BABA

1.1K 59 36
                                    

3



BABA

"İnsanı sessiz kalmaya zorlayan acı, Onu bağırmaya zorlayan acısından çok daha ağırdır."

Furuğ FERRUHZAD

Yaşamın insana verebileceği en büyük hediyedir evlat. Evlat bir babanın ya imtihanı ya da armağanıdır.

Telefonu kapattığında eli sigarasına gitti. Cebinden sigarasını çıkartıp bir tane yaktı. Son zamanlarda ne kadar da çok sigara içer olmuştu. Pakize Hanım'la ne zaman konuşsa içini acıtan bu hisler yüreğinin tam ortasına gelip oturuyordu. Koca dünyada yapayalnız kalmış hissediyordu. Geriye dönüp bakmayı çoktan unutmuştu. Önüne bakamayacak kadar da yorgun hissediyordu kendini. Oldum olası içine kapanık bir adamdı zaten. Duygularını zihniyle kalbi arasında sıkıştırıp dudaklarından dökmeyi bir türlü becerememişti. Geçmişe bakmak hatalarıyla yüzleşmek olduğundan çok olmuştu bırakalı. Fakat tıpkı Mevlana'nın da dediği gibi "Asla geçmişte yaşama, daima geçmişten ders al..." sözünü hayatına uygulamaya çalışıyordu.

Derin bir nefes daha çekti sigarasından. Arkasında durup onu izleyen Asu'yu fark etmemişti. Birbirlerinin varlıklarını unutalı o kadar uzun zaman olmuştu ki. Asu artık o heyecan dolu konuşmalar yerine Kerim'in canını acıtan kelimelerinin esiri olmuştu. Çocuğunun olmayışının intikamını sadece kendinden ve hayattan almıyor, Kerim'e de hayatı çekilmez hale getiriyordu. Asu önce avına odaklanmış yırtıcı bir karadul misali sakince bekledi. Az önce sessizce dinlediği konuşma hakkında sert bir üslupla ve nefretiyle sarıp sarmaladığı kelimelerle:

         "Hâlâ kendini yiyip bitirmekten vazgeçmiyorsun. Çocuk sen ne dersen mutlaka tersini yapıyor. Özel okula göndermek istedin, gitmedi. Burada yanımızda kalmasını istedin, o gidip anneannesiyle o köhne evde yaşamayı tercih etti. Hâlâ anlamıyorsun değil mi? Oğlun senden nefret ediyor."

Sözleri tıpkı zehir gibiydi. Asu da Kerim'i hayatlarındaki tüm olumsuzlukların nedeni olarak gördüğünden çiftleştikten sonra erkeklerini kuvvetli zehirleri ile öldürüp yiyen karadullar gibi Kerim'i yiyip bitiriyordu. Eskiden sarışınlığın arkasına gizlediği esmerliğini artık siyaha boyattığı saçlarıyla kabullenmişti. Yıllar geçtikçe içinde büyüttüğü hırsların ve üzüntülerin yüzünde oluşturduğu çizgiler çirkinliğini iyice gün yüzüne çıkarmıştı. Kerim onu duymazlıktan geldi. Aslında bu bir çeşit sessiz isyandı. Kerim başını kaldırıp bıkkın ve yorgun bir bakış attı. Onun konuşmayacağını anlayan Asu içindeki zehrin Kerim'i öldürmediğini anlamış olacak ki zerk etmeye devam etti:

           "Onun bu yaptığı, bulup da bunamaktan başka bir şey değil. Bizi bu kadar üzmeye hakkı yok."

Kerim işte o an elini kaldırdı, sus dercesine. Hiç beklemediği bu hareket karşısında şaşıran Asu konuşmasına hafif bir soluk verip, tam devam edecekti ki, Kerim: "Biz derken Asu, ortada senden başka bir biz kalmadı. Sen bizi gömeli çok uzun zaman oldu. Üstelik gömdüğün o bizin üzerinde çiçekler değil, kara çalılar bitiyor."

Asu şaşkındı. Hiç beklemediği anda gelen bu sözler ile tam da kötülüğünden vurulmuştu. İçinde yaşama karşı duyduğu nefreti dizginlemekte zorlanan Asu, Kerim'in havaya savurduğu sözleri sindirip yok etmek istercesine derin bir iç çekti. Konuşmanın burada son bulduğunu anlamıştı. Asu'nun odadan ansızın ayrılışı ile geriye kalan sadece Kerim'in ruhuna ektiği huzursuzluktan başka bir şey olmadı.     

Yalnızlığı ile baş başa kalan Kerim, oğlunu düşündü. Batuhan'ı sonsuz yolculuğuna giderken kendisine emanet eden Alev'i düşündü. Hangi zaman diliminde bu kadar koptuklarını düşündü. Hâlbuki oğlu ile ilgili birçok hayali vardı. Yüreğinde biriktirdiği ama hayal kırıklıklarından öteye gitmeyen bir dolu hayal. İlk isyan bayrağını çekişi güzel sanatlar lisesi ile başlamıştı. Kerim önceleri kabul edemese de sonradan Batuhan'ın isteklerine saygı duyup kabullenmişti. Fakat yine de aralarında oluşan mesafeyi aşmaya yetmemişti. Sigarasından derin bir nefes çekti. İçinde biriktirdiği tüm sıkıntıları da sigarasının dumanı ile üflemek istedi. Dışarı çıkan sadece gri dumandan başka bir şey olmamıştı. Aklına onu ilk berbere götürüşü geldi. Zaman ne arsız bir çocuktu. O günlerin ne çabuk geçtiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Batuhan'ın çocukken sık sık hastalandığı günler geldi aklına. Bir akşam Pakize Hanım'la telefonda konuşurken Batuhan'ın bronşitlerini üşüttüğünden bahsetmişti. Ertesi sabah gün yeni ağardığında kapının uzun uzun çalan zili ile uyanmışlardı. Pakize Hanım akşam telefonu kapatır kapatmaz soluğu Adana'da almıştı. Kapıyı açtığında karşısında Pakize Hanım ve kardeşi Hakan'ı görünce şaşırıp kalmışlardı. Pakize Hanım bir süreliğine Batuhan'ı alıp, kardeşi Hakan'ın evine götürmüştü. Pakize Hanım'ın yüzündeki o tedirgin, anaç ifadeyi hatırladığında yüzünde hafifçe beliren tebessüm Asu'nun Pakize Hanım gittikten sonra yaptığı konuşmayı hatırlayınca birden kayboldu. Pakize Hanım'ın aslında ona karşı fazlaca anlayışlı davrandığını ve içindeki sesler ile konuşmamaya özen gösterdiğinin her zaman farkındaydı. Asu'yu her ne kadar sorumsuz ve çocuk büyütmek konusunda beceriksiz görse de tek bir söz etmediğini fark ediyordu. Pakize Hanım'ın onu arayıp "Bu çocuğu götürüp bir okutalım. Bu çocukta kesin nazar var." dediği günü hatırladı. Kerim her ne kadar "Batuhan da tıpkı benim gibi, ben de çocukken sık sık hastalanırdım" dese de nafile, ikna edememişti. Çukurova'nın bereketli topraklarında sadece pamuk ve narenciye yetişmiyordu. Bu topraklar, farklı kültürlerden insanları da bir arada bünyesinde büyütüp yaşatıyordu. Adana Araplarının yoğun olarak yaşadığı, Adana'yı tam da yüreğinden ikiye ayıran Seyhan Nehri'nin diğer tarafındaki Karşıyaka semtinin arka mahallelerinden birindeki hocaya beraber gitmişlerdi. Adana Arapları arasında oldukça saygın olan hoca önce okuyup üflemiş ardından da adak olarak yedi yaşına kadar saçlarının kesilmemesini ve günü gelip kesildiğinde de büyük bir ziyafet verilmesi gerektiğini söylemişti. Kerim önceleri bu işe karşı çıksa da Pakize Hanım'ı kırmamış, Batuhan yedi yaşına gelene kadar saçları kesilmemişti. İlkokula başlayacağı zaman Kerim onu elinden tutup berbere götürmüştü. Batuhan ilk defa oturduğu berber koltuğundan korkup yaygarayı basmıştı. Kerim berber koltuğuna oturup Batuhan'ı da kucağına almış ancak öylece sakinleşen Batuhan saçlarının kesilmesine izin vermişti. Oğlunun o savunmasız ve kollarının arasına sığındığı günü hatırlayınca yüreğinde buruk bir sevinç belirdi. Şimdilerde uzak bir hatıradan ibaret o günü hatırlamak Kerim'in yüreğini sızlatıştı.

Cep telefonunu aldı. Oğluna bir mesaj yazdı;

'Seni çok seviyorum ve çok özledim. Sen de istersen bu hafta sonu biraz vakit geçirelim mi?'

Eli gönder tuşunun üzerinde, uzunca bir süre yazdığı mesaja baktı. Yüreği ile mantığı arasındaki Araf'ta bir süre öylece bekledi. Duygularını ifade etmekte her zaman zorlanırdı. Zamanı geri getiremeyeceğini biliyordu. Zamanın da yapamadığı her şey için şimdi yüreğinden diline tek kelime dökülmüştü: "Keşke"

Ne kadar istese de mesajı gönderemedi, taslaklara kaydetti. Daha önce kaydettiği onlarca mesaj gibi... Batuhan'ın en savunmasız dönemleri Kerim'in de kendi iç dünyasındaki savaşı kaybettiği dönemlerdi. Sonradan oğluna kol kanat olamadığı için kendi içinde kurduğu mahkemelerde çokça yargılayıp mahkûm etmişti kendisini. Asu'nun öfkesi altında ezilen oğluna yeterince sahip çıkamamış ve evden ayrılışına sessiz kalmıştı. Batuhan'ın Pakize Hanım'ın yanına yerleşmesine izin vererek, aslında onun savaş alanından uzaklaşmasını istemişti. Fakat Batuhan, ergenliğin de etkisi ile istenmediğini düşünüp yüreğini de alıp, göç etmişti. İşte o günden sonra baba ile oğulun arasında hiç kapanmayacağını düşündükleri mesafeler açılmaya başlamıştı.

Kerim yerinden kalkıp arka balkonun bahçeye inen kapısından çıktı. Bir an küçük bodur dut ağacının önünde durdu. Batuhan'ın bahar aylarında siyah dut veren ağacın altına geçip siyah dutları küçücük elleriyle tek tek koparıp yediği günleri hatırladı. Şimdilerde sadece kuşlar nasibini alıyor, kalanlarsa yere dökülüp ziyan oluyordu. Kerim, Alev'in ölümünden sonra eski evlerine bir daha gitmemişti. Asu ile evlendikten sonra bu evi satın almıştı. Bu evi aldığında arka bahçe boştu. Önce tüm arka bahçenin etrafına çam fidanları ekti. Çamlar da Batuhan ile birlikte büyüyeceklerdi. Bahçenin tam ortasına bir çardak yaptırdı. Batuhan büyüdüğünde yazları bu çardakta onun ile satranç oynayacaktı. Çardağa giden yolun her iki yanına bodur çam ağaçları, bahçeye kiraz, yenidünya, kayısı, badem ve bodur dut ağacı dikti. Batuhan meyveleri dalında görsün ve yesin istiyordu. Batuhan bu bahçede koşup oynasın diye her yere çim tohumları attı. Bahar geldiğinde yemyeşil olan bahçe Batuhan olduğu sürece neşe doluydu. Batuhan gittikten sonra bahçe de zaman içerisinde bir mezarlığa dönüştü. Kerim de artık eskisi kadar çıkmıyordu. Sadece yalnız kalmak istediğinde ya da eski hatıralar canını acıtıp gözleri dolduğunda o birkaç damlayı gizli gizli toprağa dökmek için çıkıyordu. Bakımsızlıktan sararmış kurumaya başlamış olan ağaçların içerisinden geçip çardağa oturdu. Bir sigara daha yaktı. Göz ucuyla şöyle bahçeyi gözden geçirdi. Sıcaktan mı yoksa bakımsızlıktan mı bilinmez tüm bahçeyi kaplayan sararmış ağaç yaprakları gözüne ilişti. Ruhu acıdı. Evlat ne zor bir imtihandı. Kendini bahçedeki ağaçlara benzetti. Sigarasından derin derin üst üste iki nefes çekti.

Baba bir ağaçtı. Kökleri yere sağlam basmalıydı. Yaprağını ve meyvesini dalları ile kucaklamalı ve korumalıydı. Öyle bir kış gelmişti ki, koruyamamıştı ne yaprağını ne de meyvesini. Dökülüp sararınca anlamıştı, hem yaprağın hem de meyvenin kıymetini. Üzüldü. Toprağa her zamanki gibi göz kenarlarından iki emanet bıraktı.

SİYAH NEFESHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin