Bir adım

61 7 0
                                    

Hazel'den.

Aynadaki yansımama baktım. Büyük mavi gözler, dolgun dudaklar, çubuk gibi inen ama ucu etli olan ufak bir burun... Kabul etmem zor değildi, güzeldim. Fakat bu dıştan görünen bir şeydi. Ruhumun güzel olduğunu söylebilir miydim?

Pek sanmıyorum.

Pisliğin teki olduğum sözlenemezdi ama iyilik meleği olmadığım da kesindi. Sadece... Sadece sıradan insanlardan bir kaç tık daha kötüydüm.

Katildim.

Tamam, kendi ellerimle öldürmemiştim onu ama sebep olmuştum. Bu da katilliğin bir yan başlığı değil miydi?

Peki karşısındaki anlamaya çalışan insanlar gibi sorar mısınız 'pişman mısın' diye? Size içtenlikle tek bir cevabım olur;

Ölesiye evet.

Uzun parmaklarımı kumral saçlarımdan geçirdim ve tepede bir araya getirdim. Buna saçı toplamak deniyordu ve ben bunu genel olarak yapıyordum. Saçımın salık olmasını pek sevdiğim söylenemezdi.

Yansımama son kez bakıp keşke oradaki gibi boş olsam diye düşündüm. Aynama sırtımı döndükten sonra odamın koridora açılan kapısına doğru ilerledim.

Okulda ilk gündü ve diğer üst sınıflar gibi hiçbir heyecan olmadan, isteksizce hazırlanmıştım. Hikayelerin genel olarak başladığı gibi okulun ilk günüyle başlamış olabilirdim ama bir fark vardı.

Ben, üniversiteye yeni başlayan bir çömez değildim, üçüncü sınıf sosyoloji öğrencisiydim. Hayalim bir psikolog olmaktı ama hayalime çalışmak yerine etrafta sürttüğüm için ona en yakın bu bölümü tutturabilmiştim.

Hoş babama kalsa özel bir okulda psikoloji okutabilirdi beni, sırf 'hayallerim' için. Beni daha iyi tanımaya çalışsaydı hak etmediğim bir şeyi asla kabul etmeyeceğimi ve teklif bile edilmesini sevmediğimi bilirdi.

Babadan bahsetmişken dün gece vereceğini söylediği ama hala vermediği arabamın anahtarını hatırladım. Merdiven başında beni bekleyen korumaya bakıp kaşlarımı çattım.

"Babanız bunu yolladı." dedikten sonra avucundaki anahtarı bana doğru uzattı. Çatık kaşlarımı düzelltim ve "Aferin, unuttuğunu erken hatırlamış." diye söylendikten sonra önümdeki son basamakları da atladım ve adını öğrenmeyi bile gerek duymadığım korumanın elindeki anahtarımı aldım.

Korumanın kapının önüne getirdiği siyah Mercedes Benz G Wagon arabama yerleştim. Bilmeyenler arama motorlarından aratabilirdi, çünkü vahşi arabamı cici kız arabalarından sanmanızı istemezdim. Kendisi gayet haşin bir erkek gibiydi. Savaş arabaları gibi, sert köşeleri olan heybetinden korkacağınız bir türdü.

Bende kesinlikle buna bayılıyordum.

Diğer kızlar gibi vosvos ya da mini cooper delisi değildim, sizde onlardan değilseniz bana katılıyordunuz. Azınlıktaydık. Arabamı çalıştırdığımda zihnimi temizlemeye çalıştım. Okul demek, bana istediğim kişiyi oynama şansı vermekti. Asla olamayacağım kişiyi.

Masum kızı.

Kötü erkeklerin ağına düşürmek istedikleri, havalı kızların ezikleyerek baktığı, zayıf düşmüşlerin sevdikleri ama bir yandan yaklaşmaya çekindikleri o kimsesiz, umursamaz ve masum kız.

Ama bilmedikleri bir şey vardı ki, hiç de onların sandığı gibi değildim. Umursamaz olduğum dışında. Evdeki ve içimdeki nefretimden ancak okulda uzaklaşıyordum ve kabul ediyorum bana iyi geliyordu. Çoğu kişinin aksine ben okulu seviyordum.

Diğerleri gibi olmadığıma bir kanıt daha.

Radyoyu açtığımda tam da ruh halime uyan müziğin nakaratı çalıyordu. Yüzüme intikam isteyen smirk gülüşlü Klaus'un o ulaka gülümsemesini yerleştirip şarkıya eşlik ettim.

Bu şarkı The Originals dizinin bana bağışladığı şarkılardan sadece biriydi, tabi Klaus'u bağışladığı gibi. Onu The Vampire dizisinden değil de The Originals dizisinde bulmuştum çünkü TVD izleyecek kadar aşk düşkünü değildim. The Originals gibi vahşi olayların ağırlıklı olduğu, aşkın daha geri planda kaldığı dizileri severdim. Yada filmleri, her neyse konu bu değil.

Şarkı biterken sanki onun ismini mırıldanmasam haksızlık yapıyor gibi hissettim. Hemen dudaklarım hareketlendi. "The Silent Comedy - Bartholomew. Mükemmelsin bebeğim." Radyo bana aldırış etmeyip diğer şarkıya geçerken ekledim.

"Bir Klaus değilsin ama."

Klaus Mikaelson kesinlikle bana en çok yakışacak kişiydi, onu canladıran Joseph değil, karakterin kendisi, Klaus. Onun ruhunu seviyordum. İçindeki küçük masum çocuğu susturan gücünü. Ama en küçük şeyde hemen gözlerinin de dolacak kadar zayıf olmasını.

Dengesizliğini yani.

Benziyorduk.

Arabayı park edecek yer bulduktan sonra radyoyu kapattım. Park işi de hallolduğuna göre artık ruhumu serbest bırakabileceğim binaya girebilirdim. Kısa merdivenleri çıkarken artık gölgelerinin bile ne taraftan vurduğunu ezberlediğim tabeleya baktım.

Güzelce döşenmiş 'Fen - Edebiyat Fakültesi' yazısını zilyonuncu kez içime okudum ve son basamağı da çıkıp kendimi içeri attım. Eylül ayının bir getirisi, havanın dengesizliğiydi. Şimdi etrafa bakarken gözlerimi kısmak zorunda bırakacak kadar çok güneş ışını varsa bir saat sonra kara bulutların arkasına saklanabilirdi.

Geniş holde ilerlerken koridorun en köşesinde ailesi ile vedalaşan bir genç gördüm. Doğru görmüş olamazdım bence. Çünkü üniversitenin ilk günü ailenin burada ne işi vardı? Yürümeyi bıraktım ve onlara bakmayı sürdürdüm. Cidden hayal falan değildi değil mi?

Uzun boylu ama oldukça zayıf gencin sırtını görebiliyordum sadece, sanki sırtları duvara yüzleri bize dönük ebeveynlerini geçirmek istemezmiş gibi duruyordu.

Tek kaşım ilgiyle saç diplerime doğru kalktı. Bir korkak mı vardı yoksa karşımda? Komikti. Ya da başka bir mevzu vardı, sonuçta ailesi olduğunu düşündüğüm kişiler kampüse girebilmiş ve çocuğunu binasına kadar getirdiyse durum vahimdi.

Adamın oğlundan kayıp bana ulaşan bakışlarına karşılık duruşumu bozmadım veya bakışlarımı kaçırmadım. Yanlış bir şey yapmıyordum, önümdeki aşırı garip duruma bakıyordum.

Adamın elleri oğlunun omzuna gidip orayı sıktığında bende sıkıldım.

Oğullarıyla uğraşmak zorunda kalan ailenin dramından hemen sıkılmış halde ayaklarımı tekrar harekete geçirdim ve onların birkaç adım uzağındaki merdivene ilerledim.

Adam bir daha bana baktı mı hiç bilmiyordum çünkü bir daha dönüp onlara bakmamıştım.

Sınıfıma doğru ilerlemeden önce kattaki kızlar tuvaletine girdim. Topladığım saçlar arasından arsız bir kaç tutam çıktı mı diye aynada kendimi inceledikten sonra çantamdaki kulaklığımı çıkarıp kulaklarıma yerleştirdim ve hazırdım. Sınıfıma geçebilirdim.

Merhabalaaaar. Yeni hikayemle karşısınızdayım. Sınırda olmakla tam da içinde olmak kelimelerinin arasında kalmışlığın hikayesi gibi garip bir cümle kururak kafanızı daha da karıştırmak istiyorum. Gönül isterdi ki bölüme iki şarkı koyabileyim ama malesef. Bu başı yazarken dinlediğim şarkıyı playliste, okula girdikten sonraki bölümü yazarken dinlediğim şarkıyı ise yazıda kelimeler arasına -araba kısmına- sıkıştırdım. İkisini de dinleyin, harikalar.

Üç ÇizgiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin