01/01: SİS

27.5K 1.4K 278
                                    


Henüz küçük bir çocukken, bir gece yarısı, ay gerçek anlamda ilk kez dikkatimi çektiğinde babama onun neden öylece gökyüzünde durduğunu sormuştum. Yeryüzünü aydınlatmak için olduğunu söylemişti. O an gözlerimi aya dikip, onun güneşten daha önemli olduğunu söylemiştim. Çünkü benim için karanlık bir geceyi aydınlatmak, aydınlık bir gündüzü aydınlatmaktan çok daha zordu. Gündüzün oluşumundan uzaktım, hissettiğim tek şey aya olan saygımdı. Sonra babam güneş olmadığında tüm yeryüzünün karanlıkta kalacağını söylemişti; ona güneş olmazsa, ayın tıpkı o andaki gibi geceyi aydınlatacağını söylemiştim. O ise ayın bile ışığını güneşten aldığını anlatmıştı. O gün, güneşin yalnızca gündüzü değil geceyi de aydınlattığını öğrenmiştim, bir de ismimin anlamının güneş olduğunu.

İsmim buydu, geceyi dahi aydınlatan güneş, Helya. Elbette ki geceyi aydınlatacak kudrete sahip değildim, daha çok geceye gizlenmeyi tercih ederdim. Bir gün bunu yapacağıma dair hayallerim olsa dahi yine de dillendirmeyi tercih etmezdim. Gece, kafa tutulmak için fazla tehlikeliydi. Bu yüzden hava karardığında odamın ışığını açıp, kısmen geceyi aydınlatmış olarak geceye bir sinyal verdiğimi düşünürdüm.

Ben buradayım, diye fısıldardım geceye, penceremden sarkarak. Ve seni bile aydınlatma görevini bir gün ben üstleneceğim.

Olgun tanınan bir kıza göre pek de olgun bir hedef olduğu iddia edilemezdi, yine de küçük bir çocuktum ve hayal kurmak yerçekimsizdi. Yerçekimsiz ortamda kimse olgun kalamazdı.

Parmaklarımın arasında döndürdüğüm kolyemi geceliğimin içine itip bedenimi ürperten sabah serinliğine aldırmadan yorganımı araladım. Kısa bir titremenin ardından vücudumu esnetip uykunun kırıntılarını da silkeledim üzerimden.

Bugün gelecek olan kitap ve eşya siparişlerinin yerleştirilmesinde babama yardım edeceğime söz vermiştim, dükkâna babamdan önce gitmem gerekiyordu. Fakat dükkânın açılışına henüz üç saat vardı, erken uyanmıştım, biraz sabah yürüyüşüyle geç kalmazdım.

Lavaboya gidip hızlıca işlerimi hallettikten sonra sandalyemin üzerindeki giysileri de aynı hızda geçirdim üzerime. Elbisemin ve pantolonumun sert kumaşı beni yürüyüşte zorlayacak gibi duruyordu fakat kıyafet aramakla vakit kaybetmek tercihlerim arasında değildi bugün.

Kapının arkasında asılı pelerinimi omuzlarıma bırakırken, gözlerim evin sessizliğini yadırgarcasına etrafta dolaştı. Babam çoğunlukla bu saatlerde uyanık olurdu, dün akşam ana çiftlikle fazla yorulmuş olmalıydı. Son bir haftadır dükkâna ben baktığım için birkaç gün fazladan bile gitmişti çiftliğe. Çalışma süresini dolduralı yıllar olmuştu, artık çalışma zorunluluğu yoktu fakat buna rağmen çiftlikte çalışmayı seviyordu.

Onları uyandırmamak için küçük adımlarla, tahta zeminden çıkacak seslerin önüne geçmeye çalışarak kapıya ulaştım. Pelerinimin iplerini bağlayıp başlığını kafama geçirdikten sonra köşede asılı duran anahtarı cebime atıp sessizce çıktım evden.

Hava epeyce serindi, dünkü yakıcı güneş bugün fazlasıyla isteksiz görünüyordu hatta kara bulutların ormanın üstünü kaplamak için hevesle beklediğini bile görebiliyordum.

Başlığımı gözlerimin hemen üstüne kadar çekip ellerimi elbisemin ceplerine soktum ve hızlı adımlarla aşina olduğum yola girdim. Babam oldum olası hassas bir adamdı, pelerinim olmadan ormanda dolaştığımı gördüğünde daima sevimli bir ifade taşıyan yüzü soğuk bir sertlikle gerilirdi. Nedenini biliyordum, herkes biliyordu.

Parslar.

Burası, yani üçüncü kısım güvenli alandı. Parslar birinci kısımda kalıyor, nadiren de olsa ikinci kısımda oluyordu. Yine de babamın ve diğer tüm Kaplan halkının onlara olan nefreti onu daha hassas ve dikkatli bir adam haline getirmişti. Kim onlardan nefret etmiyordu ki?

TANYERİWhere stories live. Discover now