•●•●•●3●•●•●•

659 88 29
                                    

"Jongin, daha yeni aldık ya? Ne yapıyorsun tanrı aşkına sen onları?" Metro istasyonunda ellerim titreye titreye telefonla konuşurken kulaklığımı evde unuttuğum için delirmek üzereydim, bir yandan da bir türlü gelmek bilmeyen şu raylı demir bozuntusuna sinirleniyordum. Biraz daha gelmezse yere çöküp ağlayacak ve Jongin'in adını haykıracaktım. Çünkü yarım saatir bana laf yetiştiriyordu ve daha yeni aldığım mandalinaların bitmesi akıl alır şey değildi.

"C vitamini almam lazım diyorum, niye anlamıyorsun? Her şey sağlık için."

Tanrım, Jongin'in mızmızlanmalarına elbette ki aşıktım ama soğuk havalarda böyle yapması sence adil miydi? Kıçım ha dondu ha donacak diye düşünürken bir de Jongin'in mandalinalarının derdine düşüyordum, bana da acıyamaz mıydın?

"Sehun~ lütfen diyorum? İki kilo alacaksın sadece." Biraz daha devam ederse onu mandalina ile boğacaktım. "Sehunnie~" Gözlerimi sıkıca kapatıp ağlamaklı sesler çıkarmaya başladığımda gerçekten ağlamak üzereydim ve görünüşe göre Jongin'e karşı kaybetmenin eşiğindeydim."Sehun...." Pekala, sanırım bana yol görünmüştü. Bu adam cidden tek bir lafıyla bana dünya turu attırabilirdi, buna bir kez daha emin olmuştum.

"Mandalina için yapamayacağın bir şey var mı cidden merak ediyorum, Jongin." Merdivenleri çıkarken söylediğimde Jongin'in gülüşü kulaklarımı doldurdu ve yüzüme kocaman bir gülümseme düştü. Komik değildi, aslında eğlenmiyordum da ve hava buz gibiydi ama yine de içim patlayan bir yanardağdan farksızdı o an. Gülüşünü her duyduğumda eridiğimi hissediyor olmam da ayrı bir sevinçti, onu seviyordum.

"Tabii ki var!" dedi, ben merdivenleri yeni çıkmış ve caddeye ulaşmışken. Gözlerim en yakın marketi ararken bir yandan da metronun bir on dakika kadar daha gelmemesini umut ediyordum. Metro kaçarsa gerçekten o yanık tenli mandalina adamı boğazlayacaktım. Pekala, bu son dediğime inanmayın, yapamazdım.

Metroyu kaçırmamak için hızlı hızlı hareket ederken Jongin'in benden bir yanıt beklediğini bildiğimden yorgunca mırıldandım, gerçekten üşüyordum. "Merak uyandırdı doğrusu, hayır demeni beklemiştim sevgilim." Telefonun diğer ucundan hahlayıp derin bir nefes çektiğinde gülümsedim. Bana abartısız bin beş yüz kere anlattığı şeyi, bir yüz kere daha anlatacak olması hoşuma gitmişti.

"Bana bak, Oh Sehun, hoşuna mı gidiyor?" Oh evet, bundan zevk alıyordum. "Burada sabrımı sınıyormuşsun gibi hissediyorum çünkü bebeğim." Aslında yalan değildi ama eh, bu soğukta onun için mandalina alıyordum, böyle şeyler pek de önemli olmamalıydı. "Pekala, pekala~ bebeğim ne isterse onu yapacağım." Gözlerim bir markete takıldığında sırıttım. "Şimdi kapatmam lazım, seni mandalina canavarı. Eşini özle." Sızlanmalarına karşılık güldüğümde daha da fazla uzatmadı ve "Marketten çıkınca ara, geç oldu, merak ederim." diyerek telefonu kapattı. İşte her şey, tam da bundan sonra başlamıştı.

Markete gidene kadar bir sıkıntı yoktu, cadde biraz kalabalık olsa da oraya ulaşmam zor olmamıştı. Tabi turuncu atkım biraz dikkat çekici olduğundan birkaç göz üstüme düşmüştü ama pek de sorun değildi. Markete girdikten sonra ise iki şok birden yaşamıştım.

"Bakın beyefendi, on beş dakikadır bekliyorum. Size sorduğumda bana dediniz ki mandalinamız var, sıraya girerseniz sıra size gelince alır gidersiniz. Şimdi de diyorsunuz ki bitti. Ne demek bitti ya? Dalga mı geçiyorsunuz?" Delirmek fiili, tam olarak o anki halimi anlatmaya yeter miydi emin değildim ama delirmiştim. Karşımdaki adamın laubali halleri ise ayrı bir sinir bozucuydu. Zaten leş gibi yorucu bir gün geçirmişken ve bundan mütevellit hiç kimseye ve hiçbir şeye tahammülüm kalmamışken hayat benimle düpedüz dalga geçiyor olmalıydı.

"Mandalina suyu almaya ne dersiniz, bayım?" Üşüyordum, ellerim buz tutmuştu ve mandalina yoktu, üstüne üstlük birde adamın teku gelmiş mandalina suyu teklif ediyordu. "Kalsın." dedim burnumu tutarken. Adamın boş bakışları sinir bozucuydu. "Alsaydınız?" Bana uzattığı şişeye gözlerimi devirirken ofladım, gerçekten sabredemiyordum ve tanrı aşkına, mandalina yoktu. Bir hışımla market kapısına döndüm, berbat bir gün oluyordu.

Sinirli bir şekilde marketten çıkarken buz gibi olan elimi kapıya çarpmış olmam da kesinlikle şanssızlığın dibini sıyırdığımın kanıtıydı. Üstelik Profesör Hwan da bugün canımı okumuştu, sabahtan beri okumadığım rapor tamamlamadığım makale kalmamıştı, bitmiş hissetmekten kendimi alamıyor olmam da biraz bundandı. Tam anlamıyla soğuk, yorucu ve rezalet bir gündü. Evime, Jongin'imin kolları arasına gitmek için yanıp tutuşuyordum ve işte o an aklıma Jongin'in beni ara dediği geldi. Saat 22.55'ti, metro çoktan kaçmıştı, bizim eve giden metro hattının gelmesine neredeyse bir saat vardı ve Jongin'den gelen altmış sekiz arama telefonumun ekranından beni selamlıyordu. Tanrım, bana on dakika gibi gelmiş olsa da resmen kırk dakikadır oradaydım, hava soğuktu, mandalina yoktu, elim de acıyordu ve Jongin'i özlemiştim. Yere çöküp delicesine ağlamak ve Jongin diye haykırmak istiyordum. Çok fazlaydı artık, cidden çok fazlaydı.

Marketin önünde durmuş acıyan elimi atkıma sarmaya çalışırken sardıkça daha da acı çektiğimden artık koyvermeye karar verdim. Gerçekten bir günde yaşlandığımı iliklerime kadar hissetmiştim ve tek bir isteğim vardı, Jongin'e gitmeliydim. Güçsüz bir insan değildim ama tam da o an dünyanın en güçsüz ve çaresiz insanı gibi hissetmekten kendimi alamamış, gözlerimden düşen yaşlara engel olamamıştım. Sol gözümden akan yaşın yanağıma değdikten sonra yüzümü üşütmesiyle daha da sinirim bozulunca daha şiddetli şekilde ağlamaya başladım. Dayanma eşiğimi çoktan kaybetmiştim.

O an bana hayal gibi gelse de, koşmuş olacak ki, hızını ayarlayamayıp beni sarsarak bana sarılan vücuda kendimi bırakmam saniye bile sürmedi. Tam da o an da tanıdık ses kulağıma çarptü, demiştim ya, belki de hayaldi. Soğukta serap görebilir miydik?

"Aptal! Seni mandalina suratlı aptal!" Bir an kendimi gördüğüm hayale kapılmamam gerektiğine inandırırken havalanan bedenimle burnuna dolan koku üzerine işte dedim, inanmam gereken tek hayalin kollarındaydım, kendimi bu durumdan soyutlayamazdım. Yine de teyit etmek için titrek bir nefes alıp sordum. "Jongin?"

"Söyle seni koca kafalı, söyle! Ne kadar korktum haberin var mı senin? Sana beni ara demiştim! Bir saat oldu nerdeyse, bir saat ve ben aklımı kaçıracağımı zannettim!" Beni kucağına almış üzerine düşen bakışları umursamaz bir şekilde, üstelik birde yüksek bir sesle konuşup hızla ilerlerken ona karşı sessiz kalmayı tercih etsem de bir şeyler mırıldanmaktan kendimi alamadım, soğuk her yerime işlemiş olmalıydı ki, o an beynime de dilime de laf geçirememiştim. "Ama mandalinalar?" dedim, sinirle burnundan nefes verişine de o an şahit oldum. "Kahretsin, tamam mı? Kahretsin!" deyişi de hemen bunun sonrasıydı.

Bir anlığına dururken arabaya geldiğimizi düşünüp sıkıca kapattığım gözlerimi açtığımda yüzüme düşen göz bebekleriyle titredim. Kendini sakinleştirmeye çalıştığının bilincindeydim fakat derince çektiği nefes ve sinirle kapattığı gözleri beni bir miktar korkutmuştu. Yine de bir şey demedim, kucağında küçüldükçe küçülüyordum, zaten berbat bir ruh halindeydim.

Jongin bir anlık beni yukarı kaldırıp arabanın kapısını açtı ve beni ön koltuğa oturtup koltuğu arkaya yatırdı, montunu da üzerime tam o anda bırakmıştı. Arabanın kapısını kapatıp kendi tarafına yürümeye başladı, yerine oturacağını düşündüğüm sırada ise araba sarsıldı. Bir gürültü kulaklarıma dolarken o gürültüyü bir bağırış takip etti, Jongin olduğu aşikardı.

"Mandalinaların canı cehenneme!" diye bağırdı. "Mandalinaların canı cehenneme!"

Tangerine TaleOpowieści tętniące życiem. Odkryj je teraz