Sonra, mümkün mertebe Sarp'ı sıkmamaya çalışarak, Atatürk Köşkü'nün ne zaman, neden yapıldığını anlatmaya başladım.

"Atatürk Köşkü, 1913 yılında yaptırılmış aslında. Bakma öyle, cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk ve Eşi Latife Hanım, yurdun herbir köşesini tanırken, Trabzon'a da gelmişler. Geldiklerinde, Soğuksu'da ki bu Köşk'te konaklamışlar." 

Yüksek ihtimalle biliyordu bunları. Çünkü, bilinemeyecek kadar zor bir esprisi var değildi.
Buna rağmen, büyük bir heyecanla, yüzümü izliyor, dediklerimden veyahut yaptığım mimiklerden hiçbirini kaçırmamaya dikkat ediyordu.

Gülümsedim ve utançla başımı yere eğdim. Kulağıma, zarif ve aynı zamanda yaramaz kahkahası dolduğunda, dudaklarımdaki saf gülüşü silmeye çalışırken, bir yandan kaşlarımı çatmak için ter döküyordum. "Neyse neyse, dur dağıtma aklımı." Dedim, merdivenleri arşınlarken. Biraz daha yürüdükten sonra, 3. katın büyük odasının önünde durduk. Atatürk'ün odasıydı burası...

"Burası da, Ulu Önderimiz Atatürk'ün odasıymış... Bu odayı kullanmış, Trabzon'a geldikçe."

•••••••••••
"Hazan! Şuna bak," diye bağırdı Sarp. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, kenardaki Akçaabat köfte yapan restoranı işaret ediyordu. "Acıktın mı acaba sen?" Dedim kaşlarımı kaldırıp.

Eh, kızmamalıydım. Sabah kahvaltı yapmadan çıkmıştı. Sahi, neden yoktu ki sabah kahvaltıda? Bunu sonra sormayı, aklımın bir köşesine yazıp, bana gülümseyen Sarp'a döndüm.

"Olamaz mıı, olabilir.." diye şarkının melodisinde karşılık vermişti, soruma Sarp. Başımı salladım ve dudaklarımı ısırıp gülerken, konuştum. "Olabilir tabii, hem ben de yemek istiyorum. Hadi oturalım."

•••••••••••••
"Bu köftenin tadını unutamayacağım," diyerek arabaya doğru yürüdü, Sarp. "Unutulmazdır buranın köftesi, tadı damağında kalır valla!" Diyerek ben de arabaya yaklaştım. Yolcu kapısını açtım.

"Sen sürsene arabayı, bakalım şöförümüz bizi nereye götürecek?" Eli ile, çenesini kaşırken sarf etmişti bu sözleri, Sarp. Mutlulukla, dudaklarım, kulaklarıma doğru gerilirken, "oluur." Dedim ve arabanın etrafından dolanıp, şöför koltuğuna oturdum.

Benim gibi, yolcu koltuğuna yerleşmekte olan Sarp'a çantamı uzattım ve "Çantamı tutar mısın?" Diye sordum. Başını, 'elimi verdim, kolumu kaptırdım' der gibi sallarken, tek kelime etmeden çantamı aldı.

Arabayı çalıştırdım ve navigasyonu, Sümela Manastırı için ayarladım...

••••••••••
Gök Sarp VURGUNLU
Saat oldukça geçi gösterirken, bu kadar saat nasıl dışarıda kalabildiğimizi sorguluyordum. Çiftliğin bahçesine arabayı park ettim ve yolcu koltuğunda uyuyan Hazan'a çevirdim bakışlarımı.

Sümela Manastırı'nda o kadar dolaştıktan sonra, yorgunlukla bırakıvermişti, narin bedenini arabanın koltuğuna. Beni de, çaresizliğim ile baş başa bırakmıştı.

Canım yanıyordu, ellerim arasından kayıp gidebilecek olma düşüncesi, beynimin tüm uzuvlarını uyuşturuyordu. Acı, bedenimin her zerresine intikal etmişti. Hastalığını araştırmıştım, bakmıştım, denemiştim. Sabahtan beri konuşmadığım doktor kalmamış, çözüm bulmazsa gözümü kırpmadan canlarını ellerinden alacağımı belirtmiştim açıkça. Ama hepsinin sözü aynıydı.

"Hazan Hanımın görüştüğü hastane ile irtibata geçildi, değerler çok düşük. Mucize gerekli... O da mümkün gözükmüyor, üzgünüm. Ameliyatı, göze alamam."

"Ben mesleğe başlarken, Hipokrat yeminini boşa etmedim, Sarp Bey. Olmayacak bir şey için, hastamın elinde olan 1 ayı da ondan alamam."

Korkuyordum, sevdiğin birilerini kaybetme ihtimali bile ne kadar zordu!

Yanımdaki güçlü kadının, gün boyu kahkahalar atabilmesine gıpta ile bakıyordum. Ben aklımdan çıkaramıyordum, çaresizce bakıp, 'ben ölüyorum.' Diyişlerini. O ise, hiç olmamış gibi gülebiliyordu.

Ne garipti, içinde depremlerden çıkan kazazedeler kadar büyük kayıplar vermiş bir kadın, dışarıya tatildeymişçesine gülüşler saçabiliyordu.

Başımı salladım iki yana. Ona bunu yaptığım için utanıyordum. Kendi kişisel sorunum yüzünden, Hazan'ın her gün hayatından çaldığım için utanıyordum.

Tam 6 yıl önce, öylesine bir günde, Hazan'ı set yemeğine götürürken, babamdan annemin öcünü almak için, üvey kardeşimi öldü göstermemiş miydim? Çevresindeki herkesi, acılar içinde koymamış mıydım?

Aslında, herkes umurumda falan değildi.

Üvey kardeşimi, Hazan'dan saklamıştım ben.

Kağan'ı, kendi komplekslerime kurban edip, en yakın arkadaşlarından saklamıştım ve bunun için vicdanımla cebelleşiyordum, çok ağırdı...

Nasıl yapacağımı bilmiyordum, fakat Kağan geri dönecekti. Kağan, yine ikimiz arasındaki yarışı kazanacak ve sevdiklerinin arasında olabilecekti.

Bu işin sonunda ben suçlu çıkabilirdim de, suçlu olduğum 6 yılda anlaşılmamasına rağmen, şu 1 haftada anlaşılabilirdi.

Önemli olan, Hazan'ın o derin uykuya dalarken, mutsuz olmamasıydı...

Sükunet, maneviyatta başıma ağır silahı dayamışken, gözümden akan bir damla yaşı silip, ellerimi Hazan'ın sol eline uzattım.

Ellerim arasına alıp, ufak bir öpücük koydum ve gözlerimi kapattım.

"Özür dilerim..."

*Bölüm Sonu*
Ay sonu için çok uğraştım ben! Nasıl yazacağımı bilemedim bir türlü.

Trabzon kısımları yine az oldu ama, hiç gezip görme imkanımın olmadığı yerleri anlatmak gerçekten o kadar zor ki...

Hayalimde canlandırabildiğimle yazmaya çalıştım, yetiremediğim için üzgünüm.

Bu arada, 10K 'lar öpsün sizi <3

Harikasınız, sizi seviyorum demeyeceğim. Zaten biliyorsunuz...

***30 vote, 30 yorum***

Maşuka Mahallesi (TAMAMLANDI)Where stories live. Discover now