Soyduğum domatesi doğranmak üzere kazanın içine attığım sıra Sancak'ın az evvel gibi yalnızca ikiye bölüp attığını gördüm.

"Benim soyduğum domateslere karşı kibar davranman gerektiğini az önce söylemiştim sana." İkiye bölünmüş domatesleri önüne bırakıp, "En az altı parça diye anlaşmıştık," dedim.

Doğranmış domateslerin üzerindeki domatesleri eline aldı. "Haşmetli domateszadeler sizleri incittiğim için üzgünüm ama tabii siz de biliyorsunuz ki az sonra ben sizi fokur fokur kaynatacağım ve siz eriyeceksiniz."

"Haşmetlileri en az altı parçaya böl ve beni delirtme."

"Ya hu neden altıya böleyim? Zaten kaynayacaklar, erir gider içinde." İnadını avuçlayarak dama atıp onu bu pis huyundan kurtarmak için deliriyor olsam da biliyordum ki inat dedim mi kedileri bile geçerdi.

"Sabun mu erisin? Domatesin ateşte eridiği nerede görülmüş?" Hem domates soymaya devam ediyor, hem de onu bilmem kaçıncı kez domatesleri daha ince doğraması için dil döküyordum. Ara ara yüzüm yere eğikken güldüğünü görüp şaşırsamda en iyi çarenin onunla laf dalaşına girmemek olduğunu anlamıştım.

"Tamam, tamam. Dediğin gibi olsun Çalı Çırpısı."

Uzun bir süre giyinik olan domatesleri çırılçıplak bırakmak için elimdeki keskin bıçakla zarlarını ince ince soydum. İstanbul'da iken kafamda katiyyen bunca soru balyaları yer almıyor, daha doğrusu bu kadar soruyu düşünecek vaktim olmuyordu. İstanbul kendi başına o kadar kalabalık, o kadar yoğun, o kadar hıncahınç doluydu ki bir de benim zihnimin doluluğuyla uğraşamayacak olduğundan Kastamonu'da düşündüğüm hiçbir şeyi orada düşünmemiştim.

Şehirlere binen insan yükleri, insanların omuzlarına binen dert yükleri ve ne yazıktır ki birbirinin derdinin üzerine dert eklemekten gocunmayan akrabalarla dolu olan her yer son derece dipti.

Kırmızı leğenin içindeki son domateside soyup Sancak'ın doğramakta olduğu domateslerin üzerine attım. Bundan sonrasında pek kavgaya fırsat bulamayarak kaynattığımız domatesleri temiz, cam şişelere cezve yardımıyla doldurup gerisini Sancak'ın kuvvetli bileklerine bırakarak kapakları kapama ve ters çevirme işini ona bıraktım. Tüm bunları yapmak ikimizide yeterince yorgun ve açlıkla terbiye etmişti.

"Ben acıktım, " dedim yirmi beşinci şişeyi cezve yardımıyla doldururken. "Sen de acıktın mı?" Kazanın dibinde kalan bir miktar domatese bakıp ikimize yetip yetmeyeceğini kontrol ediyordum bir yandanda.

"Orası bana yetmez."

"Ayı," dedim hırsla yalnızca kendini düşünen Sancak'a, "Tek sen mi varsın burada?"

"E ben de onu diyorum zaten Tosbağa, bana yetmeyen sana da yetmez."

"Sen bana kilolusun mu demek istiyorsun kendine bakmadan, Dede Kılıklı?" Suratında ilk kez, bunca zaman sonra ilk kez şaşkın bir ifade yakaladığım Sancak'tan bir cevap beklercesine suratına bakmaya devam ettim. Tamam çok zayıf, çıtı pıtı, yahut ufak boylu bir kişi olmayabilirdim ama alenen yüzüme bakarak çok yiyorsun iması pek haz edeceğim bir durum değildi.

"Sen demedin mi dün sıfır beden değilim diye? Eh, bir kaç kez de aynı sofraya oturmuşluğumuz var."

Giderek çok yediğime vurgu yapan, ve beni çileden çıkaran Sancak'a bakmadan oturduğum yerden kalktım. "Zıkkım ye!" Zaten buraya geldim geleli aklımı kurcalayan binbir hüsranın piçleri etlerimi çekiştirirken eskisi kadar tahammül sahibi olamamak kendimi suçlayacağım bir mevzu değildi. Benim ağıtlarımın yangınları kor olmuş her hücremin canına okurken dudaklarıma gizlenen keder kusularak atılmayı bekliyordu.

Gül KOZASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin