Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 71.9K 99.8K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
3. Yüzme Bilmeyen Gemi
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
8. Prenseslik Müessesesi
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
20. Yaşanacak Bir Şey
21. Mutlu Seneler
22. Tek Kişilik Vals
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
27. Terk Eden Anneler
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
33. Başımızda Uçan Kuşlar
34. Aşk Mahalli
35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
45. Eldivenler ve Yüzükler
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

2. Dalda Umut Var

28K 1.8K 1.5K
By AnitaFelipova



*


2016


HAZİRAN




Bugün on sekiz yaşımı doldurdum. On yediden ya da on altıdan farkı olmayan bir sene daha hızla akıp geçti. Dizilerde falan on sekizin büyülü bir yaş olduğunu söylüyorlar. Bütün gün bir kenardan "cee" diyerek bir sihrin fışkırmasını bekledim. Öyle bir şey olmadı. Kendi çapımda bugünü diğerlerinden farklı kılmak için bir şey yapmak istedim. Düşündüm, düşündüm, düşündüm ve ne yapabileceğime dair aklıma hiçbir şey gelmedi. Kısa bir an bugün ders çalışmasam, test çözmesem mi dedim ve hemen ardından kendime bir tokat attım. "Kendine gel Bahar. İstanbul'a giden yolda durup dinlenemezsin. Ayakların çatlayıp patlayana kadar yürümeli, onlar iptal olursa da sürünmelisin. Ama durmak yok."

Sınava altı gün kala böyle bir ahmaklığı elbette yapmadım. Bir süredir okula da gitmiyorum. Annem her sabah sekizde beni uyandırıyor ve geri kalan tüm saatler bir öncekinin aynını tekrar ediyor. Koca bir sayfaya aynı cümleyi sığdığı kadar yazmak gibi bir şey benim ömrüm. Başka bir cümle kurmaya kalksam koca sayfada nasıl garip durur düşünebiliyor musunuz?

Yine de bu sabah sıradan bir "sabah oldu" nidasıyla uyanmış değilim. Annem gelip beni öperek uyandırdı. Tatlı bir andı, gün içinde birkaç kez aklıma geldi. Akşamüstü kendi elleriyle bana pasta yaptı. Her ne kadar o pastayı akşam yemeğine müteakip dedemin "gavur icadı işlerle uğraşıyorsunuz" deyişiyle "tövbe estağfurullahı" arasında mum üflemeden kesmiş olsak da, pastanın tadı güzeldi. En sevdiğim meyveden, muzlu çikolatalı. Kendi on sekiz yıllık ömrüme bir kıymet biçemesem bile annem için önemli ve özel olduğumu düşünüyorum, bu da beni mutlu ediyor. Ama sonra bu işin böyle olmaması gerektiğini düşünüyorum. Yani benim ömrümün kalanı böyle olmamalı. Yeni bir sayfaya, başka başka cümleler yazmalıyım artık. Ne olduğunu, nerede olduğunu bilmediğim cümlelerden bahsediyorum.

Öğlen Lale aradı. Yarın uğrayacakmış yanıma, bugün çarşıya inmeleri gerekiyormuş yoksa kesin gelirmiş, bilgisayarını da getirirmiş, film izlermişiz, geçen bir film izlemiş, çok güzelmiş, benim de mutlaka izlememi istiyormuş, başroldeki adam -adını da söyledi de ben unuttum- çok yakışıklıymış, İstanbul'da gördüğümüz çocuktan bile yakışıklıymış... Tırı vırı şeyler. Sınavda da film anlatırım artık.

Çok da lazım değil Lale bana ama "gelme" diyemedim. Ona da pasta ayırdı annem, kalan pastayı da çocuklar yesin diyerek abimin kolunun altına kıstırdı. Yatağa yatmadan önce gidip Lale'ye ayırdığımız pastayı da yemek istedim de, tuttum kendimi. Bütün bunları kendi kendime konuşmaktan sıkılınca Cücü'ye anlatırım. Cücü, ufak yeğenimin ısrar kıyamet ağlayarak abime aldırdığı bir kuşçağız. Alındıktan on gün sonra bizim eve postalandı. Yengem sesine dayanamıyormuş. Öyle ötüp duran bir kuş da değil, neyine tahammül edemediğini bilmiyorum. Ama genel itibariyle huysuz bir kadın olduğundan şuncacık kuşun sesini sevmemesi de kendine has bir şey. Neyse, dedem de hoşnut kalmadı kuşun varlığından ama parayla alındığı için dağa taşa salamadı kuşu. Minik kafesinde kaldı Ercüment. Adını abim koymuş. Çocuklar Cücü dediği için ben de aynı çirkin isimle kendisine seslenmeye devam ettim. Bize geldi geleli pek ötmüyor da zaten. İki karışlık kafeste hapis olan Cücü benim bu evdeki esaretimle özdeş bir hayat sürüyor. Bu yüzden ona dert anlattığım zaman beni anladığını düşünüyorum. Duman grisi, yanakları turuncuya boyanmış gibi duran, komik gagası olan bir kuş. Benim de saçlarım sarıdır. Kimine göre koyu sarı, kimine göre açık kahverengi. Onun tüyleri uysal, benimkilerse yer çekimini yok sayarcasına kıvırcık. Gerdanındaki beyazlık benim genel ten rengim. Komik gagasını da kemikli yüzüme benzetiyorum. İkimiz de çirkiniz. Bir çatal pastayı da onun kafesine boca ettim. Pek sevmiş gibi durmuyordu ama hayat önümüze çıkanı yediriyor bize, umduklarımızı değil. "Eee Cücü" dedim ona. "Sana oliebollen mi nedir ondan vermediğim için kusura bakma. Çünkü ben de hiç yemedim." Melun melun baktı yüzüme, ne yapsın.

Her neyse. On sekizinci yaş günüm de bütün olağanlığıyla böylece biterken, en azından uyumadan önce farklı bir şeyler düşüneyim dedim. Hayatımın sıradanlığından uzak bir şeyler... Bunun için bugüne dek yaşadığım en sıra dışı olayları, kalbimi deliler gibi çarptıran anları ve nabzımın hızlandığı her şeyi, her şeyi düşündüm. Kötü geçen sınavlarımın ardından aldığım yüksek notlar da bu dediklerimi yaşamamı sağladığı için zihnimin içinde ayıklama yapmam biraz zor oldu. Neyse ki, kötü geçen sınav ve iyi not alma haricinde olanlar bir su bardağı pirincin içinde bana sırıtan üç çakıl taşı kadar seyrekti.

İlk heyecanım kesinlikle hayvanat bahçesi gezimdi. İlkokul beşinci sınıftaydık, Artvin merkeze gitmiştik, orada gördüğüm fil ve aslan kadar beni etkileyen başka bir varlık daha olmadı. Uzun bir süre ama epeyce uzun bir süre aklımda kalan manzaralar ve hayvan figürleriyle avunabildim. Geceleri yatmadan önce onları düşünüp ikinci bir hayvanat bahçesi gezisi yapabilmenin hayalini kuruyordum. Sonra sonra aynı hayallerden sıkıldım, bir daha hayvanat bahçesine de gitmedim zaten. Anneme kalsa beni götürürdü ama annemin tek başına Artvin'e gittiği görülmüş şey değildir. Babam da dedem "he" demeden ardına annemi takıp yola çıkamaz. Dedeme hayvanat bahçesine gitmek istiyorum desem bana ahırın yolunu gösterir. Tamam Nazlı da beni mutlu ediyor ama nihayetinde bir inek için heyecan duymam pek de olası değil. Nazlı doğururken heyecanlanıyorum. Buzağılar da sevimli hayvanlar ama bir fil kudretinde değiller. Merada koşturan keçileriyse sevmiyorum. Ebleh ebleh bakıyorlar, laftan sözden anlamıyorlar, biraz da ahmaklar. Kokularına hiç değinmeyeyim.

Sıra dışı listemin bir diğer meselesi yıldırımlar ve gök yüzüydü. Bu benim hatırlamaktan hoşnut olduğum bir anı değil ama unutmayı da başaramıyorum. Ne zamandan kalma bir anı derseniz onu da bilmiyorum ama babaannem o zamanlar sağ olduğuna göre, hayvanat bahçesinden önce olmalı. Yani on yaşımdan önce. Kış olduğunu da hatırlıyorum çünkü sırtımda kalın bir yelek vardı. Bir ışıkla gecenin gündüzden bile aydınlık olduğunu hatırlıyorum. Bu öyle bir ışıktı ki, gören gözü kör edecek kudrette, kör gözü ise hasret olduğu ışığa erdirecek mertebedeydi. Daha biz, ev ahalisi olarak ne olduğunu anlamadan kulaklarımız çarpılmıştı. Gök gürültüsü sesiydi bu ama İsrafil'in sûr'undan farklı bir ses de değildi. Gök yüzü kırılıp orta yerinden ayrılmış olsa gerekti. Akabinde gelen bütün o patırtılardan gökten düşen gök parçaları olmalıydı. Çocuk aklım böyle buyurmuştu. Ama işin aslı eve düşen yıldırımdı. Sahanlık birkaç saniye içinde alev aldı, sonrası turuncu alevlerle karışık sesler olarak kaldı hafızamda. Yangın büyüyüp kendini komşulara duyurmasa biz bir evin içindeki üç beş insan olarak onunla baş edemezdik. Her ne kadar ben sırtımdaki yelekle ağlaya ağlaya annemleri taklit etsem de, bir dirhem ateşi bile söndürmediğime eminim. Ciğerime dolan dumanları da unutmadım. O gün bugündür gök gürlerse uyuyamam. Gök gürültüsünü yıldırım takip ederse ağlarım. İkisi birden peş peşe gerçekleşiyorsa sakinleşmem zordur, yatağımda duramam, penceresiz herhangi bir yerde yere çöker ve fırtınanın geçmesini beklerim.

Bir gün zengin olursam, -evrene doğru mesajlar vermek adına düzeltiyorum- zengin olduğum zaman iyi bir psikolog bulup bu meseleden kurtulmayı düşünüyorum. Çünkü psikoloji dersimizde iyi bir hipnozun her şeye kadir olabileceğini öğrendik. Kolay bir şey değilmiş ama mümkünmüş. Kısacası paranın halledemeyeceği hiçbir şey yok. Bu anıyı bir gün unutacağım.

Hayatımın en sıra dışı olayı budur ama hatırlamak neye yarıyor ki? Hele ki bir doğum günü gecesinde bunu düşünmek ne saçma şey. Neyse ki bu heyecan listesine bir anda damga vuran bir mesele var. O da İstanbul. Üniversite. O kampüste, o, kantin denilen ama bence benim gördüğüm en büyük kafeterya olan yerde yaşanan her şey. Döndükten sonra günlerce uykumu kaçıran şeyler. Bize bütün okulu gezdiren küpeli çocuk gözümde öyle havalı biriydi ki gözümü ondan, kulağımı anlattıklarından ayıramamıştım. Ta ki kantine adım atana kadar. Orada olanlar, gördüklerim, duyduklarım öylesine bana uzak ve yabancıydı ki! Buna rağmen kalbimi nasıl bu kadar yerinden oynattı onu da anlamıyorum.

Ben Yunus denilen o çocuğun anlattıklarını bir bir aklıma kazırken bizim sınıfın zevzeklerinin birbirlerini nasıl dürttüklerini "kıza baksana lan" nidalarını bir süre duymazdan gelebildim. Ama fısıltılar artınca ve kızlar da bu sesli sessiz dedikoduya dahil olunca gözlerimi herkesin odak noktasına çevirdiğimde ancak televizyonda görebildiğim kılıkta bir kızın neredeyse çıplak bacaklarıyla bir masanın üzerinde oturduğunu gördüm. Öyle rahat görünüyordu ki ben bile defalarca kez süzdüm o bacakları. Ayıpladım da. Üniversite bile olsa okuldu orası. O kılıkla orada öylece nasıl oturabildiğini anlayamadım. Derken onun etrafındaki tipleri de görmeye başladı gözüm. Gürültücü bir kız daha oturuyordu yanında. Koca sesli bir adam vardı ki, onunla aynı sokağa girsem, korkar yol değiştirirdim. At hırsızı kılıklıydı adam. Ona çocuk da diyemez ki insan, adamdı o; koca adam. Borazan sesli, bir de durmadan gülüyordu. Kızların ince seslerini bastıracak kuvvette gülüşüne karşın yanlarında biri daha vardı. At hırsızının yanında inceydi cüssesi. Kirli sakalları olduğunu, masanın üstünde oturan kızla bir anda dans etmeye başlayınca fark etmiştim. Güpegündüz, bayram değil seyran değil, düğün salonundalarmış gibi dip dibe dans etmeye başladılar. Neye uğradığımızı şaşırdık. O an o kadar tek başımaydım ki, tekil konuşmam daha doğru olur aslında. Ben ve kendim, iç içe, baş başaydık, şaşkındık. Kızların kılığını garip bulduğum doğruydu ama herkesin hayatı benimki gibi Şavşat'tan ibaret olmadığına göre, elden düşme bir kot ve pazardan alınmış iki kazakla ömür geçirecek değillerdi. Hele geldiğimiz okulun bir vakıf üniversitesi olduğunu düşünürsek, onların benle aynı kıyafetleri taşıması zaten abes olurdu. Ama tavır farklılığına gelince, işte bana küçük dilimi yutturan buydu. Bugüne dek bir erkekle -herhalde herhangi bir sınıf arkadaşım olurdu bu erkek- en yakın olduğum an birbirimizi itip kaktığımız bir andır. Dilim sivridir benim. Pek öyle hoş beşten gırgırdan anlayan biri de değilimdir. Saçma bir espri yapıldığı zaman gülemem, laf sokarım. Haliyle erkekler de beni sevmez. Kızlar da sevmez ama o türlü yani cinsiyete dayalı bir sevginin yudumu bile olamaz bir erkeğin içinde bana dair. Aslında konuşmayı sevmediğimi söyleyemem ama konuşmak istediklerimin muhatabını bilmiyorum.

Dağıldı aklım. O gün beni daha çok şaşırtan onların arasındaki yakınlık oldu. "Sevgilisidir," dedi arkamda durup onları gözleyen kızlardan biri. Dans edenleri kastediyordu. Masanın bir ucunda balonlar vardı. Gerçekten güzel görünüyorlardı. Beyaz ve pembe. Gökten bir güç onları yukarı çekiyormuşçasına havada duruyorlardı. Kız dans ederken onlarla oynadı. Sonra bir anda eğildi ikisi de. Adam diğer kızı öptü. Arkadan bir ses "Götürdü kızı," dedi. Gülüştü bizimkiler. Anıl Sedef'ten öpücük dilendi, Sedef "sana sümük vermem" dedi, İmren "Ben de olsam o çocuğa kendimi öptürtürüm ki" dedi, sesi biraz fazla yüksek ve heyecanlı çıkınca kudurdu arka taraf. At hırsızı ayaklandı, Temel Reis'in Kabasakal'ını andırıyordu her şeyiyle. Kollarını kaldırıp bizim köyün eşeği gibi gerinerek esnedi, kızlardan biri onun donuna uzanınca bizimkiler delireyazdı. Benimse nutkum tutuldu. Senelerdir sınıfta uzun eşek oynayan erkeklerin leş gibi ter kokusunu çekmekten bütün kızlar olarak burnumuzun direği düştü. Pantolonu yırtılanlara alıştık yeter ki onların kıllı sırtlarını görmeyelim demeye başlamışken o bilindik beyaz ve lacivert kareli donlarını gördüğümüz zaman yüzümüz ekşirdi. Nerede uzanıp bir de o dona dokunmak... Para verseler elimi sürmem.

İki tribünü olan bir sahanın ortasına düşmüştük sanki. Bizim taraf başka bir sebepten kuduruyordu, o taraf da az değildi. Dört kişiden bu kadar gürültünün nasıl çıktığını aklım almadı ama küpeli çocuğun okul tanıtma çabası büsbütün anlamsız kalmıştı.

Sonra bir kız daha geldi. Daha doğrusu bir kız ve onun gölgesinde kalan yakışıklı bir çocuk. Gölgesinde kaldı diyorum çünkü ben orada var olan iki kızın hal ve hareketlerini sindiremezken üçüncünün gelişi, Kabasakal'ı bir bebekmiş gibi öpücüklere boğması, parmağımdan ince topuklarıyla orta yerde zıplaması ve o komik bile diyemeyeceğim eteği... Hangi birini anlatayım. Kafamı çevirip görmezden gelmek istediğim zaman "İskeçeli" diye bir mani yazdılar. Bu kez seslerinden alamadım kendimi. Görmekten ve duymaktan kaçmak isterken bir girdap gibi oraya çekildim. Yalnız da değildim. Her birimiz aynı girdapta dönüp duruyorduk. Kimi gülüyor, kimi kınıyor ama bir şekilde yalnızca onlara bakıyorduk. Ama ben girdabı yaratan cevherin finalde geleceğini ne bileyim.

Kantine girişi başka türlü, var oluşu başka türlü, çıkışı daha da başka türlüydü. Sonrasında bizim kızlar onu "Tarzan" filminde oynayan adama benzettiler ama kimi kastettiklerini bilmiyorum. Benim hayatımın en emsalsiz erkek suratıydı o. Elinde kocaman bir pasta vardı. Balonların sebebini o zaman anladık. Üstüne para verseler giymem diyeceğim eteği olan kızla öyle bir kucaklaştılar ki, kızın külodunu görmeyen kalmadı. Zaten otobüste yol boyu konuşulan yegâne mesele buydu. Pardon, yegâne diyemem. "Dünyanın en güzel göğüslü kızı" meselesi var bir de. Bu kibarlaştırılmış haliymiş, aslında "memeli" yazıyormuş orada. Orada dediğim Oktay'ın tişörtünde. Oktay dediğim ise dünyanın en emsalsiz yakışıklısı. Bir rüzgâr gibi kantine doğru hızla esti, bir sürü şeyi devirdi, bütün arkadaşlarını gürültüyle toplayıp kantinden çıktı. Çıkarken peşinden beni de sürükledi. Gözümü bir kere bile kırpmadım desem yeridir. Bana bundan sonra kinetik enerjinin tanımını sorduklarında hiç tereddüt etmeden Oktay derim. Ondan daha hareketli, daha güzel devinen bir şey olabilir mi? Sanmam...

Zaten dizginsiz bir neşeye sahip olan grup onun gelişiyle öyle bir coştu ki, dalgaların arasına ben de kapıldım. Hoşt, sen kimsin diyebilirsiniz ve haklısınız da. Ben ne değilsem, Oktay oydu. Kontrast renklerin uyumunu görmüştüm bir yerde. Kontrast olsak bile uyumsuz olurduk onunla, öyle bir yan yana gelemeyişten bahsediyorum.

Kantinden çıkarken bizimkiler ona laf attı. Kırk yıllık ahbaplarıymış gibi selamladı o da sınıftakileri. Seneye buraya gelirseniz beni bulun dedi, adını söyledi. Kulağım hep ondaydı. Nasıl aptallaştıysam merdivenlerden çıkmayı bile unutmuşum. Ayağım takılınca o da bana çarptı. Sarsılışım aslında kendime gelişimdi. Özür diledim. Özür dilemek için ardıma döndüğümde yüzünü yakından görebildim. Yeşil gözleri vardı. Hareli hareli. Yavru keçilerin gözlerini andırıyordu. Saçları omuzuna dokunuyordu. Uçları kıvrılmış, dağınık. Başka birinde görsem "kız gibi saç" derdim, buna eminim. Ama onun hiçbir hal ve tavrı eğreti gelmedi gözüme. Hatta ben ardıma döndüğümde, o garip tişörtünü çıkarmış başka bir şey giymeye çalışıyordu. Okulun orta yerinde öylece soyunmuştu. Bakmaya öyle çok utandım ve gözümü de ondan alamadım ki... İstanbul'dan döndük. Günler boyu onun yüzü hep gözümün önünde durdu, hep. Zaten okulda da dile sakız oldu Bahçeşehir. Kızları da erkekleri de, boğazı da kantini de çarptı bizi. Ama bana en çok dokunan o oldu, Oktay. Ansızın uykudan önce kurduğum bütün düşlere dahil oldu, bundan haberi bile yoktu.

Hayatımın en heyecan verici, unutulmaz şeyleri listesi bu kadarcık şeyden ibaret. Ama tesiri için bu kadarcık diyemiyorum. Günler geçti. Bir gün sınıftaki Gülçin döne yakıla Oktay'dan bahsetmeye başladı. Instagram'da bulmuş onu. Okulun bilmem ne sayfasında. Zaten onu bilmeyen yokmuş. Babası otomotiv sektöründeymiş, Yalova'da fabrikaları varmış, İstanbul'da ise galerileri. Çok zenginmiş, bir evin bir oğluymuş, yirmi beş yaşındaymış ve güncel verilere göre hala ekonomi öğrencisiymiş. Oktay Sezer'miş tam adı.

Instagram hesabı düğün salonu gibiymiş, yere göğe koyamadılar sınıfta. Benim tepkisizliklerime, onların aklınca erkek düşmanlığıma, kızsal herhangi bir faaliyetimin olmayışına öyle alışıklar ki kimse telefonunun ekranını bana çevirmedi. Benimse instagram hesabım yoktu, onun yüzünü anca onun bunun telefonundan yan gözle görebildim. Lale de popüler olan her şeyin peşinden koştuğu gibi sınıfın genel konusuna ayak uydurdu. Ben ise el ayak çekilince gece vakitlerinde onu düşünmeye başladım. Uzun uzun.

Nisan bitip mayıs tazecik bir bahar sıcaklığıyla geldiğinde, verandada ders çalıştığım bir sabah vakti elimdeki kalemi bırakıp çayıra vurdum kendimi. Elime meşeden kopma ince bir dal alıp sürüsüz bir çoban gibi gezinip durdum, baharı içime çektim. Yeşiline alışık olduğum bayır gelinciklerle süslenmiş, kim bilir ne kadar zaman geçmiş de ben görecek gözle bakmamışım etrafıma. Bahçedeki kayısı çiçeklenmiş nihayet, armut da öyle. Yağmur nefes aldırmış gökyüzüne. Renkler daha bir ayan beyan görünür olmuş, ben beyaz zemine basılmış test sorularından kafamı kaldırmamışım. Kuruluğundan emin olduğum bir çayır parçasına bir süre öylece uzandım. Böcekler gezdi kollarımda. Uyukladım. Birkaç ay sonrasını düşünmeye gayret ettim, hayal kurmayı denedim, başaramadım. Sonra bir rüzgâr esti, nereden getirdiğini bilmediğim bir cesareti üzerime bıraktı, telefonumu elime alıp bir instagram hesabı açtım kendime. Bomboş bir sayfa. Sadece ona bakmak için. Bütün fotoğraflarına tek tek, en sevdiğim dersi çalışır gibi bakmışım, saatler geçirmişim orada farkına varmadan. Ayaklandığımda kendime odalar dolusu kızdım, bağırdım, çağırdım. Sırası mıydı? Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişken, hayal kurabilecek güce sahip olmaya bu kadar yaklaşmışken bir erkeğin fotoğraflarına bakmanın sırası mıydı?

Dönüş yolunda kendimle pazarlık yaptım. Eğer o fotoğrafları uzun uzun izlemek istiyorsam önce bunu hak etmeliydim. Bir hedef koydum önüme. Onun fotoğraflarına bakabilmek için her gün bir öncekinden daha fazla soru çözecektim. Yaptım da, mayısın ilk on beş gününde nisanın toplamından daha fazla soru çözmüş, elimdeki bütün kaynakları tüketmiş ve öğretmenlerimden kaynak dilenir hale gelmiştim. Ama mutluluğum tarifsizdi. Hem verimli çalışıyor hem de bir köpek gibi kendimi ödüllendiriyordum. Oktay ve hayatı avucumun içi gibi bildiğim bir dersti artık, sınavına girmeye bile hazırdım.

İnternette paylaştığı ya da paylaşılan bütün fotoğraflarda giydiği kıyafetleri, kazaklarının örgü desenlerini, aslında kazaktan çok hırka giydiğini, içinin hep incecik olduğunu, atlet fanila giymediğini, bazı kıyafetlerinin markalarını, dolayısıyla hangi markaları sevdiğini, nerelerde alışveriş yapıyor olabileceğini, haftanın en az dört beş gününü dışarıda geçirdiğini, hep Avrupa yakasında dolaştığını, anne ve babasının adını, yaşını, Selma'nın söylediğinin aksine bir evin bir oğlu olmadığını, bir abisinin olduğunu, bu abinin zekâ geriliğinin olduğunu biliyordum. Babası Refik Sezer, annesi Bircan Sezer. Yalova'da yaşıyorlardı, yerel bir gazetede yan yana fotoğraflarını bulmuştum, haber çok yeniydi, oğullarının tedavisi için Amerika'dan henüz döndükleri yazılmıştı. Fenilketonüri diye bir hastalıktan bahsediliyordu. Elbette sonra bunu da araştırdım.

İstanbul haritası bir diğer uğraşım oldu. Avrupa Yakasını ilçe ilçe, semt semt, sokak sokak gezmeye başladım. Oktay'ın gezdiği sokaklar, fotoğraf paylaştığı noktalar, yemek yediği yerler... Bir yerde suşi yemişti mesela, o çubukları ne güzel tutuyordu, ona baka baka elime aldığım iki kurşun kalemle onu taklit etmeye çalıştım. Başarıp başaramadığımı bilmiyorum. Nerede yaşadığını çok uğraşasam da çözemedim. Aslında paylaşılan çoğu fotoğraf çok kalabalıktı ama ben bilakis onun tek olduğu fotoğraflara uzun uzun bakıyordum. Evin içinde hep üstsüz dolaşıyor olabilirdi çünkü çatılı yerlerden paylaştığı fotoğraflarda üstü hep çıplaktı. Ya da bu artistliği seviyordu.

O gün, o kantinde gördüğüm Kabasakal'ın adının Cüneyt olduğunu öğrendim. Sanırım Oktay'ın en sıkı fıkı olduğu arkadaşı oydu çünkü orantılarsak beş fotoğrafın ikisinde muhakkak vardı. Baş başa fotoğraflarına bakarken gülüyordum. Birinin çirkinliği diğerinin yüzündeki nur gibiydi. Oktay'ın saçlarının ay ay, yıl yıl nasıl uzadığına da şahit olmuştum o fotoğraflarda. Kısa saçlı hali de çok yakışıklıydı ama nedense uzun halini normalde erkekte uzun saçı hayal bile etmeyen ben, daha çok sevmiştim. Aklımda saçları daha sarı gibi kaldıysa da fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla bariz şekilde kumraldı saçı. Gözleri bildiğim gibiydi ama. Keçi gözü yeşili. Düzenli olarak spor salonuna gidiyordu Cüneyt'le birlikte. Bazen Melis de onlara katılıyordu. Melis, Melis Şenol. Şu parmağımdan ince topukları olan kız. Bizim sınıftakilere göre götü görünen.

Ekonomi öğrencisiydi o da. Sadece hesaplamalarıma göre Oktay ve Cüneyt'ten küçüktü. Bizim İstanbul'da olduğumuz tarihte, yirmi birinci yaşını doldurmuş. Arkadaşlıkları nereye dayanır bilmiyorum ama Melis'in fotoğraflarında bir sene önceye inmeye bile sabrım yetmedi. O kadar çok ve o kadar süslü fotoğraf var ki, bir yerde pes etti gözlerim. Kedi düşkünü sanırım evinde on yüz milyon kedisi var. Ha bir de ben ömrümde bu kadar çok erkekle fotoğrafı olan kız görmedim. Nereden bulmuş bunca erkeği, bu samimiyet nereden geliyor asla çözemedim. Fotoğraflarına biraz detaylı bakınca aynı kıyafetle iki fotoğraf paylaştığını da göremedim. Bu kıyafet meselesi canımı sıkmasın diye üstünde durmadım. Oktay'ın kızın ayaklarından, Cüneyt'in ise başından tuttuğu bir fotoğraf var ki dedem görse, böyle bir fotoğrafa bakıyorum diye bile beni vurabilirdi.

Cüneyt dediğim Kabasakal'ı araştırasım gelmedi ama ucunda Oktay hakkında daha çok bilgi edinmek olduğundan geri de duramadım. İçlerinde en büyük kargaşayı da onun sayfasında yaşadım. Zira bu koca adamın yaşı otuz ikiydi. Ocak ayında doğum günü pastasının üzerinde yazan sayıydı bu. Yirmi üç olabilir mi diye düşündüm ama yorumlara bakılırsa üçlü basamaklarda gezildiğinden bahsediliyordu. Tek bir fotoğraftan yola çıkarsam onun "asker" olduğunu söylemeliydim. Seneler öncesine ait olduğu yazılmış olan fotoğrafta böyle sakal makal yoktu yüzünde. Rütbeli bir askerdi. Sonra fotoğrafların altında yapılan yorumları uzun uzun inceledim ve onun denizci olduğunu, askerliği terk ettiğini, bunun için devlete bir tazminat ödediğini, bir süre yat kaptanlığı yaptığını sonra da bu okula başladığını anladım. Askerlik terk üstüne birkaç makale de okudum, sahiden böyle bir şey varmış. Daha detayını, niyesini, nasılını aklım almadı.

Oktay, Cüneyt ve Melis açık hesap olduklarından haklarında bir şeyler öğrenmek zor değildi. O gün Melis'le beraber kantine gelen, kantinde bile güneş gözlüğü takan ve bunu yaptığı için "cool" göründüğünü düşünen erkeğin adı Erdem'miş. Ama hesabı gizli olduğundan ve pek de ilgimi çekmediğinden onu pas geçtim. Merak ettiğim diğer iki kızı bulmak zor değildi. Çünkü Oktay ve Melis onları gördüğümüz günün gecesinde o kadar çok fotoğraf paylaşmışlardı ki, sanki o gece bir kenardan onları ve süslü yaşamlarını izlemiş kadar olmuştum. Hele ki o gece Melis'in Oktay'ın yanağına sürdüğü ve "Oliebollen gibi tatlı var mı?" dediği fotoğrafı uzun uzun, yazılanla neyin kastedildiğini düşünerek süzmüştüm.

Çiğdem Belevi. Masanın üzerine oturan çıplak baldırlı kız. Hesabı kapalıydı ancak tiyatroyu andıran maske simgeleri vardı adının hemen yanında. Adını internette aradığımda tiyatro kulübünün facebook sayfasında gördüm onu. "Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru" diye bir oyunları varmış. Oyun hakkında biraz bilgi edineyim dedim ama hayatım boyunca hiç tiyatro izlemediğim için hangi bilgiyi neresinden tutacağımı bilemedim, sonra da boş verdim.

Diğer kıza gelince, adı Mina Oral. Kapalı hesaptı, bilgiye aç tarafımın hevesi kursağında kaldı. Onunla ilgili hiçbir şey bulamadım. Ama bütün bunların içinde biri vardı ki en çok zamanımı, düzeltiyorum Oktay'dan sonra en çok zamanımı onun sayfasında geçirdim. Ozan İskeçeli. Kantinde soyadına istinaden marşlar söyledikleri, tiyatrocu kızın dans ederken mızıklayıp durduğu İskeçeli oydu. Aslında hesabında Melis denilen kızınkinden daha çok fotoğraf vardı ama onun fotoğrafları belli bir kişi ya da kişilerden bağımsız olarak beni başta Türkiye haritasında, sonra dünyanın çeşitli yerlerinde, şehir merkezlerinde, büyüleyici kalabalıklarda, sonra benim yaşadığımdan daha da kırsal olan alanlarda gezintiye çıkardı. Daha doğrusu ben fark etmeden bir gezintiye çıkmışım, çok sonra yol bittiğinde nerede olduğumu anlayabildim. Anlayacağınız İskeçeli biraz gezgin çıktı. Aslında gezgin demek çok doğru mu bilmiyorum. Zira Oktay'ın fotoğraflarının bir kısmı da New York'tandı. Bir kısmı Miami, birkaçı Avrupa şehirleri... Ama o fotoğrafların göbeğinde hep endamıyla şehri gölgede bırakan bir Oktay vardı. Eminim onda da diğerlerinde de gezgin olabilecek para vardır. İskeçeli denilen çocukta da para var belli ki. Ama fotoğraflarda o yok. Başka başka şeyler var. Birbirinden farklı şeyler. Dişsiz bir adamın fotoğrafı var mesela. Siyah bir adam. Nasıl çirkin. Ama çok da güzel gülmüş. Garip bir fotoğraf. Tanzanya'da çekilmiş. Dünyanın bir ucu. Amerika da dünyanın bir ucu ama medeniyet diye bir şey var. Bizim köyden beter yerlere ne halt yemeye gitmiş bu çocuk bilmem. Ama gittiği yerlerden biri var ki, gönlümü o fotoğrafta bıraktım. Yavru bir fille annesinin fotoğrafını çekmiş. Öyle güzeller ki. Seneler öncesine döndüm bir anda. O fotoğrafın nerede çekildiğini yazmamış. Dayanamayıp fotoğrafın altına az daha "Bu fotoğraf nerede çekildi?" yazacaktım ki kendimi tuttum, kendime kızdım, hem de çok. Ne yapacaktım yerini söylese? Gidecek miydim? "Nah" dedi içimden bir ses. Ben şuradan Artvin merkeze gidemezken...

Fotoğraf turumun bir diğer heyecanı da Karagöl'de çekilen kare oldu. Bizim Karagöl. Beş kilometre ötemde olan. Ne garip bir histi o öyle. Sanki otobüste farkında olmadan yan yana oturmuşuz daha önce. Bir de buraya her sene bir sürü turist geldiğini bilsem bile sanki ülkenin bir ucunda, medeniyetten çok uzak ve İstanbulluların asla bilmediği, bilmek istemeyeceği zaten tahammül de edemeyeceği bir hayat yaşıyormuşuz gibi gelir bana. Onlardan birinin buraya yaklaşmış olması, kendimi onlara çok değil bir adım kadar daha yaklaşmış gibi hissetmeme sebep oldu. Acaba yalnız mı gelmişti o çocuk? Kimle gelmişti? Oktay da geldiyse diye fenalaştım biraz. Nerede kalmışlardı? Bizim köyde sadece bir tane pansiyon var. O da ucuz yollu bir yer, fakir turist yuvası. Elbette orada kalacak halleri yoktur... Neler neler geçmedi ki aklımdan. O gece yatağımda dört döndüm, dokuz doğurdum ama uyuyamadım. Erken uyuyan bir insan olmama karşın saat ikiye gelirken kendimi tırnaklamaya başladım.

Siz siz olun gece yarısından sonra sizi dürten sesleri dinlemeyin. Ben dinledim. Kendi adımdan daha havalı bir isimle yeni bir instagram sayfası açtım. "Fulya." Soyadı arayışım daha komikti ama sabırsızlığım ağır basınca "Karagöl" de karar kıldım. Fulya Karagöl olarak ilk icraatım İskeçeli'nin Karagöl fotoğrafının altına, "Nerede kalmıştınız? Ben de erkek arkadaşımla gideceğim, bir yer önerir misiniz?" yazmak oldu. Sonra beklemeye başladım. Kalbim ağzımın içinde atarken her nasılsa uyumuşum.

Sabah olup gözümü açtığımda gece yaptığım şeyin bir rüya olmadığını anladım. Bin bir utançla sildim cevap verilmemiş sorumu. Birkaç saat İskeçelinin sayfasına hiç ilişmedim utançtan. Ama önümdeki test kitabımı kapattığımda hep o bahçede gezinip durdum. Her telden bir sürü fotoğraf vardı sayfada ama bir gruplama yapmak istersem, deniz fotoğraflarını ayrı bir klasöre koyardım. Bu klasörü de ikiye böleceksem, Yunan denizleri ve diğerleri demem doğru olurdu. Zira bu gezgin arkadaşın en çok fotoğraf paylaştığı yerlerden biri Yunanistan'dı. Tabii ben İskeçe'nin bir Yunanistan şehri olduğunu günler sonra derinleştirdiğim araştırmalarım sayesinde öğrenebilmiştim. Çocuk Yunan mıydı bilmem ama dedemin en sevdiği ülke Yunanistan'dır. Dağından başlar sövmeye toprağına kadar kök salmadan duramaz. Sanırsınız Yunanlar gelmiş de bir şey sokmuş adama. Aslında dedem usulü küfretmem lazım burada ama tabiatım değil.

Gel zaman git zaman Fulya Karagöl bir kenarda bana göz kırpmaya başladı. Ders çalışmak dışında severek yaptığım yeni işim, telefon aleminde sörf yapmaktı. Eşede köşede elimde hep telefon vardı. Bugün yeni bir şey paylaşan var mı diye güne başlıyor ve asla eli boş dönmüyordum. Melis hemen her gün bir yattan bir kattan fotoğraf ya da video paylaşıyordu. Kimse bana umduğumu vermese de Melis boş döndürmüyordu beni. Fulya ise hinlikler peşindeydi de ne yapacağını bilemiyordu.

Konuşasım geliyordu. Kiminle ya da ne konuşacağımı asla bilmesem de beni dürten bir şey vardı. Özellikle gece oldu mu, yorganımın altına girip İskeçeli'nin dünyasından bir fotoğraf seçiyor ve onun üzerine hayaller kuruyordum. Bazen gördüğüm bir manzarada Oktay'la kendimi düşlüyordum. Ne konuşabileceğimize dair en ufak bir fikir bulamayınca, Fulya ile Oktay'ı konuşturuyordum kafamda.

Ozan denilen çocukla hiç tanışmadan ben de ona İskeçeli demeye başlamıştım zihnimde. Kendisine dair çok az fotoğraf vardı ama merak uyandırmıyor değildi bunlar. İlkinde, kardeşi olduğunu düşündüğüm bir çocukla sarmış dolaş poz vermişlerdi. Birbirlerine epeyce benziyorlardı. Birkaç sene öncesine aitti bu fotoğraf. Bir başkası deniz altındandı, deniz canlıları İskeçeli'den daha çok dikkatimi çekmişti, zaten çocuğun gözünde plastik gözlükleri, ağzında da nefes alması için bir hortum vardı. Kendimi suyun altında düşünemedim. Başka bir fotoğraf kalabalıktı. Hatta epeyce bir kalabalıktı ki o insanlar topluluğunun içinde İskeçeli'yi bulmakta zorlandım. Ellerinde ya da boyunlarında fotoğraf makinesi olan bu insanlar, bir dağ yamacında poz vermişlerdi. Fotoğrafçılık kulübünden bahsediliyordu yorumlarda. Fulya'nın avuçları kaşındı. Hem de nasıl... Dayanamayıp bu kez özel mesaj yoluyla dürttüm İskeçeli'yi. "Merhaba," yazıp sildim. Havalı bir giriş olsun diye "Selam!" dedim. "Fotoğrafçılık kulübüne nasıl katılabilirim?" dedim sonra da. Ve hemen telefonu yere bırakıp sırtımı döndüm. Boğazım kurumuştu heyecandan.

Ertesi gün ve sonrakinde cevap gelmedi adamdan. Biraz hayal kırıklığı doldu içime. Havalı bir isimle ve ben değilken bile çekilmiyordum demek ki. O zaman gece perileri beni dürtüp "Seni görmediğinden..." dediler. Evet, beni görse, daha doğrusu Fulya'yı görse, fikri değişirdi belki. Ne de olsa sanal alem fotoğraflar üzerinden yürümüyor muydu?

Fulya'ya bir yüz lazımdı o halde. Onu da buldum. Öyle alelade değil, güzel bir kız olarak yarattım onu. Güzel bir yüz seçtim ona. Benimki gibi kemikli değil, ruh gibi beyaz da değil, makyajlı biraz da. Yarattığım profil öyle çok hoşuma gitti ki, yalnızca özel mesajla değil, alenen fotoğrafların altında da gösterdim kendimi. Bir sürü şey yazdım, çizdim, günler geçti. Başka yorumlara cevap verdi o. Ama Fulya'yı hep görmezden geldi.

Ders çalışmaktan başka hiçbir şeyde başarılı olamadığımı kabullenince Bahar'ın boş ve fotoğrafsız, profilsiz hesabına geri döndüm. Sınav geldi ve geçti. Sonra bir gece, pijamalarımı giyip yatağa girmek üzereyken İskeçeli bir fotoğraf paylaştı.




*




Bir öpücük sesi çınladı adamın kulağında, şezlong misali kullandığı sandalyeden irkilerek doğruldu, tepedeki güneş gözlerini kamaştırdı ve daldığı uykucuğun kollarından sarsılarak düştü. "Eşeksin oğlum," dedi kulağında yankılanan sese sebep olan Cüneyt'e.

"Huyum kurusun," diye cevap aldı. "Masumca uyuyan birini görürsem dayanamam."

"Güzel olan her şeyi kirletmek için doğduğun doğru," dedi Ozan. "Ah!" diye inledi Cüneyt. "Gerçekleri duymak bir an ağır geldi."

"Ozan'ın yarım saatlik molasına limon sıkmak için gelmemiş miydin oysa?"

"Günahımı alıyorsun!" dedi Cüneyt. "Kütüphanede çürüyen dostumu fosilleşmeden göreyim diye geldim."

"Oktay nerede?"

"Kahve kuyruğuna bıraktım onu."

"Al benimkini iç," dedi Ozan. "Sütü fazla olmuş,"

"Aslan sütü seviyorum oğlum ben karıştırmışsın."

"Zehirlenme durumunda sütten uzak durmak lazım bak aklında olsun."

"Doktor tanıdıklarım var," dedi Cüneyt. "Acil durumlarda kullanmak için doktor arkadaşlar da edindim."

Sırıttı Ozan. "Arkadaşlığımızın altında yatan sırrı çözdüm şu an."

"Büyük resmi gösterdim mi yoksa, lanet olsun dürüstlüğüme."

Ozan uyanışının ardından kendine gelmek için gözlerini ovaladı, esen rüzgâra karşı kollarını gerdi ve sandalyesini masadan bir tık daha uzaklaştırarak ellerini karnında birleştirdi. Aynını Cüneyt de yaptı. "Yunan Adalarından sonra boğaz da kesmez ki seni." Güldü Ozan.

"Tabii biz İskeçe'de canımız sıkıldıkça adalara kaçardık. Ne olacak yedi saatlik yol."

"Var mı lan o kadar?"

"Oğlum ben Yunanistan'ın denize kıyısı olmayan ucundanım."

"Hayatta en son katlanabileceğim şey denizsizlik."

"Teknede yaşamaktan iyidir bence."

"Kalbimi kırıyorsun!" dedi Cüneyt. "Üç kamaralı, king size yatak odası, daha parkelerini yeni yaptırdım."

"Yine de karada yaşamayı tercih ederim."

"Bir daha seni tekneme almayacağım."

"Doktor lazım olur." Göz kırptı Ozan ve Cüneyt bir yumruk indirdi adamın koluna. "Çalıştır şunları biraz," dedi. "Salona gel bari orada görelim yüzünü."

"Temmuza kadar elleme beni Cüneyt. Bak parke dedin kütüphanenin parkeleri geldi gözüme. Nerenin cilası var nerenin yok hepsi ezberimde. Temmuzdan sonra istersen tekneden aşağı sallayın beni."

"Söz mü lan?" dedi adam hevesle. "Sallarım tek elimle."

"Salla, rakıyı da tepemden dök."

"Abisi Uzo dökerim ben sana, viski dökerim yeter ki iste. Ama bence beni oyalıyorsun, hafta sonu dağ bayır gezerken kütüphanenin parkeleri gelmiyor aklına."

"Bir zevkim fotoğraf var ona da ne laf ediyorsunuz..."

"Sinirlenince ayrı bir cazibe geliyor sana." Uzanıp adamın yanağından makas aldı. Güldü Ozan. Gülünce sağ yanağında gamzesi belirdi. Tam da o sırada geldi Oktay. "Cilveleşiyor musunuz?" dedi elindeki kahveleri masaya bırakıp bir sandalye çekerken.

"Varlığım rahatsızlık verecekse ben şu masaya geçeyim."

"Cüneyt de amma utanır ha senden."

"Sen utanıyor musun sanki amına koyim?"

"Bak sinirlenince nasıl seksi oldu bir anda?" Ozan ve Oktay aynı anda Cüneyt'e bakınca, üçünü birden aldı kahkahalar. Beşiktaş'ta bir öğleden sonrayı haziranın sıcağıyla paylaşmak için harika bir zaman dilimiydi. Bunu fırsat bilen bütün insanlar sahile akmış olmalıydı ki, gözlerini kapatan bir insan denizin güneş ışıklarıyla parladığı o kifayetsiz manzaranın sesini rahatlıkla duyabilir; bir de o sese karışan insan uğultusunu gerilerden gelen korna ve gemi düdükleriyle harmanlayarak işitirdi.

Üç erkeğin oturduğu masa sahile yakındı. Ozan'ın gözü denizi kesti uzun uzun, Cüneyt ve Oktay'ın neyden bahsettiğini dinleyemedi bir süre zira aklının bir kısmı yorgun, bir kısmı da uykuluydu. Sonunda "Ulan," dedi. "Sizin gibi itler bu kampüste sürterken ben neden deniz hayali kurarak bu okula geldim de E-5'in kahrını çekiyorum?"

Bir ağızdan güldü Oktay ve Cüneyt. "Kaç senedir aynı soruyu soruyorsun oğlum sen? Beş mi oldu? Sindir artık."

"Kütüphane için geliyorsun Beşiktaş'a, benden çok görüyorsun okulu, yetmez mi be İskeçeli?"

"İskeçe'de de deniz yokmuş zaten."

"Hayır haksızlık abi. Ben bu kampüste okuyacağım zannıyla seçtim bu okulu. Egzoz kokluyorum günün on iki saatinde."

"Oğlum senden kıymetli mi gel istiyorsan benim fakülteyi bitir. Babam da çok sevinir buna."

"Benim fakülteyi kim bitirecek?"

"Sana feda olsun be ömrüm. Onu da ben bitiririm."

Cüneyt'in sesi borazan gibi çıktı bir anda. "Oktay sen tıp mı bitireceksin?"

"Bitiririz oğlum Ozan'dan kıymetli mi? Sadece tarih veremiyorum. Benim okumakla derdim yok ki. Sıkışık zaman dilimlerine karşıyım ben."

Ritmi kaçmış bir müzikle sesini yükseltti Cüneyt. "Sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika!" Yan masada oturan kızlar dönüp o yana baktı.

"Bir dakika yetiyor mu abisi?"

"Siktir lan oradan."

"Saat kaç oldu?" dedi Ozan. Kendi sorduğu soruya kendisi cevap verirken bir küfür çıktı ağzından. "Benim kütüphaneye dönmem lazım," dedi. Yeni geldikler, geç kaldınızlar, oyun bozansınlar ve çaresizlikler birbirine girdi. On beş dakika daha izin verdi sonunda Ozan kendisine. Hatta bir de kronometre çalıştırdılar gırgır olsun diye. Cüneyt geçen sene alıp taşındığı yata yaptırdığı tadilattan bahsetti uzun uzun. Öyle ki, yeni taktırdığı su altı ışıklandırmasından hidrolik paserella uydusuna kadar anlattığı her kelimeden ne denli keyif aldığı gözle görülüyordu. Ona göre denizde yaşayan balıklar bile insanlardan şanslıydı, çünkü karada yaşamak bir zulümdü. Karada yaşayıp okul gibi, iş gibi dünyevi dertlere karışmak da değersiz bir canın yongasıydı. Bir kere gelinecek dünyada insan varıyla yoğuyla tat almalıydı bu hayattan. Tat almasına engel olacak ne varsa onu çiğneyip geçmeliydi. Bu güce sahip değilse de bu kendi sorunuydu. O halde önce güçlenecekti. Gücü nereden ve nasıl kazanacağı da şahsi bir sorundu. Kazanamıyorsa bu beceriksizlikti. Bu yolda karşılaşılabilecek engeller her ne olursa, iş, para, aile ya da her ne olursa olsun karşısında durmak gerekirdi. Zor olabilirdi mücadele ama var olmalıydı ve sonu muhakkak zafere çıkmalıydı. Kendisi özgürlüğünü yirmi altı yaşında kazanmıştı. Geç denilebilirdi buna ama geri kalan ömrünü ailesinden ve onların hürmet bekleyen arzularından kurtarmıştı. Tek başınaydı, güçlüydü, yoluna çıkacak her şeyi gözünü kırpmadan ezebilirdi.

Hayatta gerçekten sevdiği üç beş kişi vardı. Oktay da bunlardan biriydi. Kendi hayat öğretisini gönüllülükle ona aktarıyordu. Çünkü Oktay'ın hayatını çiğleştiren bir ailesi vardı, kurtulması gereken bir yük ve arınması gereken manevi kusurları. Bir kere kalbi fazla yumuşaktı. Bunu umursamazca oturdukları içki masalarında, kanlarını ele geçiren alkole teslim olurken defalarca kez gözlemlemişti. Oktay "sıçana kadar" içtiği bir gecenin sonunda o masadan ağlamadan kalkmazdı. İşte bu zayıflıktı. İnsan yüklendiği yükün altında ezilirken bir yeri incelir, incelen yer kanar ve zamanla kopar; insan parçalara ayrılırdı. Oktay'ın da sırtındaki kambur ailesiydi. Onu parçalamaya çalışıyorlardı. Ağzındaki tadı mütemadiyen kaçırıyorlar, her telefonda ondan bir şeyler istiyorlardı. "Okulu bitir, bitsin artık okul, abin seni özledi, abine bakmaya gel, abinle ilgilen..." Bitmek bilmiyordu istekleri. O yüzden nasıl ki kendisi aile denilen prangadan kurtulmuştu, aynını Oktay'ın da yapmasını istiyor, ona samimiyetle yol gösteriyordu.

Ozan'ın yeni ve eski fotoğraf makineleri arasındaki farkı anlattığı sırada çaldı Oktay'ın telefonu. Adam ekrana bakıp dudaklarını birbirine bastırdı. Telefonun sesini kapatıp ekranı ters çevirdi hiçbir şey olmamış gibi. Saniyeler sonra telefon bir daha çaldı. Babasının telefonunu açmamasına karşın şimdi de annesi arıyordu. Cüneyt'le göz göze geldi adam. Cüneyt'in gözlerinden geçeni görüp telefonla beraber kalktı masadan. İnsan kalabalığını aşıp bir ağaca yasladı sırtını. Onun kalkışıyla on altıncı dakikasına giren Ozan "Hadi ben kaçıyorum," diyerek ayaklandı. Gitme ve kallar bu kez işe yaramadı. Oktay'a uzaktan el sallayıp geceye dek konaklayacağı kütüphanenin yolunu tuttu.

Ozan'ın kalkmasından sonra güneş gözlüklerini takıp yönünü Oktay'a çevirdi Cüneyt. Çok değil birkaç dakika sonra masaya döndü Oktay. Yüzü eğlenceli bir gülüş gösterisinde değildi. Aksine son derece asık yüzle elindeki telefonu masaya fırlatır gibi bıraktı. Göz kırpan Cüneyt'e cevap vermedi. "Yine mi baban?" dedi adam. Olumlu ya da olumsuz bir şey demedi Oktay. Kısa bir süre sustular. Oktay bir sigara yaktı. Cüneyt cebinden karanfilli bir sigara paketi çıkardı, yaktı. Oktay derin bir nefesin ardından "Babam onla konuşmayacağımı biliyor, annem.... Niye gelmiyorsun eveyle başlıyor konuşmaya, bize bir şey olsa abin ortada mı kalacak diye kapatıyor telefonu."

"Hafta sonu orada değil miydin zaten?" dedi Cüneyt hoşnutsuzlukla.

"İşte okula gittiğim yokmuş zaten, neden İstanbul'da duruyormuşum. Ne olurmuş şu nöbet zamanlarında abimin yanında olsam?"

"Oğlum onun nöbetsiz günü mü var?"

Cevap vermeyip gözünü bir yere dikti Oktay.

"Bana bak," dedi bu kez Cüneyt. "Onlar seni büyük evlatlarına baksın niyetiyle yapmış olabilir. Sen kimsenin hayatına yama değilsin. Sıkma canını. Yaptılarsa bakmayı da bilecekler."

"Sanki kendileri mi bakıyor oğlum... Bakıcısı var, doktoru var, her boku var. Ben gitsem elinden tutup parka mı götüreceğim herifi."

"Aynen öyle abisi."

"Onların derdi şu sıçtığımın okulu. Biliyorum ben o siktiğimin doçentine soruyor sınavların durumunu. Girmediğimi öğrenmiştir vizelere. Ondan hey heyleri üstünde."

"Siktir et," dedi o zaman Cüneyt. "Sen bakıcı da değilsin, şirkete vasi olmak için de doğmadın."

Yine sustu Oktay. İçinden "Ne için doğdum o zaman?" diye sordu. Cevabı kendisi bilmiyordu, bilen var mıydı meçhul. O zaman adamın omuzuna uzandı Cüneyt. "Şşşt," dedi. "Sıkma lan canını. Gel bana geçelim, gevşersin biraz." Göz göze geldiler. "Hadi," dedi Cüneyt. Biraz düşünür gibi oldu Oktay. İradesi bir yere varamadan bir daha "Hadi," dedi adam. "Hadi."



*




Vakit geceyi geçtiği zaman, hele ki hafta içi günlerden biriyse, mevsim de yaz değilse Beyoğlu huzur bulmak için en sakin kalabalıktı. Bu sene yaz öyle erkenci davranmamıştı. Mayıs boyu anlamsız bir yağmur ve rüzgâr birlik olup baharı saklamış ama haziran bunaltmayan sıcağıyla gelmişti. Elbette böyle güzel havaları baştan sona kaçırmak, bütün günü kütüphanede geçirmek hiç kimsenin kendi rızasıyla yapacağı bir şey değildi ama çok fazla seçeneği yoktu. Büyük bir varlıktan, hiçbir şeysizliğe giden yolda babasının elinde kalan son mülk yaşadığı bu daireydi. İpoteklenmişti ama kaybedilmemişti. Kaybetmemek için de elinden geleni yapıyordu adam. Kırkından sonra oturup bütün parasının kuruş kuruş hesabını tutmayı, yokuş aşağı yuvarlanırken keskin kayalara tutunmayı, yaralanmayı ama o yaraları sarmayı öğrenmişti. Pes etmemişti. Ölmeyi dilediğini söylediği zamanlardan geçmişti, bunu da açık yüreklilikle oğluna söylemişti, sorumluluğunda olan bir küçük oğlu daha ve eşi vardı, onlara ihanet etmemişti. Bu yüzden yirmi yaşındaki konfor elinin altından kayıp gitmişti ama buna sızlanacak lüksü olmamıştı. Çocukluğunun hatıraları vardı bu evde. Ölmemiş annesinin dokunuşları ve şimdi de yaşayan ruhu. Onlara sarılıp keyfince, gönlünce girdiği okulda, artık sorumlulukla okumayı sürdürmüştü.

Babasına el uzatması, en azından şu an için mümkün değildi. Yüzde elli bursu vardı, babasına dilerse okulu dondurabileceğini söylemişti ama adam bunu gururuna yedirememişti. Okula devam ediyordu, babası için yapabileceği en büyük iyilik ona daha fazla yük olmamaktı. Bu da zor değildi. Yalnızca, sadece ders çalışması yetiyordu. Sıkı bir çalışmadan bahsettiği muhakkaktı ama bunun yanında akan hayatından memnundu. Bir kere kendisi için muazzam zaman dilimleri ayırabiliyordu. Evet, eskiden ülke ülke geziyordu ve bu lüksü yitirmişti ama şehir şehir ilçe ilçe gezmek lüks değildi. Elinde fotoğraf makinesi olduğu sürece, biraz yeşil, biraz doğa, bir parça gün ışığı, belki yağmur, belki kar, hiç değilse insanlar; hangisi fotoğraf için kıymetsizdi ki? Hiçbir yere gidemediği zamanlarda, terasa çıkıp Galata Kulesinin günlüğünü tutabiliyordu. Bu büyük bir nimetti.

Üstelik fotoğraf öyle bir heyecandı ki, teknolojinin nimetlerinden sıkılınca eline analog makinelerden birini alıyordu. O zaman üzerinde daha çok uğraşılmış karelerin peşine düşüyor; Lubitel, Zenit ya da Minolta ile dünyadan bir an çalıyor, o anı elleriyle yıkayıp salonun ücrasına gerdiği iplerinde kurutuyordu. Fotoğraf sanatıyla tanıştığında büyük bir hevesle çocukluk odasını karanlık odaya çevirmişti ancak zamanla agrandizör kullanmak ya da banyo için bu odada kalmak istemeyip salonda, televizyon karşısında fotoğraf yıkar olmuştu.

Ancak kafası bir şeye atmışsa, işte o zaman bir mabede sığınır gibi girerdi karanlık odaya. Onun dışında Narin ve Aşık ile sohbet ederek salonda takılmak en sevdiğiydi. Perdesiz bir salon, ışıklarıyla göz dolduran Galata'ya selam vermek değil de neydi? Zaten perdeyi kim kullanırdı? Dışarıyı görmek istemeyenler. Ya da saklanmak isteyenler. Ozan ikisi de değildi. Evi de, evin dışını da seviyordu. Yaşadığı her saniyeyi seviyordu. Ders çalışmayı da, çalışmanın bittiği yerde yaşamayı da, yaşarken anılar biriktirmeyi de, biriken bu anıları ölümsüzleştirmeyi, bir fotoğrafla ispatlayıp istediği zaman, zamanın içinde yolculuk yapabilmeyi de... Hayatı getirdiği her şeyle beraber seviyordu.

Şimdi girdiği evden, sabah sekizde çıkacaktı. O zamana dek elinde dopdolu yedi saati vardı. Beşini uykuya ayırsa, kalan ikisinde yemek yer, yemek yerken müzik dinler, müzik dinlerken belki bir kadeh şarap içer, böylece kaliteli bir uykuya yelken açardı.

Anahtarlarını Tanzanya'dan alıp kapının koluna astığı şapkanın içine bırakırken sabah onları orada unutmamayı diledi. Sırt çantasını yere bıraktı, sırtı hafifledi. "Ben geldim," diye seslendi ve aynı anda birbirine giren iki kuş sesiyle gülümsedi. Gözleri koridorun herhangi bir yerinde uçabilecek bir kuşu ararken, diğer kapıların örtülü olup olmadığına baktı. Evet, hepsi örtülüydü. Salon ve koridordaki özgürlük yeterdi Aşık ile Narin'e. Halısız ve perdesiz salona girerken seslerin geldiği kafese "N'asılsınız çifte kumrular?" diyerek yaklaştı. Parkelerin gıcırtısı kuşların sesini arttırdı. Yeşil kadifeyle kaplanmış hantal koltuğun yanında, eski bir sehpaya kondurulmuş yarım metrelik pirinç kafese doğru eğildi.

Kafesin kapısı açık olmasına karşın belki bir süre uçtuktan sonra yine kafeslerine dönmüş olan Aşık ve Narin, Ozan'ın kafese yaklaşmasıyla heyecanlanıp uçuşmaya başladı. Ozan güldü, kafesin kapısını örttü. Geniş kafese kondurulmuş dallardan en yükseğine uçan Narin'in yanı başına Aşık gelince Ozan'ın gülüşü büyüdü. "Oğlum bir dur," dedi adam. "Kıçının dibinden ayrılmıyorsun kızın. Bir rahat bırak Narin'i."

Oracığa oturacaktı Ozan ama baktı ki suluktaki su yarıya inmiş, doğrudan mutfağa gitti. Gece öğününü hafif tutmak istedi. Kepekli ekmek, domates, hindi eti, yeşillik ve turşudan soğuk sandviç hazırlayıp bir kanat marul, ince bir darı dalı ve suyu aynı tepsiye koydu. Tepsiyi orta sehpaya bırakıp suluğu doldurdu önce. Aşık yükselen sesiyle karşıladı onu. Kafesi tozuttu. "Tamam lan," dedi Ozan. "Yanındaki kızdan utan. Az sabırlı ol."

Sandviçinden büyük bir lokma alıp darı dalını kafesin dar tellerinden içeri itti. Narin, Aşık'tan önce atıldı darıya. "Aferin," dedi Ozan ona. "Yüz verme bu benekliye. Sürünsün peşinde." Zira Aşık da Narin'in öğününe atılmayıp sırasını hemen onun yanı başında bekliyordu. Ama sonra kafesin içinde bir farklılık gördü Ozan. Darı dalını yuvasına tutturup kafese tepeden baktı. Tiftilmiş keten kumaş, ikisinin de sevdiği bir oyuncaktı ama onun yanı başında duran renkli iplikleri görünce şaşırdı. Salona şöyle bir bakındı. Koltuğun üstünde duran yastıktan mı çıkarılmıştı o iplikler?

Bir arkadaşına seslenir gibi gülünç bir kızgınlıkla "Oğlum!" dedi bu kez. "Daha dört ay oldu bu kız kuluçkadan kalkalı. Bir huzur ver lan. Ne hemen yeni yuva yapmaya çalışıyorsun! Vakti geldiğinde ben size yuva yaparım."

Sanki Ozan'ı anlarmış gibi sesiyle çıldırdı Aşık. Üç dal arasında uçuştu ve sonunda açtığı kanadını yine Narin'in üstüne savurarak dişisinin yanına kondu.

"Tamam lan," dedi bu kez Ozan. Sandviçinden bir lokma daha aldı. "Narin senin, ona bir şey diyen yok. Ama az kıza da acı. İki gram canı var. Yumurta üstünde pineklemek için mi dünyaya geldi bu kız."

Narin, darıyı bırakıp suluğa konunca da Aşık yine onun yanı başına uçtu. Ozan onları izlerken daha büyük bir lokma aldı sandviçinden. "Ben yokken ayrı odalarda mı takıldınız siz?" dedi. "Bütün gün kıç kıça değil miydiniz, bana mı nispet yapıyorsunuz anlamadım ki."

Son lokmasını alırken kafesin yanına, yere bıraktığı eski radyoya uzandı bir eliyle. Ezberlediği yerde bulunan kapatma düğmesini çevirdi. Radyo sustu. Bütün gün yalnız kalan kuşların, radyo sesiyle avunduğunu biliyordu. Ama şimdi sıra kendisindeydi. Aşık'ın yerdeki ipleri kızıl gagasıyla tutup Narin'e göstermek ister gibi onun yanı başına taşıdığını görünce "Oha," dedi bu kez. "Yediğin bir şey mi dokundu oğlum sana. Dünden bugüne neden çıldırdın sen? Hormonların mı coştu, dolunay etkisi mi?"

Gülerek bakışlarını Narin'in kımıltısız bedenine çevirdi. "Kızım," dedi. "İstiyorsan bu gece benim yanımda kal. Şuna da bu kadar yüz verme. Sonra kendini yumurta tepesinde otururken bulursun benden söylemesi."

Dişi kuş sanki onu duymuş ve anlamış gibi bedenini Aşık'a çevirip başını sevilmek ister gibi uzatınca. "Tamam tamam," dedi Ozan. "Teklif var ısrar yok. Sen mutluysan bana bok yemek düşer."

Baktı ki cilveleşiyorlar, baktı ki onların mutluluğunu görmek ve anlamak için kuş olmaya gerek yok, eli telefonuna uzandı. Bir dalda dip dibe duran Aşık ve Narin'in fotoğrafını çekip instagram hesabında paylaştı. Altına da bir not ekledi. "Benimkiler."

Sonra "Tamam, rahat bırakıyorum sizi," diyerek koltuktan kalktı. İki adım sonra aklına bir şey gelmiş gibi arkasına dönüp kafese doğru parmak salladı. "Ama rica ediyorum korunun. Yeni bir yumurtlamaydı, kuluçkaydı, yavrulardı uğraşamam. Sınavlarım var, lütfen dikkatli olun."

Aşık çılgıncasına ötmeye başlayınca, onun sesini açtığı jazz müzikle bastırdı. Louis Armstrong'un yumuşak sesi salona dolarken, salondaki dört eşyadan biri olan eski vitrinin ahşap oyma çerçeveli cam kapağını açtı. Yeni bir şişe şarap alıp mutfağa gitti. Şişeyi buzdolabına koyup dünden kalan yarım şişesini çıkardı. Bir kadeh indirdi raftan. Sonra yeniden buzdolabına döndü. Az kalan Kars gravyeri ile Cheddar peynirini bir salkım üzümle beraber tabağa koydu. Şişeyle kadehi bir eline aldı ve hazırladığı tabakla salonun yolunu tuttu. Teras balkonun kapısını açıp sarı ve beyaz çizgileri olan elden düşme şezlong sandalyesine oturdu, plastik sehpanın üzerine koydu elindekileri. Sonra aklına gelmiş gibi salona dönüp marul yaprağını da kuşların kafesine itti. Terasa döndü, kadehini doldurdu ve bir yudum alıp gözlerini kapattı. Günün en kaliteli anıydı bu. Louis Armstrong bir ninni edasıyla "What a wonderful world" söylüyordu.

Onu ve beraberindeki iki şarkıyı dinlerken gözlerini açmadı. Ağır ağır yudumlar aldı şarabından. Galata Kulesi'nin ışıkları yanmıyordu bu gece. Bu dinlenmek isteyen bedenine karşı büyük bir talihsizlikti. Bir süre sonra telefonunu eline aldı, sessiz ve bildirimsiz geçen günün sonunda önce whatsappa girdi. Çiğdem'in mesajına öncelik verdi. Kızın haziran sonunda perde açacak oyunun afişini gönderdiğini gördü. İlk oyunun tarihine baktı. Harika bir sınav gününün sonunda tiyatro seyredecekti demek. Ve oyundan sonra sabahlayacaktı çalışırken. "Harika," dedi içinden ve Çiğdem'i kızdırmak için yazdı. "videodan izleme şansımız olmuyor mu sonra?" diye sordu. Veryansınlar gelmeden başka bir sayfaya geçti. Okul arkadaşlarının sınavlara ilişkin yazdıklarını hızlıca taradı. Sonra Fotoğrafçılık kulübünün sayfasında epeyce uzun zaman geçirdi. ""Mudanya'da yaz" temalı gezinin tarihi ve detaylarıyla ilgilendi. Sonra Meral ablanın -babasının eşinin- mesajına geçti. Babasıyla kardeşinin küçük balıkçı teknesinde çekilmiş bir fotoğrafıydı bu. "Seni bekleyemediler levrek avına çıktılar," yazmıştı kadın. Ona öpücüklerle cevap verdi Ozan. "Kütüphanedeydim bütün gün, telefona bakmamışım Meral abla. İkisini de öp benim için yarın araşırız." Tam sayfadan çıkacakken aklına gelmiş gibi ekledi. "Levreklerin de fotoğrafını gönderseydin," yazdı. Boş döndüklerine adı gibi emindi. Babası balığa çıkmayı çok sever ve mütemadiyen eve eli boş dönerdi.

Rutin kontrollerin ardından ilk kadehini bitirdiğini fark edip ikinciyi doldurdu. Bu aynı zamanda uykudan önceki son kadehti. Oyalanmak için instagrama girdi, sonsuza uzanır gibi sıralanan özel mesajları göz ucuyla taradı. Ama sadece sevdiği ve hayatında bir yer edinmiş insanlarla konuşabilecek zamana sahipti. O yüzden aylardır, haftalardır orada öylece bekleyen ve sayısı henüz "300" olan mesaj isteklerini önemsemedi.

Paylaştığı fotoğrafa karşılık Cüneyt'in özel mesajla "Bu da benimki," diyerek Oktay'ın yarı çıplak bir fotoğrafını gönderdiğini gördü. Belli ki Cüneyt'in evinde, yattaydılar. Akşam esintisinin sarhoş Oktay'a çarpacağına emindi. Yamulacaktı adam. Finallere girmemenin bahanesi bu olacaktı. "Giydir şunu götü donmadan," yazdı Cüneyt'e ve hemen cevap aldı. "Yanıyor giyinmez."

"Paşa gönlünüz bilir," dedi içinden. Ekranı kapatacakken istek sayısının üç yüzden üç yüz bire yükseldiğini görünce, orada fazlalık olarak duran bir sayısını yok etmek istedi. Bu anlamsız ve saçma bir takıntıydı ama dürtülerine engel olamadı. Mesela orada 299 yazarken de bir kişinin daha gelmesini iple çekmişti. Üç yüz iyiydi, orada sabit durabilirdi. Söz veriyordu bir gün tüm mesajlara bakacaktı.

Üç yüz birinci mesaj herhangi bir profil fotoğrafı kullanmayan bahar Saraç diye birine aitti. Mesajı doğrudan silecekti Ozan ama içine girmiş bulundu. Baktı ki Aşık ile Ozan'ın fotoğrafını iletip "Bu iki kuş aynı mı?" diye sormuştu kız. Kastettiği Aşık ile Narin değildi. Başka bir fotoğraf göndermişti. Ozan o fotoğrafı açtığında, Aşık ile yanak yamaları bile aynı olan bir ispinoz gördü. Tek başınaydı ve yürek burkan küçüklükte bir kafese konmuştu.

"Evet," yazdı önce. "İkisi de zebra ispinozu."



*


Uykuya dalmak üzere olan Bahar'ın, yastık altında duran telefonu titreyince, kızın gözleri birden açıldı. Ekrana baktı bakmasına ama gelen bildirimin ne olduğunu anlaması uzun sürdü. Hem de epeyce uzun. Gözü sulandı, ekran netleşmedi, karanlığın içinde parlayan ekran, gözlerini ince birer çizgi haline getirmesine neden oldu. Ama sonra okudu.

"Ozan İskeçeli : Evet.

Ozan İskeçeli : İkisi de zebra ispinozu."



*


Merhaba, 


Arayı çok açmadan ama kendimi de çok yormadan ne uzun ne de kısa bir bölümle geleyim dedim. Yavaş yavaş açılıyorum. (:

Bana ses veren dostlar, sizleri burada görmek çok güzel. İyi ki varsınız. 
Karakterlerle ve hikayeyle tanışma işini ağırdan alıyorum fark ettiyseniz. Nasıl keyifler yerinde mi? Bir şikayetiniz varsa çekinmeyin yazın lütfen. 
Yorumlarınızla çok mutlu oldum geçen hafta. Lütfen onları esirgemeyin. 


Bana ulaşmak isteyenler instagramda @anitafelipova hesabındayım, diledikleri zaman yazabilirler. 


Sevilmektesiniz.

Sevgiyle, 


Anita Felipova Emilova


Continue Reading

You'll Also Like

47.7K 2.4K 48
"ben... yapamam." diye mırıldandım. "o çocuk benim ilk aşkımdı, sen de biliyordun. üzgünüm, yapamam." alayla gülümsedi. gözlerindeki hüzün on metre ö...
345K 22.3K 23
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
1.3K 657 31
Jeolog profesör Luca Ozario, yapılan bir keşfi fırsat bilip kendini öne çıkarınca yeni kurulan bir araştırma merkezine davet edilir. Alp Dağları'nın...
289K 35.6K 83
***MİNİ GİRİŞ BÖLÜMÜNÜ KESİNLİKLE OKUYUNUZ. Ben içimdeki şeytanı öldürmüş bir zebaniydim belki ama o... O, şeytanın cennetten kovulmamış ilk hali g...