7. Astronomi Kulesi

454 43 43
                                    

Harry gözlerini hafifçe araladı, doğruldu; o tembelleşmiş, yorgun ayaklar görevlerini zorlukla yerine getirip onu ağır ağır koridora ve oradan da merdivenlere götürdüler. Kapı kilitli değildi elbette. Cedric, kısa sohbetlerinden sonra sadece çok dikkatsiz birinin yapacağı bir hatayı yapmış, orada uyuyup kalmıştı. Harry, onun mesleğine zarar vermemiş olmayı dileyerek basamakları tırmanmaya başladı.

Kafasının içinde bir sürü fısıldayan silüet vardı. Bir kısmı -bunlar epey mantıklı konuşan ama Harry'nin pek sevemediği seslerdi- Hermione'nin haklı olduğunu söylüyordu. Fakat, Hermione de vazgeçmemiş miydi? Bu sabah, Harry'ye ne olduğunu sonunda kabullenmişti. Harry'nin beklediği de buydu. Kırılma noktasını bu gün buluvermişti. Bir süredir Sirius'un bile onunlayken durgunlaştığının -bu pek nadir görünen bir şeydi- açıkça farkındaydı. Remus'un ziyaretlerinde yanında getirdiği çikolatalar artmıştı ama neşesi ters orantıda azalmaya devam ediyordu. Buraya gelen herkesi bir şekilde ya kaçırıyor ya da delirtiyordu. Farkındaydı. Kafasının içindeki diğer seslere göre ise, normal olmayan onlardı. Harry, sıradan bir şekilde yaşadığı dünyadan bahsediyordu ama onlar akıllarını bir süre önce yitirdiklerinden, gözlerinin önüne koyulanlara bakıyor ve göremiyorlardı.

Görmelerini sağlayacak kadar güçlü değildi. Hem zaten çok fazla sorumluluk üstlenmemiş miydi? Ara sıra omuzlarına baskı yapan, sırtını ağrıtan yükü duyumsadığı olurdu ama bu son zamanlarda katlanılmaz olmaya başlamıştı. Harry, ağırlığı altında ezildiği yükü tam olarak kavrayamasa da varlığından haberdardı. Eh, bir balon da kocamandır, ağır göründüğü olur ama hafiftir.

Hermione'nin odasında okuduğu kitaplardan satırlar aklına dolup duruyordu. Ansiklopedilerin birinde altı buçuk tona ulaşabilen fil türü hakkında bir paragraf okumuştu. Bu da, demişti Sirius, yaklaşık altı otomobil yapar. Hermione onaylamaz bir biçimde masadakilerin sırıtan yüzlerine bakmıştı.

Başka şeyler de hatırlıyordu. Küçük, beyaz bir ev gözünün önen gelip aniden siliniyordu. Annesi, babası ve Snape'in olduğu gergin bir ortam hatırlıyordu mesela. Araba anahtarını babasına fırlatan Peter'ı, Sirius'un motorunu, annesinin kokusunu, Hermione'yi ve Ron'u, Ron'un kocaman ailesini, okulun önünde hep aynı saatlerde oturan ve muhtemelen sokakta yaşayan Hagrid'i, Luna'nın şapkasını, Naville'in basamaklardan düşüşünü, Riddle'ın okul dergisi için çekim yaparken kendisinin, Ron ve Hermione ile birlikte kameraya gülümseyişini... Sonra her şey siliniveriyordu. Hayır, hayır... Hagrid hakkında nasıl olur da bu kadar manasızca konuşabilirdi? Peter'ı anne ve babasının yanında nasıl hayal edebilirdi? Riddle'ı elinde fotoğraf makinesiyle onlara gülümserken nasıl hayal edebilirdi? Aklını kaçırmış olmalıydı.

Gerçeğe tutunması gerekiyordu. Sorun da tam bu noktada değil miydi? Neyin gerçek olduğunu bir süredir unutmuştu ve hatırlamaktan ölesiye korkuyordu.

Nasıl oluyor da her şey saniyeler öncesinde farklıyken, aniden değişebiliyordu. Bir şeylerin durağan olması, olduğu gibi kalması gerekmez miydi?

Katları hızlı hızlı çıktı. Terasa gelene kadar neredeyse hiç nefes almadan, gözlerini acımaya başladığı halde hiç kırpmadan yürüdü. Adımları kararsız ama, sert ve hızlıydı. Nefesini tuttu. Bir daha hiç solumak istemiyordu. Hâlâ karanlıkta el yordamıyla ilerlediğini hissediyordu; yolunu seçmişti ama sürekli geriye bakıyor, acaba geri mi dönmeliyim diye merak ediyordu.

Korkuyordu.

Dumbledore'un kuleden düşüşünü gözünün önüne getirdi. Hayır, seçtiği yoldan emin olmalıydı.Ne yaptığını biliyor olmalıydı. Bu yüzden, Dumbledore'un kuleden aşağıya süzülen görüntüsünü, iki gün önce ona kurabiye getiren görüntüsüne tercih etti. Sirius'un yaşayan halini kafasında kurgulamış olmalıydı. Tom Riddle için ise çok geçti çünkü o çoktan Voldemort olmuştu. Evet, doğru ve gerçek olan buydu.

Gerçek bu. Gerçek bu. Gerçek bu.

Ayaklarını sürüyerek basamakları çıkmaya devam etti. Soğuk hava yüzüne vurunca durdu, cebinden ince, metal tokayı çıkarıp paslanmış kapının küçük kilidine taktı. Bu Sirius'dan öğrendiği bir şeydi. Annesinin onaylamadığını hatırlıyordu. Tokayı da Tonks'dan almıştı çünkü Hermione'nin saçlarını tutabilecek kadar güçlü değildi. Bütün bunların ne zaman yaşandığını anımsayamıyordu. Sanki kendi yaşamamış da birinden dinlemiş ya da bir yerde izlemiş gibiydi. Unutulmaya yüz tutmuş anılardı.

Eski kilidi açmaya çalışırken tokayı yere düşürdü. Lanetler savurarak eğilip tokayı aradı. Nemli zeminde eli başka bir çok şeye çarpıyordu ama tokayı bulmak zordu. Kalbi küt küt atarken yeniden ve yeniden, defalarca kez denedi. Eline gelen sigara izmaritlerini kenara atıp zemini yoklamaya devam etti ve sonra, ince tokayı parmaklarının arasında duyumsadı.

Kapı gıcırdayarak açıldı. Eski, paslı kilit zemini boylamıştı ve Harry çatı katındaydı. Hayır, çatı katında değildi. Burası Astronomi Kulesi'ydi. Değil miydi?

Adımlarını ileriye, çatının ucuna yönlendirdi. Aşağıda bir yerlerde Cedric uyanmış olmalıydı. Hava oldukça serindi. Harry'nin koyu renk saçları etrafa dağılırken, gözlüğünü çarpmanın etkisiyle kırılmaması için çıkarıp zemine bıraktı. Sonra bu gözlükleri kullanabilecek başka biri olmadığını, bunun epey aptalca bir fikir olduğunu düşündü ve gözlüğünü yeniden takarken kocaman gülümsedi.

Karanlıktan korkmak saçma, diye düşündü. Kendini telkin ederken spor ayakkabılarının açılmış bağcıklarına baktı. Eğilip onları bağladı, üstünü düzeltti ve yeniden dimdik gökyüzüne bakmaya başladı. Doğrudan karanlığı ve yıldızları görüyordu. Saçlarını tekrar düzeltmek için uzandı ama rüzgar öyle güçlüydü ki, bunu yapmasının imkansız olduğunu anlaması kısa sürmedi.

Pes edip köşeye, düşme tehlikesinin belki de en yüksek olacağı yere yaklaştı. Tabanları sağlam zemine basan ayaklarına gözlerini dikip uzun uzun baktı. Ne olacağını biliyordu. Belirsizlik olmadığından, korkacak bir şey de yoktu. Küt küt atan kalbi bunun aksini söylüyor olsa da, kendini yeterince cesur olduğuna inandırdı.

Malfoy'un titreyen asasını, mazgallara açılan kapıda beliren dört Ölüm Yiyen'i, Snape'in ortaya çıkışını, kendisinin birkaç saniye için onun varlığına güvenişini, Dumbledore'un kuleden aşağıya süzülüşünü anımsadı. Ölmeyeceğine inandığı, tam anlamıyla inandığı, adam aniden ölmüştü. Tamamen gitmişti. Arkasında Harry'ye bıraktığı tek şey karmaşaydı. Kocaman, onu boğmaya başlayan bir karmaşa.

Hayat deneyimiyle yakın, içli dışlı olmaya çalışırken, işlerin hem denetim altında hem de denetim dışı olduğu duygusu hep içindeydi; unutmak ve bazen de hatırlamak için verdiği çaba, can havliyle hayatta kalmaya çalışan belleği tarafından tehdit ediliyordu.

Harry derin bir nefes aldı. Aklında aynı anda herkes vardı. Nasıl olurda zihninde bu kadar fazla isimle öylece durabildiğini düşündü. Başının içinde sürekli artan, katlanılmaz bir ağırlık yapan kocaman bir yığın vardı. Kütle her saniye daha çok büyüyordu. Hayali ya da gerçek ne varsa, hepsi çoktan birbirine karışmıştı ve Harry, ayıklayamayacağını biliyordu.

Gülümsedi. Gözlerini sıkıca yumdu.

"Bunlar gerçek mi?"diye sordu. "Yoksa hepsi kafamın içinde mi oluyor?"

"Elbette kafanın içinde oluyor, Harry."dedi Dumbledore. Harry, onu göremiyordu ama sesini duyabiliyordu. "Ama bu neden gerçek olamayacağı anlamına gelsin ki?"

Gözlerini yeniden açtığında, Dumbledore'un söylediği gibi, kafasının içinde olanları gerçek kılamayacaktı. Gözlerini kapadı ve parmak uçlarını kapaklarına bastırarak, küçük kıvılcımlar yarattı. Yıllar önce en sevdiği şeyin bu olduğunu güçlükle hatırlıyordu. İleriye doğru kararlı bir adım attı. Saniyeler sonra aşağıdaydı.

Hastanenin arka bahçesinde, beyaz bir baykuş ötmeye başladı.

SON

Phosphene| Harry Potter (au) Where stories live. Discover now