BÖLÜM 2 - KARŞILAŞMA

39 5 1
                                    



Havaalanına vardığımda saat onikiyi bulmuştu. Uçağın kalkmasına bir saat kalmıştı, kontuar kapanmadan check in yapabilmek için vaktim kalmamış olabilirdi. Biranda adrenalin geldi, kuyrukta bekleyen insanları ite kaka, çılgınlar gibi "uçağımı kaçırdım lütfen yol verin" diye bağırarak hızla kontrol bölgesini geçip, kontuara ulaştım. 

THY' nin kırmızı&beyaz logosu beni selamladığında derin bir rahatlama hissettim, bavulumu desk'e attım ve kimliğimi kontuar görevlisi gençkızın eline tutuşturdum. Zeytin rengi gözlerini perdeleyen uzun kirpiklerini tam kontras koyu mavi bir rimelle belirginleştirmiş olan,  uzun boylu zarif yapılı gençkız sıcacık bir gülümseme ile "uçağınız rötar yaptı, biletinizi hazırlıyorum ancak kaçta bineceğinizi uçuş bilgileri ekranından takip etmeniz gerekecek" dediğinde cidden çığlık atasım geldi. Bu kadar adrenalini boşu boşuna mı yaşadım ben???

Biletimi aldım, daha çok zamanım olduğu için rahatça kitabımı okuyacağım bir köşe seçtim. Paul Auster'ın New York Üçlemesi kitabına tam 1 ay önce başlamıştım; normalde bir kitap kurdu olmama rağmen, işimin yoğunluğu sebebi ile kitaba tam anlamı ile kontantre olup bitirememiştim. Bu kısa seyahat, çok merakla aldığım bu kitabı bitirmek için de iyi bir bahane olacaktı. 

Elimde karamelli lattem ve çok sevdiğim kitabım olduğu halde, etrafı da gözetlemeye başladım. Dikkatimi en çok çekenler Anne-baba-çocuk halinde olan ailelerdi. Çocuğu tehlikeli bir hareket yaptığında ya da koşarken düştüğünde, annenin endişeli ve yapmacık bir kızgınlıkla çocuğuna sahip çıkması, ona öğütler vermesi içimi cız ettiriyor; başka bir annenin aç olan çocuğuna yemek yedirebilmek için verdiği savaş beni çok etkiliyor; diğer bir annenin çocuklarının oynadığı balon oyununa katılarak onları peşinden koşturması, işte bu beni gerçekten ağlatacak... Babalar ise ellerinde gazete ya da telefonları ile meşgul gibi görünse bile çocuklarının annelerinin gözetiminde olduğunu izleyerek koltuğa rahatça yaslanıyorlar... 

İşte benim babam o koltuğa hiçbir zaman rahat bir şekilde yaslanamadı, bana annelik yapmaya çalışırken babalığını unutmuştu... Gözlerimden süzülen birkaç damla yaşı elimle sildim ancak burnumda akmıştı ve yanımda hiç peçete yoktu, tam kalkmaya davranacakken, yan taraftan birinin birşey uzattığını hissettim. Kafamı çevirdiğimde badem gibi hafif çekik gözlerini bana dikmiş yirmili yaşlarının başında bir gençkız gördüm.

"Biraz üşütmüşüm, hemen ağzım burnum akmaya başladı" diyerek açıklama yapma gereği hissettim. 

Kızcağız hiç oralı olmadan "Türk olduğunuzu anlamıştım" dedi. 

"Nasıl" diye sordum. Babam türk olmasına rağmen, ispanyol annemin genlerinin daha baskın özelliklerini taşıyordum ve yurtdışında Türk olduğumu kolay kolay kimse anlamazdı.

"Ancak sıcakkanlı Türkler bu kadar kolay duygulanabilirler, bende yarı Türk kanı taşıyan biri olarak bunu çok iyi biliyorum" diye karşılık verdi. Onu daha konuştuğu ilk dakikadan itibaren çok sevmiştim. Adı Kamelya'ydı. Gerçekten de bir çiçek gibi narin bir vücudu ve insanı hemen tavlayan bir aurası vardı.

"Viyana'da yaşıyorum. Ya sen?"

"Ben de Viyana'da yaşıyorum. Babamı görmek için Türkiye'ye dönüyorum ancak çok fazla kalamayacağım, haftaya performansı başlayacak bir müzikalin sahne tasarımı ekibindeyim. Zorunlu olmasa işimi bırakıp da seyahate çıkabileceğim bir dönemde değilim anlayacağın"

"Ne oldu? Baban hasta falan mı?""

"......................"

Babam hasta olabilir miydi? Kamelya'nın aklına ilk gelen şey benim aklıma hiç gelmemişti, ya çok kötü bir hastalığa yakalandıysa... Bu yüzden mi yüzyüze görüşmek istemişti, vereceği haber karşısında dağılacağımı bildiği için mi telefonda söylememişti. O an içimi bir sıkıntı aldı. Kamelya o esnada beni dürterek "uçağımız biniş için hazırmış hadi kalkalım" dedi.

SATEN-GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEDove le storie prendono vita. Scoprilo ora