Dünyanın ötesinde berisinde nice günler ve gecelerle hissettim, düşündüm, gezdim, sevdim ve hatırladım. Fakat hiçbir şey, güzellikleri âlemi teshir etmiş en meşhur beldelerde görülmüş hiçbir manzara, duyulmuş hiçbir şiir ve kucaklanmış hiçbir lezzet bana bu havai sular üstünden yeisli akşam saatlerinin ihtişamını ve tamamlığını duyarken tattığım bu dolgun hissi vermedi. En tesirli musikîler bile hiçbir zaman ruhumda daha derin bir noktaya temas etmedi ve beni hülyalarımın ve hatıralarımın daha ileri ve mahrem bir noktasına götürmedi.

Sandalda, akşamın şiirini geniş ve vahim bir dram halinde duyardım. Ruhum bu azametli gıda ile dolmuş, vücudum uyuşmuş ve şiirden adeta ezilmiş olurdu. Ve duyardım ki böyle akşamlar sandallardan çıkanların hepsi de, bir musikî tufanından çıkıyorlar gibi, evlerine kahramanlaşmış bir ruhla dönerlerdi. Bu hal, o hafif evlerin içinde barınan o zayıf insan saadetleri için acaba bir tehlike değil miydi?

Akşamın bu karanlık saatlerinde ve sularındaki bu yorgun argın dönüşlerde son birkaç kürek daha sulara dalınca, sanki daha hiç görülmemiş yerlere gelmiş, daha hiç varılmamış hudutlara varmış gibi, şiirin tahammül edilmez mübalağalarına ermiş olurduk. Bu son dakikalarda, yalının önünde gelince, şefkati hemen duymak, sükûtunu aydınlatan lambalı odalarını ve odasından artık hiç çıkmayan annemin ihtiyar büyükannesini, onun temiz, gafil, safdil ve mütevekkil yüzünü bir an evvel görmek, iyiliğine bir an evvel kavuşmak ve artık bir an önce bu akşam saatinin sihir ve füsunundan kurtulmak için acele ederdim. Kayık, yalının önündeki ahşap rıhtıma yanaşıp kayıkçı ayağa kalkarak kancasıyla onu rıhtıma yanaşık tuttuğu zaman, ben de büyük bir emekle, bir manevi romatizmanın bütün sızılarıyla, adeta dağılmış gibi duyduğum benliğimi bulur ve ne yorgunlukla toplar, birleştirirdim. Nihayet, yalının alt katındaki alçak tavanlı avluya açılan deniz kapısının çıngırağını bir tehlike işareti gibi çeker, imdada çağıran bir adam gibi çalardım.

Boğaziçi Hatıraları

Boğaziçi'nde, bağdaş kurmuş gibi rahat ve alçak dağlar, çömelmiş gibi tepeler, aralarında halleşen kadınlar kadar sakin görünür. Su kenarındaki bayırlar, ağaçlar ve renkler kalbimizin muhabbetli hisleri kadar yumuşak ve tatlı duyulur. Bu mavi, rüzgârlı sular, beyaz ve geçici bulutlar, bu birleşik güzellikler bize mutlaka annelerimizin şefkatlerini, çocukluk günlerimizin his ve hayal dolu saatlerini, dünyanın bize iyi olduğu zamanlan hatırlatır.

Fakat bu çocuksu günlerin yanında mutlaka için için hırslı ve aşk için hazır bir vücuda benzeyen günler de gelir. Bu günler, tabiat, yanınızda bir sevgili gibi mutlaka sizinle meşgul olur, yani sizi kendisiyle meşgul olmaya mecbur eder. Gözleriniz ona hayran kalır, kollarınız onu kucaklamış, ağzınız ona söylüyor gibi, her an onun mevcut olduğunu, değiştiğini, size tesir ettiğini, her zaman başkalığını ve güzelliğini görür, duyarsınız.

Bir sandalla, sabah, akşam ve hatta gece bu sularda dolaşmaya doyamazsınız. Bu yaz günü denize bir konup bir kalkan martılar yüksekten avlarına bakarak haykırışırlar. Seslerinin çiğ çiğ dökülüşü, güneş ışığıyla adeta madeni gibi parlayışı, size güya eski bir mevsimin sesi ve seslenişi gibi gelir. Bu ses sanki geçen zamanın bir kılıfını yırtmış gibi, onun içindeki lezzetli, nazlı sırlar ve daha gelecek günlerin tatlan, bir sepetten boşalan çiçekler ve meyveler tarzında dökülüyor zannedersiniz. Kendinizi ta eskiden yaşamış olduğunuz bir günün içinde sanırsınız. O kadar her şeyde değişmemiş ve tadılmış bir hal vardır. İşte ben de, sihirli bir kapıdan eski bir âleme geçmiş gibi, kendimi birdenbire eski zamanımın içinde ve hatıraları arasında buldum.

Şimdi geçmiş Boğaziçi zamanlarımın huzur, haz ve hayal âleminden en çok lezzetle hatırladığım anlar, eve dönmek için bindiğim akşam vapurlarının köprüden kalkmaya hazırlandıkları, kalktıkları saniyelerdir. Galatasaray'ın haftalık, bayramlık veya senelik tatillerinde bu akşamlar ters, tozlu, üzüntülü bir âlemi geride bırakmış ve bu anda, bir mavilik, serinlik, temizlik, şefkat ve güzellik âlemine girmiş olurdum. Hava, ziya ve sular öyle munis ve öyle güzeldi ki bu şirket vapurunun, daimi hizmeti için gündelik kalkışı en hisli, lezzetli bir seyahate atılışa, en şerefli bir zafere doğru gidişe benzerdi. Boğaz'ın hazzına doğru yüzmeye kalktığı sırada vapurun vücudunda adeta bir lezzetin ürperişleri duyulur, o, yarışa iştirak edecek bir at gibi, hisli, sanki kişner; sesler telaş, memurlar acele eder ve bütün vapur ahalisinde bir neşe sezilirdi. Bir düdük hazla ve hızla öter, son gelenler koşuşur, kalacak olanlarla bir müddet ayakta konuşanlar vapura atlar, içerideki satıcılar dışarıya sıçrar, vapur kalkmadan tahta parmaklıklı bir kapı kapanır ve her defa koşarak gelip vapurun daha kalkmamış fakat bu kapının kapanmış olduğunu gören bir adam hiddetlenerek gidenlerin rahatlarına baka baka memurlara karşı bağırır, çağırırdı. Nihayet vapur mavi sularda bembeyaz köpükler bırakarak ve (onu uzaktan, Galatasaray'ın mütalaahanesi yahut bahçesinden duyduğum zamanlar, bana bir feryat kadar tesirli ve aşklı bir davet kadar daüssılalı gelen) neşeli, adeta gururlu bir haykırışla kalkar, Boğaziçi'ne yollanırdı.

Boğaziçi YalılarıWhere stories live. Discover now