiniz olsun. Sonra vay efendim yan daire gürültü yapıyor demeyin. Eh, bir de dişi buluruz bu oğlana." Ekrana çevirdi kafasını. Yukarıya itti ekranı. Kızın gönderdiği fotoğrafa bir daha baktı ama Aşık'ın neredeyse aynısı olan kuşun bakışındaki durgunluğu sevemedi. O sırada cevap geldi kızdan.

"İstanbul'da değilim ki."

"Hmmm," diye bir ses çıkardı başını kaşıyan adam. Ama sonra omuz silkti. "Bakmak istemiyorsan sahiplendirmeyi dene. Bununla da uğraşmayacaksan bana gönderebilirsin. Pet taksiye vermen yeterli, ben karşılarım burada onu."

Neredesin diye sorma gereği duymadı. Uzun bir süre kızdan ses çıkmayınca da içeri girdi. "Radyo mu açayım, televizyon mu?" dedi kafese doğru. Sonra "Televizyon olsun hadi," diyerek bir müzik kanalı açıp sesini bir parça kıstı ve banyoya yöneldi. Ardında kalan Narin ve Aşık'ın müzikle beraber cıvıldamasını gülerek karşıladı. Mesajlar geldi aklına ve "Kuş bu," dedi kendi kendisine. "Tabii ötecek..."

Dişlerini fırçaladı. Üzerindekileri çıkarıp hantal yatağa koyverdi bedenini. İlk on yaşına dair her insan ne kadar anı hatırlarsa o kadarı vardı içinde. Ne çok ne az. Ama bu yatakta anne ve babasıyla yattığı bir gece olduğunu biliyordu. Annesine sımsıkı sarıldığı bir gece. O yüzden ne kadar bakım yaptırırsa yaptırsın bir şekilde yayları gıcırdayan bu yatağa olan aşkından vazgeçemiyordu. Hele sınav arifelerinde annesine sarılıp öyle uyuduğunu düşünüyor ve bu gerçekten iyi hissetmesini sağlıyordu.

Böyle bir uykuya çekilecekken titreyen telefonla biraz da gönülsüzce açtı ekranı. "Son," dedi kendisine. "Uyuyorum sonra."

Beklediği şey bir adres vermekti kıza ama öyle olmadı.

"Ben kafesle bir kuş daha alırım. Başka ne yapabilirim onu mutlu etmek için?"

Sanki salondan onu duymaları mümkünmüş gibi mırıldandı adam. "Ballısınız ha! Kiracı taşınmaktan vazgeçti, ev sahibi sizsiniz hâlâ."

Sonra yazdı. "Yani genel olarak neler yapıyorsun bilmediğimden... Benimkiler müziği seviyor. Gündüzleri radyo açabilirsin onlara. Ben evden çıkarken de açık bırakıyorum radyoyu. İştahlıdırlar. Benimkiler pisboğaz oldu her şeyi yiyor ama en çok darı severler. Yeşil sebzeleri de seviyorlar. Sen önce bir kafes al. Bir de hayat arkadaşı ver bu yakışıklıya. Farkı görürsün hemen. Dediğim gibi bakmak istemezsen de gönderebilirsin bana."

Hemen ardından "Teşekkür ederim," yazdı kız. Sonra Ozan uyudu.


*


TEMMUZ


*





Work, work, work, work, work, work

He said me haffi work, work, work, work, work, work

He see me do mi dirt, dirt, dirt, dirt, dirt, dirt
So me put in work, work, work, work, work, work
When you ah gon' learn, learn, learn, learn, learn?

Me nuh care if him hurt, hurt, hurt, hurt, hurting



Suyun rengi mavi diye geçiştirilebilecek gibi değildi. Böyle bir söylem mavi ile birlikte bir sürü renge daha haksızlık etmek olurdu ki, en gaddar insan bile bu suya bakıp hayran kalır ve dilinden çıkanlar vicdanını rahatsız ederdi. Havadan bir taş düşse, sudan önce yerle kucaklaşacak kadar sığ görünse de, bu berraklık aldatıcıydı. Su derin, su insan eli değmemiş gibi temiz; doğa, koyu dört koldan kuşattığı için bakir ve büyüleyiciydi. Suyu çevreleyen kollara bakıp yeşil demek doğruydu ama suya mavi demek yetersizdi.

Koyun ağzına ağır ağır yanaşan tekneden yükselen müziğin es verdiği yerlerde insan sesleri de duyuluyordu. İçlerinden biri, gür ve yüksek çıktı. "İşte geldik!" dedi.

"Burası çok güzel ama," diyen ince bir sese nezaketi unutup "Oha neredeyiz biz şimdi?" diyenler karıştı.

Cüneyt "Kaptana koy sorulmaz," derken keyifli, yeni bir dünya keşfetmiş ve bu keşfi hayranlık dolu gözlere göstermiş olduğu için kıvanç doluydu "Datça'dayız, değil mi?" dedi biri.

"Sen Datça bil yavrum," dedi Cüneyt. "Ama başka kaptana beni Datça'ya götür deyip böyle bir yer ararsan, aha böyle avucunu yalarsın."

Kendi elini boydan boya yaladı adam. Tuz tadı dokundu diline. Öyle ya, bu kaçıncı koydu sabahtan beri uğradıkları? Güneş tam tepelerindeyken girmişlerdi en son suya. Duş alıp kaptan köşküne kurulacak ve yeni bir güzelliğe yelken açacakken Oktay'ın itmesiyle bir daha suya düşmüş ve kahkahalara karışan küfürlerle duş almadan çıkmıştı tekneye. Ama severdi tende tuzu. Bu denizde olduğunun en büyük ve en gerçek ispatı demekti. Karanın tuzundansa denizin tuzu. Sevmeyen taş olurdu... ama işte temmuz bu işin tadını biraz kaçırıyordu. Aklı olan bir denizci yaz üçlüsünde güneşin kavurduğu balıklardan biri olmak istemezdi. Kendisine kalsa martta çıkardı boğazdan ve kasıma dek dönmezdi İstanbul'a. Aradaki yaz aylarında ise bir yerde durup mola verirdi. Ama okul ve iş gibi insanlık dışı dertlerde boğuşan insancıklar birkaç günlük tatiller için ille de yaz aylarını seçiyordu. Arkadaşları da buna dahildi. Tasvip etmiyordu ama onları kırmamak için temmuz sıcağında İstanbul'dan eviyle beraber yola çıkıp onları ağızlarının suyunu akıtacak koylara taşıyordu. Temmuza rağmen insandan uzak kalan koylara... Aslında insan kalabalığından kaçmazdı Cüneyt. Aksine üstüne giderdi o kalabalığın. Ama denizin içinde oynaşan yüzlerce insan fikri boğucuydu. Bir denizde tek olmak sahiplik duygusu yaşatırdı ona. İşte o hisse sarılır, mutlu olurdu adam.

Bu tarihleri seçme sebepleri ise İskeçelinin okul takvimiydi. Ancak okuldan kurtulan adam, ağustosa kadar boştu ve on günlük bir kaçamağı aylar öncesinden planlamışlardı. Sonra Yuannistan'ın yolunu tutacaktı İskeçeli. Oktay Amerika'ya gitmeden, Melis bir sürü yerden onların yanına sekerken, Çiğdem tiyatro dalgasından bir nefes kadar uzaklaşmak için, Erdem bütün boşluğuyla onlara ayak uydururken ve Mina sırf Cüneyt'in hatırıyla teknede almıştı soluğu.

Ten renkleri temmuzdan önce değişmeye başlamıştı aslında ama son günlerde parlak bir kahverengiyle gergin bir kırmızı arasında gidip geliyordu. Şimdi karşılarına çıkan Armutlu Su Koyu ile suya atılmak için sabırsızlandıkları da doğruydu ve zirveden suya iki taklayla uçan ilk kişi -yine- Oktay olmuştu. Atlarken ağzından çıkan ses, Tarzan'ın bir daldan diğerine atlarken çıkardığı sese özdeşti.

Rüzgârsız havada bir sonraki koya demir atana kadar süzülürlerken her biri ayrı telden çalıyordu. Ozan tembel bir uykudan henüz kalkmış, fotoğraf makinesi ile drone arasında seçim yapmaya çalışırken Oktay ve Cüneyt ellerinde şişe biralarla teknenin ağzında takılıyordu. Erdem, bilgisayarın başında müzikle uğraşırken; Mina, Melis ve Çiğdem, Melis'in anlattıklarını dedikodu gazetesinin büyük puntolu manşetlerini okur gibi takip ediyordu.

Geçen hafta Bodrum'dan neden apar topar döndüğünü anlatıyordu kız.

"Öyle konuşmamıştık. Bana iki gün Marmaris, üç gün Bodrum için rezervasyon yaptırdım dedi. Biri size bunu dese ne düşünürsünüz. Beş günlük tatil programım var diye yola çıktım. Marmaris iyidi, sonra Bodrum'a geçtik, ilk gece iyi hoş tamam, sonra tuttu bir başkası daha eşlik edecek tatile diye."

"Çüş," dedi Mina. "Gelip aranızda mı yatacakmış o da."

"Ne rezillik dedi," Çiğdem ama Melis doğrudan Mina'ya cevap verdi. "Aşkım öyle olsa... Yani ben de başta öyle sandım ama yok beyefendi, kalan iki gün için başka bir kızla takılmak istiyormuş. Ben olay çıkarınca bozulma hemen sana da başka oda ayarlarım," dedi.

"Sen de kabul etmedin tabii."

"Yok bir de etseydi Çiğdem... Uçkuruna beş gün güvenemiyorsan tatile götürmeyeceksin o zaman Melis'i."

"Oda ayarlarım deyince kendime Melis sakin ol dedim... Sakinleştim ve oda ayarlarsan kalan iki günde gözüme kestirdiğim bütün adamları elden geçiririm dedim. Sana uyarsa oda bak, yoksa uçak ayarla, bir saate eşyalarımı toplarım ben dedim. Bir saat sonra lobiden aradılar taksi gelmiş."

"Aslan parçası. Keşke hakikaten kalıp oteli elden geçirseydin."

"Dur tatlım acelem yok benim. Bunun ağustosu var, yazı bitse kışı var... Elbette İstanbul'da dürerim ben onun defterini. Gecesi bin liralık eskortlarla karıştırdı beni. Bodrum'dan sonra Çeşme'ye geçmiş. Bir dönsün İstanbul'a..."

"Dur," dedi Mina. "Onun sümsük arkadaşı eklemişti beni, sileyim hemen."

"Silme aşkım niye siliyorsun ya. Bırak her koldan görsün adam bizi."

"Arar o yeniden seni," dedi Çiğdem.

"Arar da..." dedi Melis elini havada sallayarak. "Arar da listenin en altına indi şu an. Bir daha çıkar mı, sanmam."

"Sanmam," deyişi öyle sıradan, öyle umursamazdı ki üçü birden güldü. "Dur hatta sen bir fotoğraf paylaş Mina," dedi Melis yüzüstü uzandığı yerden sırtındaki bikini iplerini hızla ve kolayca bağlarken. "Ozan çeksin fotoğrafımızı," dedi Mina. Aynı anda üçü birden "Ozan," diye seslendi. Erdem kafasını kaldırıp drone uçuran Ozan'a baktı. "Ozan ölmüş," desene dedi adam ve Erdem "Ozan ölmüş," diye bağırdı.

Bu yüzden üst kattan aşağı sarktı Çiğdem. Ozan'la göz göze geldi. "Tamam dronela da çekebilirsin, yeter ki çekiyorum diye seslen tamam mı, bak ayağımıza çağırmıyorum, olduğun yerden çek diyorum."

Yüzünü kendini acındırmak için bir çocuk gibi buruşturdu Ozan. Öyle baktı Çiğdem'e. "Ben de seni seviyorum balım," dedi kız. "Uzanıyorum şimdi, sen çekmeden seslenirsin, hadi bak poza giriyorum ben."

"Güneş var tepede," dedi bu kez Ozan. "Güzel çıkmaz şimdi, güneş batarken çekelim."

"Nazlanma İskeçeli," diye yükseldi Melis'in sesi. "Bak kalbimi kırdılar zaten, bir de sen mi gelip üstünde tepinmek istiyorsun? Yazık değil mi bana?"

"Valla değil," dedi Ozan. "Ben daha tipini görünce o adamın götün teki olduğunu anlamıştım. Sen nasıl anlayamadın?"

Erdem, Mina ve Çiğdem aynı anda gülünce, Melis bir hışım kalktı poz verdiği havlunun üzerinden. Bu telaşı anlayan Ozan cep telefonuna davrandı ve Melis alçak korkuluktan aşağı sarkarken onun fotoğrafını çekti Ozan. "Bak!" dedi çocuklar gibi neşeli neşeli. "Harika bir poz oldu bu. Spontane, ışık mükemmel ve fotoğrafın konusunu oldukça başarılı yansıtan bir manken var karede."

"Ozan!" dedi Melis. "Ozan o piç kurusunun tarafını mı tutuyorsun? Gerçekten mi?" Sağına döndü hemen. "Mina listeden Ozan'ı da siliyoruz," dedi.

Ozan ise gülerek devam etti. "O piçle aynı listede ne işim var benim?"

"Seni gönül listemden siliyorum," dedi Melis.

Erdem başını bilgisayardan kaldırıp öyle baktı Ozan'a. "Geri adım at, bütün gün başımızı şişirir Melis," dedi. Ozan yeniden buruşturdu yüzünü ve "Tamam geliyorum yukarı," dedi.

"Mina aşkım, listeyi beklet bakalım; Ozan bir gelsin, fotoğraflarımızı çeksin önce. Beğenirsek silmeyiz listeden."

Ozan fotoğraf makinesini kuşanırken Erdem ona acınası bakışlarla "Kolay gelsin bro," deyince "Gel asistanlık yap bana," dedi Ozan. Erdem oturduğu yerden öpücük attı adama.

"Cüneyt'i al yanına."

"Sanki gelse kızların üstüne yatıp poz vermeyecekmiş gibi..."

"Oktay'ı çıkar sudan."

"Çıkarırım da poz verenlerin sayısının artmasından başka ne elde edeceğimi anlamadım."

"Senin şerefine içiyorum İskeçeli."

"Aynaya bakıp ben neden bu kadar kötü bir arkadaşım diye sorabilirsin içerken."

"Yapacağım bunu."

"Lütfen." Göz kırpıp merdivenlere yöneldi Ozan. O sırada dümene geçip motoru kapattı Cüneyt. "İşte geldik!" dedi. "Bundan güzelini bulursanız ben de bu işi bırakırım."

Bu yüzden teknenin üst katında güneşlenen üç kız da ayaklanıp ağzına yanaştıkları koya hayranlıkla baktı. Ozan "Ah," dedi. "Droneu bırakacak zaman mıydı şimdi?"

Sonra eğilip alt kata seslendi. "Cüneyt karaya çıkmadan ayrılmam ben buradan."

"Emriniz olur paşam," dedi adam. Ama sonra "vakti geldi," diye düşünüp suyun üzerinde cansız bir beden gibi seyreden Oktay'a şifreli bir ıslık çaldı. Oktay gözünü açmadan el salladı yattığı yerden. Islık tekrar edince gözünü açtı. Cüneyt'in on litrelik bir bidonu kaldırıp kendisine gösterdiğini görünce sırıtarak yüzmeye başladı tekneye doğru.

Oktay sessiz sedasız tekneye çıktığında Erdem de ayaklandı. Üst kattan sesler geliyordu. Melis "Hazır olmadan çekmesene," diye Ozan'ı azarlıyor, Mina "Ya bak iki saattir aynı pozu veriyorum, çek artık," diye bağırıyordu. Ozan'ın kadrajının denize yöneldiğini fark eden Çiğdem gürledi. "Sen bizi çekmiyorsun ki!"

Ozan'ın sevecen sesi de avutmadı onları. "Güzelliğiniz denizle yarışıyor, benim de aklım karışıyor, ne yapayım?"

"Denizden de güzel üç kız var karşında Ozan!"

İddialıydı Melis, Mina ise yattığı yerden Çiğdem'e sokulup poz verirken mırıldandı. "Sen zamanında bu adama onca albümü nasıl çektirdin bir anlasam..."

Çiğdem yattığı yerden dirseğiyle Mina'yı dürttü. "Ozan seni duyarsa yüzüne bakmaz."

"Tamam, sustum," dedi Çiğdem. Bereket ki Ozan duymamıştı. Seneler evvel denenmiş ve arkadaşça noktalanmış bir şeyi, "İlişki" demek ne kadar doğruydu, emin değildi Ozan; bugün saçma sapan bir fotoğraf çekme anında gündeme getirmek elbette canını sıkardı adamın. Çünkü gerek yoktu ve bu espri konusu edilecek bir şey de değildi.

Beyaz minderlerin üzerinde pek çok poz veren kızları yeterince kızdırdığını düşünen Ozan, bu kez gerçekten bir set çekimindeymiş gibi profesyonelce çekim yapmaya başladı. Çektikçe yaptığı işten keyif de aldı zira renkler kadraja öyle bir yansıyordu ki deklanşöre basan parmağı bile heyecanlanıyordu. Bunca güzel manzara, poz verenleri zaten gölgede bırakıyor ve gördüğü şey bir elma bile olsa onu kendi güzelliğine dahil ediyordu, nasıl olurdu da sevmezdi fotoğraf çekmeyi?

Bu ihtişama kapıldığında yarıda kesilip yeniden başlayan müziği fark etmesi imkansızdı. Zaten yolculuk boyu ivmesi hiç düşmeyen müzik bu kez yılın gözdesi Rihanna ve Drake ile hareketlendi. "Work work work" diyordu bir ses. Teknenin huzuru, tembelliğin ve tatilin tadına inat. "Work, work, work..."

Kendini en sevgilisi fotoğraf makinesine kaptırınca teknenin altından üstüne yapabildikleri en sessiz şekilde çıkan ve ellerinde bir bidon taşıyan adamları da fark etmedi. Kızlar güneş gözlüklerinin ardından kıs kıs gülerken "Yakalayın şunu," diyen Cüneyt'in sesiyle Ozan'ın ardına bakması bir saniye içinde olup bitti. Koskoca kahkahalar örttü müziği.

Ozan'ın sesi hiç olmadığı kadar yüksekti. "N'apıyorsunuz oğlum!" diye inletti ortalığı. Dört elle sarıldı fotoğraf makinesine ve bir anda kendini teknenin tepesinden ayaklarından aşağıya sallandırılırken buldu. Bir ayağı Oktay'ın elinde, diğer bacağı ise Erdem'in kollarındaydı. "Lan!" diyordu durmadan. "Makine var elimde. Lan bu makineye bir şey olursa hepinizin ağzına sıçmaz mıyım ben! Lan bırakın!"

