7. Bölüm

1.8K 103 11
                                    


Kendimi tekrar insan selinin içine attım, bu kez daha hırslı, daha istekli ve ümitsizdim. Bu arada karanlık siluetleri göğe yükselen ağaçların altında kalabalık biraz daha seyrelmişti, artık atlıkarıncaların ışıklarının altında eskisi kadar yoğun ve hareketli bir kaynaşma yoktu, yalnızca meydanın en dış kenarında belli belirsiz bir kımıltı hissediliyordu. Ayrıca kalabalığın derin, fokurtulu, adeta haz soluyan uğultusu da küçük küçük sesler halinde çözülmüştü ve bir yerlerde müzik ayrılanları tekrar geri çağırmak istercesine şiddetle ve taşkınca yükseldiğinde hemen dağılıp gidiyordu. Şimdi ortalıkta başka türden yüzler belirmişti, ellerinde balonları, renkli konfetileriyle çocuklar çoktan evlerine dönmüş, yayıla yayıla dolaşan pazar gezmesine çıkmış aileler de gitmişlerdi. Şimdi ortalıkta sadece bağrışan sarhoşlar ve artık bitkin düştükleri belli olsa da hâlâ aranarak yan yollardan çıkan başıboş delikanlılar vardı. Tanımadığım insanların masasında çivilenmiş gibi oturup kaldığım o bir saat içinde bu tuhaf dünya iyice bayağılığa doğru kaymıştı. Fakat küstahça ve tehditkârca göz kırpan bu âlem bir şekilde daha önceki aile ortamından daha çok hoşuma gitti. İçimde uyarılmış olan içgüdü burada benzer bir açlığın gerilimini algılamıştı; bu kuşkulu tiplerin, toplumun bu atıklarının resmigeçidinde bir bakıma kendi yansımı bulmuştum: Onlar da burada benim gibi yakıcı bir macera peşinde olmanın huzursuz bekleyişiyle deli gibi dolanıp duruyorlardı ve bunu öylesine açık ve aleni yapıyorlardı ki, bu çulsuz herifleri bile kıskandım; çünkü ben suskunluğun baskısından, yalnızlığımın azabından kurtulma ihtiyacının sabırsızlığıyla, nefes nefese bir atlıkarıncanın direğinin dibine sinmiştim ve yine de kıpırdamaktan, seslenmekten, bir söz söylemekten acizdim. Orada öylece durup gözlerimi titreşerek dönen ışıkların yansıdığı meydana dikmiş, parlaklığın çekimine kapılarak bir an için başını çeviren her insana bulunduğum ışıklı adacığın içinden budalaca bir beklentiyle bakıyordum. Fakat bütün bakışlar üzerimden umursamazca kayıp gidiyordu. Kimse beni istemiyor, kimse bana yaklaşmıyordu.

Toplumun benim gibi varlıklı, bağımsız, milyonluk bir şehrin en önde gelenleriyle görüşen, uygar ve seçkin bir bireyinin o gece tam bir saatini Prater'de kötü gıcırtılar çıkartarak hiç durmadan sallanan bir atlıkarıncanın direğinin dibinde geçirdiğini; yirmi, kırk, yüz kez aynı cızırtılı polkayı, aynı baygın valsi dinlediğini, önünden geçen boyalı tahtadan yapılma aynı şapşal at kafalarını seyrettiğini ve küskün bir inatla, kaderin iradeye baskın çıkardığı büyüye benzer bir duyguyla yerinden kıpırdayamadığını birilerine anlatmaya çalışmanın çılgınlık olduğunu biliyorum. O sıradaki davranışlarımın anlamsız olduğunu biliyorum, fakat o saçma inatta, insanın bedeninde ancak bir uçuruma düşerken ölüme az kala duyabileceği türden çeliksi bir kasılma, duyumsal bir gerilim söz konusuydu; bomboş geçip gitmiş olan tüm yaşamım birdenbire geri hücum etmiş ve gırtlağıma kadar yığılmıştı. Ve birisinden gelecek herhangi bir sözcük, bir bakış beni kurtarana kadar beklemek, direnmek şeklindeki bu anlamsızca çılgınlığımla kendime ne kadar eziyet edersem bu eziyetten bir o kadar da haz alıyordum. O direğin dibinde dikilirken bir şeylerin kefaretini ödüyordum, o hırsızlıktan çok yaşamımdaki bunaltıcılığın, boşluğun, yavanlığın cezasıydı bu ve kaderin beni serbest bıraktığına dair bir işaret gelmeden oradan ayrılmamaya kararlıydım.

Zaman geçtikçe gece daha da yakınlaşıyordu. Barakalarda ışıklar birbiri ardına sönüyor, ardından karanlık bir sel gibi kabarıp çimenlerin üzerindeki aydınlık lekeleri yutuyordu: Benim durduğum ışıklı adacık giderek yalnızlaşıyordu ve ben saate artık titreyerek bakıyordum. Bir on beş dakika daha vardı, sonra benekli tahta atlar duracak, alınlarındaki kırmızılı yeşilli ampuller sönecek, kurulu müzik dolabının süresi bitecek, sesi kesilecekti. O zaman ben karanlıkta, hafifçe hışırdayan gecenin içinde tamamen yalnız, tamamen itilmiş, terk edilmiş kalacaktım. Kararmakta olan meydana bakarak endişem giderek artıyordu, artık gelip geçen çok azalmıştı, nadiren aceleyle eve dönen bir çiftin geçtiği veya birkaç sarhoş delikanlının yalpaladığı görülüyordu; ne var ki karşı tarafta, gölgelerin içinde, huzursuzca ve meydan okuyarak gizli bir yaşam sürüyordu hâlâ. Yoldan birkaç adam geçtiğinde ara sıra hafif bir ıslık veya ağız şapırtısı işitiliyordu. Sonra karanlıklardaki çağrıya uyup o yana saptıklarında, gölgelerin arasından kadın fısıltıları geliyor, rüzgâr ara sıra tiz kahkahalardan kopardığı parçaları bu tarafa sürüklüyordu. Kıpırtıların giderek karanlığın kıyısından aydınlık meydana doğru küstahça yaklaştığı, fakat lambalardan yansıyan ışıkta bir bekçi miğferinin ucu görünür görünmez hemen geri çekildiği hissediliyordu. Bekçi turuna devam ederken uzaklaştığı anda hayaletimsi gölgeler tekrar beliriyordu, kalabalığın seli çekildikten sonra geriye kalan son balçık, geceler âleminin son atığıydı bunlar: Kendi yatağı olmayan, gündüzleri bir minderin üstünde uyuyup geceleri durmadan sürten; kullanılmış, kirletilmiş, bozulmuş bedenlerini şu karanlığın içinde bir yerlerde üç kuruş karşılığı herkese açan, açlığın veya bir serserinin zoruyla sürekli karanlıklarda dolaşan, polisin her yerde peşinde olduğu, hem avlanan hem avlayan en yoksul ve dışlanmış cinsten birkaç fahişe. Yaşamın zorlukla ışıyan ve zaten yakında bir hastanede veya hapishanede sönecek olan korunu canlı tutabilmek için bir sokak meyhanesinden sıcak şarap almak üzere bir veya iki kron karşılığında ateşini söndürebilecekleri bir erkek, geride kalmış bir gece kuşu bulma umuduyla aç köpekler gibi yavaş yavaş aydınlık meydana doğru yaklaşıyorlardı. Pazar günü kalabalığında bütün gün kabaran kösnüllüğün atığıydı, son posasıydı bunlar ve ben şimdi karanlığın içinden hayaletler gibi çıkan bu aç mahlukları bulunduğum yerden ölçüsüz bir dehşet içinde seyrediyordum. Fakat bu dehşette bile büyülü bir haz vardı, çünkü bu en kirli aynada bile unutulmuş ve körelmiş duygularımı yeniden gördüm: Burada yıllar önce içinden çoktan geçip gittiğim ve şimdi yeniden fosforlanarak duyularımda kıvılcımlanan derin, bataklık bir âlem vardı. Bu olağanüstü gecenin ansızın karşıma çıkarttıkları, kapanıp kalmış ruhumun birdenbire açılması, geçmişimin en karanlık yanlarının, en gizli dürtülerimin şimdi apaçık karşımda duruyor olması tuhaftı. Ürkek bakışlarımın çekimlerine kapılarak merakla, ama aynı zamanda da ödlekçe bir yılgınlıkla bu türden yaratıklara takılıp kaldığı yeniyetme yaşlarımın derinlere gömülüp kalmış o bunaltıcı duyguları, ilk kez gıcırdayan rutubetli basamakları bir kadının peşinden çıkıp yatağına girdiğim günün anısı yüzeye çıkmıştı – ve ansızın, sanki bir şimşek gecenin karanlığını yırtmış gibi, o unutulmuş anının her ayrıntısını, yatağın üstündeki yağ lekesini, kadının boynundaki nazarlığı net olarak gördüm; o anki hararetimi, o belirsiz bunaltıyı, tiksintiyi ve ilk yeniyetme erkek gururunu yeniden hissettim. Bütün bunlar ansızın dalgalanarak bedenimden geçti. İçime birden müthiş bir görüş berraklığı aktı ve –bu tarifsiz hali nasıl anlatsam!– ben bir anda her şeyi, yaşamın son atıkları oldukları için böylesine yakıcı bir acımayla onlara beni neyin bağladığını gördüm ve bir kez suçla uyarılmış olan içgüdülerim bu olağanüstü gecede benimkine çok benzeyen o aç avareliği, o her temas, her tesadüfi ve yabancı haz karşısında neredeyse suç oluşturacak ölçüde açık oluşu hissetti. Karanlığın içinde başka varlıklar, insanlar da olduğunu; nefes alan, konuşan, başkalarından, belki benden de, –ki benim beklediğim sadece kendimi sunmaktı, çılgınca bir istekle insana kavuşmak için tutuşuyordum– bir şeyler bekleyen birileri olduğunu hissedince büyülenmiş gibi onlara doğru çekildim, cüzdanımdaki çalıntı para göğsümün üstünde birden ateş gibi yanmaya başladı. Ve erkekleri böyle kadınlara neyin çektiğini birden anladım, sebep kanın kaynamasından, arzunun kabarmasından çok, aksi takdirde aramızda yükselen ve benim ateş almış duygularımla bugün ilk kez algıladığım dehşet verici bir yabancılık duygusu, yalnızlık korkusuydu yalnızca. Bu boğucu duyguyu en son ne zaman hissettiğimi hatırladım: İngiltere'de, Manchester'daydı, ışıksız bir göğün altında yaşayan, bir metro gibi gürültüye boğulmuş, ama aynı zamanda insanın gözeneklerinden içine kadar işleyen yalnızlıktan buz kesmiş o çeliksi şehirlerden birindeydi. Orada üç hafta akrabalarımın yanında kalmış, barlarda, kulüplerde her gece tek başıma rastgele dolaşmış ve biraz olsun insan sıcaklığı hissetmek için durup durup hep aynı ışıltılı müzikhole gitmiştim. Ve bir akşam orada böyle birini buldum, konuştuğu sokak İngilizcesini neredeyse hiç anlamıyordum, ama kendimi birdenbire bir odada bulmuştum; yabancı dudaklardan kahkahalar içiyordum, yanımda elle tutulacak kadar yakın ve sıcak bir beden vardı. O karanlık, soğuk şehir, o gürültülü, kasvetli yalnızlık bir anda eriyip yok oldu, tek işi öylece durup gelebilecek herkesi beklemek olan biri çıkıp insanı kurtararak bütün buzlarını çözebiliyordu; tekrar özgürce nefes alıp, o çelik zindanın ortasında yaşamın aydınlık hafifliğini tekrar hissedebiliyordunuz. Bunu bilmek, pek çok elin dokunuşuyla aşırı kirlenmiş, yaşlılıktan katılaşmış, aşınmış da olsa, korkularından kurtulmak için tutunabilecekleri, sarılabilecekleri herhangi bir şeyin olduğunu hissetmek yalnızlar için, kendi içine hapsolmuş insanlar için ne mucizevi bir şeydi. Benim o gece başım dönerek tekrar yüzeyine çıktığım yalnızlığın en dibine vurduğumda unuttuğum şey işte buydu, en sona kalan bu insanların bir yerlerde, son bir köşe başında, her türlü teslimiyeti karşılamaya, her türlü ateşi söndürmeye hazır hep bekliyor olduklarıydı, hem de her zaman hazır bekleyişlerinin sunduğu o müthiş şey karşısında, insani varlıklarının o büyük armağanı karşısında ölçüsüzce küçük kalan ufak bir para karşılığında.

Olağanüstü Bir GeceWhere stories live. Discover now