Altın Kılıç

206 5 3
                                    

ALTIN KILIÇ

Her medeniyet,

bir şehirde yükselir

.

        Atilla ve Bilge-Tuğ ellerindeki kızıl meşalelerle sarayın karanlık geçitlerinden ilerliyorlardı. Bilge-Tuğ gayri ihtiyari olduğu için yorulmuştu ve her soluk alıp vermesinde arkasındaki karanlık odalarda hırıltılı bir gürültüyü gerisinde bırakıyordu. Öksürerek boğazındaki yutkunmaları yeniliyor, ihtiyarlığa meydan okur gibi adımlarını daha da sağlam atıyordu. Sonunda dar kapıdan geçerek içeri girdiler.

        Zifiri, karanlık bir atmosfer hakimdi odada. Sarayın en dibinde ancak tünellerden geçilerek giriliyordu odaya. Üstelik nemli ve oldukça da soğuktu. Belkide bir ölünün kemiklerini dahi sızlatacak derecede etkiliydi. İçeride tekinsiz bir sessizlik vardı, sanki yakın bir fırtınanın toy kokuları gibi ürpertiyordu insanı bu sessizlik. Oysa rutubet ve karartı bu karanlık odanın ayrılmaz bir parçası olmuştu.

            "Şu meşaleleri yak da içimize bir bahar aydınlığı çöksün be oğul." Kapıdan içeri eğilerek girdiği için konuşurken belini tutuyordu Bilge-Tuğ.  Ak sakalını sıvazladı ve üşüyen ellerini ovuşturdu. "Sanırım ölüler hep üşüyor...    Öhö öh! Karanlıklar mıdır etrafımızı bu kadar soğuk eden. Eğer karanlık bu kadar soğuk ise ölülerin vay haline."

        Duvarlarda dizili duran meşaleleri elindeki meşaleyle yakmaya çalışan imparator Atilla'ın belindeki hançerin zağlı namlusu, kızıl alevleri alınca parladı. İçerideki karanlıkların asırlara gizlenmiş umutları birden yerini geleceğin yeni hayallerine bırakmış gibiydi. Yeni umutlar çökmüştü salına salına yanan alevlerden içeriye.

            Yaklaşık otuz metre kare büyüklüğünde olan odanın tam ortasında altın kaplı bir sandık yer alıyordu. Sandığın büyüklüğü iki metre civarındaydı. Kapağına ve köşelerine Atilla'nın hükmettiği krallıkların armaları işlenmişti. Yanan sarımsı ışıklar bu armaları göstermeye yetiyor ve altın kaplı sandığın parlamasına neden oluyordu.

            Atilla sandığın yanına yaklaştı, ayakta dururken Bilge-Tuğ'un sislenmiş bulut mavisi gözlerine keskin bir bakış attı. Kendi gözlerinde ışıl ışıl efsunlu bir umut hakimdi. Sessizlik bu kez ağır dönmüştü. "Ölüler hissetmez Bilge-Tuğ. Onlar ne soğuğu ne de karanlığı hissedebilirler."

            Bilge-Tuğ ellerini ovuştururken soluğu bir sis gibi yükseliyordu. "Ey Bey oğlum! Ne zaman öldünde ölülerin hissetmediğini söylersin?" İçeride usulca dolanan rüzgar dahi bu sözlerin cüretinden çekinerek durakaldı.

        Atilla'nın yüzündeyse ötelerden ürpertici, karanlık bir pırıltı  belirmişti. Efsunlu gözlerini kısarak baktı. Bıçak gibi keskin sesini yükseltti. "Sende bilirsin ki ölüleri canlılardan ayıran şey, histir. Şayet ölüler de bizler gibi hissedecek olsaydı, o zaman ölmek zorunda kalmazlardı." Belindeki zağlı hançerini çıkardı, topuzlu kapzasından tutarak yere diz çöktü.

        Adeta gri bir nehir gibi ağır ağır hareket eden sis odanın içerisinde peydah geziyordu. O kadar ağır bir hava vardı ki kurşini yağmur bulutları gibi usul usul iniyordu nefes bulurları yerlere. Atilla hançerini gizli bir bölmeye soktu ve ansızın altın kaplı sandığın kapağı hareket etmeye başladı. Yarıya kadar açıldı, fakat tam olarak açılmadan durdu. Atilla avucunu açtı ve elini Bilge-Tuğ'a uzattı. "Sandık açılmak için şimdi de senin hançerini ister Bilge-Tuğ."

            Bilge-Tuğ siyah pelerininin altındaki ipekten dokunmuş belliğinden hançeri çıkardı. Hafiften eğilerek hakana hançeri uzattı. "Buyrun Bey'im. Sandığı açmamız için tasarladığımız diğer hançer."

        Atilla'nın diğer elindeki namlusu zağlı ve kapzası topuzlu hançerin aynısıydı bu. Gümüş bir topuzu vardı ve namlusunda da özel bir işçilik gerektiren çalışma göze çarpıyordu. Bir kartalın ağzındaki anahtar figürüydü bu.

         Atilla onu da eline alarak sandığın diğer köşesine soktu ve sandıktan aynı ses geldi. Ardından sandık açıldı ve içeriye birden parlak bir ışık girdi. Sandığın içindeki o sihirli efsundu parlayan şey. Atilla ona baktıktan sonra bakışlarını Bilge-Tuğ'a çevirdi. Bilgi-Tuğ bu keskin bakışların söylemek istediğini anlamıştı ve başıyla onay verdi. Bunun üzerine Atilla bakışlarını tekrar sandığın içine çevirdi ve ellerini yavaşça yaklaştırdı. Meşalelerle aydınlatılan bu karanlık odada dahi gözleri kamaştırmaya yeten Altın Kılıç'ı ellerine aldı ve ayağa kalktı. Gözünü ondan bir türlü ayıramıyordu.

        Büyülü ve yeryüzünün en etkili silahı olan bu Altın Kılıç'tan bulut mavisi gözlerini Bilge-Tuğ da alamıyordu.  Sonra yutkunarak gözlerini onunun büyüsünden kaçırdı. "Atilla evladım, elindeki kılıcı şayet herhangi biri alacak olursa sonucunun neler olacağını biliyorsun değil mi? Tanrının sana sunduğu bu özel kılıcı iyi korumalıyız. Kötü kişilerin eline geçmemeli."

        Ela gözlerini kısarak Bilge-Tuğ'a çevirdi ve ağır başlılığını koruyarak tok sesiyle cevap verdi. "Hiç şüphen olmasın yüce Tuğ, benim varlığım kaybolmadığı müddetçe bu kılıcı hiçbir kimse alamaz! Tanrının bana verdiği bu kılıç bir emanettir ve ancak adaletle korunur. Ben kılıcın koruyucusuyum ve adaletin yeryüzündeki bekçisiyim!"

     Ruhani bir atmosfer dolmuştu içeriye, sanki Tanrının sureti belirecekmiş gibiydi birazdan. Gerçi bu kutsal havanın nişanesi neden Altın Kılıç olmasındı. O Tanrının gücüydü ve yeryüzünde adaleti koruyordu. Evet, ruhani bir mevsim çökmesin de içeriye başka ne çöksündü.

       Atilla bu büyük kılıcı sağ eline aldı ve onun kabzasını iyice kavradı. Sıkmasına ya da kuvvet uygulamasına gerek yoktu, çünkü kılıç keskin olduğu kadar aynı zamanda bir tüy gibi hafifti. Yeryüzündeki her şeyden sağlam, her şeyden keskin ve her şeyden hafifti. Ancak tek bir görevi vardı; onu kullanan kişinin dilediği her şeyi yerine getirmekti. Bu kılıçla neler yapılmazdı ki! Koskoca bir ordu anında dize gelir ve anında yok edilebilirdi.

        Bu güç Atilla'ya bahşedilmişti. Yeryüzünün ve göklerin yaratıcısı Gök-Tanrı, o büyük savaşın ardından  böyle bir görevi ancak Atilla'ya verebilirdi. Yoksa böyle bir gücü kim nefsi için kullanmasındı!

        "Ben yeryüzünün bekçisi ve Tanrının Kılıcı'yım! Bu kılıç benim ve istediğim kişiden başkasının da olamayacak!" Sesi dar tünellerin belirsiz çıkışlarından yankıyla yükseliyordu gökyüzüne. Mahzen yerini andıran bu çukurda Atilla'nın heybeti, eline aldığı kılıçla duruşu gözleri kamaştırıyordu.

        Altın Kılıç'ı havaya kaldırarak tekrar haykırdı. "Ben Tanrının Kılıcı'yım!" Bu kez Bilge-Tuğ kulaklarını tıkamak zorunda kalmıştı. Ve aynı zamanda Tanrı ona destek verir gibi sarayın tepesinde şimşekler çakıyor, zararsız yıldırımlar düşüyordu.

GRİFFONLAR VE ANKAWhere stories live. Discover now