Oktay bir koluyla uzanıp makineyi kavradı, tutun şunu diye kızlara uzatırken Cüneyt elindeki bidonla böğürdü.

"Abisi sen bana söz vermedin mi? Temmuzda beni tekneden sallandırıp viskiyle yıkayın demedin mi? Unutur muyum oğlum ben bunu?"

"Aaa viski mi var o bidonda?"

"Yok benzin döküp yakacağız Ozan'ı."

"O da eğlenceli olurdu!"

"Video çekiyorum bekleyin!"

Poz verirken aheste aheste salınan kızlar telefona koşarken nasıl da katıla katıla gülüyordu! Ozan ise verdiği sözü dünmüş gibi bir anda hatırladı. Makine de kurtulmuştu. Eh bu adamların kendisini viski sosuna bulamadan denize bırakmayacağına, hele hele edepleriyle tekneye bırakmayacağına zaten emindi. Koyverdi kendisini. Bu kez ağzından küfürler değil zevk sesleri döküldü. Baş aşağı sallanırken ayaklarından akan şeyin gerçekten viski olup olmadığını anlaması biraz zaman aldı. Her yanına dokunan damlacıklardan biri ağzına isabet ettiğinde, viskiyle yıkandığını anladı. O zaman "Hani Uzo dökecektin lan?" diye bağırdı.

"Rakıyı harcamam oğlum. Günah!" diye karşılık verdi Cüneyt.

Boş bidon bir yana fırlatılınca da Oktay ve Erdem'e eşlik etti. "İyi salladınız mı?" dedi önce ve Oktay bir halı silkeler gibi asıldı tuttuğu bacağa. "Atalım mı?" diye kızlara baktı bir kez. Tezahürat beklediği belliydi ve bir anda "At, at, at!" sesleri yükseldi.

"Work, work, work!" diyordu müzik. "Sikerim tıp fakültesini!" diyerek içmediği viskinin sarhoşluğunu yaşıyordu Ozan. Kanı yörüngesini yitirmişti artık. Baş aşağı sallanırken bir yandan altındaki şortun çekildiğini hissetti. Cüneyt miydi bu edepsiz? Hayır Oktay'ın ta kendisiydi. Küfürlerini geri çağırdı. Ayakları kendisini tutan kollardan kurtulmaya çalışırken dünyanın kahkahası koptu teknede ama amacından sapmadı Oktay.

"Çek, çek, çek!"

"Hurt, hurt, hurt!"

"Asıl, asıl, asıl!"

"Dirt, dirt, dirt!"

Suya kocaman bir taş düştü sanki. Ozan'ın viskiyle yıkanmış bedeni anadan doğma bir halde denizin dibini boylarken Oktay, Ozan'ın şortunu havada bir zafer bayrağı gibi savurdu. Hâlâ suyun yüzeyine çıkmamış Ozan kızlarda kıyamete varan gülüşlere neden olurken Oktay yere düşmüş bidonu da diğer eliyle havaya kaldırdı. Bir elinde bidon, diğerinde Ozan'ın şortu, işte böyle selam verdi Melis'in telefonuna kaydettiği videoya. Sonra bidonu başına dikip akan birkaç damla viskiyle ağzını nemlendirdi.

Video orada biterken Cüneyt hâlâ su yüzüne çıkmaktan imtina eden Ozan'ın denizde bıraktığı su kabarcıklarını takip ediyordu.

Kabarcıklar, teknenin kıçına dek sürdü. Orada başını çıkardı Ozan ama nefes alıp yeniden suyun dibine daldı.

"Çıkınca tükürecek suratınıza," dedi Mina.

"Çıksın da hele bir," diye cevap verdi Cüneyt.

Erdem insaflı davranıp Oktay'a "İndir adama şortunu," derken Oktay oralı olmadı. "Çıksın buraya vereyim."

"Ya yapmayın!"

"Acıma kızım şu adama."

"Buraya kadar çıkarsa zaten sikecek beni."

"Oktay suya dal lan. Su darbelerin şiddetini keser."

"Boğar beni oğlum suyun içinde."

Aşağıdan gelen hem kuvvetli hem kuvvetsiz sesle şöyle bir durdular. "Canını seven havlu getirsin."

Sudan tekneye çıkmayan, çıkamayan Ozan'ın sesiydi bu.

"Canını seven aşağı inmez," dedi Cüneyt.

"Korkunun ecele faydası yok," dedi Ozan. "Şimdi şortumu ya da havlumu getirirseniz gıkımı çıkarmam."

"İnanalım mı?"

"Şeref sözü!"

"İnanmayın oğlum, çok edepli konuşuyor. Fırtına öncesi şeysi bu."

"Getirin lan şu şortu."

Çiğdem kendi havlusunu alıp aşağı inmek isterken ona mâni olmaya çalıştılar.

"Çiğdem!" dedi Ozan. "Sen şunlara uyma. Bak sonra fotoğraf diye yalvarırsın."

"Çiğdem'i tutun."

"Oktay oğlum ben buradan çıkınca kıçındaki donu almaz mıyım?"

"Çık al kardeşim, ben sana donsuz da poz veririm."

"Puştluk yapma Oktay! Çiğdem şu havluyu at bak valla bozuşuruz."

Çiğdem'in havluyu atacağını anlayan Cüneyt kızı bir hışım kucakladı ama Çiğdem'in elinden çıkan havlu rüzgarla denize savruldu. Ozan onun peşine düşerken Çiğdem Cüneyt'in kollarından bir havan topu gibi fırlatılıp denizi boyladı. Ozan sarındığı havluyla tekneye ayak basınca Erdem ve Oktay aynı anda denize atladı. Mina ve Melis'i de bizzat elleriyle suya Ozan bıraktı. Sonra kuruldu dümene. Motoru çalıştırdı. Ardından gelen küfürlerle ağır ağır hareket etti tekne.

"Ozan amına koyayım, durdur lan tekneyi!" Cüneyt'in sesine kahkahayla cevap verdi Ozan. Kullanmasını pek iyi bilmiyordu ama az ilerlese de teknenin peşinde köpek gibi yüzdürseydi şunları, işte bu kadarı yeterdi. Nitekim Oktay başına geçirdiği şortla yüzdüğü için Ozan pek de sinirli kalamıyor, istemsizce gülüyordu.


*


Karaya ayak basmadıkları günün sonunda, Armutlu Su Koyunu terk etmeyip burada gecelemeye karar vermişler ve sudan çok tüketilen alkolle beraber akşam yemeğini halledip gündüz çılgınlığını bırakmışlardı. Kral boy yataklı oda kızlarındı ama yola çıktıklarından beri kamarada yatan kimse olmamıştı. Gece serinliği ince bir battaniyeyle aşılıyor, gündüz güneşlendikleri alan gece de yatakları oluyordu.

Geceye çalım atan şu saatlerde herkes kendi kabuğuna çekilmişti. Cüneyt elinde bir kadeh rakıyla teknenin burnunda karanlık ufku seyrediyor, Mina hemen onun ardında uzandığı yerde uyukluyordu. Çiğdem ve Ozan küçük mutfakta kahve yapmaya çalışırken müzik ve bilgisayar yine Erdem'deydi.

Melis tepesinde dağınık bir topuz haline getirdiği uzun saçlarıyla teknenin kıçında ayaklarını boşlukta savurarak gökyüzünü seyrederken, bir elinde bira şişesi diğerindeyse sigarasıyla Oktay yaklaştı ona.

Oktay'ın yaklaştığını fark eden kız ise yanı başında duran telefona uzanıp "Baksana," dedi acelece. "Ozan'ı denize attığınız videonun benim manikür videomdan çok izlenmesi biraz umut kırıcı değil mi?"

Oktay sigarasından bir nefes alıp çıplak bedeniyle Melis'in yanına uzandı. Kısa şortunun paçalarını baldırlarına kadar çekti. Sanki olmayan güneşin onları yakmasını ister gibi. Göz ucuyla telefonda dönen görüntüyü izledi. Kulakları o anı tekrar yaşar gibi Ozan'ın sesini işitti.

Gök yüzünde milyonlarca yıldız vardı kendisine göz kırpan. Manzarayı sevmemek elde değildi. "Biriniz bile adamın çıplak götünü çekmemişsiniz, asıl o olsaydı izlenme rekorları kırardı."

Öyle bir videonun hayaliyle güldüler. Sonra Ozan'ın suya düşüşünü anımsayıp bir daha güldüler.

"İstiyorsanız yarın bir tane daha çekebiliriz."

"Ck," dedi Oktay. Sırtında Ozan'ın yumruğunun izi vardı. "Eli ağır İskeçelinin. Ama isterseniz Erdem'i fırlatabiliriz. Ha neden benim böyle bir videom yok dersen, seni de fırlatabilirim. Hem göğüslerin paraşüt görevi de görür."

"Kum torbası olup beni aşağı çekmeleri daha olası."

Kulağı duyduğunu öyle çok sevdi ki yattığı yerden güldü Oktay. Melis de eşlik etti ona ve sonrasında devam etti.

"Ama yine de çıplak halimi promosyon olarak kullanmak istemem. Merak edecekleri bir şey kalmazsa aç kalırım."

Konuşurken rahattı Melis ama o rahatlığın altında kocaman bir diken olduğunu biliyordu Oktay. Batıyordu ara sıra kıza, canı yanıyordu, farkındaydı.

Bu yüzden yattığı yerden kalkmadan, bedenini de çevirmeden başını şöyle bir oynatıp gözlerini ona dikti. "Bodrum'da bir orospu çocuğu canını sıkmış diye duydum."

Cüneyt söylemiş olsa gerekti. Bir şey demedi Melis. Dudaklarını sımsıkı birbirine kenetledi.

"Ama işte adı üstünde orospu çocuğu. Biz bunun için üzülmeyiz değil mi?"

Melis yine sustu. Ama susarken yutkunuşları güçleşti.

"Ayrıca ara ara hepimiz hatalı seçimler yapıyoruz öyle değil mi, pişman ola ola yürümenin bir sikim faydası olmuyor."

Ağzını açmadan burnuyla nefes aldı Melis. Ağlamamak için direnmek insanın daha hızlı ağlamasına sebep oluyordu şüphesiz. Bu yüzden gözünden bir damla kaçıverdi. Görülmemek için hızla onu sildi kızın eli ama çabası anlamsızdı. Oktay gördü ve belki güler umuduyla konuştu.

"Yapma ama götün teki o herif. Onun ipiyle kuyuya inilmeyeceğini herkes biliyor. Seninki sarhoş kafayla verilmiş salak bir karar deyip geçelim. Değer mi şimdi onun için ağlamaya?"

Bu kez başını Oktay'a çevirdi kız. "Sarhoş kafayla karar vermedim ki," dedi. Bir süre gözlerini birbirlerinden çekemediler. İç çekti kız, içine giren havayı dışarı bırakmayıp kendini sıkarken kızardı. Ağlamamak için bir balon gibi şişti yüzü.

"Yazın masraflarım artıyor," dedi. "Yaz okulu var, kiram arttı. Salonun parasını bile Cüneyt ödedi bu ay. Yoksa ben de biliyorum o adamın ne mal olduğunu. Sadece seçme şansım yoktu." İki damla daha seri halde düştü kızın yanağının kestirmesinden yere doğru.

"Şşşt," dedi Oktay. "Bunun için mi takıldın onun peşine? Kızım ben neyim burada? Niye önce bana gelmiyorsun?"

Gülmeye çalıştı kız. "Oktay benim işim bu," dedi utanmamaya gayret edip utanarak. "Her sıkıştığımda birinize koşamam. Okul bitene kadar bütün orospu çocuklarına kralmış gibi davranmak zorundayım. Sadece bazen çok..." Durdu, bile isteye yanaklarını şişirdi. "Çok ağır geliyor."

"Meli," dedi Oktay s harfini atarak. "Yapma ama böyle. Ağlarken o kadar çirkin oluyorsun ki, o taş gibi kız nasıl bu hale bürünebilir aklım almıyor."

Ama bu bir işe yaramadı. Kız iki elini yüzüne örtüp nefes almamak için gayret etti. Çünkü tek bir nefesle çözülürdü ipleri, dağılırdı her şey ve o denli dağılırsa nasıl toplanacağını bilmiyordu.

Onu gören Oktay'sa "Şşşşşt," dedi yeniden. Şimdi Melis'i böyle görseler üşüşürlerdi buraya ve Melis rol yapmak için fazla zayıf bir anındaydı. Yattığı yerden sol kolunu kızın boynunun altına sokup onu kendi bedenine çekti Oktay. Sağ elindeki sigarayı söndürüp kızın yüzünü kendi göğsüne bastırdı. Büyük eli kızın yüzünü büsbütün örttü.

"Böyle adamlar için ağlamayacaktın, üzmeyecektin kendini."

Onu duymaz gibi ve boğulmak pahasına yüzünü bir kez bile kaldırmadan ağladı Melis.

O adam için ağlamıyordu ki. Onun gibi adamlar için de ağlamıyordu. Yüzünde bir dirhem güzellik olmayan, içi de dışı da pislik dolu herifin tekiydi. İşin kötüsü birlikte olduğu hemen her erkek böyleydi. Bunu bile bile onların yüzüne gülmek, onları öpmek ve kendisini öpmelerine izin vermek ve daha ne çok şeydi ağır gelen. Hani nihayetinde "orospu çocuğu" deyip geçerdi herkes. Öyle insanlarla muhatap olmak, hem de bunu bile isteye yapmak ve bir küfrün sessiz öznesi olmaktı sorun. Kime dese "olma o zaman" deyip geçerlerdi. "Olma öyleyse." Bunu kendisi de bilmiyor muydu sanki? Ama işte bodrum katta yaşamak istemiyordu. Bir bahçe yoksa bir balkon, biraz manzara diye diye üst katlara çıkmanın telaşındaydı. Üst katta yaşamak istemek büyük bir arzu, anlaşılmaz bir talep miydi? Güzel bir hayat yaşamak sadece zengin bir aileyle kuşatılmış çocukların mı hakkıydı? Ailesinin vermediğini, veremediğini bu hayattan almak istemek mi onu orospu yapardı? Yapsındı o zaman. Sadece üst kata taşınmak içindi çabası. İyi bir okulun yükünü sırtlanmıştı, sırtındakini yere bırakmak gibi bir derdi yoktu. Yalnızca o yükü kaldıracak güce ihtiyacı vardı. Tek başına olmuyordu. Bunun için yüzüne bakmak istemediği erkeklerden destek almak kulağa güzel gelmiyordu evet ama bu kendisini kötü mü yapardı? Sorgulamak, doğru cevabı bulmak ne kadar yorucuydu. Bunun için soru sormayı bırakmıştı. Çünkü bazı cevapların bilinmesi sakıncalıydı. Sakınca neredeydi derlerse, insan kalbinin hassasiyetinden bahsederdi. O cevaplar radyasyon yayardı. Kalpten uzak durması en hayırlısıydı. Çünkü kalp dedikleri şey kuş kadardı. Bir gıdım canı vardı. Teklerse dönüşü olmazdı. Yaşamak, güzel bir hayat yaşamak herkesin hakkıydı. Hakk vermezse, almayı bilmek de kulun işiydi.

Melis sessiz sedasız ama bir fırtına kopararak ağladı boğulmak üzere olduğu o yerde. Her şey güzel bir hayat içindi. Üst kata taşınmak için. Okul bitince, o zaman saygın bir iş bulacak ve çirkin olan hiç kimsenin yüzüne bakmayacaktı. Kedileriyle beraber üst katta yaşayacaktı hep, hiç aşağıya inmeyecekti.

Ağlayışı uzun sürdü. Nice sonra derin bir nefes verdi Oktay. Ne yapacağını bilemediği besbelliydi. Konuşmuş olmak için "Baksana yıldız kaydı," dedi kıza. Melis burnunu çekti. Gök yüzüne baktı. Her şey yerli yerinde duruyordu. "Hiçbir bokun kaydığı yok," dedi Oktay'a. "Kayan bir şey varsa benim hayatımdır o."

"Aaaaa ama!" dedi sonunda Oktay. "Böyle muhabbetlerde ne kadar başarısız olduğumu bile bile üstüme geliyorsun."

Güldüler. Sonra "Baksana," dedi Melis. "Babanın baban dozunda yaşlı ve zengin hiç arkadaşı falan yok mu? Birine kapağı atmadan olmayacak galiba benim iş."

"Arada annem olmasa doğrudan babama alalım seni derdim. Hayalindeki erkek. İşten kafasını kaldırıp eve gelmez, epeyce yaşlı, güzel de parası var."

"Anneni ne yapacağız?" dedi Melis Oktay'ın kabuklu yaralarının üzerinde gezerken.

"Mis gibi geri zekalı oğluna bakar. Zaten imkânı olsa babamı da beni de siktir eder hayatından. Kısaca herkes mutlu olur."

"Eh," dedi o zaman Melis. "Sen de mutlu olacaksan kendimi feda ederim sorun değil. Başka türlü mutlu olacağımız yok bizim."

"Öyle mi dersin?" dedi Oktay. Sahiden başka yolu yok muydu mutluluğun?


*



İskeçeli'yle konuştuğumuz geceyi düşünüyorum da, nasıl heyecanlı, nasıl içi içine sığmaz bir haldeydim, çok iyi hatırlıyorum. Öyle yürek çarpıntıları çok az olur herhalde, kolay kolay da unutmaz insan. Ben Oktaygillerden biriyle konuşma mertebesine yükseldiğim için kalbim bunu kaldıramayacak sanmıştım. Elim ayağıma girmişti, telefonda nasıl saçmalamıştım nasıl... Uyku denilen şey kervan olup göç etmişti. Sabaha kadar uyuyamayacağıma emindim o bana yazdıktan sonra.

Ama sonra yazdığım her şeyin altında yatan saf salak hallerden öte bir şey oldu. O bana Cücü'yü kastederek "Temel hayatta kalma ihtiyaçları diyorum ben bunlara. Seni de küçücük bir odaya kapatıp yalnız bıraksalar, yaşamak pek tatlı olmaz," dediğinde bütün mesajlarda yaptığım gibi bunu da birkaç kez okudum. Galiba üçüncü okuyuşumda ilk göz yaşım aktı. Ne olduğunu bile anlamadan.

Cücü tatlı bir yaşamın ne olduğunu bilmiyordu da ben biliyor muydum? Çok tatsızdı benim hayatım. Altı metre kare bir odada geçip gidiyordu. Temel ihtiyaçlarımdan öte neyim vardı ki? Kafes al dedi bana. Dedem mevcudu istemezken, İskeçeli bir kuş daha al dedi bana. Sonra da bunları yapamayacaksan kuşu bana ver dedi.

Bu hayatı boşuna yaşayanlar diye bir şey var. Kim inkâr edebilir ki onların varlığını? Bir de hayatı dolu dolu yaşayanlar var, bu da gerçek. Allah onların ömrünü alıp dolu dolu yaşayanlara versin desem, yok olanlardan biri olurum. Bunu fark ettim. Bu farkındalık, bir anda ok gibi içimi delip geçti, kanamaya başladım ve bunu durdurmam mümkün olmadı.

Cücü'ye bakıp ondan özür diledim. Neyin özrü deseler onu da bilmiyordum. Onun benimle yaşamasını ben seçmemiştim, doğmasını da. Sonra yatağımdan kalktım. Hiç adetim değildi gece gece evde dolanmak ama ağlayışıma engel olamayınca yüzüme hava çarpsın istedim. Gece vakti serin olur bizim buralar. Yazı kışı yoktur, üşütür insanı. Kurbağa seslerine karılmış soğuk gözümden akan su yataklarını hemen kuruttu. Biraz da ürperdim. Yatağa dönmeden Cücü'ye baktım. Kafesi asılı olduğu duvardan kaldırdım ilk kez. "Gitmek ister misin?" dedim ona. Burada benimle bomboş bir hayatı yaşayacağına uçup gitseydi o zaman. Mutlu olacaksa şayet... Ama emin olamadım. Cücü de bir şey demedi bana. Ben de ona, İskeçeliye sordum.

"Lütfen yapma," dedi. "Kafese alışmış bir kuşun dışarıda hayatta kalmasını beklemek mucize olur. Bakmak istemiyorsan ben alabilirim. Ne zaman istersen bana getirebilirsin ya da ben gelir alırım sorun değil."

Sağlıklı bir an yaşasam, onun gelmesi fikri ya da benim ona bir şey götürme ihtimalim çığlık atmama, çıkıp yaylalar boyu koşmama sebep olurdu. Ama o kadar yanlış bir zamandı ki, onun yazdığı şey sadece daha fazla ağlamama neden oldu. Cücü'ye baktım. Aynaya bakmak gibiydi. Çaresizlikle kuşatılmış mutsuzluk gördüm. Biri gelsin ve Cücü'yü mutlu etsin istedim. Sanki o mutlu olursa ben de mutlu olacakmışım gibi.

İmkânım olsa, hemen o an, gece vakti yola düşer Cücü'yü İskeçeliye bırakırdım. O yüzden İstanbul'da olmadığımı söyleyişim de çaresizlikten ibaretti. Bana pet taksiden bahsettiğinde ağlayışım engellenemez bir hâl aldı. On sekiz yıllık hayatımda hiç sarı taksiye binmemiştim ki pet taksinin ne olduğundan haberim olsun.

Her şeyden öte bir şeyleri bu kadar kolay yapıp edebilmesi, bir şeylerin kararını tek başına alabilmesi imrenilesi bir şeydi. Kıskandım. Sonrasında Cücü'yü mutlu edebilmenin yollarını sordum ona. Yapabildin mi bunları derseniz, evet Cücü'yü cereyandan korudum. Tek yapabildiğim bu oldu.

Birkaç gün boyunca yeni kafes almaktan bahsettim evin içinde. Var olanı kıçıma mı sokacakmışım da yeni kafes istiyormuşum. Öylece oturdum kafes sokamadığım kıçımın üstüne. Yeni bir kafes alabilseydim, fotoğrafını çekip İskeçeliye gönderecektim. "Bak," diyecektim ona. "Kafes işi tamam, bir tane de kuş olacağım en kısa sürede." Böylece sohbet edecektik ve ben bu kez kendi gözyaşlarımda boğulmak gibi bir aptallık yapmayacaktım. Sonra İstanbul'dan açacaktık konuyu. Oktay'a gelecekti konunun bir ucu, emindim. O zamana kadar sonuçlar açıklanır tercihler başlardı. Böyle düşünmüştüm.

Oldu mu derseniz olmadı. Kafes alamadım. Sonuçlar gelene kadar annem her yerde Artvin'de okuyacağımdan bahsedip durdu. Dedem okul mevzusu açıldığında, Artvin söz konusu olsa bile büyük bir huzursuzlukla sustu. Ben bir köşede tırnaklarımı yola yola bekledim.

Sonuçların açıklanacağı sabah kör vakitte uyanıp ahırın önünde oturdum ve tepesine duman çökmüş Cin Dağını uzun uzun seyrettim. Bir yerlerde kader ağlarını örüyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Hazirandan beri ders de çalışmıyordum ve ders çalışmazken renksiz hayatım daha da bir anlamsızdı. Koskoca bir boşlukla yaşıyordum. Saatler geçti. Sonuçların açıklandığına emindim, telefonum susmuyordu. Bütün öğretmenlerim bir bir aradı, hiçbirisini açmadım. Lale aradı, onu da açmadım ama o yarım saat sonra babasının arabasıyla kapımızda bitti. Babası sevecen bir adam. Lale gibi "Kaç yaptın," demeden önce halimi hatırımı sordu. O zaman da aldı mı beni bir ağlama... Hayır, sonra kendime de kızıyorum böyle salaklıklar yaptığım için ama göz göre göre kurban edeceklerdi beni, ne yapayım? Lale'nin babasına sarılıp "N'olur dedemi ikna et, Artvin'de okuyamam ben," diye ağlamaya başlayınca adam da şaşırdı. Lale'nin domuz ağzı hâlâ "Kaç almışsın?" diyordu. Elinin körünü almışım Lale diyemedim. Ne önemi vardı kaç puan aldığımın? Artvin'de kalacaksam aldığım puanın da, okuduğum okulun da, senelerdir çözdüğüm soruların da, bütün test kitaplarının da Allah belasını vermez miydi?

Annem evden çıkınca sakinleşmek zorunda kaldım. Kadın da korktu beni o halde görünce. Hemen sonra biraz da sitem etti. Ne diye elin adamına öyle sarılırmışım... Kötü bir şey oldu diye de korkmuş. Anne çok kötü şeyler oluyordu zaten, beni tüketiyordunuz ve ısrarla bunu görmüyordunuz. Elimi yüzümü yıkadılar. Lale elinde telefonla "Hadi bakalım," deyip duruyordu. Sonunda ben söyledim, o yazdı. Sonucumu ilk gören Lale'dir. Kapak olsun. Olsun da, Türkiye ellincisi olmak benim yeni bir ağlama dalgasına kapılmama neden olmaktan öte neye yaradı?

Şimdi hiç sevinmedim diyemem. Günler boyu evimize akın akın insan geldi. Görücüye çıktığımı düşündüm bir an ama herkesin "maşallah" diye yüzüme tükürmesi sünnetli çocukları daha çok andırıyordu. Bütün öğretmenlerim geldi eve. Yalan değil, gururdan ciğerlerim patlayacaktı. Onlar da aynı gururu taşıdıklarını söylediler. Annem ağladı hatta. İlçe Milli Eğitim'den arandım, Şavşat gazetelerine de çıktı adım. Her şey öyle kusursuzdu ki! Hatta Şavşatlı bir iş adamının bana eylülden itibaren güzel bir burs ayarlayacağının sözünü de verdiler. Kyk bursumun diğerlerine göre üç katı olacağını öğrendim. Hayatımın en güzel haberlerini peş peşe alırken mutluluktan delirmem lazımdı ama evin içinde ölmesi için her gün dua ettiğim ihtiyar dedem Artvin'de okuyacaktan öte tek kelime etmiyordu. Ben biliyordum malımı. Ondan sebep sonucuma bakmak içimden bile gelmemişti.

O sırada Oktaygiller tatile çıktı. Tatil dediğim şu ünlülerin "mavi kaçamak" dedikleri şey gibiydi. Rüya gibi bir tatil ya da bunun adına hangi süslü hülyalı şey diyebilirsek ondan. Günlerce iki gözüm iki çeşme onları izledim. Bilakis Oktay'ı gördüğüm zaman ağzımın bir kenarı gülüyor, bir kenarıysa ağlıyordu. Daha önce onun bana fersah fersah uzak olduğunu düşünüyordum. Yine uzaktı. Uzansam dokunamazdım ama istersem, o okula gider onu görebilirdim. Hatta niye olmasın, onun karşısına çıkar onunla tanışabilirdim. İskeçeliyle bir kerecik bile olsa yazışmıştım. Bu da imkânsız gibiydi esasen ama olmuştu. O halde Oktay'la da konuşabilirdim. Rüya değildi bunlar, yaşadıklarım. Ama ellerimin arasından kayıp giden şeyler vardı. Bir kere daha dualar ettim dedem ölsün diye.

Gece yattığım yerden gözyaşımı silip tekneden fiyakalı atlayışlarla denize düşen Oktay'ı, ıslanan saçlarını, sonra kururken dalgalanan saçlarını, beyaz şortunu, siyah şortunu, gövdesini, sırtını, ayak parmaklarını inceliyordum. Islak gözlerim ve gülen dudaklarımdı o. Sonra bir gece yarısı gülmekten katılmıştım yazlık yorganımın altında. İskeçeliyi denize döktüler. Valla! Melis paylaştı videoyu. Bildiğiniz sallayıp sallayıp denize bıraktılar çocuğu. Bir şeyler döktüler üstüne. Kahkaha ve deniz sesiyle dolu bir video. Yaz boyu gördüğüm en komik şey. Bunca sancılı günlerimin ortasına güneş gibi doğdu. Hem... Üstelik... Cıscıbıl attılar çocuğu. Yani cıscıbıl halini görmedim, tövbe estağfurullah. Öyle mi bilmiyorum ama öyle gibi. Müsebbibi belli tabii. Kayıp bir şort Oktay'ın başına taç olunca, yatağımda döne dolaşa, yana yakıla güldüm. Sonra o şortu bir eşarp gibi başına sarıp güneş gözlükleriyle havalı fotoğraflar mı paylaşmadı, bayrak gibi teknenin bir ucuna bağlayıp da "Yine döktük denize," mi yazmadı. Neler neler. Yanan canım onunla eridi gitti.

Öbür tarafta İskeçeli denince aklıma başka bir manzara gelmeye başladı. Utandım, kızardım kendi kendime. Ama o da geri durmadı. Sanki benim canıma işlesin diye Oktay'ın sırtının fotoğrafını paylaştı. Koca bir morluk var paylaştığı yerde. "Şaheserim," yazmış bir de. Aktı içimin balları da gözyaşıma karıştı.

O sıra televizyonda ya da müzik listelerinde en çok duyduğum şarkı "Leyla" idi.

Karşımda, hayalin masamda
Keşkelerle dolu bu kadehler
Kalkar tüm anılara

Sussan da, kalemi kırsan da
Mucize seni bekler bu yürek
Senden vazgeçmez asla

Sorma durum Leyla
O sesler yok aslında
Birden çıkagelse
Yok yok olmaz asla, Leyla

Hem ağlıyor, hem Oktay'ı düşleye düşleye badanasız tavanı seyrediyordum. İşte bunlar yazımın tek güzel yanıydı. Gördüğünüz üzere bana ait değildi. Başkasının tatili, başkasının anısı benim akıl sağlığımı korumak için güldüğüm nadir anlardan biri oldu.

Bir yandan da mücadeleye devam ettim.

Beni tebrik etmek için arayan herkese kaç posta ağlayarak o aptal ihtiyarı ikna etmelerini istediklerini inanın bilmiyorum. Camiye de gittim. İmama da ağladım, utanmam kalmamıştı artık yolda selam verdiğim herkese "Dedem beni okutmuyor," diye ağlıyordum. Kime desem ayıpladılar, kınadılar dedemi. Oh olsun mendebura. Ama ben direttikçe o da diretti. Kız kısmının okuması da münasip değilmiş ama o vebalini göze alıp Artvin'de okuturum diyormuş, daha ne istiyormuşuz. Elinin körünü!

Matematik öğretmenim defalarca eve geldi. "Bunca akıllı kızı burada okumaya zorlamanın vebali daha büyük dayı," dedi. "Bak okullar kapısında sıra olur bu kızın. Cebinden beş kuruş para çıkmayacak. Bırak kızı İstanbul'da ya da Ankara'da okusun."

Ne deseler yanaşmadı. Annem onca insan gelip neredeyse ellerinden öpecekken, bir akşam dedemim karşısına çıkıp "Baksana herkes nasıl övünüyor, ne büyük şeyler yapmış Bahar. Bırakalım da gitsin," dedi. Mendebur elindeki bastonu annemin ayağına fırlattı. Baston yere çarpıp iki parçaya bölündü. "Hep sen yüz veriyorsun bu kıza," diye anneme dünyanın küfrünü etti dedem. Babam gıkını bile çıkarmadı. Abim denilecek kara cahil bir kenardan "Ben okumadım neyim eksik," diyordu. Kafan, aklın, beynin... Neren eksik değil ki? Dedem o akşam hızlı hareket edebilse kalkıp beni tertemiz döverdi de, kuvveti yetmedi. Ölmüyordu ki kötüler tez vakitte. Ama içimin en sert duvarına fırlatılan o bastonu yazdım. Unutmayacağım.

Hayatımın en güzel günlerini kabusa çevirdi ve ben geceleri yattığım yerde o mendeburun çayına fare zehri katarak ondan kurtulmayı düşünmeye başladım. Çok yaşlıydı, anlarlar mıydı zehirlendiğini? Öylece ölüp gitmiş diyeceklerini bilsem gözümü kırpmadan öldürürdüm onu. Vicdan azabı da çekmezdim. Benim tüyü bitmemiş gençliğimin vebalini taşıyacak mı sanki onun ölüme üç adım kalmış bedeni? Öldüğü gün yattığı toprak bile tiksinecek ondan, haberi yok.

Sonra... Ben bu hengamenin içinde Cücü'yü unuttum. Ona bir kafes ve hayat arkadaşı vermem icap ederdi ama kendi derdimin peşinde koşarken Cücü'ye sıra gelmedi.

Cücü'yü, İskeçeliyle konuşmamızdan on beş gün kadar sonra, bir sabah kafesinde boyluca yatarken buldum. Öyle kıpırtısızdı ki, içi doldurulmuş bir kuş gibi duruyordu. Serçe parmağımla dürttüm bedenini, koşarken farkında olmadan çarptığımız ve savrulmasına neden olduğumuz taşlar gibi hafifçikti. Neden oldu, neden öldü, aklım hiç almadı. Kafesi yere bırakıp başına çöktüm. Mutsuzluk öldürüyordu demek. Ölmekten hiç bu kadar çok korkmamıştım. Ve aylardır benim göremediğim şeyi İskeçeli tek bir fotoğrafa bakarak görmüştü. Şimdi ben Allah'tan da Cücü'den de özür dilesem ne olurdu ki? O zaman teknedeydi Oktaygiller. Telefonumu elime alıp İskeçeliye yazmak istedim. Neyi, neden yazacaktım bilmiyorum. Sonra adam bana neden bir kafes almadın dese ne derim diye düşünerek yazmaktan vazgeçtim. Ona da mı dedemi anlatacaktım? Mavi tur mu mavi tatil mi ne, işte öyle şeylerle uğraşan adam ne anlardı benim halimden?

Mutfaktan aldığım beyaz peçetelere sardım Cücü'yü. Kefen dedikleri şey de böyle oluyordu demek. Kolumun altında Yasin kitabım ve elimde kefenlenmiş Cücü ile kendimi yola vurdum. Küçük tarlaları geçtik, arıcıların kovanlarını geçtik, bayır aştık, koyun sürüleri gördük. Cin Dağının eteklerine çıktık. Hiç yapmadığım kadar çok uzaklaştım köyden. Bizimkiler duysa çok kızardı ama ben yürüdükçe Cücü'yü bırakmak istemedim. Sonunda pes ettim. Hem ağladım hem de onun için kuş kadar bir mezar kazdım ellerimle. Yasin okudum. Çiçek arandım, sarı sarı açmış çiçekler buldum ağaç diplerinde, bir taş soktum minik mezarın başına. Sonra sırtımı bir ağaca verdim. Buradan gidemezsem öleceğim muhakkaktı.

Eve dönesim yoktu. Başımı yasladığım bir ağaç gövdesinde gözlerimi yumup kuşların sesini dinledim. Cücü uyurken onların şarkı söylemesi ne tuhaftı. Eve döndüğümde o küçük kafesi onlarca parçaya ayırdım. Öyle öfkeyle bir kafesi parçaladığımı sanmayın. Ahırın önüne oturup hamur açar gibi parçaladım kafesi... O parçalandıkça huzur buldum ama hiçbir şey Cücü'nün mutsuzlukla öldüğü gerçeğini değiştirmedi.

Bir dernekten aradılar beni tebrik etmek için. Burs bağlayacaklarmış bana. Hem sevindim, hem sevinmedim. Burada kalacaksam tepemden aşağıya para dökseler neyime yarardı? Ama kalsam da gitsem de bildiğim bir şey vardı, o ihtiyar bir damla suya muhtaç kalıp ayağıma kapansa yüzüne bakmazdım. Bir başka şehirde, benimle aynı dereceyi değil, onda birini bile yapsa el üstünde taşınan çocuklar vardı biliyordum. Sınıftan, okuldan kimin kaç puan aldığını sorma ya da öğrenme zahmetine girmedim. Birinci yazan her yerde adımın olacağından şüphem yoktu. Bir tek Lale'nin sonucunu biliyordum. Bilmem kaç yüz binin içindeki vasatlıktı Lale. Tam da beklenen gibi. Herhangi bir yere kapak atardı. Ya da dedesi basardı parayı okuturdu. Tam da o zaman Bahçeşehir diye sayıklamaya başladı Lale. Dedemle beraber ölsün istedim. Acımasız mıydım, hayır. Benim başarımla giremediğim yere onun parayla girmesiydi acımasızlık. Bana acımıyorlar, ben kime neden acıyayım?

Benim mutlu olacak tüm zamanlarımı katleden o ihtiyarı değil iki dünya, kaç dünya varsa hepsinde lanetlerim. Çektiğim acının dibine batarken ekonomi okuyacağını söyleyen Lale'ye de lanetim var. Bile bile yapmıyorsa ne olayım. Bir kere Oktay'ın fotoğrafını gösterdi bana. Ezberimdeki fotoğraflardan biriydi. "Biliyorum," dedim. "Nasıl biliyorsun?" dedi. "Sosyal medya senin tekelinde mi?" deyince hesabım olduğunu anladı. Vay efendim niye söylemiyormuşum, takipleşirmişiz. Her gün görüşmüyor muyuz bir de neden orada göreyim yüzünü. Hesabımı bulmuş. Sadece Oktaygilleri takip ettiğimi görünce de "Sen de mi taktın o gruba?" dedi. "Yo," dedim yarım ağız. "Herkes bakıp konuşup duruyordu ne olduğunu göreyim dedim sadece." İnanmadı. "Yedim ben de. Kızım yakışıklı çocuklar, ben de herkes gibi beğendim desen ölür müsün, sanki sana bana bakacak tipler mi?" dedi. Neden bilmiyorum kafamın tası attı. Düşündüğüm şey ondan farklı değildi ama altta kalmak istemedim. O çoğul konuştu, ben tek bir kişi için cevap verdim. "Neden bakmasın," dedim ona. "Üçüncü gözü, kulağı mı var sanki? Yan yana gelsek elbette bakar ama işte İstanbul'dan dürbünle mi görsün adam beni."

Alaycı bir gülüşle başını salladı Lale. "Tabii tabii görse kesin bakar," dedikten sonra "İstiyorsan ben gidince fotoğrafını gösteririm senin. Beğenirse gelir Allah'ın emriyle ister dedenden," dedi. Kafamı nasıl attırıyordu bu kız. Gidecek ya İstanbul'a, Oktay'ın fotoğrafını nispet yapar gibi bana atmazsa şerefsizim. En az Lale kadar şerefsizim hem de. Altta kalmadım tabii. "Tamam," dedim Lale'ye. "Sen git İstanbul'a, randevu alabilirsen beyefendiden beni gösterirsin. Tabii kendisine uzanmak için biraz zıplaman lazım." Kısacık boyuyla dalga geçmek istemezdim ama kendisi kaşındı. "Tamam tamam," dedi bu kez. "Bana randevu vermez ama senin uzun boyunu görünce sana hemen âşık olur, üç vakte de evlenirsiniz." Bozmadım hiç. "Benim ihtimalim var, sen kendi derdine yan," demekle yetindim. Sonra da konuyu değiştirdim. İstanbul'a gidecek olan Lale'ydi ama ihtimali olan bendim değil mi? Lale bana kıçıyla gülse müstahak ama o kim köpek de altta kalayım...

Bir yanım da Allah vuracak öküze boynuz vermezmiş diyordu. Arkamda duracak bir ailem olsa sınıftakilere karşı havam bin beş yüz olurdu ama ben milletin oraya puanım yeter mi, şurası gelir mi gibi dertlerinin içinde iki gözü iki çeşme ağlayan kızdım. Bir gün bir komşumuz ne okuyacaksın diyene kadar, hakikaten hangi bölümü yazabileceğimi bile düşünmedim.

Onun sorduğu Artvin'de ne okuyacağımdı. Ama ben bir gece vakti anneme yeminler ettim. Şayet Artvin'de kalacaksam tercih yapmam, ölene kadar birinizin bile yüzüne bakmam dedim. Hatta gaza gelip bu evden çeker giderim bile demiş olabilirim. Aptal Bahar, evden çekip gidiyorsan neden tercih yapmıyorsun. Yap, öyle bas git, havan kime?

Tercihlerin başladığı günün gecesinde, ben akıbeti meçhul bir insanken, annem uyumadan önce baş ucuma geldi. Dedemi ikna edeceğini söyledi ama gözümüzü arkada bırakmayacaksın dedi. Beni dedene mahcup etmeyeceksin, eli ardımızdan söyletmeyeceksin dedi. Okuldan yurda, yurttan okula gidip gelecek başka bir şey düşünmeyeceksin dedi. Ne dediyse ağlaya ağlaya tamam dedim. Alt tarafı okumaya giderken bunca vaat alınır mıydı bir insandan? Pavyona mendil satmaya gidiyormuşum gibi davrandılar bana.

Ama ben annemden aldığım o sözle tercih listesinin başına oturduğumda ciddi ciddi okumaktan vazgeçmek istedim. Her kafadan, bütün öğretmenlerimden öyle farklı şeyler duydum ki... Tıp, türlü çeşit mühendislikler, hukuk, Odtü, Boğaziçi, birkaç vakıf üniversitesi... Vadedilen hediyeler, burslar, kulağa hayal gibi gelen yurt dışı dil okulları... Şaka değil, öğretmenlerimden benim adıma vakıf okullarıyla konuşanlar vardı. Okullar da beni arıyordu. Bir sürü imkân... Matematik öğretmenim çok uğraşıyordu benim en iyi imkanlara sahip olmam için, hakkını yiyemem. Bahçeşehir, bir yıllığına Amerika'ya gönderiyordu beni. Laptop hediyesi de cabasıydı. Doğrusunu isterseniz, benim gönlüm zaten oradaydı da gürültü patırtının içinde sesli konuşmam, sesimi duyurmam zor oldu.

Elbette Amerika'ya gidecek o şanslı ben değildim. Onun için diretmenin faydası yoktu çünkü yolun sonunda ya dedem beni vuracaktı ya ben onu vuracaktım. Hedefe bu kadar yaklaşmışken elimi kana bulamak istemedim.

Okul konusunda ne istediğimi biliyordum ama aynı şeyi bölüm için söylemem zordu. Tercihlerimi son gün yaptığım doğrudur. Ve son gece aklımda hâlâ belli başlı bir sıralama olmadığı da doğrudur. Ara ara şeytan beni dürtüyor, Lale'ye inat ekonomi oku diyordu. Ama sonra onun yüzünü devamlı görmek zorunda olacağımı düşününce, Allah korusun diyordum. Geceler böyle böyle işkence olmaya başlamıştı. Zaten on iki dedim mi esnemekten ağzı yırtılacak bir insanken sabahlara kadar gözüme uyku girmez olmuştu. Ta ki İskeçeliyle konuşana dek. O sırada İskeçeli Yunanistan'daydı. Fotoğraflar, onun arkadaşlarından uzak olduğunu gösteriyordu. Zira kendisi sadece arkadaş ortamından kalabalık hikayeler paylaşırdı. Yalnızsa ya da arkadaş ortamından uzaksa paylaşımları hep dağ taş manzaralı şeylerdi. İskeçe denilen şehri biraz Artvin'e, yani Şavşat'a benzetmiştim. Küçüktü, yeşildi, öyle, o kadar. Sonra bir kilise fotoğrafı görünce kendi aptallığıma gülmüştüm. Şavşat nere, İskeçe nere... Oktay'ın dünyası daha zengindi. O, yazın geri kalanını Florida'da geçirmişti. Bahar da sabah namazına müteakip Cin Dağının eteklerinde mantar toplamıştı.

Her neyse, İskeçeli diyordum. Tercih yapmadan önceki son gecemde, Allah'a uzun uzun dualar etmiştim. Nasıl uslu ve çalışkan bir öğrenci olacağıma dair vaatler içeren dualardı bunlar. Ne okuyacağım ise hâlâ meçhuldü ve...

Bu kez bana selam veren o olmuştu. Doğrudan Cücü'yü sorduğu için çok keyifli bir sohbetti diyemem ama... Yalan söylemeyeyim tatlı bir sohbetti. Yarısından çoğu benim aptallıklarımla doluydu. Hava atmaya çalışırken rezil olduğumu da kabul ediyorum. Ama o, tüm aptallığıma, alık hallerime, düpedüz geri zekalılığıma rağmen bana ne yapmak istediğimi, neyi sevdiğimi soran tek kişiydi.



*


00.03 "Selam. Bir seyahatten döndüm az önce. Baktım ki benimkiler kuluçka moduna girmiş. Saydım altı yumurta var ve eğer henüz dişi bir kuş almadıysan birkaç hafta sonra bir yavru gönderebilirim sana. Ne dersin?"

00.10 "Selam. Çok düşüncelisin, teşekkür ederim."

00.11 "Ama senle konuştuktan kısa bir süre sonra Cücü'yü bir sabah kafesinde ölü buldum."

00.14 "Gerçekten mi?"

00.14 "Saçma oldu bu, özür dilerim. Başın sağ olsun. Hasta falan mı oldu peki, neden öldü?"

00.15 "Bilmem."

00.15 "Sen mutsuz görünüyor demiştin. Mutsuzluk öldürür mü?"

00.15 "Kafesini değiştirmiş miydin?"

00.16 "Hayır."

00.18 "Yani değiştirecektim ama araya bir şeyler girince onu ertelemek zorunda kaldım. Çok değil bir iki hafta. Bu yüzden mi ölmüştür? Kafesinde mutsuz olduğu için?"

00.19 "Bilmiyorum, belki öyledir."

00.19 "Depresyon kimse için kolay değil."

00.21 "Aslında depresyonda değildim. Yani karışık bir zaman diliminin içindeyim. Üniversiteye giriş süreci zor olur diyordu herkes. Ben çok normal de geçirmedim o günleri. Hâlâ da bitmedi."

00.22 "Ben Cücü'yü kastetmiştim (:"

00.27 "Pardon ben yine yanlış anladım."

00.28 "Sorun değil. Demek üniversiteye hazırlanıyorsun."

00.28 "Aslında öyleydi. Yani hazırlık kısmı bitti galiba. Yani son sınıftım, sınava girdim. Tercih yapacağım yarın."

00.29 "Öyle mi, hayırlı olsun diyeyim o zaman."

00.29 "Aslında şey..."

00.34 "?"

00.36 "Tercih yapacağım dedim ya. Kafam çok karışık. Herkes bir şey dedi. Bütün öğretmenlerim başka türlü konuşuyor. Etrafımda hiç üniversiteli de yok. Birkaç şey var merak ettiğim. Sana sorabilirim. Tabii müsaitsen."

00.37 "Elimden gelirse. Ama seneler oldu ben okula başlayalı. Ne nedir pek bilmem. Ne okuyacağım da belliydi. Yani bölümler hakkında bilgi sahibi değilim pek."

00.38 "Sen de ekonomi okuyorsun, değil mi?"

00.38 "Hayır."

00.39 "Kim ekonomi okuyormuş ki?"

00.46 "Çok iyi bir derecem var. Bahçeşehir yazacağım sadece. Yani istesem tıp bile rahat rahat geliyor. Çoğu hocam da tıp yaz diyor. Tıp gözümü de korkutmuyor ama hazırlıkla beraber yedi sene okuduktan sonra çok komik paralar kazanıldığını söylüyorlar. Bir de doğu görevi varmış. O kadar okuduktan sonra dağda bayırda çalışacaksam Bahçeşehir'de okumamın ne anlamı var ki? Öbür taraftan bilgisayar mühendisliği yazmamı isteyenler var ve iş imkanlarının çok iyi olduğunu söylüyorlar. Özellikle kazancı çok çok iyiymiş. Tabii özel sektör diyorlar bunun için. Benim listemde de olacak gibi bilgisayar mühendisliği ama sırası belli değil. Ilk sıra çok önemli çünkü muhtemelen ilki gelecek. Ekonomi ve finans okuyup şirketlerle ilgilenebileceğimi söylüyorlar. Kazancı iyi olabilirmiş ama performansa bağlı dediler. İstanbul'muş işin kalbinin attığı yer. Performansa bağlı demek derslerimin çok iyi olmasıysa sorun değil. Ama o puanla ekonomi okumak saçma diyen bir hocam da var. Hukuk diyen çok oldu ve aslında kulağa havalı gelmiyor değil. Bir hocamın abisi savcıymış ve kazançları çok düşükmüş. Avukat olursun diyorlar ama avukattan iyisi olmak varken neden avukat olayım. Uluslararası İlişkiler ve siyaset bilimini de düşündüm ama geçen sene sıralamasına bakınca bu puanla oraya girilmez Bahar diyorum kendime. Geriye de mühendislikler kalıyor. Bahçeşehir sıralamalarına baktım ve aslında mühendislik için en iyi yer demek doğru mu emin olamadım."

00.57 "Yarın hastanede ilk stajına başlayacak bir tıpçı için şahane oldu bu mesaj (:"

00.57 "Öte yandan bu kadar alakasız şeyi aynı anda düşünebildiğin için seni gerçekten tebrik ederim."

00.58 "Bahsettiğin bölümler hakkında bir bilgim yok. Ne söylesem boş."

00.58 "Tercih yaparken önceliğinin ne olduğunu tam olarak anlayamadım. Herkes okulu bitirip işsiz kalmamak ve iyi bir gelir elde etmek ister tabii ama mutlu olduğun şeyi yapmak bir ayrıcalıktır. Maddi tatmin sonra gelir. Ben böyle düşünüyorum en azından."

00.59 "Gelir meselesi ise çok kişisel. Mevcut alışkanlıklarımız ve hayat tarzımızla ilgili."

01.00 "Kısaca üzgünüm sana yardımcı olmam mümkün değil. Sadece anlayamadım. Hocaların, başka insanlar ya da iş bulma / gelir gibi detayları bir kenara bırakırsak, sen ne okumak istiyorsun?"

01.00 "Tıp mı okuyordun sen?"

01.00 "Bilmiyordum."

01.01 "Tanışmıyorduk biz değil mi? Nereden bileceksin ki."

01.02 "Ama itiraf edeyim en çok şeye şaşırdım. Senelerce tıp isteyip kazanmış ve yarın itibariyle 5. Sınıfa başlayacak biri olarak doğu görevi bir kere bile aklıma gelmemişken bunu düşünmen gerçekten beni şaşırttı."

01.04 "Şey mesleklerle ilgili bir tercih kitabı okumuştum da, orada yazdığı için öyle dedim. Yoksa çok bildiğimden değil. Etrafımda çok fazla meslek sahibi insan da yok soru sorabileceğim. O yüzden referansım öğretmenlerim oluyor sadece. Tabii tıpta okuduğunu da bilmem mümkün değil ama ben fotoğrafçılıkta okuduğunu düşünmüştüm."

01.06 "Öyle bir bölüm yok bizim okulda. Okul güzel ama. Seversin. Gelip de sevmeyenler daha çok tıp öğrencileri oluyor. O da deniz görmediğimizden(: Sen zaten tıp okumayacağın için sorun yok(:"

01.07 "Ya ben öyle demek istememiştim. Böyle çok bir halt bilirmişim gibi oldu ama aslında yüzme bilmeyen gemiyim ben."

01.08 "Yo sorun değil. Ama kendime ayırdığım günlük sürenin sonuna geliyoruz. Sen, yüzme bilmeyen gemi olarak en önemli soruya cevap vermedin. Neyi sevdiğine dair."

01.09 "(: Aslında pek düşünmedim. Ben en iyi bölümü bulmaya çalışıyordum."

01.10. "En mutlu olacağın yeri bulmaya çalışsan daha iyi edersin. Ama yok aile şirketini devralacağım diyorsan, benim gibi hobilerini bir yandan yürütüp ekonomi vs okuyabilirsin. Genelde öyle yapıyorlar."

01.12 "Aile şirketini devralacaksam okuyarak yanlış tercih yapmış olurum. Lisans çobanlık, master büyükbaş hayvancılık olmalı."

01.13 "(: (: (: Güzelmiş."

01.14 "Sevdiğin şeyi düşün bence. Ama yani bence (: Başka bir diyeceğim yok."

01.15 "Bu anın bir tekrarı yok değil mi? Yanlış şeyi seçince bitiyor yani."

01.15 "Yanlış yapmaktan korkuyorum. Bu kadar yüksek bir puanla yanlış bir şey seçersem sonum olur."

01.17 "Hayır bitmiyor. İstersen, istediğin zaman başa sarabiliyorsun. Bazen senelerce bir bölümde okuyup sonra ne istediğine karar veriyor insanlar. Yeniden başlıyorlar. Öcü değil yani."

01.18 "Benim öyle bir lüksüm yok. Bursla geleceğim. Ailem de okumam için destek olacak değil. Sadece para için demiyorum. Okumam için de can atmıyorlar. Dolayısıyla tek atımlık kurşunum var."

01.20 "Sen geleceği görmek istiyorsun. Maalesef öyle bir imkânımız yok. Ha ben olsun da istemem, hayatı sürprizleriyle, inişiyle çıkışıyla seviyorum. Şimdi farklı düşünebilirsin. Gelecek sene daha başka düşünürsün. Sonraki sene daha da başka. O yüzden başkalarından önce kendi isteklerine dönüp baksan daha doğru olabilir. Ama bunlar da benim fikirlerim. Yönlendirmiş olmak istemem."

01.21 "Ve hepimizin korkuları var. Kimse korkusuz değil."

01.22 "Öyledir elbette ama ben yalnız hissediyorum biraz. Dedem İstanbul'a gideceğim diye iki gündür Allah'tan kendisini affetmesini istiyor. Her kapı çalışında ben üniversiteye başlayacağım diye şeytanın bizi alıp götürmeye geldiğini düşünüyor."

01.23 "Bir ara kendisini psikiyatri servisinde ağırlamak isteriz. Çok eğleneceğimize eminim. (:"

01.23 "Yalnız hissetme. Okul başladığında her insanın ayrı bir hikâyeden geçip buraya geldiğini göreceksin."

01.25 "Dedemi pet taksiyle sana göndersem olur mu?"

01.25 "(: (: (: Sadece kuş kabul ediyorum."

01.26 "Cücü'yü sana yollayabilseydim keşke."

01.27 "Keşke dememeye özen göster. Sana bir faydası olmaz."

01.28 "Müsaadenle yatayım artık ben."

01.29 "Tabii. Çok tuttum özür dilerim. İyi geceler."

01.29 "İyi geceler yüzme bilmeyen gemi (:" 


------------------------------------------<3


Selam!

Kafamda bu hikayeyi kurgularken iki aşamadan oluşacağını biliyordum. Yazdığım üç bölüm sadece karakterleri birazcık daha iyi tanımak ya da anlamak içindi. Hikayeye henüz başlayacağız ve uzunca sürecek ilk aşama yorucu bir süreç olmayacak. Sonrası Allah Kerim (: 

İlk üç bölüm benim için birazcık zordu. Liseli olmayı, liseli gibi düşünmeyi, o yaşları ve sancıları bir parça unutmuşum. Elimden gelen bu kadardı(: Sevmiş olmanızı umarım. 

Yorumlarınızla beni mutlu edebilir ve bana yol gösterebilirsiniz. 
Sevilmektesiniz. 

Sağlıkla ve sevgiyle kalın. 

Anita Felipova Emilova

Continue Reading

You'll Also Like

621K 31.2K 47
Damarlarında, kaderin acımasızlığı ilmek ilmek gezen Mehir Mirzan, yalnızlığın en zift tonunu yaşadığı bir dönem olan klinik sürecinde kendisine yeni...
886K 48.6K 48
ZEHİR 2. kitap ** Yazmış olduğun bir yazının üzerini karalaman o yazıyı yazdığın gerçeğini değiştirmiyor ve y...
36.3K 2.2K 43
"Buraya yolu düşen herkesin bir acısı, bir amacı, bir geçmişi vardır. Sığınak'a gelen yolu yürüdüysen ve eğer şimdi buradaysan mutlaka kalbine sığdır...
66.8K 5K 46
Kış çok soğuk geçtiğinde, rüzgarlar sert estiğinde deniz kudururdu. Kuduran denizin dalgaları evin duvarlarına vururdu, zarar verirdi. İçimden 'Deniz...