•PROLOGUE•

67 2 0
                                    

Belindeki ağır metali üşütüyordu onu, lakin yine de daldı ne idüğü belirsiz olan dükkana. Gecenin her yeri örten pis karanlığı sarmıştı her yanı.

Yaptığının yanlış olduğunu düşünmüyordu ya da ne gibi sonuçlar doğuracağını.

Sonuçta kimse geleceği bilemezdi, öyle değil mi?

Korkuyla parıldayan gözleriyle çevresine bakındı önce.

Kırık fayanslarla kaplı duvarlar mesken bellemişti her yeri. En azından o an ayırdına vardığı tek şey buydu. Düşünmeksizin yer kapısının kulpundan çekti ve aşağı merdivenlere doğru yöneldi.

Her ne kadar soğukkanlı gibi gözükse de asla öyle değildi. Elleri fazlasıyla titriyordu lakin bunu saklamayı iyi beceriyordu. O da biliyordu. Duyguları saklayabilmek sadece insanlara özgüydü.

Gitgide hızlanan kalbini dizginlemeye çalışarak loş ışıklarla aydınlanan odaya ilerledi.

Hoşgeldin.

Gördüklerine eşlik eden bu bariton sese çevirdi başını. Adam bu sefer asla içten olmayan bir ifadeyle gülümsemişti.

Otur bakalım.

Karşısındaki ellerin karıştırdığı kartları izlerken adilce oynanan bir oyun değil de onun rehinesi gibi hissediyordu kendini. Halbuki kendi ayaklarıyla gelmişti buraya. Koca ve loş odada sadece ikisi vardı, elleri kucağındaydı ve adamsa onu inceliyordu masanın karşısından. Birden ayağa kalktı ve kızın yanına geldi.

Yine önsezileri onu yanıltmamıştı. Şakağına dayanan tüfekle derin bir nefes aldı.

Bitti diye düşündü şimdi kız. İliklerine kadar işlemişti namlunun soğuğu. İşte şimdi bitti.

HEPSİ ŞEREFSİZ AĞABEYİN YÜZÜNDEN!

Gözlerini sıkıca yumdu genç kız. Kısa bir süre sonra tüfeğin şakağından geri çekilmesi küçük çaplı bir şaşkınlık etkisi yaratmıştı kıza.

Önsezisi yanılmıştı. İlk defa.

Oyna. Diye kükredi adam. Bir yandan da sakallarını karıştırıyordu.

Titreyen ve soğuktan morarmış ellerini önünde duran desteye doğru uzattı.

Belindeki tabancayı çekti aniden.

Sadece "Öldür." diyen sesi dinlemişti. Her şeyin suçlusu o sesti.

O sesin sahibi.

Yani, hiç kimse.

Her şey bir film şeridi gibi akıyordu şimdi.

Refleksle adamın göğsüne sıktı. Geri itmişti tabanca. Bileğinde derin bir acı hissetti. Bu konularda körpeydi daha. Nitekim elindeki tabanca da ağabeyinindi.

İşte şimdi başrol oydu; kan. 3 harf, tek hece; ancak bir o kadar da etkili bir kelime. Nasıl bir plazma hayat veren vücuda, nasıl bir sıvıdır ki bu, böylesi kızıl?

Birden çocukluğunu getirdi bu kızıl aklına. Kan tutardı onu çocukken. Kanın kokusu daha hayatını alacakmışcasına keserdi nefesini. Süzülen kanı izledi. Nefesi halen daralıyordu lakin zevk alıyordu. Bu ölümcül sessizlik ona tıpkı bu sessizlik gibi ölümcül bir zevk veriyordu.

Gözlerinden süzülen yaşların daha yeni ayırdına varmıştı. İşte geliyordu.

Peş peşe.

Dur durak bilmeden. Elindeki tabancayı yere fırlattı hızla. Odada yankılanan metalik sesle birlikte beyninde de aynı cümleler kendini tekrar ediyordu.

O birini öldürmüştü.

O artık bir katildi.

Kan sıçramış ellerini ceplerinin üzerinde gezdirdi ve telefonunu çıkardı. Panik bütün vücuduna yayılıyordu.

Kang Bo Min aranıyor...

Telefon açıldığında suyuna kavuşmuş toprak misali bir huzur kapladı içini. Bu huzur hissettikleri yanında hiçbir şeydi. Yere, adamın ölüsünün yanına çöktü.

Bomin.. diyebildi ağlarken. Bomin, bana yardım et ne olur.

Deadly TasteWo Geschichten leben. Entdecke jetzt