Kalabalık caddede onun yakalanması büyük bir şanssızlık olurdu zaten. Yakalansa bile bağıracak ve başına polislerin toplanmasını sağlayacaktı. En azından yeniden kaçma şansı yakalayacaktı. Bağırarak koşan adamların sesi yaklaştıkça nefes alıp verişi hızlanıyordu. Eğer fark edilirse bitmişti. Birkaç insanın “Dikkat etsene be!” diye bağırışlarını duydu. Nasıl bir caddeydi ki burası bu kadar kalabalıktı?

Elini ağzına kapamış nefes almasını yavaşlatmaya çalışırken tanrıya dua ediyordu. Chin ho hayatını bunun için tehlikeye atmıştı. Gözleri sımsıkı kapatıp bekledi. Bundan birkaç dakika sonra ne olacağını kestiremiyordu. İlk kez zamanla bu kadar yarış halindeydi. Saçlarını kapatan ceketin yavaşça açıldığını hissetti. Yolun sonuydu. Biri onu bulmuştu.

Hye su elini ağzından çekip gözlerini yavaşça açtı. En azından kime yakalandığını bilmeliydi. Başını kaldırıp bakacağı sırada “Sen de kimsin?” diyen sesle aldığı derin nefesi verip başını biraz kaldırarak adama sus işareti yaptı. Etrafta hala adamların sesi geliyordu. Buda hye su’nun daha beladan kurtulmadığı anlamına geliyordu. Ceketi kaldıran adam derin bir nefes alıp deli gibi etrafta koşuşturan siyah giyinimli adamlara baktı.

Onların neyi aradığını az buçuk tahmin edebiliyordu. Bakışlarını yeniden kıza çevirip “sana kim olduğunu soruyorum!” dedi. Ellerini arabanın kapısına dayamış kollarından destek alıyordu. Jessica parmağını dudağına bastırıp “yalvarırım sus ve arabayı çalıştır. İnan sonra açıklayacağım!” dedi. Öylesine çaresizce gözüküyordu ki adam bir kez daha etrafına bakınıp derin bir nefes aldı.

Normalde kızın kolundan tutup arabadan atmalıydı ama yapamamıştı işte. Güneş gözlüklerini takıp arabasına kuruldu. Arabayı çalıştırıp üzerini de örttükten sonra arkasına bakmadan “Başını iyice eğsen iyi olur!” dedi. Jessica duyduğu sesle rahatlamış bir şekilde üzerinde duran deri ceketi daha çok çekip yeniden Tanrıya dua etmeye başladı. Dudaklarından dökülen fısıltı gibi duayı duyabiliyordu adam. Birkaç sokağı hızla geçip arabayı kenara çekti.

Onların buraya gelmeme ihtimaline karşılık kızı dürtükleyip “kaldır başını!” dedi. Jessica duyduğu sözle başardığını düşünüp heyecanla başını kaldırdı. Korkudan yüzüne bakamadığı adamı gördüğün de nefesi kesildi. Adamın bebek gibi cildi; yüzünü çevreleyen koyu saçlarıyla bir model olduğunu doğrulayabilirdi. Bir melekten farksız gözüküyordu gözüne. Adam elinde ki güneş gözlüğünü sallarken “kim olduğunu söyle şimdi!” dedi.

Melek gibi yüze orantısız odun gibi sesiyle yüzüne daha sakin bir tavır takınan adama baktı. Ne demeliydi. “Babam Kore’nin en ünlü iş adamlarından biri bende onun kızıyım ama tanrım bak şu işe ki beni zorla evlendirmeye kalktığı için en yakın arkadaşım sayesinde kaçtım mı?” bu hikâye pekte iyi durmuyordu. Başta adını mutlaka saklamalıydı.

Park hye su ismi yakalanmasına en büyük etken olurdu başını dikleştirip “adım jessica!” dedi. Amerika da kullandığı ismi babası bilmiyordu ve bu isimle chin ho onu bulabilirdi. Adam duyduğu isimle kıza kahkahalarla gülerken “demek jessica.” Dedi. Huysuz tutumunda ki büyük dalga kızın hoşuna gitmemişti. Hye su; başını sallayıp “ister inan ister inanma!” dedi.

Arabacının camından dışarı bakıp nerede olduğunu anlamaya çalıştı ama anlamadı. Bakışlarını yeniden adama çevirip “neredeyim şimdi ben?” dedi. Seul’u tamamen unuttuğunun yeni farkına varıyordu kız. Adam gözlerini kısmış “nerede olduğunu bilmiyor musun?” diye sordu. Bu ona saçma ve komik gelmiş olsa da onun yabancı olama ihtimali vardı. Ve kızın verdiği cevapta düşüncelerini onaylar biçimdeydi.

“nerde yaşıyorsun?” dedi kızın sarı saçlarına bakıp. Açık tenli oluşu kızın yabancı olduğunu gösteriyordu. Hye su sakin bir şekilde kendini sorgulayan adama cevap vermeye devam ediyordu ama bu adam fazla soru soruyordu. Sonun da teşekkür edip arabadan ineceği zaman arabanın yanından hızla geçen araba ile vazgeçti. Bakışlarını çaresizce adama çevirip “bana çay ısmarlayamaz mısın?” dedi. Amacı bir süre daha oyalanıp öyle kaçmaktı.

Bakışlarını adama çevirip onun yüzüne baktı. Yüzünde ki sıfır mimiksizlik insanın dikkatini çekiyordu. Adını bile bilmediğini fark edip hiç düşünmeden “adın ne?” dedi. Adamın kendisinden büyük olma ihtimali çok fazla olmasına rağmen saygılı bir biçimde konuşmuyordu. Adam biraz gülüp “il sung. Adım il sung ve sanırım senden yaşça büyüğüm!” dedi. Kızın küçük yüz hatları kendisinden küçük olduğunu gösteriyordu.

Jessica sanki aranmıyormuş gibi adama gülümseyip “bana çay ısmarla il sung.” Dedi. Aklında ki tek şey elinden geldiğince oyalamaktı. İl sung önüne dönüp yeniden arabayı çalıştırdığın da dikiz aynasından kıza bakıp “kocan nasıl bir odunluk yaptı ki düğünden kaçtın?” dedi. Kız ne kadar uğraşırsa uğraşsın kabarık gelinliği saklayamamıştı. Pes edip üzerindeki deri ceketi çekice kabarık gelinlik ortaya çıktı. İl sung kızın bu hareketiyle daha çok gülerken kızın yüzü ters orantılı gibi düşüyordu. Hye su da pes edip bir nokta kadar da olsa gerçeği itiraf etti.

“babam beni zorla evlendirmeye kalktı.”

“ve sende kaçtın… Adama üzüldüm doğrusu!”

Hye su; duyduğu sözle başını cama çevirip onun kim olduğunu merak etti. Adını bile duymadığı adam şu günlerde düğüne hazırlanıyordu. Şimdi ise düğün hazırlıklarını durdurmuş olmalıydı yâda hala babası adama söylemişti. Bu durumu önemsemedi. Babası yaptığı pisliği temizlemeliydi. Başını cama yasladı. Nereye gittiklerini bile sormak gelmemişti aklına.

O kadar yorgun hissediyordu ki gözleri ağırlaşmaya başladı ne kadar direnirse dirensin gözleri kapanıyordu. İl sung bir dönemeci daha dönüp “burada inebilirsin.” Dedi. Ama alamadığı cevap üzerine dikiz aynasından baktığında kızın uyuduğunu fark etti. Elini uzatıp kıza dokunacağı zaman yüzünü çevreleyen sarı saçlar biraz daha yüzünü kapatıp inilti halinde sayıklamaya başladı.

Acı bir şekilde “anne gitme!” diyordu. Eli havada öylece kala kaldı. Annesi’nin gitmemesi için yalvaran küçük bir kız çocuğu gibi gözüküyordu şimdi. Derin bir nefes alıp arabayı çalıştırdı. Boş yolda ilerlerken kaderlerinin ağları örülmeye başlamıştı.

**

“Bay park…” dedi korumalardan biri elini önünde birleştirmiş utançla adamın karşısın da başını eğiyordu. Adam oturduğu yerden başını çevirip en güvendiği adamlardan birinin ezik hallerine bakarak “ne oldu yine?” dedi. Etrafına bakındığın da hye su2nun etrafta olmadığının farkındaydı. Elindeki fincanı masaya bırakıp “Hye su nerede hala gelinlikle mi uğraşıyor yoksa?” dedi. Ama beklediği cevabın aksini almıştı bay park…

“Efendim üzgünüm bayan park nasıl olduğunu anlayamadığımız bir şekilde aniden ortadan kayboldu.”

Adam duyduğu şeyle ayağa kalkıp sinirle yumruklarını sıktı. Ne demişti şimdi bu? Hye su kaçmış mıydı? Bakışlarına sert bir tutum yükleyip adama döndü.

“Hemen onu bulun! Yanında her kim varsa gözünün yaşına bakmadan öldürün! Hye su’yu bulup hemen buraya getirin. Onun kılına bile zarar gelmesin.” Dedikten sonra ellerini arkada bağlayıp bakışlarını geniş pencereye çevirdi. Sözlerini ev ahaline bakmadan tamamlamıştı.

“Onun icabına ben bakacağım…”

Bölüm sonu…

KAÇAK GELİNHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin