"Çoban köpekleri ısırır mı?"

"Yok," dedi alayla ve nefes nefese çıkan sesiyle, "ne ısırması? Sizin mabadızdan ısırmak ne hadlerine. Aksiyon olsun diye düştüler peşimize."

Onun cümlesi biter bitmez tüm köyde yankı bulan cırlak mı cırlak sesimle bir çığrış kopardım ki bahçelerini akşam serinliğinde sulayanlar, balkonda akşam yemeği yiyenler her biri pür dikkat bizim köpeklerden kaçan halimizi izlemeye koyuldu. Köyün girişini geçtikten sonra büyükçe bir dut ağacının önünde durduk. En yakındaki evin avlusuna varmamız en az iki üç dakikamızı alabilirdi ve bu zaman zarfında salyaları akan köpeklerin kırtlayacağı bir tatlı olmak niyetinde değildik.

"Çık," dedi bana ağaç gövdesine dayadığı eliyle.

"Önce sen çık, ben oradaki dala adım atamam," dedim giydiğim etekten dolayı.

Köpekler giderek yaklaşırlarken ağızlarından akan salyalar rüzgarla savruluyordu tıpkı benim bahar dallarından olan eteğim gibi. Sancak, sağ bacağını bana gösterdiği dala attı ondan beklemediğim bir çeviklikle ve hemen sonra sol, aksayan bacağını çekti dalın üzerine. Üç saniyeden daha kısa bir sürede çıktığı daldan elini bana uzattı, ben de yaklaşan köpeklerden kurtulabilmek ümidiyle nasırlarla kaplanmış, güneşte koyulaşmış elini kavradığım gibi onun üzerine bastığı dalın altında kalan ağaç gövdesine basarak beni yukarı çekmesine müsade ettim. Öyle çıtı pıtı bir kız olmadığımdan beni çekerken zorlanmış olabilirdi.

Ayakkabılarımızın uçları birbirlerine değiyor, benim koşmaktan ötürü alıp verdiğim nefesler suratına çarpıyordu esen rüzgarın tatlılığıyla. Arkama doğru baktığımda üst katlara yükselen bir dalın oturmak için müsait yapıya sahip oluşuyla kalçamı bana dikkatle bakan Sancak'a aldırmadan dala bıraktım. O da benim yaptığım gibi arkasındaki dala nefesini kontrol altına almış vaziyette oturdu. Geçen bir dakikalık zaman da çoban köpekleri ağacın etrafını şiddetli bir öfkeyle sararak havlamalar ve hırlamalar eşliğinde bize bakıyorlardı. Gözleri inmememiz için gerekli uyarıyı veriyorken dişlerinin her havlamayla beraber çıkardığı ürkünç sesler beni şu an bu ağacın tepesinde olduğum için mutlu ediyordu.

"Allah'ım bu ağacı kim diktiyse teşekkür ederim."

Çoban elindeki bastona benzeyen sopayla peşimiz sıra koşmaktan, akşama dek dağ bayır gezmekten bitap halde ıslık çalarak yanaştı ağaç diplerine.

"Dursun," dedi Sancak. "Senin bu köpekler bir gün birinin canını alacak."

"Abi onlar olmadan da bayıra gidilmiyor ki. Onca kuzuya bir bu bunlar laf dinletiyor."

Onlar konuşurlarken bir rüzgar daha esti Ağlı semalarında ve benim bahar çiçeklerinin olduğu eteğim bu ufak esintiyle hareketlenerek çok ani bir atakla havalandı. Refleksle kapamaya çalıştığım eteğime Sancak'ın elide dahil oldu nasıl olduğunu bilmediğim bir hızla. Bir aşağıdaki adama baktı, bir de hala rüzgarda savrulan eteğime, "İyi Dursun, toplada götür köpeklerini," dedi.

"Kusura bakmayın abi." Sancak'ın son çıkışından sonra Dursun köpeklerini büyük uğraşlarla dut ağacının dibinden çekmek için bir gayret girişti işe.

Dursun ağacın dibinden gidene dek avuç içinde duran eteğimi nasırlı parmaklarıyla kavramaya, bir taraftandan Dursun'un köpeklerle olan uğraşına bakıyordu sanırım eteği bırakmak için. Renk renk boyanmış olan koyunlar birbirlerinden ayrılarak herkes kendi rengiyle aynı olan kalabalıkla beraber önlerine gelen sahiplerinin yönlendirmesiyle tozu dumana katarak uzaklaştılar dut ağacının etrafından.

"Hadi," dedi Sancak avucundaki sıkılı kumaşı bırakırken, "inelim."

"İnelim."

Bu defa sen in, ben ineyim gibi şeyler söylemeden ağaçtan yere atladı. Sarsılmadı. Duruşu değişmedi. Yalnızca ağırlığından ötürü toprak zeminden 'güm' diye bir ses duyuldu.

Gül KOZASIحيث تعيش القصص. اكتشف الآن