19-1

3 1 0
                                    

Yağmur, sağanak halinde yağıyordu. İstasyonun beton zemini sırılsıklam olmuş, raylara yakın dikilmiş olan ışıkların yansımalarıyla parlıyordu. Etrafımdaki, büyük olasılıkla konserve yiyecek içeren, tahta kutular renk değiştirmişti. Sebebini bilmediğim bir şekilde yerden yükseğe inşa edilmiş çelik kömür deposunun üstüne örtülmüş çarşaf, rüzgârla beraber bir bayrak gibi dalgalanıyordu. Aniden çakan bir şimşek, ilerideki ormanın boşluklarını aydınlatarak kısa süreliğine güzel bir görüntü oluşturdu. Küçük, turuncu bir kedi, ağaçların arasından fırlayıp raylara atladı, bir süre ilerleyip durdu. Yıllardır süren geleneğimi öldürmemek için kediye fısıldadım. Bana baktı, bir şey olmadığını görünce yukarı çıkıp tekrar ormana döndü. Ara sıra yanımızdan geçen, yağmura aldırmayıp dik yürüyüşleriyle beni etkileyen askeri devriyenin başındaki subayla soğuk bakışmalarımız eski sıklığını kaybetmişti. Sanki beni umursamamaya başlamıştı, oysa Akat'ın beni çok önemli gördüğünü biliyordum. Ben masamda başımı kollarımın arasına almış, hayal dünyamın zeytin ağaçları ve taş yollarla süslenmiş bahçelerinde, asla var olmamış bir kızla gezerken odam kelimenin tam anlamıyla basılmış, iki asker bana Akat'ın mektubunu uzatmıştı. Mektupta, Bekhilzhe Kraliçesinin eski elçisinin talihsiz bir kazaya kurban gittiği, savaşlar yüzünden zaten çok az adamı hayatta kalmış devletin yeni bir elçiye ihtiyaç duyduğu ve Akat'ın gözünde bu iş için en iyi kişinin ben olduğum yazıyordu. Tüm bunlara köşedeki rahat koltuktan tanıklık eden Hovdi, kış uykusundan uyandırılmış bir ayının sersemliğiyle hiçbir şeyi dinlemeden bana eşlik etmeye gönüllü olmuştu. Şimdiyse istasyonun saçaklarının altında duvara yaslanmış, bir yandan gazetesini okuyor, diğer yandan yolda, bir okulun yanından geçerken duyduğumuz o ilahi – şarkı karışımı saçmalığı mırıldanıyordu. Mavi, kalın gömleğinin üstüne giydiği siyah, kolsuz paltonun yakaları, başındaki fakir şapkasıyla birleşmiş gibi gözüküyordu. Bense raylara yakın, bastonumu tutarak treni bekliyordum. Silindir şapkamın uçlarından akan sular, yerçekimine meydan okuyan bir şekilde akıp gözüme girmeye çalışıyordu. "Keşke şemsiye getirseydim." diye düşünmedim değil. Aynı zamanda getirmediğime de memnundum. Beni memnun eden ıslanmak değil, yağmurun yağdığını hissedebilmekti. Belki de küçükken yağmurlu günlerde güzel şeyler yaşamıştım – ki pek hatırlamıyordum, bir keresinde at arabası çarpmak üzereyken hayvanlar çığlık atıp manevra yapmıştı, tek o biraz aklımda kalmıştı.

Bekleyişim, kalın, yün elbisesiyle istasyon binasından çıkıp şemsiyesini açan ve biraz beri gelerek düdüğünü çalan adam sayesinde sona erdi. Hovdi, daha önceden yere koyduğu, yolculuk sırasında aç - susuz kalmamak için yanımıza aldığımız yemek kutusunu ellerine alıp raylara yaklaştı. Subay ise koşarak yanıma geldi ve bir şemsiye çıkartarak beni yağmurdan korumaya çalıştı ancak şemsiyesi şapkamı altına alamayınca vazgeçti ve sadece Hovdi'ye siper etti. Bir süre sonra ufukta lokomotifin dumanı gözüktü. Ardından yolcu vagonları...

Üçüncü vagon hizamıza gelince tren durdu ve kapıları açıldı. Askerlerden biri, Hovdi'den kutuyu alıp içeri girdi, diğeri ise lokomotife doğru koştu. Galiba bir şey konuşacaklardı. Hovdi de ilk askerin peşinden girdi. Vagonun içinden o orta yaşlı, kalın sesini duyabiliyordum: "Kutulara dikkat et, evlat, içinde rakı şişem var. Kırılmasın ha!" Tam vagona adımımı atacakken subay, şemsiyeyi kapatıp kolumdan tuttu, hayatımda daha önce sadece bir kişiden duyduğum ses tonuyla:

"Bekhiller, beklediğinizden daha soğuk karşılayacaklardır sizi. Irkçı ve düşmancıl yaklaşımlara karşı dikkatli olun. İleri gidebilirler." dedi. Kolumu bırakıp yüzüme bakmaya devam etti.

"Ne kadar ileri?"

"Cellât kadar..." Eh, demek ki gideceğim yerde vahşice katledilip şehir meydanına atılma olasılığım vardı. Tıpkı bir Bazak gibi... Ne güzel! "Peki..." dedim, sakince ve vagona bindim. Kendisi de bir süre daha trene baktı, sonra üniformanın göğüs cebinden sigara yakıp istasyon binasına doğru yavaşça yürüdü. Şemsiyeyi geri açmaması, gerçekten pratik bir adam olduğunu gösteriyordu.

Vagonun içindeki soğuk hava, sadece siyah, kumaş bir pantolon giydiğimden dolayı bacaklarımı üşüttü. Dizlerimi ovuşturup Hovdi'yle beraber en köşedeki koltuklara oturduk. Vagonumuzda aynı zamanda iki yatak vardı. Karşıma geçti, pencereden dışarı baktı. Tren harekete geçince sohbet başlatmaya çalıştı:

"Ee, heyecanlı mısın?" dedi, hafif öksürerek. "Aman," dedim, "Daha oraya gitmeden hastalanma."

"Merak etme, benim vücudum taş gibi sağlam, ağaç kadar uzun ömürlüdür."

"Akat'ın Milbey'de dikmeye çalıştığı o zeytin ağacını hatırlıyor musun? İşte, onun dışında bir ağaca benzemeye çalış, lütfen."

"Suçlu o değildi ki, Sivilya'nın toprağı zeytini kabul etmedi! Aptal toprak, ağacı bırak çimeni bile zor çıkartıyor. 'Fabrikalar kuralım, millet iş bulsun.' deyip de ülkenin toprağını zehirlediler. Çocuklar hastalanıp duruyor."

"Sen de ne sitem ettin be, Hovdi. Dünyanın yeni hali budur. Kötü de olsa iyi de olsa bir şekilde kabulleneceğiz, olmadı yavaştan müdahale edeceğiz. Zamana bırak, işler çığırından çıkmaz öyle kolayca. Ayrıca bunlar Akat'tan önce oldu. Şikâyet edip anında reddedersek bir işe yaramaz."

"Oh, hayat sana rahat! Al eline kitabını, başka hiçbir şeyi umursama." En son kitap okumamın üzerinden birkaç ay geçmişti. Sık okuyan biri olmamama rağmen Hovdi'nin beni böyle görmesi üzüyordu...

Yolculuk bir hafta sürdü. Gündüzleri gazetenin, geceleri yorganın altında uyuklayan Hovdi'yle zaman öldüremeyeceğimi anlayınca pencereden dışarı bakmayı alışkanlık edindim. Bekhilzhe'nin dağları, nehirleri, ara sıra beliren kalabalık ve karanlık ormanları çok hoştu.

Tren durdu, dışarı baktım. Öğlen vakti, güneş tepede, bu yeni, kentsel bir bölgenin hemen bitişiğine kurulmuş istasyonda, yan sokaktan yardıma yetişmiş birkaç sokak lambası dışında görülecek hiçbir şey yoktu. Hovdi'yi uyandırıp "Geldik. Galiba." dedim. Geçiştiren bir cevap verip birkaç saniye yatakta kımıldandı, sonra gözleri aniden açıldı:

"Galiba mı?" Kalkıp pencereden dışarı baktı. "Şimdi konağı nasıl bulacağız ki?"

"Eminim bizi alması için birini göndermişlerdir." dedim ve beraber trenden indik. Yol kenarına kadar yürüyüp sağa sola bakındık. İleride, bir sokak lambasının altında siyah bir araba vardı. Şoför koltuğundan uzanan iki erkek eli, direksiyonu tutmuştu. Arabaya doğru yürüdük, şoför de bizi görüp indi ve selam verdi. Siyah saçları biraz uzun, çoğu Bekhilin aksine açık tenli ve benden kısaydı. Yanıma gelip iki eliyle birden tokalaştı:

"Hoş geldiniz, Efendi Piskatifri."

"Hoş bulduk. Efendi mi? Böyle bir unvanı kazandığımı hatırlamıyorum."

"İlk kez tanıştığımız herkes biz Bekhiller için saygıdeğerdir. Bu arada ismim Samüel, soyadım Sileyiv."

"Memnun oldum." dedim. Hovdi'yi işaret ederek: "Yanımda bir arkadaş getirdim. Konağınız, hatta ülkenizin tamirata ihtiyacı varmış diye duydum, kas gücü getireyim dedim." Hovdi'yi baştan aşağı süzen Samüel:

"Elbette, fazladan bir yardım eline asla hayır diyemeyiz." dedi. Ellerimize bakıp sordu: "Valiz getirdiniz mi?"

"Hayır, yüksüz gelmek istedik. Bir miktar para var, kıyafet gerekirse orada alırız." dedim. Arabanın kapısını benim için açıp "O zaman gidebiliriz." dedi. Hizmet edilmekten hiç hoşlanmazdım ancak görünüşe göre uşaklığa alışmış bu adamı da kırmak istemedim. "Teşekkürler."dedim ve ön yolcu koltuğuna bindim. Hovdi arkaya geçti, Samüel ise sürücü koltuğuna. Hemen arabayı çalıştırdı, küçük bir ormandan geçen dar bir toprak patikaya sapıp tekrar ana yola çıktı. Sabahın köründe, trenden yeni inmiş biri olarak arabaya bindirilmek hoşuma gitmemiş, midem beni tehdit etmeye başlamıştı...

19Tahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon