"Neden bu kadar geç buldunuz o halde? Annemin size yazdığı tüm mektuplar hala duruyor. Hiç haberiniz olmadı mı onca mektuptan?"

"Hiç haberimiz olmadı. Abim bindikleri otobüs biletinden Ankara'da olduklarını düşündü ta oralara gitti ama bulamadı. Yıllar sonra bir tanıdıkla karşılaştık gerçi bizim değil ama babamın tanıdığıydı 'Sizin Fatma'yı gördüm sanki İstanbul'da' dedikten sonra buralarada geldik ama koskoca İstanbul, bulamadık. Soyadı da değişmişti zaten. Eskiden birilerini bulmak şimdiki gibi kolay olmuyordu."

Annem gülleri yüzüne doğru örterek içli içli göz yaşlarını düşürüyordu babamdan kopup gelmiş bir hediye gibi. Hem anasız, hem babasız, hem kardeşsiz ve dahası kocasız geçen her yılına binlerce ağıt yakmaktan helak olan göz torbaları şişerek çektikleri azabı resmediyordu annemin sararıp solmuş çehresine. Düşüncelerime inen her balyoz darbesi binlerce nöronun can çekişerek hayattan elini eteğini çekmesine neden oluyordu son işittiğim kederlerle. Onca yolu ancak Sancak'la ettiğimiz kahvaltıyla gelmiş ve neredeyse duyduklarımın tüm ağırlığı mideme inmişti.

"Aç mısın kızım?" Annelik ne korkunç bir halin bünyeyle buluşması, ne müthiş bir psikolojiydi, kendi derin acılarında bile benim midemin geçici acılarını düşünüyordu. "Açım. Sabah kahvaltısıyla duruyorum. Siz yediniz mi bir şeyler?"

Annem başka söz duymaya hacet görmeden yerinden kalkmaya meyletti. "Ben hazırlarım otur sen."

"Onca yol geldin kızım. Yogunsun, otur işte. O kadar kötü değilim."

"Yorgun değilim. Gelene kadar uyudum." Yerimden doğrulurken annemin kucağında tutmaya çalıştığı gül demetinin susuz kalmış köklerinin acı çığlığı Kastamonu'dan bu yana kulaklarımı tıkamaya çalıştığım bir ağıttı. "Vazo getiriyorum güller için."

"Getir kızım," dedi annem kucağındaki güllere bakarken.

Gümüşlüğün üzerinde duran cam vazonun yarısına kadar mutfak bataryasından su doldurup getirdim annemin yanına. Kulaklarıma ilişen ve çok ağır tahribata neden olan sözleri düşenecek yetimi kaybetmiştim annemin kolunu o halde gördüğümde. Buz dolabında olan taze yaprak sarmasını, yayla çorbasını, patlıcan yemeğini ocağa ısınmaları için bıraktığımda içeride duran genç adam yanıma geldi ve elini uzattı:

"İlber Nusret ben, tanışamadık. Çok şaşkınsın farkındayım ama annemin ve dayımın da elinden gelen hiçbir şey olmadı." Elimi kendisine uzatıp onun kadar geniş olmasa bile gülümsemeye çalışarak, "Gülseli," dedim yalnızca.

"Yardım edeyim sana. Hem biraz sohbet etmiş oluruz. Olur mu?"

"Peki." Ses tonunda anlatılamaz bir tonlama, diksiyonunda müthiş bir eğitim olduğu her halinden belliydi. Ses tonu gibi eğitim hayatı, mesleğindeki başarısı, gece boyu ailesine ve bize karşı olan nezaketli davranışlarıyla tam bir İstanbul beyefendisiydi. O akşam, annem ve kardeşi Derya sıkça ağlayarak fakat neticede hasret gidererek göz yaşlarına boğuldular. Tek çocuk olmanın en iyi yanı özleyeceğin fazladan birilerinin olmamasıydı ya da ben kendi yalnızlığımı müsvette sayılabilecek teorilerle örtmeye meylediyordum.

"Niye sen bizi aramadın hiç? Neden gelmedin?"

Eline aldığı peçeteyi yüzüne tamamen örten annemin hıçkırıkları boğazıma düğümlendi, nefesimi alt etti.

"Aramaz olur muyum hiç? Kaçtıktan sonra kayınpederim sağolsun babamı aradı, 'kovsanda geleceğim' dedi. Aydın otobüsüne bindik kayınpederim, kayınvalidem, kayınpederimin kardeşi ama Aydın'a indiğimiz gibi babamla amcamlar karşıladı bizi, 'ne kardeşlerin, ne anan görmek istemiyor seni' dediler. Orada nasıl oldu bilmem bir tufan koptu, ortalık birbirine girdi. Etraftakiler zar zor ayırdılar amcamları. O güden sonrada hiç durmadan mektup yazdım ama hepsi döndü geldi elime." Annem uzun uzadıya iç yakan hikayesinin detaylarını anlattı.

Gül KOZASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin