8. MAHZENİN GÖZLERİ

218K 13.6K 43.6K
                                    

8. MAHZENİN GÖZLERİ

Antimatter, Mr. White

Antimatter, Going Nowhere

Tarladaki en zehirli çiçek, en renkli olandır.

Babam beni karanlık ninnilerle doldurduğu mahzene kilitleyip, içimdeki tüm renklerin korkuyla taşarak karanlığın içini renklendirmeye başlamasına neden olmuştu. O mahzende, kendi ışığımı kendimden koparıp ortaya koyduklarımla yaratmıştım. O mahzende, karanlık benden korkan bir canavardı ve bana ne zaman dokunmaya çalışsa, bir parçasını kaybeder, benden uzağa kaçardı.

Karanlığın bana dokunan ellerini koparmıştım, karanlığın beni izleyen gözlerin oymuştum, karanlığın üzerime düşen gölgesini silmiştim; karanlığın en büyük korkusuna dönüşmüştüm ama içten içe ondan en çok korkan da ben olmuştum.

Elimde duran romanın elli birinci sayfasının üçüncü pasajından bir türlü ayıramadığım gözlerim, dikkatimin çok uzaklarda olmasına meydan okuyarak ısrarla kelimeleri takip ediyordu. Kafamın içinde yıkılan binaların ölü bedenleri gibi enkaza dönüşmüş düşünceler dolaşıyordu.

"Gülçehre," demişti annem uzak bir geçmişte, saçlarım kulaklarımın hizasında kesilmişken ve yaşıtlarımın ellerindeki oyuncak bebeklerin aksine avuçlarıma tutuşturulmuş stetoskopu izlerken. "Bir gün büyüdüğünde, hiçbir duygu kalbinin önüne geçmesin."

"Duygular kalbin sesi değil midir?" diye sorduğumda, stetoskopu kulaklarıma geçirmiş, kendi kalbime yasladığım aparatın kulaklarıma gönderdiği şiddetli sesleri dinliyordum.

"Bazı duyguları mantık var eder ve mantık her zaman doğruyu söylemez."

Kalbimin atış sesleri kulaklarımı doldururken gözlerim boşluğa bir çerçevenin yere düşüp kırıldığı gibi düştü, gözlerimdeki ifadeler kırıldı; yerde babamla son kez gülümsediğimiz gün çekilen fotoğrafımız vardı.

"Merak etme, anne. Ben babam gibi olmayacağım."

"Gülçehre?" İçine düştüğüm kuyuda daldığım uykudan, o kuyunun kapağının aralanıp güneş ışığının karanlık kuyunun içine doluşmasıyla uyandım. Gözlerim romanın bir türlü ileri gidemediğim üçüncü pasajından ayrıldı, Kıvılcım'ın elinde tuttuğu kahve kutusunu bana uzattığını gördüm. Impala'nın ön koltuğunda oturuyordum, Evren direksiyon başındaydı ve gördüğümüz ilk kahvecinin önünde durmuştuk.

"Kahvecide inanılmaz sıra vardı ya," dedi Kıvılcım, elindeki kahve kutusunu alıp gülümsedim, bana göz kırptı.

"Teşekkür ederim."

"Rica ederim, güzelim." Geri çekilerek sırtını koltuğa yasladı, kutunun içindeki soğuk kahvenin kokusunu solurken birden kendimi iyi hissettiğimi fark ettim. Diğer günlerin aksine, ben bugün iyi hissediyordum. Yine İzmir'in topraklarındaydım, yine aynı bedenin içindeydim, yine aynı ruha sahiptim ama o evde geçirdiğim günlerde hissettiklerimin aksine, şu an hissettiklerim daha parlak, daha renkli şeylerdi.

Oysa ruhum bir gemicinin attığı sıkı düğüm gibiydi, düğüm düğüm ve karman çormandı; bu düğümü ruhuma atan kişi babamdı, bu yüzden de bu düğümü yine onun çözebileceğini düşünürdüm ama öyle olmamıştı.

Gözümü kamaştıran güneşin bulutların arkasına saklanarak yeryüzünden elini ayağını çekmesiyle bir anda gökyüzü gri bir renge büründü. Kot şortumun açıkta bıraktığı bacaklarımın üzerine koyduğum romanın kapağını kapatıp aracın torpidosuna bıraktım, kahveden bir yudum alıp gözlerimi Evren'e dokundurdum.

GÜL KUYUSUWhere stories live. Discover now