"Geceden tepsiyle beraber mayalansın diye sobanın kuzinesine koyuyorum üzerine nemli bez örtüp sabahta ilk iş sobayı yakıyorum. Bir yandan da çay oluyor üzerinde."

Sanırım normal insanlar gibi iletişim kurduğunda daha sohbet edilesi bir insan oluyor ve bu olsun istemiyormuş gibi davranıyordu birçok zamanlarda. Süngüsünü indirmiş bir askerin yorgun, bezgin haline benziyordu bakışları. Sobanın içindeki ateş sönmüş ve ikimizinde ince belli bardakları boşalmıştı benden önce davranıp yerinden kalktı sobanın üzerindeki çayı getirdi. Her ikimizin bardağınada çay doldurduktan sonra yeniden oturdu:

"Bir eksiğin var mı? Bahçeden istediğini al dedim ama sen hiç girmedin bahçeye. Ya da," dedi yüzüme bakmadan, "her ne olursa."

"Yok, sağol. Her şey var. Zaten annem gelene kadar tek başımayım. Üstelikte senin o kıymetli çiçeklerine zarar veren haşarı çocuklarla beni karıştırıp yeniden bir kavgaya mahal veremem. Annem geldikten sonra pazara ineriz. Annenler gelmeyecekler mi? Ben geldiğimden beri yalnızsın."

"Kız kardeşimin mezuniyetine diye gittiler milletin bitmeyen düğünlerinden kurtulup gelemediler. Yaz gelince milletin canı sıkılıyor önüne gelen evleniyor." Sancak'ın bu düşüncesine hem kıkırdayıp hem de delicesine hak vermiştim. Bitmeyen sokak düğünleri, caddelerdeki uzun konvoylar, gelin arabasının önüne atılan ufak çocuklar ve zıplayarak kapmak istedikleri kimi dolu kimi boş olan bahşiş zarfları... Daha bunlar gibi uzayıp giden ve benim çokça sevdiğim gelenek görenekler vardı. Benimle aynı yaşta olan insanlar eski adetleri sevmese bile benim için çok özel, çok güzeldi.

"Sevdiğinle evlenmek güzeldir bence. Niye insan sevdiği kişiyle uzak kalmak, onun yokluğuyla sınanmak, ne bileyim işte mesafe ister ki? Herkes iyi anılara sahip olmak için parlak günleri seçmekte haklı. Benim düğünüm olsam bende yazı tercih ederdim." Daha haftalar önce çeyizlerimi kendi ellerimle kontrol ederken güvelere yem etmemek için naftaline boğmuştum bulundukları hurçları. Ah bir de taksitlerini yeni ödeyip bitirdiğim tabaklar, tencereler, küçük ev aletleri gibi birçok eşyam vardı boş odada. Onlara bakarken kendi mutfağının hayalini kuran bir ahmak, o evin içinde Kemal ile kitaplarımızı aynı kitaplıkta bileştireceğini sanan bir aptaldan daha fazlası değildim.

Ne komik!

Şimdi bunları düşünmeye cüret ettiğim için yanaklarıma hücum eden kanın fokurdadığını hissediyordum.

"Evlenmeyi çocuk oyuncağı etmeselerdi bende güzel bulurdum. Ama şimdi otuzuna gelmiş koskoca adamların düğünlerini çalışmaktan kocamış babayla, arttırmaktan tükenmiş ana yapıyor. Sonra geçim edemeyip iki bilezik fazla takmayan erkek tarafı yahut bilezikleri araba alsın diye kocasına vermeyen kadından şikayet ederek boşanıyorlar. Ee nerede kaldı aşkları, sevdaları? Boş muydu hepsi? Aşık adam evvela çalışıp adam olsun sonra evlensin. Yoksa aşkında, sevdanında adını üç kuruşluk kirli zihniyetleri, pis vaatleriyle ve nefisleriyle hırpalıyorlar. Seviyorum diyene aldanmamalı gönül, sevdayı hissettirene, yaşatana adanmalı ömür." Haklıydı ve bundan hiç hoşlanmıyordum. Konuşmaya giriştiğimiz her konuda bir yolunu bularak beni nakavt etmesini sindiremeyişim hazımsızlık yaşadığımdan değildi elbette, onun bunları söylerken bir avarenin bürünebileceği hale bürünüyor oluşuydu.

"Otuz eskisi gibi büyük bir rakam değil." Onun söylediklerini örtbas etsin diye değil neden söylediğimi bilmediğim bir cümleydi üstelikte doğru bitirmeyi bile sağlayacak ses tonuna sahip değildim.

"Adamlığı yaşla ölçmüyorlar Tosbağa hanım, adamlık kişinin bulunduğu her durumdur."

"Peki bana her an hakaret eden sen, neden bunu yapıyorsun o halde?" Durdu. Sessizleşti. Buraya geldim geleli ismim yerine hep tuhaf lakaplarla seslenen oydu ve bunun cevabınıda verecek tek kişiydi elbette.

Gül KOZASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin