Bölüm 10

30 1 0
                                    

Bir süre sonra açlığımızın önüne susuzluğumuz geçti. Duvardan sızan yağmurun geçiremediği bir susuzluk. Dudaklarım kurumuş sanki içinden nemi çekilmiş gibiydi. Hafifte bir baş ağrısı hissediyordum. Migren gibiydi evet doğru kelime bu. Mahzenin kapısı tok bir sesle açıldı birden. İri göbekli sert bakışlı bir adam kapının önünde ellerini göğsünde kavuşturmuş bizlere bakıyordu. "Gelin hadi." Emrine itaat etmemek imkânsız gibiydi. Olduğumuz yerde doğrulduk Murat Yasemin'i yattığı yerden kaldırdı ve adamın peşinden dışarı çıktık. Mahzenden çıktığımızda geldiğimiz yönün tersinde ilerlemeye başladık. Islak dar koridorda iri adamın birkaç metre arkasından sessizce ilerliyorduk. Koridorun diğer kilitli odalarından ara ara çığlık sesleri geliyordu. Minnet dilenen yabancı sesler ardından yine acıyla dolu çığlık sesleri. "Nereye gidiyoruz." Diye korku dolu sesiyle fısıldadı Yasemin. "Yoksa bizi öldürecek mi?" "Yaşıyor muyuz sanıyorsun?" bu cümleyle Yasemin'in gözlerine bakamamıştı Murat. Sadece yanaklarına kadar götürebildi gözlerini. Meriç ayakta ama sürünür gibi en arkadan takip ediyordu bizi. Normalden çok daha fazla sessiz geçirmişti günlerini. Bir an sonra durduğunu hissettim. Arkama dönüp baktığımda arkada kalmış ve sadece dikiliyordu. "Ne yapıyorsun, yürüsene." Olduğu yerde yutkundu. Boğazında ki tükürüğün sesini duyarcasına hissettim. Birkaç saniye olduğu yerde anlamlı anlamlı bana baktıktan sonra gerisin geri koşmaya başladı. Sanırım içimizde aynı istek belirmişti. Cesaret edemedik hem nereye kaçacaktık ki? Kaçmak belki de yapabileceğimiz en son şeydi. Geniş omuzlu iri adam arkasını bize döndü ve "Devam edin." Diye gürledi. Endişeyle peşinden yürümeye devam ettik. Koridorun sonundan sağ tarafa döndük oradan kapısı olmayan bir odadan geçtik ve karşımızda eski tahta bir kapının olduğu bölüme geldik. Kapının başında üstleri çıplak altlarında yırtık eski kumaştan yapılmış şort olan iki adam bekliyorlardı. Hangisi daha çirkin ya da hangisi daha korkunç görünüyordu karar verememiştim. Omuzlarından çapraz bağlanmış bir kemer asılıydı. Kemerin kenarlarından da birer hançer sarkıyordu. Peşinden ilerlediğimiz iri göbekli adam yanlarını yaklaştı ve duyamadığımız bir şey söyledi. Sonra iki adam kapıyı açtılar. Askeri rütbelere sahip mürettebatlardı bunlar. Sert bir rüzgâr bulunduğumuz hole doğru doldu. Yağmur dinmişti. Lacivert bir karanlığın içine doğru ilerledik. Dışarı çıktığımızda ilk yaptığımız şey gökyüzüne bakmak oldu. İlk defa görüyormuşçasına doya doya gökyüzünü izliyorduk. Ay Gecenin maviliğinde bir altın gibi parlıyordu. Sonra kulakları yırtıcı sesi duyuldu. "Devam edin."

                Gondolun güvertesinin bir bölümüne geldiğimizde ortada genişçe bir masanın olduğunu ve üzerinde bir sofranın kurulu olduğunu gördük. Üçümüz yan yana birbirimize şaşkın gözlerle bakıyorduk. Masanın hemen önünde saçı iyi yapılmış, yüzü güzelce tıraşlanmış, temiz beyaz gömleğinin yakasında bir papyonu olan ve üzerinde ütüsü yapılmış bir yelek ve şık parlak siyah pantolonu bulunan genç bir adam bir elini dirseğinden kırmış ve belinde tutuyor diğer elinin parmak uçlarıyla da sofrayı bize sunuyordu. O an açlığın verdiği zayıflıkla sofraya koşarak atıldık. Sofraya otururken gözlerimi genç adamın ayna gibi parlayan simsiyah ayakkabılarından alamamıştım. Bizi getiren iri adam koca bir kahkaha atmaya başlamıştı bile. Bu acelemize gülmesine aldırmadık. Haftalarca aç kalmış, karanlık bir odada hapsedilmiş ve neredeyse konuşamayacak kadar da güçten düşmüştük.

                Sofra hayallerimizde kuramayacağımız kadar özenle donatılmıştı. Lezzetli görünen kızarmış ekmekler, çeşit çeşit meyveler, biraz şarap parlak porselen tabaklar ve içemeyeceğimiz kadar su. Genç adam önümüzde ki yemeklerin üzerlerinde ki kapakları kaldırırken, dudaklarında ki gülümsemenin arkasında ki çürük dişlerini fark ettim ama önümde fırından yeni çıkmış gibi duran patates ve yeşilliklerle süslenmiş piliç bana her şeyi unutturuyordu. Murat' ın önünde büyükçe bir kâsenin içinde sebze çorbası (enfes kokusunu doyarcasına hissetmiştim.) ve Yaseminin önünde ne olduğunu bilmediğim ızgara bir balık. Yemekleri görür görmez iştahla saldırmıştık. Murat kaşığıyla çorbayı iştahla içiyor ben pilici ellerimle parçalayıp, iştahla yemeye koyuldum. Yasemin de balığı elleriyle neredeyse nefes almaksızın yiyordu. Kristal olduğunu düşündüğüm sürahiden bardaklarımıza içecekler dolduruyoruz her şeyden ayırt etmeksizin yiyorduk. Tatları o kadar harika geliyordu ki. Hayatımda daha önce tatmadığım kadar tatlı bir bardak suyu mideme indirmiş sonra yemeğe devam etmiştim. Murat kâsesini dudaklarına dayamış içiyordu. Yasemin çatal ve bıçağına dokunmamıştı bile. Sonrasındaysa masanın etrafı sanki süzülür gibi gelen birkaç misafirle doldu. Onlara pek aldırış etmemiştik. Hatta çoğunun gelişini bile fark etmedik. Kalın iğrenç sesleriyle bize gülüyorlardı. Bir an Yasemin' e baktığımda ağzının içinden kan fışkırdığını gördüm. Genç güzel suratı olgunlaşmış neredeyse yaşlanmış gibi görünüyordu. Sanki balıkla beraber dilini ya da dudaklarını yiyor diye düşündüm. "Yasemin!" gözlerini yemeğinden kaldırıp bana baktığında aynı şaşkınlık onun suratında da vardı. Birden Murat'ın masanın altına girmiş kusmaya başladığını fark ettim. Midesi dışarı çıkacakmış gibi böğürüyordu. Mürettebatın derinden gelen kahkahalarını daha bir tiksintiyle duymaya başladım. Bakışlarımı tabağıma indirdiğimde iri bir sıçanın kopmuş boynunu ve deşilmiş karnını ve oradan fışkıran bağırsaklarını gördüm. Yasemin çığlık atmaya başlamıştı. Sonrasındaysa "Midem" diye bağırmaya başladı. Sofranın üzeri kumlu taşlarla, pis kokulu hayvan sidikleriyle...

KayıkçıWhere stories live. Discover now