"Hadi," dedi her zamanki gibi tanıdık olan sesiyle. "Davar sürüsü gelmeden gelmeden gidelim."

Onun sözlerine aldırış etmeden oturduğum yerden doğruldum. "Mezarlık neden bu kadar uzakta?" Muhtemelen Sancak olmasaydı yarı yoldayken geri dönmeyi düşünebilir fakat kendimle inatlaşarak korkarakta olsa gelirdim beni ta İstanbullardan yanına çeken toprağa. Baba özlemim ağır basard, korkudan. Annem her defasında korkuların sonradan öğrenildiğini, aslında bir çoğunun korku değil şüphe veya tedirginlik, geçmişteki bir sancı olarak nitelendirirdi.

"Bu dünyadan göç edenlerin yakasını bırakalım, bırakalım ki onlar rahatlarına baksınlar diye uzağa yapmışlar. Dünya meşkalesinden yorulmuş insanları ne demeye bitmeyen dertlerimizle sıkalım. Bırak havadar havadar uyusun insanlar."

Hayır... Hayır katiyyen bu kadar uzun ve bu kadar felsefi bir cevap beklemiyordum bana günlerdir kaba saba cevaplar veren bu adamdan. Ondan en fazla 'Sen sor diye Pis Kakırca' gibi bir cevap bekliyordum. Ama o aksine uzun ve beni neredeyse tatmin eden bir cevap vermişti. Ben babamın yakasını ölümünden bu yana hiç bırakmayarak ona eziyet mi ediyordum bilmiyorum ama hâlâ neden bizi bu karmaşık dünyada yapayalnız bıraktığını merak ediyordum.

"Yaşayanlar sevdiklerini özlerler ama."

"Yaşayanlar," dedi Sancak. "Sevdikleri yanındayken yapmadıklarının pişmanlığını kuru toprağa kusmamalı Pis Kakırca. Eğer öyle oluyorsa zaten yeterince sevmiyordur."

"Öyle değil," dedim itiraz dolu bir sesle. "Biz babamla birbirimizi sevdiğimizi söylerdik."

Derin bir nefes alırken yürümeye başladı beni arkasında bıraktığını vile bile. "Senin için söylemedim zaten. Genel olarak ölenin arkasından keşke küsmeseydik, keşke kavga etmeseydik denmesinden ve sırf o iğrenç vicdanlarının ağzına bir parmak bal sürmek istedikleri için bunu yapanlardan söz ediyorum."

Sol bacağının üst baldırına avuç içini bastırıyordu adım atarken. Sanırım hem yol yürümek, hem biberlerin toplanmasına yardım etmek canını yakmıştı. Adımlarım onun arkasında olduğu için keten gömleğinin sırt kısmının beline dek terden ıslandığını ve bu terinde gömleğinde attığı biberlerden uçuşan toprak lekeleleri bıraktığını, günlerdir bahçe işleriyle ilgilendiğinden de ensesi kavrulmuş halini görebiliyordum. Gerisinde yürümeyi bırakarak sağ tarafında yürümeye başladım.

Sancak'ın az evvel dile getirdiği fakat bizim gerçekleştiremediğimiz bir şey oldu; davar sürüsü etrafındaki köpeklerin havlamalarıyla köye girdiklerini belli ediyorlardı.

"Tüh be."

"Ne oldu?"

"Köpekler," demeye kalmadan sürünün etrafındaki köpekler bizi fark etmişlerdi. "Kaç!" dedi bana ama ben kilitlenmiş gibiydim bize doğru gelen dört iri köpeği gördüğümde. Arkasını dönüp iki adım atan Sancak yanında olmadığımı çabucak fark etmiş olacak ki dirseğimin alt tarafından tutup beni kendisiyle beraber köyün içine doğru çekiştirmeye başladı. Kalbime konan stres, atış hızını bile son derece değiştirerek parmak uçlarıma dikenli sinyaller yolluyordu harekete geçmem için. Sancak'ın avuç içi bileğimi tamamen kavradığında hayatımdan hiç eksik edemediğim aksiyonun buraya bile peşimden gelişine şaşırmamıştım elbette.

Hani derler ya, balık olsam gemi çarpar, şansıma tükürsem rüzgar çıkar yüzüme çarpar diye, işte ben hayatım boyunca şanşsızlığın ağa babasını yazacak kadar yorgun bir ruhun bedeniydim.

Sancak'ın adımları nereye gidiyorsa benim ayaklarımda onun yön duygusuna eşlik edecek kadar bana olan güvenini yitirmişti adeta. Peşimizi bırakmayan köpeklerin, peşine düşen çobanın sesini zerre takmayan köpekler salyalarını akıtarak, dilleri dışarda bizim peşimizden koşuyorlardı.

Gül KOZASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin